GENÇLİK ATEŞİ
GENÇLİK ATEŞİ
ALPEREN GÜRBÜZER
Her geçen gün ahlaki değerler ve milli bağlar erozyona uğruyor adeta, ahlaki çöküntüyle karşı karşıyayız.
Çocuk yaşta evde, mübarek gün ve gecelerde ibadetleri taklid ederek gençliğine kavuşan bir insan, dini hakiki manada yaşama şansı yakalayabilir.. Çocukluğunda taklidi yaşama şansı bulamayan, gençliğinde tahkike ulaşması çok zor. Çok küçük yaşta aile ortamında ne aldıysa o kazanç kabül etmeli, okul çağına geldiğinde artık o çocuk kontrölümüzden çıktığını gözardı ediyoruz, oysa bu safhadan sonra söylenenler dayatma olarak algılanır genç nezdinde. Akıl-baliğ olmuş bir genç, ebeveynin sorumluluğundan çıkmış sayılır ki yapacağı ibadetler kendisi içindir, yapmazsa da sorumluluk kendisine aittir. Onun sevabını da, cezasını da Allah verir, biz veremeyiz, Biz ancak teşvik eder motive etmeye çabalarız.
Eğitim önce aile ortamında taklidle başlar, okul evresi ve toplum yönlendirmesi derken bu süreç devam eder. Yeterli dini eğitiminin verilmemesi kayıp nesil doğuruyor malesef.
Unutmayalım ki Allah Rasulü ‘El Emin’ unvanının genç yaşta kazandı. El Emin güvenilir , itimad edilen demek. El Emin sıfatıyla Hılfül fudul, yani faziletlerin korunması cemiyetinin(derneğinin) en genç üyesi olarak, gençlere hayırlı amaçlar etrafında bir araya gelip sivil inisiyatif sahibi olabileceklerinin örneğini kendi yaşantısında bizatihi sergilemişlerdir..
Mescid-i Nebevi’nin hemen yanı başında din-i mübin’in yayılması için Ehl-i Suffe diye adlandırılan gençlere Peygamberimizin eğitim için yer ayırması da manidardır. Asr-ı saadet devrinde cami ve cemaat anlayışı Ehl-i Suffe’den ayrı düşünülmezdi, onlar mescidlerin ışık yayan kandilleriydi çünkü.
Bugüne geldiğimizde camilerimizde bir gencin kusurundan dolayı yetişkinlerimiz adeta ateş püskürüp ön saflara hatta aralarına almamaktalar. Sürekli gençleri kınayarak bir yere varamayız, onları eleştirmekle kendimizden kopardığımızın farkındamıyız acaba? Doğru olana , güzel olana yönlendirmek varken gençlere bunca eleştiri niye?
Allah Rasulü’nün hayatında çocuklara selam vermekten tutunda onlarla hemhal olmak, oynamak bile var. Daha da ileri safhada Habib-i Kibriya Efendimiz(s.a.v) namazda iken omuzuna çıkan çocuğun yere düşmesin diye secdeyi uzattığı bir gerçek. Bugün bırakın çocuğun omuzumuza çıkmasını, secde önünden geçmesine bile tahammülümüz yok.
Asrı Saadette gençler baş tacı idi. Usame b. Zeyd(r.anh) on sekiz yaşında ordunun genç komutanı, Hz.Ali Müslümanların Mekke’den Medine’ye Hicret ettiklerinde Allah Rasulünü öldürmeye karar vermiş müşriklerin o gün için yatağında yatacak kadar cesaret örneği sergileyen ve bütün gazalarda özellikle Hayber’in fethinde kılıcın hakkını vererek Allah’ın arslanı övgüsüne mazhar olan bir gençti, Kral Dukyanus’un sarayında iman mücadelesi verip de her türlü zevkü sefayı elinin tersleriyle itip, mağaraya sığınan yedi genç diye tabir edilen Ashab-ı Kehf de hakeza öyle, Yine Bilal-i Habeşi bir köle iken göğsüne taş konularak ‘Ehad’ diye haykıran bir genç yürekdi, Uhud’da Rasulüllah’ı korumak adına; anam babam sana feda olsun diyerek şehit olan Musab bin Umeyr(r.anh) da gençti, Habib-i Kibriya’nın ta önceden; İstanbul’u fetheden ne büyük asker, ne büyük kumandan dediği 21 yaşında Fatih Sultan Mehmet’de muzaffer bir gençti.
Allah-ü Teala akil - baliğ olan 12-15 yaşlarındaki genci kul olma noktasında sorumlu kılarak muhatap kabül ederken, günümüzün sözde büyükleri 17-18 yaşlarındaki genci göz ardı ediyor, muhatap bile almıyor.. Oysa akıl yaşta değil baştadır. Üstelik Rasulü Kibriya üstünlüğün takvada olduğunu bildirmiş..
Numune-i imtisal genç yetiştirmek derdimiz davamız olmalıydı. Her örnek gencin özünde mutlaka bir Allah dostunun mayası vardır. Ashab-ı Kiram Peygamberimizin nazarlarıyla sahabe şerefine erişti ve her biri yıldız hükmüne geçti.. Yine gözlerden kaçmayacak bir nokta; her Padişahın arkasında bir Manevi Sultanın varlığının inkar edilemez gerçeği.. Alem boşluk kabül etmez, görünür görünmez kuvvetler genç ihtiyar demeden el ele, gönül gönüle devletler kurmuşlar, medeniyetler inşa etmişlerdir. İşte bu birliktelik taze ve gençti.
