NÜFUSUN GÜCÜ
NÜFUSUN GÜCÜ
ALPEREN GÜRBÜZER
Nüfus arttıkça taleplerde(tüketim) artar. Taleb (tüketim) istihsali(üretimi) kamçılar. Yeni yeni zanaatlar doğar. Zanaatlar çoğaldıkça (geliştikçe) ihtiyaçlar çoğalır: Taleb (tüketim) arzı yaratıyor, arz (üretim) talebi, şehir ne kadar kalabalıksa, ahali o kadar müreffeh, zanaatla o kadar itibardadır. Şehrin dilencileri bile zengindir diyor İbn-i Haldun. Ve ilave ediyor: ‘’Servet nüfusu, nüfus serveti artırır. Ama bir hududa kadar. Sonra zeval başlar. Nüfus arttıkça lüks ihtiyaç çoğalır, devlet ricali sefahate düşer, veriler artar, zanaatkârlar ezilir. Toplumların hayatı da fertlerinkine benzer. Önce gençtirler, sonra olgunlaşırlar, nihayet ihtiyarlık ve ölüm.’’
İbn-i Haldun döneminde sanayi olmadığı için zanaat tabiri kullanmıştır. İbni Haldun bizim kültürümüzün baş tacı ve olaylara sosyolojik çerçevede bakan bir deha.
Meseleye birde başka coğrafyaların aydınların nüfusla ilgili görüşlerine bakalım ne diyorlar. Bu konuda Adolf Coste şöyle diyor: Nüfusun hacim ve yoğunluk bakımdan durumu, o ülkenin gelişmişlik derecesini gösterir.
F. Ratzel de nüfus yoğunluğu pek küçük olan ülkelerin insanları kara ve su avcılığı, yoğunluk kısmen artınca göçebe ve çobanlık dönemine, biraz daha yoğunlaşınca yerleşik tarıma, çok daha yoğunlaştıkça da teknik tarıma ve sanayiye geçebileceğini savunuyor. Mesela bir ülkede kilometre kareye düşen nüfus sayısı otuz beşi bulduğunda o ülke artık teknik tarıma ve sanayiye geçmek zorunda kalır yahut bunun ızdırabını çekmeye başlar. Adolf Coste’de buna benzer ifade kullanarak; sosyal gelişmede en önemli etken nüfus artışını gösterir. Rasulüllah(s.a.v)’de; ‘’Evleniniz, çoğalınız, kıyamette ümmetimin çokluğu ile övünürüm’’ buyurmuşlardır.
Adolf Coste nüfusla ilgili çalışmalarına açıklık getirmek için şu örnekleri sunar: Önce Burglar(küçük yerleşim alanları) doğdu. Çünkü nüfus hacimce ve yoğunlukça azdı. Daha sonra nüfus arttıkça yerleşme sahaları genişledi. Burglar’dan sitelere, oradan metropollere, kaptollere ve federasyon merkezlerine doğru bir gelişmeye ve güçlenme görüldü. Eğer insan grupları nüfus bakımdan statik olsaydı bu ve benzer medeni gelişmeler olmazdı.
Gerçektende nüfus potansiyeli üstün olan kolayca süper devlet kimliğini kazanabiliyor. Mesela İsveç ve Danimarka kalkınma süreci göstermesine rağmen süper devlet özelliği elde edemiyor. Çünkü ABD gibi nüfus potansiyeli yoktur.
M. Kovalevski, nüfusun artmasının ekonomide üretim araçlarının ve tekniklerinin değişip mükemmelleşmesinde önemli amil olduğunu savunur. Sosyolog Ratzel de Kovalevski’yi doğrularcasına, 1000 kilometre kareye düşen nüfus sayısı 2 ila 1770 arasında değişirse grupların avcılık ve balıkçılık, 1770 olduğu zaman göçebe-çobanlık, 1770 ila 35000 kişi olursa tarımcılık, 177000 kişi olduğu zamanlar ileri güçlü bir ekonomi ve teknik tarım kurulabileceğini tezini işleyerek nüfus artışının insanları avcılıktan-çobanlıktan ilkel tarıma, buradan küçük sanayi işletmesine ve yavaş yavaş ileri modern tarıma, en nihayet büyük endüstriyel geçeceğini açıklamışlardır. Öte yandan F. Carli, A.Coste, Bougle gibi sosyologlar nüfus artışının sosyal iletişimi artırdığını, dili zenginleştirdiğini, örf ve adetlerdeki yumuşamayı sağladığını, demokratikleşme eğilimlerini güçlendirdiğini ileri sürmüşlerdir.
