EKOSİSTEM
EKOSİSTEM
ALPEREN GÜRBÜZER
Kutuplarda yaşayan hayvanların hemen hemen hepsinin beyaz renge bürünmesi onların korunmasına yönelik bir armağan olsa gerektir. Dahası Penguenlerin o buzlar ülkesinde doğurmak için çıktıkları 800 kilometrelik yolu göze alarak harcadıkları enerjinin kaynağını bilmesek bile böylesine karda tipide yürüyüş boşa değilmiş meğer.
Bir ayı balığını düşünün ki vücudu korunmaya alınmasaydı buzullarla kaplı Antarktika kıtasının o soğuk sularına dalamayacaktı. Belli ki vücudunda ısı ayarı yapan otomatik bir termostat düzenek mevcut.
Keza çekirgeleri tarlaları istila etmekle tanırız. Bazen öyle olur ki onları senelerce görme imkanımız kalmaz, anlaşılan bu süre zarfında larvalarıyla toprağın derinlerinde kendilerini kamuflaj etmekteler.
Yine hakeza Amerika'nın doğusunda çok sayıda geyik türü avcıların kıyımına maruz kaldığı halde neslinin tükeneceğine ihtimal verilmemektedir. Çünkü bilinçsizce tabiat dengesine gelişi güzel müdahaleler hız kesmese de öyle bir gizli sistem var ki ''Yıkılmadım ayaktayım” dercesine bir şekilde kendini koruyabilmekte. Bu ve buna benzer örnekleri çoğalttığımız da ister istemez biyolojinin bir alt dalı olan ekoloji biliminin sınırları içerisine girdiğimizi fark ederiz. Fakat gerek hava kirliliği, gerek zaman zaman etrafımızın siyahımsı dumanla kaplı sis perdesine bürünmesi, gerekse nükleer santrallerin etrafa saçtıkları insan sağlığını tehdit eden radyasyon yayılımı gibi olaylar ekoloji konusu olamaz, olsa olsa çevre biliminin sahasına giren konular olduğunu anlarız. Yine de ekolojik hayatla doğrudan ilişkili hava sayesinde tüm hücrelerimiz soluklanıp iç alemimizde birtakım kimyasal reaksiyonlar gerçekleşmektedir. Her şeyden öte akciğerlerimize çektiğimiz temiz hava kanımızın pırıl pırıl temizlenmesini sağlamaktadır.
Malum olduğu üzere jeolojik zaman içerisinden süzülüp milyonlarca yıl hazırlığın sonucunda yeryüzü üzerinde dağlar yükselmiş, bu arada depremlerle çalkalanan dünyamız nice badirelerden sonra üzerinde çatlaklar oluşmuş, derken yüksek tepeler meydana gelmiştir. Hatta dünyamız birçok tufan hadiseleriyle ufalanıp parçalanmış, akabinde yer kabuğu üzerinde üst üste katmanlar teşekkül ederek bazı kara parçaları su altında kalmış, eski kıtaların meydana getirdiği kum tabakası ise okyanusların dibini kaplayarak ince bir örtü oluşturmuştur. İşte tüm bu olağan üstü olaylara rağmen hayat denen iksir kınayanın kınamasına aldırış etmeksizin yoluna devam edebilmiştir. Tabii bu arada olup bitenler biranda bize masal gibi gelse de bugünkü ormanlar, kömür yatakları, gaz ve petrol kaynakları dünyamızın eskiden geçirmiş olduğu çırpınışlarına birer delildir zaten. Her şeyden öte yeryüzü tüm canlıların ana rahmidir hala. Bu ana rahminde her organizma türünü gruplandırdığımızda bunu popülasyon olarak niteleriz. Böylece grupladığımız her popülasyon canlı toplulukların kendi aralarında ki oluşturdukları birliktelikler anlamına gelen community (organizmalar toplumu) gerçeğiyle yüzleşiriz. Esasında her türden organizma toplukları yeryüzü sathında birbirlerine göbekten bağlıdırlar. Nitekim bir orman, kuş, böcek, bakteri ve memeli hayvanlardan yoksunsa o ormanın uzun süre ayakta kalması imkânsız gibi bir şey.. Bu durum bazen yardımlaşma bazense kâinat dengesinin korunması adına var oluş veya yok oluş mücadelesi tarzında tezahür etmektedir. İşte bu noktada ekolojistler işleyen ekosistemin sırlarını çözmek için habire çırpınıp durmaktalar. Çırpınmaları da gerekir. Çünkü makro ve mikro âlemde o kadar