Yasaklarla genç yönlendirilemez, istediğiniz kadar okulları meyhane ve birahanelerden uzak yerlere inşa ediniz, istediğiniz kadar televizyon proğramlarına; ‘16 yaşından küçüklerin izlemesi sakıncalıdır’ uyarılarını iliştiriniz, sonuç alamazsınız, bilakis meraklarını celbetmiş olursunuz, kızlı erkekli gruplar halinde dolaşan, yaşadığı anın zevkini çıkaran genç manzaraları hiç hayatamızda eksik olmaz bu anlayışla.. Peki çözüm ne?. Önce sözüm ona kerameti kendinden menkul büyüklerin gençlere ön yargılı, baskıcı, dayatmacı vs. gibi yanlış tutumları terk etmekle, sonra tüketim çılgınlığına kendini kaptırmış gençleri kültürel kuşatmaya karşı öz kaynaklarımızı su yüzüne çıkartmakla ve gerek dergi, gerek gazete, gerekse televizyon gibi kitle iletişim faaliyetlerini müsbet manada kullanarak işe başlamakla aşabiliriz problemleri ancak.
Genç kuşaklarla aramızda mevcut olan derin ve onarılmaz kronik uçurumu; ‘ahir zamandır ,eh ne yapalım’ demekle geçiştiremeyiz. Problemlerin kaynağında önce büyüklerin kendilerini bu konuda sorgulamamaları sözkonusu. Her türlü problemlerin çaresi var, suç ne ortama, ne gencin kendisine, ne de zamana bağlayamayız. Bu saydıklarımıza isnad ettiğimizde anlık düşünüyor, kılıf uydurmuş oluyoruz demektir..
Gençlere karşı davranışlarda zorlaştırmayın, kolaylaştırın ölçüsünü hep unuttuk, gençlere karşı nasıl tavır takınacağımızı, dalga dalga gençliği tehdit eden kültürel yozlaşmaya alternatif uygun hangi metod - araç geliştireceğimizi bilemedik ve üretemedik. Allah-ü Teala’nın vaadi var; bu dini kıyamete kadar koruyacağına dair. Madem din her an, her dem var olacak, o halde ideallerimizi şartlar ne olursa olsun yaşatmalı, ötelere kanatlandırabilmeli. Tufan her dem varsa, Kurtuluş gemiside her an , her daim var, yeter ki arayalım, gayret edelim. Gayretten şeytanlar kaçar çünkü.
Gençlere evvela güvenmeliyiz, gereksiz kaygılara kapılarak kendimizi heder ediyor, onlarla didişiyoruz, İslam’ı sevdirmek varken, Allah belanı versin demek doğru mu?. Bir gencin başına gelebilecek felaketi; ‘Sen buna müstehaksın, sen bunu hak ettin, bu bir Allahın uyarısıydı’ söylemekle neye varacağız?
Babası veya annesi amansız bir hastalığın pençesine düşüp öldüğünde, ölümün nedenini yetim kalan sekiz yaşında kalan bir çocuğun işlemiş olduğu suçun sonucu olarak yorumlayabilir miyiz? Bu durumda ebeveynsiz kalma cezasını çekmek bir çocukmu üstlenmiş oluyor?
Ceza ve mükafat Allahtan, teşvik ve takdir bizden olmalı. Bir genç namaz kılarken bizden çekindiği için kılıyorsa bir yerde hata var demektir. Rıza-i Bari esas olmalı çünkü.
Olaylara tek pencereden bakamayız, değişik boyutlarında olabileceğini fark etmeli, hayata gri tonlarla bakmayı öğrenebilmeli. Oysa dinimizde helal ve haramın yanında mubah ve mekruh vs. da var. her şeyden öte kurtuluşa çağrı tevbemiz var. İstersen tevbeni bin defa da bozsan yine gel diyen Mevlana’mız var. O zaman tüm bu gerçeklere rağmen genci hor görme yaklaşımı niye? İyi ile kötüyü ayırd etmeyi öğretmek varken bu öfke , bu şiddet neyin nesi?
Baskıya dayalı aile ortamları çocuğu ileride her şeye karışan, eleştirel birey olarak topluma karışır, hayatı anlayamaz, çünkü zamanında kendisi gibi kalabilmesine izin verilmemiş. Oysa İslamiyet her doğan çocuğun müslümanlık fıtratı üzerine doğduğunu beyan ediyor, ama ebeveynler, çevre, okul derken genç birey kendisi gibi kalmayı, eşyanın tabiatını muhasebe edebilecek olgunluk sergiliyemiyor. Boşuna atalarımız; ‘ağaç yaş iken eğilir’ sözünü söylememişler.
Nasıl ki, defineciler maden ararken kılı kırk yarıp hedefine ulaşmak için gayret gösteriyorsa,insan eğitimi de aynen öyle, hassas olmak zorundayız
Önce örnek olacağız. Sonra; ‘sana gelen sende dirilecek’ ölçü bu.