Nüfusun bir güç olduğunu beyan eden ilim adamlarının aksine sefalet kaynağı olduğunu söyleyenlerde var. Robert Malthus bu görüşün ilk pirlerindendir ve der ki; nüfus artışı tehlikelidir. Oysa nüfus potansiyelini sefalet kaynağı görmek abesle iştigaldir. Eğer bu tez doğru olsaydı Hollanda, Belçika, İngiltere, Almanya, İtalya, Çekoslovakya, Danimarka ve İspanya gibi ülkelerin dünyanın en sefalet içinde yüzen ülkeler olması gerekirdi.
Nüfusun azlığı mutluluk ve huzur demekse, Suriye, Mısır, Türkiye gibi ülkelerin dünyanın en güçlü en zengin en huzurlu ülkelerinden bir sayılmaları lazımdı. Oysa durum tam tersidir.
Nüfus hareketleriyle bir bardak suda fırtına koparmayı marifet sayanlar hamasi nutuklardan öteye geçemiyorlar Zaten endişeye de gerek yok. J.L Moreno; Dünya yeter derecede kalabalık değildir diyerek bugüne kadar ki kanaatlerin aksine beyanda bulunmuşlardır. Francis Galton’da Sociogeniquel’i savunuyorum demiştir. Yani Sociometrque ve socigenque bir demokrasinin ilkesi. Şans eşitliğini henüz doğmamış çocuklara kadar uzatan bir ilke. İşte gerçek insan hakları bu olmalı. Hümanizm savunuluyorsa sociginiqu ilkesine sadık kalınmalı.
Papa G. Paul’de doğum kontrolüne karşıdır. Prevendetsev; ‘Rusya’daki nüfus artışı hızının azalmasından endişe ediyorum’ diye feryat etmiştir. Gerçektende doğacak olana, yaşayana ve hatta ölmüş olana aynı hak ve hukuka tabi tutmak sosyal adalettir. Gerçek eşitlik budur.
Russel; Doğumları önlemede iki engel vardır. Bunun din ve milliyetçilik olduğunu söyleyerek belli bir ideolojinin nedeni olarak Hıristiyanların çoğalması gerçeğine işaret etmiştir. Bertrand Russel gibi aydınların Ortadoğu’da ve Müslüman ülkelerde doğum oranlarının çoğalmasında endişe duymaları normaldir. Çünkü batıda çoğalan nüfus şimdilerde negatif seyir takip etmektedir, çırpınmaları bu yüzdendir.
Adam Smith; Nüfus artışını ekonomik kalkınmanın hem sebebi hem de neticesi olarak görür. T.H.Marshall’de; ‘Nüfus azalışı ve temayülü İngiliz imparatorluğunun devamı için tehlikelidir’ der. Uzak doğunun liderlerinden Mao Zedong ise; ‘Ben atom bombasından korkmuyorum. Atomun karşı silahı Çin kadınlarının rahimleridir. Hedef yılda 20 milyon Çinlinin doğumudur’ demekle nüfusun gücüne işaret etmişlerdir. Bugün bir milyon çocuk, yirmi yıl sonra 1 milyon üretici ve bu süre içinde tüketici, yani müşteri demektir. Hainsen şöyle der; Nüfusta düşme işsizliğe gerilemeye sebep olur. Myrdal’de konuyu sosyal boyuttan inceleyerek; Nüfus azalması faktörü gibi demokrasiyi öldürücü zehir yoktur diyerek nüfusun gücünü teşvik etmiş ve buna tüm kalbiyle inanmıştır.
Japonya 19.yüzyılda sanayileşmeye adım attığında Türkiye’nin iki misli kadardı (35.000.000). Bu nüfus potansiyeli ile birçok sanayinin kurulabilmesi ve yerli talebin olması mümkün olabilmiştir. Neden doğum kontrolü uygulamaları bize reva görülürde batıya uygulanmaz. Gayet açık nüfus bir güçtür çünkü. ABD’nin İsrail’e değil de Müslüman ülkelere doğum kontrolü için yardımda bulunması bunu doğruluyor zaten. ABD kendi ülkesinde doğum ilaçlarında ikaz uyarıları ve yan etkilerinden bahseden uyarıları belirtir. Zira gebelik aynı zamanda sıhhattir. Bilmediğimiz birçok hormonal ve mekanizma ile iltihaplar habis urlar kaybolur ve iç hormonal denge ile sağlanır. Hatta şeker hastalarının bile metabolizması dengeye kavuşur.