merak edilecek birçok olaylar zinciri var ki, doğrusu bu çabalara değer de. Bir bakıyorsun bazı aynı cins ağaçların bir kısmı su kenarlarında boy verdikleri halde bir kısmı da belki etli tohumlara sahip olmadıklarından veya başka sebeplerden olsa gerek kurak ve güneşli alanları mesken tutmaktalar. Keza bazı kuş türlerinin ise park bahçelerine gruplar halinde konmadıkları, aksine araziye kondukları gözlemlenmiştir. Yine mesela yavru ördeklerin güzün kendilerine rehberlik eden herhangi bir eğitmen olmadığı halde kendiliklerinden bir araya geldikten sonra belirli bir hedef doğrultusunda göç uçuşuna çıktıkları gözlemlenmiştir. Hatta zirai mücadele adına güvelere yönelik ister ilaç kullanılsın veya kullanılmasın ansızın ortadan kayboldukları gerçeği de öyledir. Hakeza algler için hem besinlerin akan suyun karşında eşit olduğu hem de ışık şiddetinin dönüşümlere uğradığı nehirler ideal bir ortam olduğu tespit edilmiştir. Dolayısıyla sebep netice ilişkisinden hareketle ekolojistler tabiattan gelen verileri toplama ihtiyacını hissetmişlerdir. Zaten veri toplama işlemi kâinatın bir büyük laboratuar olduğunu göstermektedir.
Hayat bir noktadan sonra kendi artıklarından bile geçinmeyi bilmiştir. Zaten böyle olmasaydı her bir canlı hiçbir ferman dinlemeyip dünyayı istila etmeye kalkışacaktı. Dolayısıyla gizli bir güç tarafından hiçbir taşkınlığa geçit verilmeksizin ototrof ve hetetrof canlılar arasındaki ilişkilere ince bir ayar çekildiği anlaşılmaktadır. Mesela çekirgelerin istilasına göz yumulsaydı bitki âleminden söz edemeyecektik. Bu yüzden kendi kendine beslenen ve kendi besin kaynağını üreten canlılara ototrof, başka canlılardan besin almaya muhtaç olanlara ise hetetrof canlılar olarak tasnif edilir. Hetetrof canlılar daha çok dışarıdan aldıkları maddeleri sentezleyerek yeni bir bileşene dönüştürmekle mahir canlılardır. Ototrof canlılar da enerjisini güneşten karşılamalarına rağmen büyük ölçüde üretici konumlarını koruyabilen yaratıklardır. Bu arada karadaki üreticilerin ekseriyası köklü bitkiler oluşturmaktadır. Sudaki üreticilere ise daha çok mikroskobik düzeyde fitoplankton ( fito=bitki, plankton=yüzen) gibi yüzme kabiliyeti olan canlıları misal gösterebiliriz. Dolayısıyla üretici yönüyle su altında çok çeşitli türleri olan diatomlar büyük ölçüde bilim dünyasının dikkatini çekmektedir.
Ekosistem; temel elementler veya bileşikler dediğimiz abiyotik maddelerin (cansız eko sistem inorganik ve organik maddeler ile fiziki şartlar diye tasnif edilirler) yanı sıra çoğunluğu yeşil bitkilerin oluşturduğu ototrof canlılar ve büyük küçük ölçekli tüm hetetrof canlılar üzerine kuruludur. Büyük ölçekli tüketiciler grubuna insan, omurgalı canlılar ve kara ekosistemin en yüksek düzeyinde yer alan kuşlar da girmektedir. Küçük tüketici gruplara ise omurgasızlar sınıfından saprofit (çürükçül) cinsinden bakteriler ve mantarları örnek gösterebiliriz. Malumunuz saprofitler ölmüş protoplazma ve döküntüleri parçalayıp ayrıştırıp, ayrıştırdıkları ürünleri tüm canlıların hizmetine sunan yaratıklardır. Sadece saprofitler mi, elbette bu iş için başkaları da var. Şöyle ki; Fransız tabiat bilgini Jean Hanry Fabre’nin adına gönüllü çöpçüler dediği Nicrophorus böceklerinin hayvan leşlerini büyük bir ustalıkla toprağa gömerek tırtıl devresindeki yavrulara protein bakımdan zengin besin kaynağı sunduklarını hayretler içerisinde incelemiştir. Bu yüzden bu böcekler hem çevre temizleyiciler olarak hem de gübre böcekleri tarzında zikredilmeleri fazlasıyla hak ettiler bile.