Eğer bugün geçmişte olduğu gibi 7-8 yaşlarında Kur’anı ezberlemiş, 10-15 yaşlarında ilmihal bilgisini halletmiş, yirmi yaşında kitap yazacak düzeye gelmiş genç göremiyorsak, belki çocuk daha doğar doğmaz sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okumayışımızda, dualar ve ilahilerle uyutulmayışımızda, alimler meclisinden bulunmayışımızdan ya da helal süt emmeyişimizde gibi bir dizi genel hasletlerden uzak kalışımızda aramalı.
İslam alimlerinin gençliğe yönelik risale yazmamaları canlı bir medeniyetin yaşanmasıyla ilgili olsa gerek. Niye yazsınlar ki, o devirlerde çocuk doğar doğmaz sağ kulağına ezan sol kulağına kamet okunarak eğitime adım atıyordu, şimdilerde uygarlık adı altında medenilik makyajlanıp, işte eğitim bu diyeyutturulup sunulduğundan itibaren, gençlik sorunları gündemden hiç düşmedi, düşmezde. Yinede ümitvariz mayamızda mevcut olan RUH KÖKÜNE SADIK O GENÇLİK ATEŞİ her an filizlenip dal budak salabilir. Neden olmasın ki?
tuanna
6 Ocak, 2008 - 12:58
Kalıcı bağlantı
hangi kişi kimin elinden
hangi kişi kimin elinden tutacakki inandığım insanların yanına benı de alın sizlerle aynı safta savaşmak istiyorum derken bir de arkalarına baktığımda onlarda oturdukalrı koltukların sıcaklıklarıyla meşgullermış şimdi herkez bırakın genci faydası olan yaşlının bile elini öpmüyor yazık ki ne yazık ben isterdim hilfl fidul gençlerini aramızda onlarla aynı safta son nefesimi vermek bilen varsa gören varsa onları söleyin kanının son damlasına kadar savaşacak bi kardeşleri var burada
Verdiğin herşeye , bilip bilmediğim herşeye hamd olsun yarabbi sen övgülerin en güzeline layıksın
TUANNA
dedekorkut1
7 Ocak, 2008 - 19:39
Kalıcı bağlantı
slm
duygu selini anlıyorum. Amin demek düşer bizlere.Allah razı olsun.
dedekorkut1
19 Şubat, 2021 - 09:33
Kalıcı bağlantı
GENÇLERLE BAŞBAŞA
GENÇLERLE BAŞBAŞA
SELİM GÜRBÜZER
Her geçen gün ahlaki değerlerimiz ve milli duygularımız erozyona uğradıkça gençlerle olan münasebetlerimizde açılan uçurum kanayan yara hale gelebiliyor. Nasıl kanayan yara hale gelmesin ki, çok büyük ahlaki çöküntü tehlikesiyle karşı karşıyayız. Tabii ki ortada doğru dürüst tatbiki dini eğitim olmazsa olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Baksanıza bir genç çocuk yaşta ya ebeveyninden gördüklerinden, ya cumaları ve kandil geceleri camii içerisinde büyüklerinden ne gördüyse ancak o kadarıyla dini bilinç kazanabiliyor. Görmek iyi hoşta, fakat bu da bir yere kadardır, ilmen ve amel yaparak bilinçlenmekte gerekir ki taklidi amelden tahkiki amele geçilebilsin.
Evet, her şey görmekle başlar. Nitekim çocuk ailesinden veya çevresinden bir şeyler görerek taklidide olsa ibadete özenip dini hassasiyet kazanabiliyor. Birde alnı hiç secde görmemiş ortamlarda hiçbir dini yaşantı görmeden yetişmiş çocukların bir halini düşünün, elbette ki bu kıyaslamaya bakaraktan ailesinden veya çevresinden hiçbir şey görmeyen çocuklara nisbetle bizim durumumuz çok daha iyi bir durumdadır. Allah’a çok şükürler olsun ki, ağır aksak da olsa kör topalda olsa en azından dini vecibeleri yerine getirmede üzerimize bir şeyler sirayet etmiş durumda. Bu yüzden Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Öyle ya, çocukluğundan buluğ çağına dek hiçbir şekilde dini yaşama şansı bulamayan bir gencin değil taklidi bir ibadete geçiş yapması, dini hassasiyet kazanacak seviyeye gelmesi bile oldukça zor gözükmekte. Hani derler ya, bir insan yedisinde neyse yetmişinde de odur misali, tâ çocukluk çağından itibaren dini hassasiyet kazanmayınca elbette ki o insanda ahlak-ı hamide çıkmaz da. İşte bu nedenledir ki ısrarla ne kadar şükretsek azdır diyoruz. O halde sakın ola ki, aileden ve kucağında yetiştiğimiz çevreden görmekte neymiş deyip işi hafife almayalım, bilakis her insan ailesinden ve kucağında yetiştiği çevrenin etkisiyle şahsiyet kazanmakta. Madem öyle, işi ciddiye alıp dini hassasiyeti olan ortamlarda doğup büyümüş bir gencin çok küçük yaşlarda ne görüp ne edindiyse onu kendine çok büyük kazanç