DAHA BİZİM HAZİNELERİMİZİN KAPISINI ÇALAN OLMADI

DAHA BİZİM HAZİNELERİMİZİN

KAPISINI ÇALAN OLMADI

ALPEREN GÜRBÜZER
Cüneydi Bağdadi (K.S) der ki: "Bu tarikata, bu yola inanmak bile keramettir." Ve vasiyetinde; "Bu taifeye ve bu taifenin sözlerine inanan birisini görürseniz, bana da dua etsin" buyurmuşlardır.

İmam-ı Rabbani (K.S) de; "Bu velilerin zahirleri öldürücü zehirdir. Sadece zahirlerine bakan helak oldular. Batınları ise, nur kaynağı, felah kaynağı ve selamet kaynağıdır." diyor.

İbrahim Hakkı Erzurumlu da öyle diyor: "Eğer avam (halkın genel seviyesi) bu velilerin batınlarını görselerdi ilah diye taparlardı."

Ebul Hasan Harkani (K.S.) der ki; kırk yıldır öyle bir haldeyim ki, Allah gönlüme ne zaman nazar etse kendisinden başkasını bulamaz.

İmam-ı Rabbani (K.S.); "Biz bu tarikatta, en kabiliyetsiz müridimizi bile vukuf-i kalb ile uğraştırır, yine de ulaştırırız" diyor. Vukuf-i kalb demek; insanın kalbini devamlı Allah'la tutmasına çalışması demektir ve bu, kısa bir çalışma neticesinde büyük semere verir.

Şeyh Alaaddin Attar, Şah-ı Nakşibendî (K.S.)'nın halifesi ve şöyle der: "bu tarikatta her şey iki üç günlük amelin neticesidir. İnsan bu tarikatta iki üç gün gerçekten sadakatla çalışırsa, kendisi bazı şeyler meleke kesbeder ve bazı şeyleri artık gayrı ihtıyari yapmaya başlar.

Şah-ı Nakşibendî (K.S.) de öyle der: "Hayatımda gördüğüm birşey benim ciğerime kan oturtturdu. Bir baktım Mina Pazarı'nda bir genç ellibin altınlık alışveriş yapıyordu ve kalbi hala Allah'ı zikrediyordu. Aynı anda Kâbe’nin kapısına yapışmış birisi, Allah'tan gayrı şey istiyor.

Gavs (K.S.) da "Daha bizim için buraya gelen olmadı. Kimisinin derdi var ondan geliyor. Kimisi arkadaşının zoruyla geliyor, kimi bakalım nasıl birşeymiş diye geliyor. Hepsi bir sebeple geliyor. Zararı yok, bu çemberin içine girsinler de nasıl girerlerse girsinler" buyurdu.

Seyda (K.S.) da, "Daha bizim hazinelerimizin kapısını çalan olmadı." diyor.

Gavs (K.S.) da, "Biz, buraya gelene çuvalla un vermek isteriz. Gelen de, avuçla kaşıkla alıyor. Onu da daha buradan çıkmadan döküyor. Ya yola döküyor, ya dışarı çıkıyor döküyor. Biz ne yapalım. Buraya öyle sofiler geliyor, kuru meşe odunu

gibi, düz dikiyor tutmuyor. Ters dikiyor, yine tutmuyor, biz ne yapalım. Buraya öyle sofiler geliyor ki, taharetini yapmasını bilmeyen, altını temizlemesini bilmeyen adamlar geliyor ve öyle sofiler var, bir emir versek, imanını kaybedecek sofiler var. Müridlere biz olduk mürid. Müridler bize hizmet etmiyor. Biz müridlere hizmet ediyoruz. Fakat kalpler ve niyetler güzelleşirse, elbet Allah'ın muamelesi O'na göredir" diyor. Peygamberimiz (S.A.V.), "Siz kalplerinizi ve niyetlerinizi değiştirmediğiniz müddetçe Allah'ın size olan muamelesi değişmez" buyuruyor. Ve yine, "Ameller niyetlere göredir" hadisi şerifini beyan eder.