17 Ekim 1975 Washington mahreçli bültende ise doğum kontrol ilaçları kullananların kalp hastalıklarına, bebeğin sakat doğması gibi bir dizi olumsuzlara davetiye çıkardığını dikkat çekilmiştir. ABD Gıda ve İlaç Daire Başkanlığı böyle ilaçlara uyarıcı etiketleri yapıştırma kararı almıştır bu yüzden. Bizde de ne yazık ki doğum kontrolü taraftarları sağlığa zararı yokmuş gibi tutum sergilemektedirler. Böylece kadınlarımıza kalp hastalıkları, ana rahminde bebeğe geri zekâlılık ve sakatlık gibi riskler sunmaktadırlar.
Nüfusun gücü, bilim adamlarının beyanlarından da anlaşıldığı üzere; Nüfus sosyal iletişim, kültürel zenginlik, sağlık ve kalkınma demektir.
Vesselam.
dedekorkut1
18 Haziran, 2021 - 08:39
Kalıcı bağlantı
NÜFUS GÜÇTÜR
NÜFUS GÜÇTÜR
SELİM GÜRBÜZER
Evet, nüfus güçtür. İbn-i Haldun Mukaddime eserinde bakın bu hususta ne diyor: “Nüfus arttıkça talep (tüketim) artar, talep ise istihsali (üretimi) kamçılar, derken yeni zanaatlar doğar. Zanaatlar çoğaldıkça (geliştikçe) ihtiyaçlar çoğalır: talep (tüketim) arzı yaratır, arz (üretim) talebi, şehir ne kadar kalabalıksa ahali o kadar müreffeh, zanaatta o kadar itibardadır. Şehrin dilencileri dahi zengindir.”
Tabii bitmedi ve sözün devamında şöyle der: “Servet nüfusu, nüfus serveti artırır. Ama bir hududa kadar, sonrasında zeval başlar. Nüfus arttıkça lüks ihtiyaç çoğalır, devlet ricali sefahate düşer, veriler artar, zanaatkârlar ezilir. Toplumların hayatı da fertlerinkine benzer. Önce gençtirler, sonra olgunlaşırlar, nihayet ihtiyarlık ve ölüm.”
İşte İbn-i Haldun’un bu müthiş ifadeleri meramımızı anlatmaya yeter artar da. Öyle ki; bu ifadeler günümüz insanına hem ufuk açmakta hem de yüz yıllar öncesinden günümüzün fotoğrafı çekilmiş durumda. Derken bu arada fotoğraf karesinde yer alan “servet nüfusu, nüfus da serveti artırır” ifadeleriyle de tıpkı her doğan çocuğun bir ömrü olduğu gibi mal ve mülkünde sınırlı bir ömrü olduğu gerçeğini idrak etmiş oluruz. Zaten değil midir ki dünya ve dünya içerisinde her ne varsa tükenmeye mahkûm, o halde baki olan sadece Allah olduğu gerçeğini idrak etmeye mecburuz da. Ve yine Mukaddimenin o bilgi yüklü sayfalarını çevirdikçe bu kez zanaat kavramının idrak penceremize düştüğünü görürüz. Besbelli ki zanaat o dönemi temsil eden en gözde meslek olsa gerek ki bu gün bile adından söz ettirebiliyor. Hem nasıl adından söz ettirmesin ki, baksanıza gelinen noktada sanayi, endüstri, makine, bilgisayar gibi pek çok teknolojik gelişmelerin temelinde zanaat vardır. Bu yüzdendir ki İbn-i Haldun’un yaşadığı dönem itibariyle zanaatı gelişmenin tek temsil değer olarak görmesi son derece ileri düzeyde bir bakış açısıdır. Kaldı ki, İbn-i Haldun zanaat kavramını kullanmış olmasa da bikere kendisinin bizatihi olaylara sosyolojik pencereden bakışı bile tek başına değer ifade eden ileri ufukluluğun ta kendisi bir bilgeliktir bu. Öyle ki onun tespitleri günümüz sosyologlarını hayretler içerisinde bırakacak derecede etkin de. Hiç kuşkusuz o sosyolojik değerlendirmeler yaparken yalnız değildir, Allah ve Resulünün hakikatlerinden ilham almaktaydı. Nitekim bilhassa nüfusla ilgili hususlarda Resulullah (s.a.v)’in; “Evleniniz, çoğalınız, kıyamette ümmetimin çokluğu ile övünürüm” hadis-i şerifi onun için tek rehber kaynak olmuştur dersek yeridir. Madem öyle, yeri gelmişken bizlerde İbn-i Haldun gibi bir dehanın kullandığı zanaat kavramını bugünün sanayisine, endüstrisine, teknik ve bilgi donanımına uyarlayıp çağlar üstü sıçrayacak yeni bir medeniyetin muştuları ve kurucuları olabiliriz pekâlâ.