olarak addetmesi gerekir. Bakınız Enes bin Malik (r.anh) görmenin önemini mealen şöyle ortaya koymakta: ''Ben Hz. Peygamber (s.a.v)’in yanında senelerce hizmette bulundum. Hiçbir gün bana demedi ki, niye bunu yaptın, niye bunu yapmadın…'' İşte bu sözlerden de anlaşıldığı üzere Sahabe-i kiram Yüce Peygamberimizi baş gözüyle görerek ahlak-ı hamide sahibi olmuşlardır. Keza aile ve çevre ortamında da durum öyledir. Nitekim bir çocuk buluğ çağına kadar kucağında yetiştiği ailesinden ve çevresinden ne aldıysa aldı, ondan sonrası malum artık o gence şunu yap bunu yap demenin hiçbir kıymeti harbiyesi olmayacaktır. Zira atalarımız bu hususta “Ağaç yaşken eğilir” şeklinde izahat getirmişlerdir. Hatta bu izahatla yetinmemişler “Bakarsan bağ bakmazsan dağ olur” diyerek izahatlarına daha da bir anlam katmışlardır. Dolayısıyla yetişmiş bir gence şunu yap bunu yap denilse de çocukluk çağlarındaki gibi asla kulak kabartmayacaktır. Böylece ebeveynler bir zamanlar bağrına basıp sevip büyüttüğü çocuklarının buluğa ermeleriyle birlikte kontrollerinden çıktığını bizatihi yaşayarak fark etmiş olacaklardır. Kaldı ki bu noktadan sonra ailelerin niye evlatlarımıza söz geçiremiyoruz diye de üzülmelerine gerek yoktur. Çünkü İslam’da akıl baliğ olmuş bir genç, ebeveynin sorumluluğundan çıkmış sayılır, dolayısıyla bir çocuğun buluğa ermesiyle birlikte her yapacağı fiili davranışından sorumluluk kendisine ait olacaktır. İyi yönde fiili davranışlarda bulunursa ne ala, yok eğer kötü yönde fiili davranışlar içerisine girerse günahı da vebali de kendisine aittir, bu durumda bize sadece kötü fiillerinden dolayı şahsını değil, kötü fiillerini kınamak düşer.
Öyle anlaşılıyor ki, bir gencin eğitimi önce aile ortamında başlayıp sonrasında okul, çevre ve toplum yönlendirmesiyle süreç tamamlanmış oluyor. Unutmayalım ki, Allah Resulü (s.a.v) ‘El Emin’ unvanını genç yaşta kazanmıştır. Zaten El Emin güvenilir, itimat edilen demektir. Malumunuz Allah Resulü (s.a.v) Nübüvvet öncesi hayatının bir bölümünde “Hilfü’l-Fudûl” diye bilinen toplumda can ve güvenliğinin sağlanması, zayıf ve güçsüzlerin korunması, zulmün önlenmesi ve faziletlerin toplumda egemen değer olması gibi amaçlarla kurulan cemiyetinin (derneğinin) El Emin sıfatıyla en genç üyesidir. Böylece Allah Resulü üye olmakla tüm zamanlarda var olacak gençlere hayırlı amaçlar etrafında nasıl bir araya gelip nasıl sivil inisiyatiflerini kullanabileceklerinin örneğini gösteren ilk öncü rehberimizdir o. Hakeza Peygamberimiz Nübüvvetle müjdelendiği ileriki yıllarda da Mescid-i Nebevi’nin hemen yanı başında Müberra dinimizin ilmen ve fikren yayılmasına yönelik Ehl-i Suffe ismiyle müsemma gençlerin eğitimi için özel bir yer ayırması bakımdan da ilk öncü rehberimizdir. Allah Resulü (s.a.v) iyi ki de gençlere öncülük yapmış bu sayede ilerisinde inşa edilecek medreselerin ve mescitlerin ışık yayan kandilleri olmuşlardır. Dahası Asr-ı saadet devrinde camii ve cemaat anlayışı Ehl-i Suffe gençliği ile birlikte bir arada neşvünema bulmuştur. Bugüne geldiğimizde ise maalesef yetişkinlerimiz camilerimizde bir gencin camii içerisinde bir takım davranışlarından dolayı onu adeta yaylım ateşine tutup ön saflarda aralarına almamaktalar. Oysa gençleri saflardan kovarak ya da bir başka ortamlarda azarlayarak bir yere varamayız, aslında böyle yapmakla çocukları ve gençleri kendimizden kopardığımızın farkında bile değiliz. Doğru ve güzel olana yönlendirmek varken çocukları ve gençleri bunca eleştiri bombardımanına tutmak neyin nesidir doğrusu şaşmamak elde değil.
Allah Resulünün hayatına baktığımızda çocuklara selam vermekten tutunda onlarla hemhal olmanın yanı sıra onların nazıyla oynamakta vardır. Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.v) namazda iken omzuna çıkan çocuğun yere düşmesin diye secdeyi uzatmasında ki o derin hassasiyet bunun en bariz örneğini teşkil eder. Bugün bırakın çocuğun omza çıkmasını, secde önünden geçmesine bile tahammülümüzün olmadığı artık bir sır değil.