Seyda (K.S.) bu mevzuda şöyle dedi:

"Buraya, öyle sofiler geliyor, daha tevbe ediyor, gusl abdesti almadan veli olan var. (Gusl abdesti almadan bu tarikatta rabıta, vird, teveccüh ve hatme talimatı verilmez, bu yolun besmelesidir.) Öyle sofiler var, artık tarikatın en son amelini yapıyorlar. Allah vermiyor, biz ne yapalım? Eğer gerçekten arasalardı, şüphesiz verilecekti. Çünkü ayetle sabittir: "Biz Bizim yolumuzda mücahade edenlere hidayet kapılarımızı açarız". Allah, yalan söylemez ve verdiği sözü yemez. Şeytan bile verdiği sözü yemiyor. Kullarını sapıttıracağım dedi ve elinden geldiği kadar kulları sapıttırmaya çalışıyor, Şeytan verdiği sözü yemezken, âlemlerin Rabbi olan, hâşâ Allah mı verdiği sözü yiyecek?"

Bu Tarikat-ı Nakşibendiyyenin nispeti Hasan el Harkani (K.S.) dan Ebu Ali Farmedi Tursi (K.S.)'ye geçti. Ali Farmedi Tursi (K.S.), aynı zamanda İmamı Gazali (Hz)'nin de şeyhidir ve Şah-ı Nakşibendî (K.S) Ali Farmedi (K.S.)'yı hem över hem de çok metheder: "O'nun ruhuna nazar ettim, ruhunda ne renk ve ne şekil vardı. Nişanı bir nişan olanlara, nişansızlık olanlara ait bir alamettir." Aynı şeyi kendisi için de söyler: "Kendi ruhuma nazar ettim. Ne renk ne de şekil vardı."

Ali Farmedi Tursi (K.S.) şöyle der; "Bir gün, düşünüyordum. Bana gençliğimde vuku bulan haller, bana gençliğimde gelen keşifler, daha sonraları o şiddetle, o kemalde gelmiyor. Neden bu hal diye düşünürken, söylediler ki; Senin gençliğin Peygamber (S.A.V.)'ın zamanına daha yakındır."

Bu Tarikat-ı Nakşibendiyye nispeti, Ali Farmedi Tursi (K.S.)'den sonra Yusuf Hemedani'ye devr olunur. Yusuf Hemedani (K.S.)'ın da lakabı İmam-ı Rabbani'dir. Fakat bizim İmam-ı Rabbani sözüyle anladığımız zat değildir. O, Türkiye'ye ve bütün Avrupa yakasına ve Orta Asya'ya, bu Tarikatı Nakşibendiyye nispetini yayan kol başıdır, hem Yusuf Hemedani (K.S.), hem de Ahmed Yesevi'nin şeyhidir. Aynı zamanda Bektaşi tarikatının bir nispeti de Yusuf Hemedani (K.S.)'ye ulaşır. Hatta Mevlevi tarikatının bir nispeti de. Yusuf Hemedani (K.S.)'nın Gavs-ı Sani’ye ulaşan halkada, nisbeti Abdülhalık-ıl Gücdüvani (K.S.)'ye devreder.

Abdülhalık-el Gücdüvani (K.S.)'nın şeyhi aynı zamanda Hızır (A.S.)'dır. Üstelik de O, hafi zikir talimatını Hızır (A.S.)'dan aldı.

Abdülhalık-ıl Gücdüvani (K.S.)'ye bir gün demişler ki:

"-Efendim bu tarikatta olana şeytan ulaşır mı?"

O da cevap vermiş:

"-Bu tarikatta olan zat fenan'ın sınırına varsa da, eğer kızarsa şeytan ona ulaşır. Fenaya ulaşanda ise kızmak yoktur, gayret vardır ve gayreti olandan şeytan kaçar."

Abdülhalık-ıl Gücdüvani (K.S.), bir gün sohbet meclisindeyken bir genç Hiristiyan papazı müslüman kılığına girmiş, sohbet esnasında şöyle bir soru sormuş:

"-Efendim, Peygamber Efendimiz (S.A.V), bir hadisi şerifinde: "Müminlerin ferasetinden (İnce Bakışlarından) kaçının. Çünkü o Allah'ın nuruyla nazar eder." buyuruyor. Bu ne demektir?"

Abdulhalık-ıl Gücdüvani (K.S.) cevap verir:

"-Bu, şu demektir ki, sen zinnarını (Zinnar: papazların beline bağlamış olduğu bir kuşak) çözesin."