Anlaşılan o ki; tabiatta muazzam bir döngü sistemi mevcuttur. Bu döngü sayesinde her türlü israfın önüne geçilebilmektedir. Tüketilen her zerrenin mutlaka bir geri dönüşü (recycying) var, bir de ayriyeten yenilenmesi (regenerasyon) söz konusudur. Mesela Dischidia bitki türü kullanılmış suyu tekrar kullanım haline getiren bir kabiliyete sahiptir. Özellikle yapraklar tepesi üstü asılı olduğu zaman yağmur suları elektrostatik bir çekim gücü sayesinde rahatlıkla toplanabilmektedir. Hatta zaman zaman toplanan bu suya böceklerin düşmesiyle birlikte çözünüp çürümesi sonucunda bitki için besin kaynağı bile olabilmektedir. Hakeza Bromeliya türü bitkilerde su ihtiyacını pulları vasıtasıyla havadaki nemden ve geceleri oluşan sisten temin ederek hayatlarını devam ettirmekteler. Kuru olduklarında ise bir kelebek misali hafif kalmaktadırlar. Yine bir başka süs bitkisi olan orkidelerin köksüz olanları da öyledir. Yani köklü olanlar köklerini ağaca tutunmak için kullandıkları gözlemlenmiştir. Dolayısıyla çöl bitkilerinin yıllarca susuz bir halde nasıl ayakta kalabildiklerinin teyidi bu verilen örneklerin dilinden gayet iyi anlaşılmaktadır.
Genellikle döngü mekanizması hidrolojik ve biyolojik döngü ana başlığı altında incelenmektedir. Gökyüzünden yeryüzüne inen yağmur ister bardaktan boşalırcasına yağsın, isterse kar taneleri halinde inmiş olsun, sonuçta su molekülleri canlıların tüm ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra hidrolojik döngü buharlaşma, terleme vs. kanalları vasıtasıyla atmosfere geri dönerek bir şekilde eksiksiz devrini tamamlamış olacaktır. Yani tabiatta bir taraftan su eksilirken, diğer taraftan tamamlanıp, böylece bu düzen aksamadan yoluna devam edebilmektedir. Hiç kuşkusuz buharlaşma olayında başta güneşin yardımı olmak üzere ikinci sırada deniz ve okyanuslar, üçüncü derecede ise karalar etken rol oynamaktadır. Hatta bu döngü sistemine benzer bir başka yapılanmayı organizmamızı oluşturan hidrojen, oksijen, kükürt ve azot diye bildiğimiz dört ana elementin gerçekleştirdiği devr-i âlem içerisinde de görmek mümkün. Zira oksijen ve karbon döngüsü fotosentez olayı ile devrini tamamlayarak hayata adeta can katmaktadır. Dahası canlıların hayat nefesini soluması için gizli bir güç tarafından oksijen serbest halde bırakılmaktadır. Nitekim bitkiler fotosentez sayesinde oksijen üretmekteler. Yani bitkiler havadan aldıkları karbondioksit ve kökleriyle aldıkları su ve güneşten gelen ışığı yapraklarındaki klorofille özümleyerek karbonhidrat (besin) ve oksijen üretmektedirler. Bu arada üretilen oksijeni soluyan insan ve diğer canlılar beslendiği gıdaları yavaş yanma dediğimiz olayla yakarak dışarıya karbondioksit gazı halinde atmosfere aktarırlar. Gerek karbondioksitin, gerek suyun ve gerekse oksijenin solunum veya fotosentez çarkının işleyen kademelerinde sürekli değiş tokuş edilmesiyle birlikte insan-bitki arasında dönüp dolaşan bir hayat enerjisi doğmaktadır. Ortaya çıkan bu hayat öpücüğü(enerji) bir şekilde tek yönlü entropi kanunu ile kendini hissettirerek sahne almaktadır. Düşünebiliyor musunuz ışık bir anda bitki maharetiyle kimyasal enerjiye çevriliyor, oradan da hayat enerjisine dönüşmekte. Bunun anlamı karbonhidrat sentezi ve oksijenin serbest olarak salınması demektir. Üstelik serbest salınan oksijen yer tarafından yutulmuyor da. Yutulsaydı zaten hayattan söz edemeyecektik. Öyle bir sistem kurulmuş ki bir yandan hidrojen alınıp diğer yandan oksijen sunulmakta. Hatta bu arada