ÖRFÜN GÜCÜ

ÖRFÜN GÜCÜ
ALPEREN GÜRBÜZER

Kanun, örfün resmileşmiş ya da yazılmış şeklidir. Örfün hüneri tarihi ve sosyolojik olmasıdır. Yani binlerce seneden beri birikerek meydana gelmiş, ya da ananeleşmiş olaydır örf. Çünkü örfün mantığı tarihi tecrübesinde gizlidir. İnsanlık yaşadığı devirlerde geçirdiği birtakım serüvenleri örfleştirerek bugünlere taşıdı hep. Taşınan bu tarihi birikim kanunlarında temeli oldu. Bugün kanun, hukuk ve hürriyetten bahsediyorsak bunu örfe borçluyuz. Zira örf toplumun canlı abidesidir.
Öyle toplumlar var ki; yazılmış metinleri ve kanunları olmamasına rağmen örfle idare edilmektedirler. Bunun en tipik misalini İngiltere oluşturur. İngiltere örf’ünde hanedan, örf’e itaat etmek zorundadır. Nitekim Prenses Margaret boşanıp başka biriyle evlenmeye kalkışınca İngiltere rahibinin tepkisini almıştır. Hatta Prensesin örf ve adetler hakkında yeniden düşünmesi için dikkati çekilmiştir. Çünkü örf gereği Kraliçenin kızı istediği erkeğe varamaz, şayet söz konusu oğlu ise o da istediği kızı alamaz. Demek ki hanedanın devamı için asla örften taviz verilemez. İngiltere’de hanedanla ilgili en ufak şaibenin toplumda yankılara sebep olmasının ardındaki asıl gerçek, örfün gücünden ötürüdür.
Fransa’da ise krallığı devirme örftür. Bu yüzden Rönesans kolay olmadı. Şatoların yıkılması ve kilise sultasının sükûnet bulması başlı başına bir tarihi vakadır. Şimdi başımızı önümüze eğip düşünmeli ki ortak bir karara varabilelim. Bakın batı kanunlarının temelinde örfler yatar. Maalesef bizdeki kanunlara baktığımızda Avrupai örflerin yansıması görülür. Hakeza Osmanlı Hanedanının varlığının yitirmesinin ana sebebi, batı örflerinin Türk kanunu olarak sahneye çıkmasından kaynaklanır. Kanunlarımız Fransız krallığını deviren örfün ortaya çıkardığı kanunlar şeklini alınca, ister istemez Osmanlının lüzumu da o derece azalmıştır.
19. yüzyıl İslam dünyası için tabir caizse kapkara bir dönemdir adeta. Çünkü bu asırda yerli kültürler ve hukuklar sükûnet bulup, yerine İngiliz ve Fransız örflerinin sömürgeciliği geçmiştir. Şöyle ki İslam âlemi üzerinde batı kanunlarının ilk tatbiki İngilizlerin Hindistan’ı işgalinde görülür. Bütün bu uygulamalar dalga dalga büyüyerek Müslümanların üzerine kâbus olarak çökmüştür. Bizde ise1850 ticaret kanunu ve 1858 ceza kanununun çıkması ile bunalım kapısı aralanır. Derken Mecellenin hükmü zaman içinde erimiş, derken yürürlükten kaldırılmıştır. Oysa Mecelle bizim için mükemmel bir kanun umdeleriydi. Hatta bugün bile insanlığın Osmanlının Mecellesinden istifade edebileceği birçok hükümler var. Fakat gel gör ki bu mükemmel örf ve kanun hükmünde olan Mecelle’yi anlayacak bir elin beş parmaklarını geçmeyecek kadar basiret sahibi insan çok azdır.
Anlaşılan şudur ki, kanunların temelinde örf varmış. Yani örfler kanunların oluşumunda en güzel kaynaklardır. Yeter ki, örfümüzün pınarlarından akan suları topraklarımıza yeşertecek duruma getirilebilsin. Batıda örfler baş tacı yapılırken bizde neden olmasın ki? Hele hele bizim batıya nispeten birçok avantajlarımız var, o da İslam’dır. Örflerin sıhhatli olup olmadığını ayıklayabilen tek kaynağımız olan İslam, bizim ilelebet tek avantajımızdır. Dolayısıyla İslam süzgeci bugünümüzün ve geleceğimizin teminatıdır diyebiliriz.