Genç şaşkına döner ve itiraz eder:

"-Hâşâ benim zinnarım mı var ki?" Adbülhalık-ıl Gücdüvani (K.S.) hadimine işaret etmiş ve hadimi sıyırdığı zaman altında gencin boynundaki o zinnar görülüyor. Genç o zinnarı koparmış, tevbe etmiş ve müslüman olmuş. Adbulhalık-ıl Gücdüvani (K.S.), ardından cemaata dönüyor ve şöyle diyor:

"-Ey cemaat, bakın bu zahirde zinnarını kesenlerden af dileyenlerden ve affedilenlerden oldu. Gelin biz de batınlarımızdaki zinnarımızı keselim, biz de af dileyenlerden af edilenden olalım." diyor.

Kibir, gurur demek, yani benliğin ön plana çıkmasıdır. Seyda (K.S.): "Bu Tarikat-ı Nakşibendiyye'de ben diyende hiç bir şey yoktur." diyor.

Zunni Mısri (K.S.) da öyle der; "Senin O'nu görmene perde ne arşdır, ne de kürs'dir, ne semavat. Senin O'nu görmene perde olan senin benliğinin ölçüsüdür."

Seyyid Taha (K.S.) da şöyle der: "Bu Tarikat-ı Nakşibendiyye nispetinde kibir, ucub, gurur ve riya olmaz. Nasıl olsun ki, bu tarikattan irşada çıkıp da halkı görmesin ."

HALVETTE ŞÖHRET VARDIR.

VE ŞÖHRET İSE AFETTİR"

ALPEREN GÜRBÜZER
Abdülhalık-ıl Gücdivani (K.S.), ilk defa bu Tarikat-ı Nakşibendiyye nispetini biraraya toplamaya çalışan zat olup, bu tarikatın önderlerinden sayılır. Tarikat-ı Nakşibendiyyenin aslının, azimetle amel ve ruhsatlardan kaçınmak olduğunu, ilk defa yayan ve aynı zamanda bunu bizzat Şah-ı Nakşibendî (K.S.)'ye talim eden zattır. Abdülhalık-ıl Gücdivani (K.S.)'den bu Tarikat-ı Nakşibendiyyenin nispeti Arifi Revegari (K.S.)'ye geçer.

Arifi Revegari (K.S.)'den de Aziz Mahmud İnciri Fağnevi (K.S.)'ye geçer.

Aziz Mahmud İnciri Fağnevi (K.S.)'den sonra Hace Ali Rametani (K.S.)'ye devrolunur. Bu Tarikat-ı Nakşibendiyye Hace Ali Rametani'yle birlikte tekrar açık zikre dönülür. Hace Ali Rametani der ki: "En kolay yol bir Allah ehlinin gönlüne girmektir."

Bir gün kendisine imanı sormuşlar:

"-İman nedir?"

Cevap vermiş:

"-İmanın başı beklemek, sonu da beklemek ve de ulaşmaktır."

Hace Ali Rametani (K.S.), bu Tarikat-ı Nakşibendiyye nispetini Muhammed Baba Semmasi (K.S.)'ye devretti ve Muhammed Baba Semmasi (K.S.) Şah-ı Nakşibendî (K.S.)'nın ilk mürşididir. Şah-ı Nakşibendî (K.S.)'nın doğduğu evden geçerken; "O koku çok fazlalaştı. Herhalde o çocuk doğsa gerek." Ve kokunun geldiği yerden Şah-ı Nakşibendî (K.S.)'nin evini buluyor. Kapıyı tak tak çalıyor. Kapı açılır ve Şah-ı Nakşibendî (K.S.)'nın babası içeri buyur ediyor. Tabi büyük Şeyh Muhammed Baba Semmasi (K.S.), kendi evini ziyarete gelmiş gibi davranıyor ve Şah-ı Nakşibendî (K.S.)'yı daha üç günlük çocukken O'nu tarikata kabul ediyor ve yanındaki halifesi Emir Külal (K.S.)'e diyor ki: "-Bunun üzerindeki bütün hakkını yerine getir. Eğer bundan bir eksiklik ve hata yaparsan, sana olan hakkımızı sana helal etmeyiz." Tabii bu durumlar, aklın alamayacağı büyük şeyler. N ediyelim, Allah sırlarını takdis etsin.