Asrı Saadette gençler baş tacıydı. Nasıl baş tacı olmasın ki; bakınız Üsame b. Zeyd (r.a.) on sekiz yaşında ordunun genç komutanıydı. Tabii her şey tek bu örnekle sınırlı değil, daha çok verilecek örneklerimiz var elbet. Şöyle ki o örneklere baktığımızda;
-Müslümanlar Mekke’den Medine’ye Hicret ettiklerinde müşrikler Allah Resulünü öldürmeye karar vermişlerdi, ama Hz. Ali’nin o gün için Allah Resulünün yatağında yatacak kadar can yürek olması planlarını bozmaya yetecek derecede en çarpıcı örnek olarak göze çarpar. Hakeza yine o bütün gazalarda özellikle Hayber fethinde kılıcın hakkını verip Allah’ın aslanı övgüsüne mazhar olmanın ötesinde bir gencin nasıl bir delikanlı örneği olması gerektiğini ispatlamış da.
-Kral Dukyanus’un sarayında her türlü zevki sefayı ellerinin tersiyle itip, inançları uğruna mağaraya sığınan şu meşhur Ashab-ı Kehf diye bilinen yedi uyur gencin hayatı da bize en çarpıcı örnek olarak göze çarpar.
-Kendisi bir köle iken göğsüne taş konulup ‘Ehad (Bir)… Ehad (Bir)…’ diye haykıran Bilal-i Habeşi de bir bambaşka can yürek genç bir iman abidesi örneği olarak göz çarpar..
- Musab bin Umeyr (r.a) Uhud’da Rasulullah (s.a.v)’i korumak adına; anam babam sana feda olsun diyecek kadar can yürek genç sahabemizdir. Nitekim bu uğurda şahadet şerbeti içerek vuslata ermiş can yürek örnek olarak göze çarpar.
-Resul-i Ekrem (s.a.v)’in İstanbul’u fetheden ne büyük kumandan diye müjdelediği Fatih Sultan Mehmet henüz daha 21 yaşında çiçeği burnunda “Ya İstanbul’u ben alırım ya İstanbul beni!” diyecek kadar can yürek padişah örneği olarak göze çarpar.
İşte yukarıda gözümüze çarpan verdiğimiz bir dizi örneklerden de anlaşıldığı üzere Allah Teâlâ akil baliğ olan 12–15 yaşlarındaki genci kul olma noktasında sorumlu kılaraktan muhatap kabul ederken, günümüzde kerameti kendinden menkul bir takım ağabeylik taslayan sözde büyüklerimiz 17–18 yaşındaki gençleri değil muhatap almak, adam yerine bile koymuyorlar. Oysa akıl yaşta değil baştadır. Kaldı ki, Resul-i Ekrem (s.a.v) üstünlüğün takvada olduğunu beyan buyurmuşlardır. Madem öyle, hemen her alanda her devre numune-i imtisal olabilecek gençler yetiştirmek birinci önceliğimiz olmalıdır. Ki, Peygamberimiz (s.a.v) ardından ümmetine numune-i imtisal olacak altın nesil bırakmış da. O Asr-ı saadet altın neslidir ki, çoğu genç yaşta Peygamberimiz (s.a.v)’in dizinin dibinde yetişip sahabe şerefine nail olmuş numune-i imtisallerimizdir. Bundan daha da öte Peygamber kavlince her biri bize rehber olarak işaret edilen yıldızlarımız ve pusulalarımızdır. Öyle ki, bu hususta hangi yıldızın yörünge alanına girersek girelim pusulamızdan sapmayacağımız müjdelenmiş bile. Nitekim böylesi müjdeden hareketle sahabenin hayatını kendine örnek alan Gönül Sultanlarımız, ilmiyle amil Âlimlerimiz, Hakanlarımız yaptıkları maddi ve manevi fetihlerle İslam’ın hem hizmetkârı hem de adalet kılıcı olmuşlardır. Derken kendilerine Sahabe-i Kiramı örnek almakla göçebelikten yerleşikliğe, yerleşiklikten medeniyete geçiş yapıp tüm insanlığa Nizam-ı âlem olmuşlardır. Ne var ki sonradan bize bihaller olup tarihte ki gençlik dinamizmimizi arar olduk hep. Tabii ki aramak iyi hoşta karşımıza çıkan dejenere olmuş yeni nesli bir takım dünyevi tedbirlerle zapturapt altında tutmakla o özlem duyduğumuz gençlik ateşini geri getireceğimizi sanıyoruz. Oysa gençliğe maneviyat aşılamaksızın bir genci suni reçetelerle, pansuman niteliğinde tedbirlerle hizaya getirip yönlendirmek mümkün olmadığı gibi kaş yapayım derken göz çıkarmış oluyoruz da. Örnek mi? İşte:
- Ne kadar çok okulları meyhane ve birahanelerden uzak yerlere konumlandırmış olsak da bir takım maraz durumlarla karşılaşabiliyoruz.
-Ne kadar çok televizyon programlarına; ‘16 yaşından küçüklerin izlemesi sakıncalıdır’ uyarı işaretleriyle önlemeye çalışsak da bir şekilde izlendiğini görebiliyoruz.