karbondioksitte boş durmayıp sudan ayrılan oksijen için alıcı rol konumuna girerek karbonhidrat bileşikleri üretmektedir. Derken bu bileşikler hem bitkinin beslenmesine hem de bizim için gerekli protein, yağ ve nişastaya ayrıştırılmakta. Dahası; karbondioksit suyla girdiği izdivacında bizlere glikoz ve oksijen üretip bir anda rahmetten nimete kavuşuyoruz. Nihayetinde bu döngü bize gıda oluyor, meyve oluyor, her şeyden öte kâğıt (1 ton kâğıt için 250 m3 su gereklidir) olmaktadır. Kelimenin tam anlamıyla kloroplastlar hava ve suyun özünde bulunan en temel üç element olan karbon, hidrojen ve oksijeni sentezleyerek canlı âleme hizmette bulunuyorlar. Aynı zamanda serbest salınan oksijenle de atmosferimiz temiz havaya bürünerek teneffüsümüz sağlanıyor. Tabii tüm bu hizmetler burada bitmiyor, bunun bir de hücre boyutu var. Şöyle ki; hücre içerisinde besinlerin parçalanmasıyla açığa çıkan hidrojenin oksitadif fosforilasyonla yakılarak enerji elde edilmesiyle birlikte bir başka enerji kaynağının varlığına şahit oluyoruz. Yani bitki ve hayvanların artıklarından çıkan karbon ile ölen canlılardan açığa çıkan azot, karbon ve kükürt ihtiva eden maddeler aerobik oksidasyon olayı sayesinde atmosfere karbondioksit vermekteler. Bunun sonucu olarak karşılığında aerobik döngü içerisinde yer alan amonyak evvela nitrit’e, akabinde nitrat haline dönüşmektedir. Kükürtlü hidrojen ise oksitlenerek sülfata dönüşmektedir. Derken atmosferdeki azot bir bakıma canlılara gıda olup, bu döngüde burada tamamlanmış olur. O halde hayat aynı zamanda mükemmel bir kimya laboratuarıdır diyebiliriz.
Canlıların büyük çoğunluğu havaya ihtiyaç duysalar da anaerob bakteriler ve mayalar gibi ilkel canlılar oksijensiz yaşayıp enerji ihtiyacını aldıkları besinlerin parçalanması sonucu karşılarlar. Hatta ototrof bakterilerin bir kısmı enerjilerini birtakım kimyasal reaksiyonlar gerçekleştirerek temin ederler. Mesela glikozun sırasıyla pirüvik aside, alkole veya laktik aside dönüşmesiyle açığa çıkan enerji bu kabildendir. İşte glikozun oksijensiz ortamda laktik asit üretimi lehine yıkılmasıyla ortaya çıkan enerji mayalanma ürünlerini ortaya çıkarmaktadır. Ki; bu olay sayesinde oksijensiz bir ortam da bile birçok kimyasal olayların aktif hale gelmesi sağlanır. Dolayısıyla aneorobik döngüde karbon metan gazına, sülfatlar sülfüre, nitratlarda amonyağa çevrilmektedir. Tüm bu döngüler gerçekleşirken arkalarında en ufak bir kirlilik bırakmadan belirli bir sistematik plan dâhilinde işlerini yürütürler. Doğal temizlik veya askerde sıkça kullanılan mıntıka temizliği ifadesi bu olsa gerektir. Fakat hızlı sanayileşmeyle birlikte kar, hava ve deniz trafiğinin saçtığı zehirli artıklar her geçen gün bu dengeyi altüst etmektedir. Anlaşılan planlı bir çevrecilik anlayışı gelişmediği müddetçe gelecekte deniz kirliliği yüzünden en önemli protein kaynağımız balıkların toplu ölümleriyle karşı karşıya kalacağımız an be an gerçekleşmesi ihtimal dâhilindedir. Yine sürekli asit yağmurlarına maruz kalan ormanların tükenmesine paralel olarak yeşil sahaların çölleşeceğini ve yeraltı zenginliklerimizin tükeneceğini, aşırı şehirleşmeyle birlikte tarım alanların sürekli yok edileceğini, böylece tahıla muhtaç günlere adım atacağımızı söyleyebiliriz. Oysaki bize emanet edilen dünyamızı heba etmeye hakkımız yok. Çünkü Allah-ü Teala; “Göklerde ve yerde ne varsa hepsini size verdi. Şüphe yok ki, bunda iyi düşünecek kimseler için ibretler vardır”(Casiye,13) diye beyan buyurmakta.