Muhammed Baba Semmasi (K.S.) daha sonra bu Tarikat-ı Nakşibendiyye nispetini Seyyid Emir Külal (K.S.)'e devrediyor. Emir Seyyid Külal (K.S.)'ı tarikata alışı bir acaip olmuş.

Emir Seyyid Külal (K.S.) eskiden pehlivanlık yaparmış. Bir gün güreş meydanında iken, seyredenlerden birisinin gönlünden şu düşünceler geçmiş:

"-Ya bu adam Seyyid. Böyle bir adamken nasıl olur da, güreş meydanına çıkar da güreş eder." O sırada kendisi, sanki uykuya girmiş gibi bir hale girmiş, bir bakıyor ki; mahşer ve herkes ana baba günü. Bağırtı, çağırtı ve sıratın kapısında birisi kaptığını karşıya, kaptığını karşıya fırlatıyor. O sırada o hali gören adam da, zavallı pejmürde yalvarıyor; "beni de karşıya at" diye. Tam o anda onu karşıya atarken kendine gelmiş, (uyku ile uyanık hali bir durumda), bakmış ki, karşısında: Seyyid Emir Külal (K.S.). Göz göze gelir ve Emir Külal (K.S.) şöyle der: "İşte biz aslında o günün pehlivanıyız"

Muhammed Baba Semmasi (K.S.) bir gün sofileriyle giderken Seyyid Emir Külal (K.S.)'ın güreş yaptığı meydana gelmiş ve orada güreşi seyretmeye başlamış.

Sofilerden birinin gönlünden geçmiş ki:

"Yahu, koskoca Şeyh Hazretleri nasıl olur da bir güreşi seyreder."

Muhammed Baba Semmasi (K.S.), sofiye dönmüş, diyor ki:

"-Ben güreşi seyretmiyorum. Bak şu ilerde duran büyük zat var ya o pehlivanı kendime bend etmeye çalışıyorum." Bir an Emir Seyyid Külal (K.S.) ile Muhammed Baba Semmasi (K.S) göz göze gelmiş ve ne olduysa orada olmuş. Daha sonra emir Seyyid Külal (K.S.) pehlivanlığı orada bırakmış ve hakiki pehlivanlık yoluna devama koyulmuş..

Emir Seyyid Külal (K.S.), Şah-ı Nakşibendî (K.S.)'yi yetiştirdi. Aslında Şah-ı Nakşibendi (K.S)'inin mürşidi Abdülhalık-ıl Gücdevani (K.S.)'dır. Yani O'nun ruhaniyetinden terbiye almıştır.

Şah-ı Nakşibendî (K.S.) der ki: "Bizim tarikatımız, tarikatların ve yolların en kısasıdır. Allah'tan, şüphesiz ulaştıran bir yol istedim.’’

Birgün, Şah-ı Nakşibendî (K.S.)'ye sorarlar.

"-Sizin tarikatte niye halvet (İnsanlardan uzaklaşmak uzlete çekilmek, köşeye çekilmek) yoktur."

Cevap verir.

"-Halvette şöhret vardır, şöhret ise afettir"

Sofilerden iki sofi birleşip sohbet ettiği zaman O'nun feyzi ve bereketi bol olur. Sohbet, sohbette bulunanlar, birbirini yok (fena) ettiği zaman sohbet olur." Ve ilave

Ediyor: "Biz en adi sofimizin evinin saçaklarındaki sineklere kadar himmet ederiz."

Şah-ı Nakşibendî (K.S.)'den bu Tarikat-ı Nakşibendiyye nispeti Alaaddin Attar (K.S.)'a geçti. O da büyük bir zattı. Şah-ı Nakşibend (K.S.) daha hayattayken irşada başladı. Şeyhinin emriyle ve Alaaddin Attar (K.S.) şöyle der: "Eğer kapıcının incinmesi olmasaydı, açardım bütün cihan kapılarını"

Alaaddin Attar (K.S.)'dan, bu Tarikat-ı Nakşibendiyyenin nispeti Yakub-i Çerhi (K.S.)'ye geçer. Yakub-i Çerhi aslında Şah-ı Nakşibendî (K.S.)'nin sofisidir, ama halifelik idmanını Alaaddin Attar'ın yanında yapmıştır. Yakub-i Çerhi (K.S.)'nın en çok gayri ihtiyari gösterdiği keramette yüzü değişik şekil alırmış. Ve başka insanların simasına girermiş. Bazen öyle olurmuş ki, evindeki hanımlar, evde yabancı var diye bağrışırlarmış.