-Ne kadar çok sigara paketlerinin üzerine sigara sağlığa zararlıdır etiketiyle önlemeye çalışsak da ve dahi ne kadar televizyonlarda RTÜK kuralları gereği alkol sağlığa zararlıdır uyarıları yapılsa da sağlık mağlık hak getire gençliğin duman altı ortamlarda ve birahanelerde günlerini heba ettikleri bilinen bir vaka. Hele ki kızlı erkekli gruplar halinde flört bir hayat tarzının egemen olduğu ortamlarda sağlığa zararlı diye etiketlediğimiz her türden tütün ve içki mamuller daha da katmerli bir şekilde kendine alan bulabiliyor. Oysa meselenin temelinde manevi ortamların yeşertilmeyişi vardır. Fiziki tedbirler bir yere kadardır, manevi iklim oluşturaraktan tedbir almak ise kalıcı olup ebediyete mal olur da. Şayet sırf fiziki tedbirlerle işi kotaracağımızı sanıyorsak, biliniz ki yaşadığı anın zevkini çıkarmaya alışmış ruhsuz gençlik manzaralarının sosyal hayatımızdan hiç eksik olmayacaktır. Kaldı ki bu tür manzaraları sosyal hayatımızdan çıkarmak için bikere her şeyden önce kendimize çeki düzen vererek işe başlamamız icab eder. Öyle ya, kendimize çeki düzen vermeli ki, gençlere örnek olabilelim. Hatta yetmedi birinci adım olarak gençlere olan ön yargılı davranışlarımıza son vermek ve onlara karşı baskıcı ve dayatmacı tutumlarımızı giderme noktasında bize rehber olacak eğitim uzmanlarının danışmanlığına başvurmak da gerekir. İkinci adım olarak ise malum tüketim çılgınlığına kendini kaptırmış gençlere öz kaynaklarımızla buluşturup üzerlerinde ki popüler kültürel kuşatmayı giderecek programları devreye sokmak olmalıdır. Nasıl programlamalar derseniz, gençlerin en çok merak sardığı dergi, gazete, internet, televizyon gibi birçok kitle iletişim araçlarını köklü değerlerimizle donatıp müsbet manada kullanmaya teşvik etmekle elbet. Yeter ki, köklerimizle buluşmakta kararlılık sergileyelim o özlemini duyduğumuz gençliğin bu çağda da görmek an meselesidir. Aksi halde genç kuşaklarla aramızda derinleşmiş uçurum farkını ‘Eh ne yapalım, ahir zamandır’ deyip işi geçiştirmekle kapatamayız. Bikere problemlerin kaynağında atalarımızın “Önce iğneyi kendine batır sonra çuvaldızını başkasına” diye öğütledikleri gerçeğin tam aksi istikamette uygunsuz davranışlarımız söz konusudur. Kelimenin tam anlamıyla bu atasözümüz bir hadis-i şerifte zikredilen “Kendine layık görmediğini başkasına da layık görmeyen kimse kâmil iman sahibidir” (Taberani) manasına her ahval ve şartta örnek olmamız gerektiğini vurgulayıcı bir sözdür. O halde ahir zamanda yaşıyor olsak bile bir şekilde gençlere örnek olmamız gerekir. Üstelik hiçbir zaman ve mekânda çareler asla tükenmez, malumunuz bu dünyada bir ölüme çare yoktur, bunun dışında mutlaka her derdin bir çaresi vardır. Dolayısıyla durduk yere tüm kabahati, tüm sorumluluğu yaşadığımız ortama, tüm gençlerin üzerine atmaya ve ahır zamana bağlamaya hakkımız olmasa gerektir. İlla bir kabahat arıyorsak biz büyükler olarak önce kabahati kendimizde aramamız gerekir. Yoksa öteki türlüsü kendi hatalarımızı örtbas etmeye yönelik ya da yapamayacağımız bir işe bahane üretmek babından kılıf olur. Oysa bahane arayacağımıza dinde zorlama yoktur prensibinden hareketle gençlik üzerinde zorlaştırmayın, kolaylaştırın ölçüsünce gönüllerini alıp topluma kazandırsak ne kaybederiz ki. Maalesef kazanmak bir yana öyle içler acısı bir haldeyiz ki, gençlerle nasıl bir ünsiyet kurabiliriz, gençleri kendi köklerinden kopartan kültür emperyalizmiyle nasıl mücadele edilir tüm bu donanımlardan yoksun bir haldeyiz. Ne de olsa dinin sahibi Allah diye bu büsbütün kulun kılını kıpırdamamak anlamına gelmez. Kaldı ki olan bitene seyirci kalmakta kulun şanına yakışan bir tutum olmaz. Bu düpedüz bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın babından vurdumduymazlığın ta kendisi bencil bir tutum olur. Elbette ki, bu dinin sahibi Yüce Allah’tır. Hatta Yüce Yaradanımızın bu hususta Kur’an’da kullarına hitaben “ Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler hoş görmese de Allah nurunu tamamlayacaktır” diye vaadi vardır” (Saff Suresi,8. Ayet). Ama bu demek değildir ki, Yüce Allah’ın verdiği güç ve kuvvetle bu dünyada bir dikili fidanımız olmasın. Bilakis Allah Resulünün de beyan buyurdukları gibi “Yarın kıyamet kopacak olsa bile ağaç dikiniz” hükmü ardımızdan bırakacağımız dikili fidanımızın olmasını gerektirir. Madem öyle, her doğan çocuğu Müberra dinimize hizmetkâr olmaya aday genç fidanlar olarak yetiştirmek gerekir. Ne kadar çok yetişen genç fidanlarımıza gözümüz gibi bakar, ne kadar çok eğitimleri ile alakadar olursak o derece gençlerle gönül bağı kurup baş başa olacağız demektir. Böylece büyük küçük yaşlı genç hep birlikte maddi ve manevi değerlerimize ait olan her şeyi geleceğe taşımış oluruz. Unutmayalım ki bir yerde felaket bir durumu andırır bir tufan varsa, bunun karşılığında mutlaka tüm inananları bağrına basmak için her an imdadımıza yetişecek daha nice Nuh’un kurtuluş gemileri vardır elbet. Allah’ın hazineleri ve gemileri hiçbir zaman tükenmez, yeter ki her ahval ve şartta inancımızdan taviz vermeksizin Allah’tan umudumuzu kesmeyelim içine düştüğümüz bataklıktan çıkmak içinde bir kurtuluş gemisinin imdadımıza Hızır gibi yetişeceğine inancımız tamdır.