Su altında muazzam bir ekosistem söz konusudur. Özellikle Mercan resiflerine deniz altı bakım merkezleri gözü ile bakabiliriz. Bilindiği üzere suda plankton halde gözle görülemeyecek parazit türden yüzen canlılar mevcut olup, mikroskobik canlı olmanın avantajıyla bir balığın vücuduna rahatlıkla yapışıp, parazit halde yaşayabilmekteler. Dolayısıyla balığın bu muzdarip durumdan kurtulabilmesi için doktora gitmesi icap etmektedir. Tabii bu doktor bizim anladığımız manada insani bir doktor değil. Adına temizleyici balık denilen ve mercan resiflerinde yuvalanan uzman sahibi bir doktor balıktan söz ediyoruz. Ancak temizlenmek ihtiyacı hisseden bu merkeze geldiğinde bir şekilde derdini anlatacak bir kelamda bulunması gerekir ki şifa bulabilsin. İşte bu noktada Allah-ü Teala iletişimi sağlayacak bir donanımı o balığa yüklemiş bile. Şöyle ki mercan resifine gelen bir balık temizleyici doktor balığı görünce tıpkı bukalemun gibi renk değiştirmektedir. Aslında bu renk değişikliği tedavi olmak istediğinin bir işareti sayılmaktadır. Böylece temizleyici balık bu mesaj sayesinde hastanın tedavisini karşılayacak operasyonu yapmış olacaktır. Derken hasta balık bu yapılan basit bir operasyonla kendisine musallat olan parazitlerden kurtulduğuna kanaat getirir getirmez tekrar eski rengine dönüverip yerini sırada bekleyen bir diğer balığa bırakarak oradan uzaklaşıverir. Demek oluyor ki sadece yeryüzünde hastane yok, meğer denizin altında da varmış. Üstelik deniz altı tedavi döngü merkezleri yıllar boyu ara vermeksizin durmak yok yola devam demekteler. Hatta temizleyiciler grubuna bazı karides türleri de dâhildir. Onlar da kendi çaplarında mercan resiflerin polikliniklerinde konuk olan hasta balıkların etrafına üşüşerek ya derilerini kıskaçlarıyla ya da ağızlarıyla rahatlıkla temizleyebilmektedirler. Dolayısıyla bu durum dalgıçların dikkatini çekmiş olsa gerek ki pek çok mercan resifi insanoğlunun müdahalesine maruz kalmış, hatta birçok meraklı dalgıçlar temizleyici balıkları akvaryumlara taşıması neticesinde su altı ekosistem ciddi manada darbe almıştır. Nitekim temizleyici canlıların azalması demek parazitlerin su altındaki balıkların yok edilme sürecinin başlaması demektir.