Bu Tarikat-ı Nakşibendiyye nispetini Yakub-i Çerhi (K.S.) Ubeydullah Ahrar (K.S.)'a devreder. Ubeydullah Ahrar öyle diyor: "Uzakta çiftçinin biri çift sürüyordu. Kendime dedim ki (nefsime) "Ey Nefis bak şu adam senden daha ağır işle meşgul olduğu halde, Allah'tan gafil değil. "Oysa sonradan anladım ki, bu hal binlerce kişiden belki bir kişiye verilmiş."

İmam-ı Rabbani (K.S.)'da öyle der. "Rıza ve ihlâs nimetiyle şereflendirilenler binlerce kişiden belki bir kişidir." Ve bu sözü 400 seneyi aşkın yıllarda söylüyor. Şu anda ise durum daha vahim. Seyda (K.S.), bu durumu şöyle izah eder. "Şu anda Allah'a yüzünü çevirmeye çalışan, Allah'ını tanımaya çalışan, doğru yola gitmeye çalışan binlerce kişiden belki bir kişi kalmış. O'nun da ahireti perişan."

İmam-ı Rabbani (K.S.); "Hindistan'a da Peygamberler gelmiş, Onların mezarlarında büyük nurlar görüyorum. Herbirinin yerini istesem, şu anda gösterebilirim. Ama, bu zamanın insanları böyle şeylere inanmazlar." sözünü 400 sene önce söylüyor, bu zamanda kim inanır?

Manisa'da, Allah rahmet eylesin büyük bir veli, şöyle demiş: "Şu anda velilerin paçalarından keramet aksa bu millet inanmaz, onlarla alay eder."

Ubeydullah Ahrar (K.S.)'ın yanına bir gün adamın biri ziyarete gelmiş. Yanında da ufak çocuğu var. Ubeydullah Ahrar'ın yanında da balkol horozu varmış, çocuk da başlamış balı parmaklamaya. O sırada Ubeydullah Ahrar dönmüş çocuğa demiş ki:

"-Evladım senin adın ne?"

Çocuk da demiş ki:

"-Adım Bal" Ubeydullah Ahrar (K.S.) bunun üzerine:

"-Madem sen zahiri lezzette kendini kaybedebiliyorsun, ona verebiliyorsun kendini. Elbet, senin o damağına lezzeti taddıracak birgün biri bulunur."

Ve çocuğu babasından evlatlık olarak istiyor, çocuk Ubeydullah Ahrar (K.S.)'ın halifelerinden biri oluyor. Daha sonraları Ubeydullah Ahrar (K.S.) Tarikatı Nakşibendiyye nispetini Gavs-i Sani Hazretleri'ne uzanan Şecerede Muhammed Zahid Bedehşi (K.S.)'ye devreder. O'ndan da Derviş Muhammed (K.S.)'e devrolunur.

Bu Tarikat-ı Nakşibendiyye'ye girmekte öncelik sonralık, bu kadar amel yapma veya yapmamak mühim değildir. Hazreti Ömer (R.A.) kırkıncı müslümandı ama üçüncü halife. Birincisi Hazreti Muhammed (S.A.V), İkincisi Hz. Ebubekir Sıddık (R.A) ve üçüncüsü Hz. Ömer-ül Faruk (R.A.)'dır ve Seyda (K.S.) öyle dedi: "Hiçbiriniz yaptığınız amel ve ibadete güvenmeyin. Hiçbiriniz şeytanın yaptığı kadar amel yapamazsınız. Hiçbiriniz amellerinizin kuvvetiyle bir yere ulaşmazsınız. Ancak Sadat'ın himmetiyle mümkün."

Daha bizim hazinelerimizin kapısını çalan olmadı
SELİM GÜRBÜZER

İnşallah rahmetli Dişçi İbrahim lakaplı İbrahim İnan’ın sohbet kasetinden kaldığımız yerden devam ediyoruz:

Malumunuz Cüneyd-i Bağdâdî (k.s) der ki: "Bu tarikata inanmak bile keramettir." Hatta bir vasiyetinde "Bu taifeye ve bu taifenin sözlerine inanan birisini görürseniz, bana da dua etsin" buyurmuşlardır.