Evet, İbn-i Haldun’un nüfusa bakışı, bizimde bakışımızdır. Peki, bizimkini anladık ta, ya Batıda ki aydınlar nüfus meselesine nasıl bakıyor dersiniz? Bu hususta Batıya şöyle uzandığımızda ilk etapta Adolphe Coste’nin ileri sürdüğü; “Nüfusun hacim ve yoğunluk bakımdan durumu, o ülkenin gelişmişlik derecesini gösterir” şeklinde ki müthiş tezi dikkatimizi çeker. Hakeza Friedrich Ratzel’de nüfus yoğunluğu bakımdan düşük olan ülkelerin insanları kara ve su avcılığıyla uğraştığını, yoğunluk kısmen artınca da göçebe ve çobanlık dönemine geçtiğini, bunun üzerine biraz daha yoğunlaşınca yerleşik tarıma geçildiğini, çok daha yoğunlaştıkça da teknik tarıma ve sanayiye geçiş yaptığı tespitinde bulunmuş bir isimdir. Aynı zamanda kendisi sadece tespitte bulunmakla kalmamış bir ülkede kilometre kareye düşen nüfus sayısının otuz beşi bulduğunda artık o ülkenin teknik tarıma ve sanayiye geçmek durumda olacağını rakamlarla da ortaya koymuş bir isimdir. Yani elde ettiği verilerin diliyle meseleye baktığımızda bu bir anlamda; bir ülkede kilometrekare üzerine düşen nüfus artışı oranı arttıkça o ülke bulunduğu konumdan bir başka gelişme evresine geçmesi manasına bir tespittir bu. Nitekim Adolphe Coste’de bu sosyolojik realiteyi şöyle örneklendirerek ortaya koymuştur:
“Önce Burglar (küçük yerleşim alanları) doğdu. Çünkü nüfus hacimce ve yoğunlukça azdı. Daha sonra nüfus arttıkça yerleşme sahaları genişledi. Burglar’dan sitelere, oradan metropollere, kaptollere ve federasyon merkezlerine doğru bir gelişmeye ve güçlenme görüldü. Eğer insan grupları nüfus bakımdan statik olsaydı bu ve benzeri medeni gelişmeler olmazdı.”
Gerçektende nüfusça güçlü olan bir ülke süper devlet olma özelliğine haiz bir avantajı yakalayabiliyor. Mesela İsveç ve Danimarka gibi ülkeler her ne kadar kalkınmışlık görüntüsü verseler de sonuçta süper devlet değillerdir. Süper devlet olamamanın nedeni, bikere ABD gibi güçlü nüfus potansiyeline sahip ülke olmayışlarıdır. İşte bu nedenle M.M. Kovalevsky, bu hususta ısrarla nüfus artışının ekonomi, üretim araçları ve teknik gelişmeler üzerinde olumlu etki yaptığından söz eder hep. Sosyolog Ratzel’de hakeza aynı bağlamda 1000 kilometre kareye düşen nüfus sayısının 2 - 1770 arası bir skalada avcılık ve balıkçılığın geliştiğini, 1770 olduğunda göçebe ve çobanlığın baş gösterdiğini, 1770 -35000 arası bir skalada tarımcılığa geçildiğini, 177000 skalaya erişildiğinde ise çok ileri düzeylerde ekonomik hayat ve teknik donanıma haiz bir tarımcılığın görülebileceğinden bahsetmiştir. Kelimenin tam anlamıyla kendisi insanlığın ilk çağdan buyana nüfus artışına paralel olarak avcılık veya çobanlık devrelerinden ilkel tarıma, tarımdan küçük sanayi işletmesine, bu seviyelerden de teknik tarıma ve en nihayetinde büyük endüstriyel atılımlara doğru geçiş kaydettiğini dile getirmiştir. Ancak bu arada unutmayalım ki, bu hususlarda kalem oynatan sadece Sosyolog Ratzel değil elbet, F. Carli, Adolphe Coste, Celestin Bougle gibi sosyologlarda nüfus artışının sosyal iletişimi artırdığını, dili zenginleştirdiğini, örf ve adetlerdeki yumuşamayı sağladığını, demokratikleşme eğilimlerini güçlendirdiği yönünde bir bakış açısı ortaya koymuşlardır.