Maalesef insanoğlunun birçok müdahil olduğu olaylarda bir takım arızalar da beraberinde gelmektedir. 1970’yıllar doğu Amerika’nın güneydoğu kısımlarında kırmızı kanatlı kuşlar ve kahverengi başlı sığırcık kuşların istilasına maruz kaldığı yıllardır. Bu istila neticesinde gerek kara ulaşımında gerekse hava ulaşımında bir takım aksaklıklara yol açıp kazalara neden olmuş, aynı zamanda tarlalarda birçok ürünün telef olmasını beraberinde getirmiştir. Üstelik bu istilacı davetsiz misafirler bir zamanlar bataklıklarda yaşayarak böceklerle besleniyorlardı. Belli ki ziraatın gelişmesi ve artan nüfusla birlikte bataklıklar kurutulunca bu canlılar buralardan göçmek zorunda kalıp şehirlerdeki ziraat alanlarına yönelmişlerdir. Dolayısıyla tarlalarda ne buluyorsalar midelerine indiriyorlardı. Onlar yiyedursun, fakat bu sefer yeni bir problem ortaya çıkıverdi. İşte bu noktada onlar için iplerin koptuğu an gelmişti artık. Şöyle ki; zararlı böcekleri yiyerek geçinen bu hayvanlar bir zaman dostken, bir anda toplu kıyımla yok edilmeleri gereken canlılar olarak ilan ediliverdiler. Oysa bir gerçek var ekosistem en ufak bir müdahaleye tahammülü olmadığındın sürekli sinyal verebiliyor. Yani ekosistemin orijinal haline dokunulduğun da ise iş rayından çıkabilmektedir. Bakın; “Tabiat daima haklıdır” diyen Messegue bir yazısında ne diyor. Diyor ki; “Silahını alan ava çıktı. Bir tane şahin vuran alkışlandı. Hatta bazı yerlerde ödül olarak avlayanlara para bile verildi. Fakat sonunda gelinen süreç itibariyle yırtıcı kuşların kökü kazınınca tarla farelerine gün doğdu. Bu kezse fareler katledilmeye başlandı. Fareler ortadan kalkınca tarlaları sümüklü böcekler kaplar oldu. Hâlbuki sümüklü böcekleri fareler; fareleri ise şahinler yiyordu... Tabii yanlışlarımız bununla sınırlı kalmadı, ormanları çalı çırpıdan temizleyelim derken milyonlarca karıncayı öldürdük. Bu küçük yaratıkların ormanlarımızın koruyucusu olduklarını o zamana kadar maalesef tam anlayamamıştık.” Gerçekten de bu akıl dolusu sözler karşısında karıncaların ormanların hakiki temizleyici topluklar olduklarını anlamış oluyoruz. Çünkü karıncalar çam ağaçların amansız düşmanı pervaneleri, meşe ağaçlarını içten içe kemiren tırtılları, bacaklı sinekler ve pislik böcekleri yiyerek ekosisteme katkıda bulunuyorlar. Karıncalar olmasaydı belki de tabiatın sunduğu orman nimetlerinden faydalanamayacaktık. Belli ki karıncada insana hizmet için yaratılmış.
Tüm bunlara rağmen hayat bir şekilde kendini korumak için direnmekte. Belli ki korumak adına kimi canlılara koşması için uzun bacaklar verilmiş, kimine savunması için boynuz, çene, pençe gibi uzuvlar takılmış, kimine düşmanının ayak seslerini duyması için işitme cihazı, hissetmesi için koklama duyusu, görmesi içinde göz lütfedilmiş, kimine de yükseklerde uçması için kanat ihsan edilmiştir. Hatta kimi böceklerin düşmanından korunması içinde bukalemunda olduğu gibi kamuflaj edici maskeye büründürülmüştür. Bazı böceklerde var ki düşmanından korunmak adına vücudundan bolca yakıcı sıvı diyebileceğimiz kimyasal madde püskürtmektedir. Mesela hamam böceğinin sıvı fışkırma aleti sayesinde kendini bir nebze olsun koruyabilmesi bunun bir tipik misali sayılır.
Velhasıl; Yüce Allah; “Yeri, sizin faidenize hor(ve musahhar) kılan O’dur. O halde O’nun omuzlarında yürüyünüz. (Allah-ü Teala)’nın rızkından yiyiniz. (Fakat şunu devamlı hatırlayın ki) son gidiş ancak O’nadır” diye beyan buyurarak yaşadığımız ekolojik nimetin kıymetini bizden murad etmektedir.