Şu bir gerçek dikili fidan gözüyle baktığımız gençler aynı zamanda bizim hem yarınlarımızın göz bebekleri, hem de umutlarımızın tükenmeye yüz tuttuğu noktada yeniden umutlarımızı yeşertecek umut kalelerimizdir. Bu yüzden gençlerimizi tarihin altın çağlarında olduğu gibi bugünde İslam’ın hadimi ve gazi alperenleri olacak şekilde ruh aşılayıp bu doğrultuda gençlere güvenmekte fayda var. Öyle ya, gençliğe ruh aşılamak varken gençlerle aramıza mesafe koyup durduk yere güvensizlik iklimi oluşturmak niye? Şöyle etrafımıza etrafımıza baktığımızda toplum içinde gençleri öyle rencide edici ve incitici durumlarla karşılaşıyoruz ki, eseflenmemek ne mümkün. İşte böylesi insanı içten derin yaralayan esef verici manzaralarla karşılaşmamak için neydik edip Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in yazdığı “Gençlerle Başbaşa” eserini yediden yetmişe herkese defalarca okutturup gençlerle hemhal nasıl olunur zihinlere kazımak gerekir. Dedik ya, gençlerle hemhal olmak yerine onlara tepeden bakan insanları gördükçe üzülmemek elde değil. Düşünsenize bir genç hata yaptığında hatalarını örtmek yerine Allah belanı versin diyecek kadar zıvanadan çıkanlar olabiliyor. Bu ve buna benzer azarlamalar gençliği her geçen gün bizden uzaklaştırıyor da. Öyle ki, bir bakıyorsun gözü dönmüş bir takım sözde güngörmüş insanlar hoşlanmadıkları bir gencin başına bir felaket durum geldiğinde ‘Sen zaten buna müstahaktın, sen bunu hak ettin, bu bir Allah'ın uyarısıdır’ diyecek kadar nefret dili söylemi ifadeler kullanmaktan hiçbir sakınca görmüyorlar da. Oysa nefret dili söylemlerle gençleri kendilerinden uzaklaştırmış oluyorlar. Hem kaldı ki bu tür nefret dili söylemlerle nereye varılabilinir ki. Varacakları nokta bellidir, akil baliğ olmamış sekiz yaşında bir çocuğun anne ve babası vefat ettiğinde ölüm nedenini bile geçmişte çocuğun her hangi işlemiş olduğu bir kabahate bağlayacak derecede bir nefret dili kullanımı noktaya geleceklerdir. Bu tür şom ağızlı yorumlarla çocuk yetim kalmakla güya işlemiş olduğu suçun diyetini ödemiş oluyor. Oysa ne ebeveyn evladının işlediği fiilinden sorumlu tutulabilir ne de çocuk ebeveyninin işlediği fiilinden dolayı sorumlu tutulabilir. İlla bir hüküm gerektiriyorsa bu noktada sadece ceza ve mükâfat Allah'a havale edilir, bize düşen çocuk veya körpe gençlerimizi sürekli olarak iyiliğe teşvik edip geleceğe hazırlamak olmalıdır. Şayet bir genç namaz kılarken bizden çekindiği için kılıyorsa, bu demektir ki o genç korkusundan namazını kılmakta. Oysa İslam’da Allah'ın rızasını kazanmaya teşvik edicilik esastır. Madem öyle, çocuklarımıza iyi ile kötüyü ayırt etmelerine yardımcı olacak ortamları hazırlamak varken zapturapt altına almak niye. Çocuklarımızın yetişmesinde üzerlerinde baskı kuraraktan verim alacağımızı düşünüyorsak, biliniz ki çok büyük yanılgı içerisindeyiz. Eğer yavrularımızdan verim almak diye bir derdimiz varsa doğduklarından itibaren hayatın acı-tatlı, iyi-kötü vs. birbirine zıt tüm yönlerini gösterip bu zıtlıklar içerisinden evlatlarımıza iyi olanı, tatlı olanı ikna yoluyla, sevdirmekle ve benimsetmekle ancak verim alabiliriz. Nitekim dinimizde helalin yanında haramı bildirmekte vardır. Niye derseniz, haramlardan uzaklaşıp helale yönelsin diye. O halde bir çocuğa hem helal hem de haram bilincini kazandırmak gerekir ki, iyiyi kötüden ayırabilsinler.