Evet, nüfus artışı hem ekonomik yönden hem de sosyal ve kültürel yönden güç olmasına güç elbet, amma velâkin gel gör ki Batıda bunun tam aksine nüfus artışının açlık ve sefalete yol açtığını iddia eden sözde bilim adamları da var. Nitekim Robert Malthus nüfusun güç olmadığı karşı çıka dursun, şu bir gerçek bir zamanlar Hollanda, Belçika, İngiltere, Almanya, İtalya, Çekoslovakya, Danimarka ve İspanya gibi ülkeler hatırı sayılır bir nüfus artışına ulaştıklarında ancak ülkelerini gelişmiş ülkeler listesine yazdırabilmişlerdir. Robert Malthus besbelli ki bir avuç toprakta bile bereket fışkıracağını hesap edemediği gibi dünya sathının hemen her karış toprağında envai türden bitki türlerinin üretilebileceğini hesaba katmamış gibide gözüküyor. Hadi İslam’dan bihaber olması hasebiyle bereket nedir bilmeyebilir, bunu anlarız da, peki ya dünya sathında milyarlarca insanın varlığına rağmen bir türlü bitmez tükenmez hemen her türden besin kaynaklarının tükenmeyişini görmezden gelmesine ne demeli, doğrusu şaşmamak elde değil. Şaşmayanlarsa malum, halen bugün olmuş gelinen noktada varsa yoksa nüfus azlığının toplumlara mutluluk, ekonomik refah getireceğinden dem vurmaktalar. Oysa bu ütopik dem vurmaktır, asla düşledikleri hayal hiçbir zaman gerçekleşmez de. Hem gerçekleşseydi bikere her şeyden önce bölük pörçük bölünmüş Ortadoğu ülkelerinin her biri dünyanın en güçlü ülkeleri olmaları gerekirdi. Çok değil, yakın bir zamanda Az kalsın bu hayallerini bilhassa Ecevit hükümeti dönemlerde bize de yutturacaklardı. Neyse ki, geçte olsa yıllar sonra nüfusun bir güç olduğunu dile getiren Tayyip Erdoğan gibi bir lider çıkıverdi de bir zamanlar devlet eliyle doğum kontrolünün teşvik edildiği politikaların rafa kaldırıldığına şahit olduk nihayet. İyi ki de şuan başımızda her fırsatta milletine en az üç çocuk yapın diyen böylesi bir lider var. Hatta nüfusça çoğalalım telkiniyle yetinmeyip, bu noktada bir çocuklu, iki çocuklu ve üç çocuklu çalışan anne ve babaların çocuk başına özlük hakları iyileştirilmekte ve doğan her çocuğa devlet eliyle altın hediye verilmekte bile. Böylece tüm aile ocakları nüfusun çoğalması yolunda teşvik edilmiş olmakta. Yok, eğer böylesi teşvik edici tedbirler olmasa, Allah muhafaza ihtiyar nüfuslu Avrupa’nın düştüğü çukura bizde düşmüş oluruz. Hem kaldı ki dünyada genç nüfusa sahip ender ülkelerden olan Türkiye’mizi hiç kimsenin ihtiyar Türkiye hale getirmeye hakkı olmasa gerektir. Yukarıda da belirttiğimiz üzere bir zamanlar bu ülkede nüfus artışını tehlike olarak addeden bir takım siyasi aktörler kendi beceriksizliklerini örtbas etmek için maalesef ki bütün kabahati nüfus artışına yüklemişlerdir. Hatta yetmedi kabahatlerini bastırmak için Avrupa’dan güya geri kalmış ülkelere iyileştirme adı altında gönderilen nüfus kontrolüne yönelik tüm materyallerin taşınmasında aracılık etmişlerdir. Oysa ekonomiyi felç edici ortada nüfus artışı kaynaklı herhangi bir veri yoktu, bilakis ortada tamamen kendi beceriksizlerinin üzerini örtbas etme çabası vardı. Hem kimin haddine ailelerin çocuk yapmalarının önüne geçmek ya da doğacak olan çocuk sayısının sınırlanmasına karar almak. Hâşâ doğacak olan çocuğu yaratacak olan sanki onlarmış gibisine dünyaya gelişlerine de mani olmaya yeltenmişlerdir. Hiç kuşkusuz, biz biliyoruz ki dünyaya gelecek olanın yaratıcısı da, rızkı yaratan da, rızkı veren de Yüce Allah’tır.