İmâm-ı Rabbânî (k.s) bu hususta şöyle der; "Velilerin zahirleri öldürücü zehirdir. Sadece zahirlerine bakıp haklarında suizanda bulunanlar helak oldular. Batınları ise nur kaynağı, felah kaynağı ve selamet kaynağıdır."

İbrahim Hakkı Erzurumlu Hz.leri ise şöyle der: "Eğer avam (halkın genel seviyesi) velilerin batınlarını görselerdi ilah diye taparlardı."

İşte bu ifadelerden anlaşılan o ki, velilerin gönülleri Allah sevgisiyle çağladığından olsa gerek bu tür sözler ağızlarından sadır olabiliyor. Nasıl sadır olmasın ki, Yüce Allah Hadis-i Kudside “Yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım” buyurmakta. Nitekim Ebû’l-Hasan-ı Harakânî (k.s.) “Kırk yıldır öyle bir haldeyim ki, Allah gönlüme ne zaman nazar etse O’ndan başkasına yer yoktur” demekten kendini alamaz da. O halde hakiki mümin olmak gerektir. Zaten hakiki müminler mum gibi erimeyip ancak mum gibi etrafını aydınlatabiliyorlar. Öyle ki İmam-ı Rabbânî (k.s.) "Biz bu tarikatta, en kabiliyetsiz müridimizi bile vukuf-i kalb ile uğraştırır, yine de ulaştırırız" beyan buyurmakla mum gibi etrafını aydınlattıklarını göstergesidir bu söz. Nitekim vukuf-i kalbin anlamı; mümin olan bir insanın kalbini devamlı Allah’la meşgul etmesi, yani O’nu devamlı zikriyle anmaya çalışması demektir. Ve bu zikir kısa bir çalışma neticesinde semere verir de. Nasıl mı? İşte bu hususta bu yolu sistemleştiren Şah-ı Nakşibend (k.s.)’in sözlerine bakmak kâfidir elbet. Bakın Şah-ı Nakşibend (k.s) ne diyor: "Hayatımda gördüğüm bir şey benim ciğerimi dağladı. Bir baktım Mina Pazarı'nda bir genç ellibin altınlık alışveriş yapıyordu, ama bir an olsun kalbi Allah’tan gafil değildi, sürekli Allah'ı zikrediyordu ve kendi kendime dedim ki ‘Maşallah el kârda gönül yâr da.’ Fakat bir başka biri de Kâbe’nin kapısına yapışmış ağlamaklı halde gördüm, öyle ya Kâbe’de ne için ağlanırdı ki, ancak kalbine nazar ettim bir baktım Allah’tan gayrı bir şey (dünyalık) istiyor. Bu kez kendi kendime dedim ki her şey göründüğü gibi değilmiş, gaflet içindeymiş meğer.”

Şah-ı Nakşibend (k.s.)’ın halifesi Şeyh Alâeddin Attâr’da şöyle der: "Bu Tarikat-ı Nakşibendiyye yolunda her şey iki üç günlük amelin neticesidir. İnsan bu tarikatta iki üç gün can-ı gönülden sadakatle çalışırsa kendisinde nurani haller meleke kesb edeceği muhakkak. Hatta bu durumda artık bazı şeyleri gayrı ihtiyari yapmaya başlar da.”

Gavs-ı Bilvânisî Seyyid Abdûlhakim (k.s.) ise şöyle der "Daha bizim için buraya gelen olmadı. Kimisinin derdi var ondan geliyor. Kimi arkadaşının telkiniyle geliyor, kimi bakalım nasıl birşeymiş diye geliyor. Hepsi bir sebeple geliyor. Olsun zararı yok, yeter ki bu halkanın içine girsinler de nasıl girerlerse girsinler, olur ya belki onların yüzü suyu hürmetine kurtulur.”