Hadi diyelim çocuğa helal haram bilinci kazandırılamıyor, peki sürekli olarak çocuğu aile içinde zapturapt altına alaraktan baskılamak niye? Malum küçük yaşlarda sürekli baskıya maruz kalan bireylerin ileri ki yaşlarda olur olmaz hemen şeye karışan bir karaktere büründükleri bilinen bir gerçekliktir. Öyle ki, baskı altında yetişen bireylerin olaylara yaklaşımlarında bakış açılarının hep eleştirel boyutta olduğu gözlemlenmiştir, yani meselelere pozitif yönden yaklaşım sergiledikleri pek nadirdir. Zira bu tip karaktere haiz insanlara ta çocuk yaştan beri ebeveynleri tarafından öz güven duygusu kazanmasına izin verilmemiş olsa gerek ki, delikanlı çağına geldiklerinde vatan–millet-din aşkına ve tüm kutsal değerlerimiz uğruna mücadele verecek öz güveni kendilerinde bulamıyorlar. Malum vatan sevgisi imandandır. Nitekim İslamiyet her doğan çocuğun hem fıtri iman hem de Müslüman fıtratı üzerine doğduğunu beyan ediyor. Ancak bir çocuğun aileleri tarafından fıtratıyla çok oynanıp fıtratının tam aksine yön vermeler ve müdahaleler devreye girdiğinde karşımıza vatan–millet-din aşkıyla yanıp tutuşan gençlik yerine kökleriyle barışık olmayan asi gençler olarak çıkabiliyor. Tabiî ki bir çocuk aile ocağından, kucağında yaşadığı çevresinden ve okuduğu okuldan fıtratıyla uyumlu iyi bir eğitim alamazsa böylesi asi gençlik manzaralarıyla karşı karşıya kalmamız son derece gayet tabiidir, bu duruma şaşmamak gerekir. Maalesef çocukluk çağlarından edinilen yanlış öğretiler gençlerimizi kendi köklü değerlerinden koparıp çıkmaz sokaklara sürükleyebiliyor. Hatta bırakın gençlerin kendisi gibi kalmayı etrafında olan bitene kör, sağır ve duyarsız kalabiliyorlar. Belli ki atalarımız boşuna ‘Ağaç yaş iken eğilir’ dememişler. Nasıl ki, arkeologlar büyük bir sabırla adeta iğneyle kuyu kazarcasına toprağı ince ince kazıyaraktan tarihi eserleri bir bir ortaya çıkarıyorlarsa, aynen öyle de biz büyükler olarak gençlerin tâ çocukluklarından itibaren eğitimleriyle bizatihi madden ve manen destek olup ortaya tarihi kökleriyle barışık genç bir nesil çıkarmak gerekmektedir. Aksi halde eğitimsiz onca emek, eğitimsiz onca çabayla bir anlamda havanda su dövmüş oluruz. Bu iş içinde malum öncelikle hem ailelere hem okullarımıza çok büyük iş düşmektedir. kendilerine çeki düzen vermeleri gerekir. Aileler ve okullarımız üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmeli ki o özlediğimiz kökleriyle barışık altın neslin yeniden doğuşu bir hayal değil gerçeğin ta kendisi olsun. Belli ki işin sırrı gerek aile bazında, gerek okul bazında gerekse şahıs bazında örnek model olabilmekte gizlidir. Öyle ya, örnek olabilmeli ki bize gelen bizde dirilebilsin. Eğer gelinen noktada geçmişte olduğu gibi 7–8 yaşlarında Kur’an-ı Kerimi ezberlemiş, 10–15 yaşlarında ilmihal bilgisini halledip yirmi yaşında kitap yazacak düzeye gelmiş genç göremiyorsak, biliniz ki bunu ta çocuk daha doğar doğmaz yapılan gerekli eğitimlerin verilmeyişinde aramalı. Nasıl mı? Mesela yeni doğmuş bir çocuğun sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okunmadığı, helal süt emzirilmediği, yetişme sürecinde dualar ve ilahilerle beslenilmediği, âlimler meclisinde bulundurulmayışı gibi bir dizi fıtratına uygun uygulamalardan uzak kalışı ileriki yaşlarda kimlik bunalım gibi problemlerle baş başa kalacağı muhakkak.
Maalesef kimlik bunalım bu çağın doğurduğu bir problemdir. Türk İslam medeniyetinin tüm dünya sathında hâkim olduğu çağlarda böyle bir problemiz asla yoktu. Nitekim İslam âlimlerimizin gençliğe yönelik risale yazmamaları canlı bir medeniyetin yaşanıyor olmasıyla ilgili bir husustur. Hem o altın çağlarda gençlik risalesi niye yazsınlar ki, bikere o devirlerde çocuk daha doğar doğmaz sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okunarak eğitime adım atılıyordu. Şimdilerde hak getire, çağdaşlık adı altında gençlik efsunlanıp, işte eğitim bu diye yutturuluyor. İşte bu nedenledir ki son devrin din mazlumlarından Bediüzzaman gibi âlimler Gençlik risalesi, Ali Fuat Başgil gibi aydınlarda ‘Gençlerle Başbaşa’ türünden kitaplar yazma ihtiyacı duymuşlardır. Gündemden gençlik problemleri düşmedikçe de böylesi birbirinden güzel daha nice gençlere yönelik eserler yayınlanmaya devam edecektir. Devam etmeli de, aksi halde kimlik bunalımı denen krize son vermek hiçte öyle kolay olmayacaktır.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/genclerle-basbasa-makale,4721.html