Gerçi biz bilsek ne, adamların dini referansları kabul etmemeleri de apayrı bir dert. Hadi dini referans almıyorlar, bari hiç olmazsa Batıdan gelen bir takım sağduyulu aydınların sesine kulak verseler fena mı olurdu. Hiç şüphe yoktur ki kulak vermiş olsalardı Yunanca ‘na to marmari, na to kefali-işte mermer işte kafa’, halk değimiyle de anlamakta zorlanan taş kafalı anlamına gelen ‘nato kafa nato mermer’likten kurtulmuş olurlardı. Nitekim Batı’nın sağduyulu entelektüellerinden J.L Moreno bu hususta “Dünya yeter derecede kalabalık değildir” şeklinde verdiği mesajla bugüne kadar olan tüm taş kafalı sığ düşünceleri yerle bir edecek cinsten ortaya bir tez koymuştur. Bu akıl dolusu teze rağmen yine de bir bakıyorsun Batı’da sayıları azda olsa taş kafalılık bu ya, dünyaya hangi çocuğun gelmesi veya kimin gelmemesi gerekir hususlarda sınırlama getirilmesi noktasında gürültü koparacak derecede taş kafalar çıkabiliyor. Nitekim gürültü koparanlar arasında Francis Galton; dünyaya sadece güçlü kalıtıma sahip çocukların gelmesinden yana bir tavır sergilemiştir. Şöyle ki, eski Yunancada iyi ve güzel anlamında ‘eu’ ve yeni doğan organizmaya katılan genetik program anlamında ‘genom’ kavramını kendince sentezini yapıp “eugenics’i savunuyorum” (doğuştan iyi olma-kalıtımsal soyluluk) tarzında öjeni’yi, yani sağlıksız ceninleri ayırıp sağlıklı ceninler yetiştirmeyi demokrasinin bir ilkesiymişçesine ahkâm kesmiştir adeta. Ve böylesi ahkâm kesme aslında kendini seçkin gören tiplerin fakir ve yoksul insanlara tepeden bakmanın yansıması şeklinde tezahür etmiştir. Bir başka ifadeyle yoksul, hasta, güçsüz ve yeteneksiz insanların canı cehenneme dercesine doğmalarına şans tanımayan anlayışın tezahürü bir sapkınlıktır bu. Tabii bu tür tepeden anlayışlar ‘siyah-beyaz’, ‘köle-efendi’, ‘asil-asil olmayan’ gibi ayırımlara kapı araladığından insan onurunu rencide etmeye yetmiştir. Tüm bu olan bitenlerden anlaşılan o ki, insanlık sadece vahyin soluğunda ancak insanlığını bulabiliyormuş meğer. Hele bu tip tezlere şaş kaza bizlerde kendimizi kaptırmış olsak kim bilir halimize nice olurdu, hele üstüne üstük bir de Darwin’e kandığımızı düşünün o zaman vay halimize, işin sonunda maymun olmakta vardı.