Evet, öyle bir zamanda yaşıyoruz ki artık zaman iman kurtarma zamanı olmuş, dolayısıyla bu yolda gelene gelme denilmeyeceği gibi gidene de gitme denilmez. Ah birde bu yola girenler layık-ı veçhiyle yaşamış olsalar bak o zaman seyru sülûkunu bitirmeleri her an mümkün diyebiliriz. İşte bu yüzden Seyda adıyla meşhur Seyyid Muhammed Raşit (k.s.) "Daha bizim hazinelerimizin kapısını çalan olmadı" der. Hiç kuşkusuz hazineden maksat manevi sermayedir. El kârda gönül yâr da olana hidayet kapıları açılır da. Nitekim Gavs-ı Bilvânisî (k.s.) bir sohbetlerinde şöyle der; "Biz, buraya gelene çuvalla un vermek istiyoruz. Gelen de avuçla kaşıkla alıyor. Onu da daha buradan çıkmadan döküyor. Ya yolda döküyor, ya da dışarı çıkıp döküyor. Bu durumda bize yılmamak düşer. Keza buraya öyle sofiler geliyor, kuru meşe odunu gibi, düz dikiyor tutmuyor, ters dikiyor yine tutmuyor, şüphe yoktur ki hidayet Allah’tandır. Yine öyle sofiler var ki, daha taharet almayı ve altını temizlemesini bilmiyor. Hatta öyle sofiler var ki, bir emir versek imanını kaybedecek olanlar var. Eeh bu durumda biz daha ne yapabiliriz ki. Artık sofilere biz mürit olduk dersek yeridir. Ancak şu da var ki kalpler ve niyetler güzelleşirse, elbette ki Allah'ın muamelesi de ona göre olacaktır." Ve sohbetini Peygamberimiz (s.a.v.)’in şu iki güzel hadis-i şerifiyle: "Kalplerinizi ve niyetlerinizi değiştirmediğiniz müddetçe Allah'ın size olan muamelesi de değişmez" ve "Ameller niyetlere göredir" deyip öyle bağlar

Gerçekten de şayet niyetler halis olursa bu kutsi yolda bir takım ufak tefek arızalar görmezden gelinebiliyor. Nitekim Seyda (k.s) bu hususta şöyle der:

"Buraya, öyle sofiler geliyor, daha yeni tövbe ediyor, hatta gusül abdesti almadan veli olan var. Malumunuz, gusül abdesti almadan bu tarikatta rabıta, vird, teveccüh ve hatme verilmez. Ki, tüm bu ameller Hacegan yolun besmelesi gibidir. Öyle sofiler var, artık tarikatın en son amelini yapıyorlar, ama Allah vermiyor, biz ne yapalım? Ancak şu da var ki gerçekten Can-ı Cananı canı gönülden arasalardı, şüphesiz verilecekti. Zira "Bizim uğrumuzda çaba sarf edenlere elbette yollarımızı gösteririz (hidayet kapılarımızı açarız)" hükmü ayetle sabittir. Allah (c.c) asla ve kat’a yalan söylemez, verdiği sözü yemez de. Bakın şeytan bile verdiği sözü yemiyor, tüm var gücüyle Allahın kullarını saptırmaya çalışıyor da. Madem öyle şeytan şeytanlığıyla verdiği sözü yemezken, hâşâ Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah’ mı sözünü yiyecek?"

Evet, bu Tarikat-ı Nakşibendîye nisbeti Ebû’l-Hasan-ı Harakânî (k.s.)’den Ebû Ali-i Fârmedî Tûsî (k.s.)’e devr olunacaktır. Malum, Ebû Ali-i Fârmedî Tûsî (k.s.) aynı zamanda İmamı Gazali Hz.lerinin de şeyhidir. Bakıni Şah-ı Nakşibend (k.s.), Ebû Ali-i Fârmedî Tûsî (k.s.) hakkında ni diyor: "O'nun ruhuna nazar ettim, ruhunda ne bir renk, ne de bir şekil vardı. Aslında bu nişansızlık olanlara ait bir alamettir." Bu arada kendi ruh dünyasına yöneldiğinde ise şöyle der: "Ruhuma nazar ettim, ne bir renk ne bir iz vardı."

Ebû Ali-i Fârmedî Tûsî (k.s.) de şöyle der; "Bir gün derinlere dalmış bir halde ‘Bana gençliğimde gelen bir takım hal ve keşifler, acaba sonrasında daha aynı derece ve kemalatta niye gelmiyor diye düşünürken, dediler ki; Senin gençliğin Peygamber (s.a.v.)'in yaşantısına daha çok yakındı."