Her neyse onlar insanları insanlıktan çıkarıp maymunlaştırmaya çalışa dursunlar, bakın İslamiyet anne karnında doğmamış bebeğin dünyaya gelmesine yönelik her türlü engelleme girişimlerini tâ baştan cinayet suçu olarak addetmiştir. İşte bu yüzdendir ki inanan her mümin ana rahmine düşen her bir canı cananı Allah’ın mukaddes emaneti olarak görür. İnanmayanlarsa malum çokça savundukları hümanizme bile ters düşmekten imtina etmezler. Hristiyanlara gelince bari onlarda kilisenin sesine kulak verselerdi de bu fiili cinayete ortak olmasalardı. Şayet Papaya bağlılıksa, nitekim Papa 6. Paul kendi döneminde doğum kontrolü uygulamalarına ve kürtaja karşıtlığını açık açık tavrını koymuş bile, keza diğerleri de öyle olup mesela kürtaj karşıtlığını doğu bloğunda da görebiliyoruz pekâlâ. Delil mi? İşte Privedentsev’in “Rusya’daki nüfus artışı hızının azalmasından endişe ediyorum” feryadı bunun en tipik misalini teşkil eder. Şu bir gerçek insanların dili, dini, ırkı ne olursa olsun, sonuçta nüfus insanlığa soluk olacak güç kaynağıdır. Kaldı ki vicdan sahibi her insan doğacak olana, doğmuş olana hayat şansı vermekten yana tavır koyacağı gibi ölmüş olana da saygı duymaktan yana tavır koyacaktır. Hele ki o vicdan sahibi insan birde üstüne üstük müminse buna mecbur da. Zira mensub olduğu İslam Dini insanı eşrefi mahlûkat olarak ilan etmiş bir dindir. İşte bu noktada mümin o dur ki eşrefi mahlûkat olan insanı Allah’ın mukaddes emaneti olarak göre. Nitekim insana bu gözle bakıldığında birçok meselenin kendiliğinden çözüleceği muhakkak. Batı bu noktada açmaz içerisindedir, onların insanlıktan anladıkları tüm insanlık değil, bilakis kendi egolarını insan yerine koymalarıdır. Bu nedenledir ki kendilerinin çoğalmalarına razılar, kendi dışındakilerinin ise canı cehenneme dercesine kısırlaşmasından yana tavır sergilemekteler. Hele söz konusu Müslümanların çoğalmasıysa topyekûn daha da onları endişe sarmakta. Nitekim Bertrand Russell gibi aydınların Ortadoğu ve İslam ülkelerinde nüfusun çoğalmasında endişe duymaları bunun bariz bir göstergesidir. Tabii korkunun ecele faydası yok, endişe duysalar ne duymasalar ne, olacak olan olur, bu kaçınılmaz gerçekliktir zaten.
Batı insanının nüfusun gerçek manada güç olduğunu farkında oldukları şundan besbelli ki, kapitalizmin öncüsü Adam Smith; Nüfus artışını ekonomik kalkınmanın hem sebebi hem de neticesi olarak görmüştür. T.H.Marshall’de nüfus azalışının İngiliz imparatorluğunun sonunu getirecek bir tehlike olarak addetmiştir. Uzak doğunun liderlerinden Mao Zedong ise halkına; “Ben atom bombasından korkmuyorum. Atomun karşıt silahı Çin kadınlarının rahimleridir. Hedef yılda 20 milyon Çinlinin doğumudur”’ mesajıyla dışa karşı adeta güç gösterisinde bulunmuştur. Keza Japonya XIX. yüzyılda sanayileşmeye adım attığında 35.000.000 nüfusuyla Türkiye’nin iki misli kadardı. Derken bu nüfus potansiyeli birçok sanayi dallarının gerçekleştirmesine ve yerli talebin artmasına yetmiş olarak ülkesine atılan atom bombasının yaralarını sarıp sanki yeniden dünyaya gelmişçesine güç tazelemiştir. Tabii buna şaşmamak gerekir, düşünsenize bugün bir milyonluk çocuk nüfusu, 20 yıl sonra 1 milyon üretici ve tüketici nüfusu, yani bir o kadar müşteri demektir. İşte bu gerçeklerden hareketle Alvin Hansen; nüfus azalışının işsizliğe gerilemeye sebep teşkil edeceğini belirtmiştir. Karl Gunnar Myrdal’de konuya sosyolojik boyuttan bakıp nüfus azalmasının demokrasiye gölge düşürüp öldürücü zehir etkisi yaptığını dile getirmiştir. Derken bu noktadan sonra ister istemez aklımıza şu soru takılır. Neden doğum kontrolü uygulamaları bize reva görülürde batıya uygulanmaz diye. Bunun tek bir cevabı var elbet, o da nüfusun her alana etkisinin güç kaynağı şeklinde olumluluk kattığı ettiği gerçeğidir. Zaten ABD o kadar uyanık ki, kendi ülkesi söz konusu olduğunda farklı tutum içerisine girip doğum ilaçlarının üzerine ikaz uyarıları ve yan etkilerinden bahseden etiketler yapıştırmayı ihmal etmezken, mesela İsrail’e değil de Müslüman ülkelere doğum kontrolü noktasında yardımda bulunması sinsi uyanıklık gerçeğini ortaya koyan bir durumdur. ABD’de gayet iyi biliyor ki gebelik sağlık demektir, hamilelik sayesinde bir kadının vücudu dengesine kavuştuğu gibi bir takım iltihaplı habis urlar vücuttan atılır da. Hatta bir bakıyorsun şeker hastası bir hamile bayan bir anda normal dengesine kavuşabiliyor. Keza 17 Ekim 1975 Washington mahreçli bültende doğum kontrol ilaçları kullanan bayanların kalp hastalıklarına, yetmedi bebek yapmaya karar verildiğinde sakat doğmasına yola açabilecek bir dizi makalelerle kamuoyu habire bilgilendirilir de. Yetmedi ABD Gıda ve İlaç Daire Başkanlığı devreye girip ilaçlara uyarıcı etiketleri yapıştırma kararı almayı da ihmal etmezler. Ama aynı uyarı kendi dışındaki ülkeler söz konusu olduğunda sumen altı edilir. Sanki doğum kontrolü uygulamalarının doğu insanına sağlığa zararı yokmuş gibi tutum sergilemekteler. Zaten Doğu’da bebeklerin pek çoğu geri zekâlı ya da sakat olarak doğuyorsa biliniz Batının bunda çok büyük vebal payı vardır.
Bakınız, Allah Teâlâ yarattığı kulunun aç kalma riskine karşı vücudunda yağ depoları yaratmış ki yeni bir gıda bulana kadar bir süre daha ayakta kalabilsin. Zaten bu süre içerisinde yeni gıdayla buluşma fırsatı her an mümkün elbet. Dolayısıyla Afrika’da ki ölümler sanıldığın aksine açlıktan değil salgın hastalıklara bağlı olarak gerçekleşmektedir. Peki ya hayvanlar? Malum hayvanlarda bir başka şekilde korunmaya alınmışlardır. Bilindiği üzere kışın yiyecek sıkıntısı yaşandığı içindir hayvanların bir kısmı kış uykusuna yatmaktalar. Böylece bu hayvanlar kış uykusunu yazın vücutlarında depo ettikleri yağı tüketerek geçirirler. Derken bizim 7–8 saatlik uykumuz onların mevsimsel uykusuna dönüşen bir süreçle tamamlanmış olur. Bu arada unutmayalım ki mevsimsel kış uykusuna yatan hayvanın tüm azaları istirahatte olduğunda enerjiye de pek gerek kalmaz. Hatta kış uykusuna yatmış hayvanlarda kalp atışları 300’den 7–10’a düştüğünde beyin fonksiyonlarını besleyen elektik sinyalleri nerdeyse durma noktasına gelebiliyor. İşte bu sayede bir hayvan koca kış mevsimini yemeden içmeden geçirebiliyor dersek yeridir. Kaldı ki Yüce Allah (c.c) her canlıyı her şart altında ölüme terk etmeyecek donanımda yaratıp “Görmezler mi Allah rızkı dilediğine bol veriyor, dilediğininkini de kısıyor. Kuşkusuz bunda iman eden kimseler için ibretler vardır” (Rûm, 37) fermanıyla korumaya almış bile. Bu nedenledir ki, yeryüzü tüm canlılar için adeta bir ziyafet sofrasıdır. Bakmayın siz öyle açlıktan dem vuran bir takım aklı evvel sözde aydınlara, oysa açlık, susuzluk gibi kavramlar daha çok tembelliklerine kılıf bulmak için ürettikleri demagojik laflardır. Gerçek akil adam bahane üretmek tam aksine üretime teşvik edici söylemlerle rızkın peşinde çalışma seferberliğine katkı sunandır. Katkı sunmalı ki insanlar oturduğu yerden rızkı aramak yerine çalışarak rızkını elde edebilsin. Anlaşılan problem açlıkta değil, asıl problem ayarlanmış biyolojik saatin akrep ve yelkovanıyla gereksiz yere kurcalanmasında gizli.
Velhasıl-ı kelam; nüfus güçtür, aynı zamanda sosyal aktivite, kültürel zenginlik, sağlık dinamizmi ve ekonomik kalkınma demektir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/nufus-guctur-makale,5036.html