Derken, bu Tarikat-ı Nakşibendî’ye nisbeti, Ebû Ali-i Fârmedî Tûsî (k.s.)'den HâceYusuf-i Hemedânî'ye devr olunacaktır. Şunu belirtmekte fayda var, aslında Hâce Yusuf-i Hemedânî (k.s.)’in lakabı İmam-ı Rabbani’dir. Fakat o, bizim İmam-ı Rabbani olarak algıladığımız zat değildir. Doğrusu O, Türkiye'ye ve bütün Avrupa yakasına ve Orta Asya'ya, bu Tarikat-ı Nakşibendî’ye nisbetini yayan kol başıdır. Yani hem Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.)’a, hem de Ahmed Yesevi'ye şeyhlik yapan zattır O. İşte bu bağlılık nedeniyledir ki Bektaşi tarikatının bir kolu da Hâce Yusuf-i Hemedânî (k.s.)'ye dayanır. Keza Mevlevi tarikatının bir nisbet bağıda öyledir. Günümüzde ise malum, Hâce Yusuf-i Hemedânî (k.s.) bu Saadat-ı Nakşibendî yolunu kıyamete kadar sürecek kolun Gavs-ı Sani’ye ulaşan halkasında yer alan Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.)’ye devredecektir. Hatta bundan daha da dikkat çeken husus var ki, o da Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.)’ın ruhaniyetten şeyhi Hızır (a.s.) olması hasebiyle hafi zikir talimatını ondan talim eylemiş olmasıdır.

Bakın, Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.)’e bir gün demişler ki:

"-Efendim bu tarikatta olan bir zata şeytan ulaşır mı?"

O da şöyle cevap vermiş:

"-Bu tarikatta olan zat fenan'ın sınırına varsa bile, şayet kızarsa şeytan ona da ulaşır. Fenaya ulaşanda ise kızmak yoktur, gayret vardır. Hiç şüphe yoktur ki gayret edenden şeytan kaçar da."

Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.) bir gün sohbet meclisindeyken Müslüman kılığına girmiş Hıristiyan papazı bir genç, sohbet esnasında şöyle bir soru sormuş:

"-Efendim, Peygamber (s.a.v) bir hadis-i şerifinde: "Müminlerin ferasetinden (İnce bakışlarından) sakının. Zira o Allah'ın nuruyla nazar eder" buyurmakta, bu ne demektir?"

Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.) şöyle cevap vermiş:

"-Bu demektir ki sen zünnârını (Zinnar: papazların beline bağlamış olduğu örme bir kuşak) çözesin."

Genç Papaz bir anda rengi solup şaşkına döner ve itiraz eder:

"-Hâşâ benim zünnârım mı var?"

Tabii Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.) büyük bir şeyh, hadimine işaret etmiş ve hadimi de üzerindeki giysiyi sıyırdığında gömleğinin altında beline doladığı o örme zünnâr görülür de. Derken o genç zünnârı çözüp huzurunda tövbe edip Müslüman olur bile. Akabinde Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.) sofilere dönüp şöyle der;

"-Bakın bu zahirde zünnârını çözenlerden af dileyenlerden ve affedilenlerden oldu. Gelin biz de batınlarımızdaki zünnârımızı çözelim, biz de af dileyenlerden af edilenlerden olalım."

Anlaşılan o ki, bu yolda en ufak kibre ve enaniyete yer yoktur ve kabul görmez de. İşte bu yüzdendir ki Seyda (k.s.)şöyle der: "Bu Nakşibendî Tarikatında ‘ben’ diyende hiç bir şey yoktur."

Zünnûn-ı Mısrî (k.s.)’da öyle der; "Senin O'nu görmene perde ne arşdır, ne de kürs'dir, ne de semavat. Senin O'nu görmene perde senin benliğinin ölçüsüdür."

Seyyid Taha (k.s.) ise şöyle der: "Bu Tarikat-ı Nakşibendiyye yolunda asla kibir, ucub, gurur ve riya olmaz. Hem nasıl olur da bu tarikattan biri irşada çıkıp da halkı görmez ki.”
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2798/daha-bizim-hazinelerimizin-kapisini-calan-olmadi.html
(Konunun devamı : Halvette Şöhret vardır, Şöhret ise Afettir başlığıyla devam edecek)