Örfün zahiri yönüne bakıldığında bir anlam veremeyebiliriz. Hepimize bir takım şeyler mantıksız gibi gelebilirde. Oysaki incelendiğinde sosyolojik bir gerçeği ve tarihi vakayı anlamış oluruz. Bu duruma örnek vererek meseleyi açıklığa kavuşturabiliriz. Mesela göçebe Türkmenlerde örf gereği deve çobanının şahitliği geçerlidir, koyun çobanının şahitliği pek makbul görülmez. Bu durum ilk etapta insana garip veya anlamsız gibi görünse de derinlemesine iyi analiz edildiğinde koyun çobanı sürüleri daha güneş doğmadan götürdüğü ve güneş battıktan sonrada eve getirdiği anlaşılır. Deve çobanı ise güneş doğduktan sonra hareket edip güneşin batmasına bir mızrak kala obaya döner. İşte deve çobanı ile koyun çobanı arasındaki bariz fark bu noktada düğümlü. Koyun çobanı güneşin dışında olması dolayısıyla toplumdan uzak hayat yaşar. Dolayısıyla deve çobanına göre önceden nüksedebilecek olayları izleme şansı zayıftır. Bu yüzden deve çobanı hem muhtemel doğabilecek olayları hem de toplumu görebilme şansı koyun çobanına göre daha çok fazla olduğu için şahitliği kabul görür.
Resulüllah (s.a.v); ilk tayin edilen kadıya şöyle sual tevdi eder:
“-Ya Ebu Musa el-Eşariye, gittiğin yerde nasıl hükmedeceksin?
Bu soru karşısında şu cevabı verir:
—Kur’ana göre, Ya Rasulullah!
Peygamberimiz tekrar sorar:
—Ya o hüküm Kur’an’da yoksa
Ebu Musa el Eşariye:
—Hadise göre hükmederim.
Fahri Kâinat Efendimiz(s.a.v):
—Ya hadiste yoksa
Ebu Musa El Eşari (r.anh):
—Örfe göre hükmederim der.
Habib-i Hüda (s.a.v):
—Ya örfte yoksa
Ebu Musa el Eşari (r.anh) en nihayetinde şu cevabı verir:
— O zaman içtihat ederim.”
Görülüyor ki, Peygamberimizle karşılıklı konuşulan beyanlardan, örfün ilahi hükümlerden sonra en güçlü hüküm kaynağı olduğunu anlıyoruz. Ancak burada şu gerçeği unutmamak gerekir ki, her şeyden önce örf’ün vahye ve sünnete ters düşmemesi ve İslam’a paralellik arz etmesi gerekir.
İslam’da hüküm sırası; Kura’n, sünnet, icmai ümmet, kıyası fukaha ve örf vs.dir. İşte hüküm sıralamasında yerini bulan örf’ü hiçe saymak toplumu rencide edebileceği gibi yapısını da bozar. Örfe müdahalede bulunmak çok kere derin yaralar açacağı muhakkak. Dayatmayla, emirle şiddetle örf’ü değiştirmeye kalkışmak, hem tarihi hem de sosyolojik olguya ters bir durum meydana getirecektir.
Osmanlı’ya renk veren hanedanlığın yanı sıra yeniçeri ocağı, sipahisi, tekkeleri, medreseleri, alayları, fetih ve ananeleri vs. idi. Bütün bu teşkilatlar feshedilince Devleti Aliye’nin hanedanı sürgün edildi. Osmanlı’nın neyi var neyi yok hepsi ilga edilince Avrupalılaşacağımızı sandık. Fakat hala gelinen noktada çağdaşlaşma sürecimiz tamamlanmış sayılmaz. Üstelik Avrupa Birliğine tam üye olmak için uğraştığımız şu günlerde bile Osmanlı’ya karşı düşmanlık, kin ve nefret sona ermişte değil. Devleti Aliye’nin örf ve kanunlarından eser kalmadığı halde, geri kalmışlığımızın vebalini Osmanlıya bağlama sendromu, birtakım mihrakların başarısızlıklarını örtbas etmek için kullanılan bir metot olarak karşımıza çıkmaktadır. Cumhuriyet dönemimizde kapitülasyon yok, tekke yok, medrese yok, şu yok, bu yok, o halde bu suçlama neyin nesi? Osmanlı ile ne alıp verecekleri var doğrusu anlamış değiliz.
Boşa nefes tüketiyorlar, oysa hiç endişeye gerek yok. Zaten hiç kimse de geriye dönelim demiyor ki. O halde bu tarih düşmanlığı da neyin nesi? Bizi şimdiye kadar yönetenler ülke insanına ne verdiler de geçmişi eleştiri hakkını kendilerinde görebiliyorlar, doğrusu anlamış değiliz. Yine de malum çevrelere şu soruyu sormakta fayda var; koltuklarınızı sağlamlaştırmaktan başka bir gayretleriniz oldu mu acaba?
Örfsüz toplum düşünülemez. Her toplumun mayasında tarih kökleri ile iç içe örf adetleri vardır. Çağdaşlık adına örfü inkâr etmeye kalkışmak toplum gerçekleriyle bağdaşmayacağı apaçık. Eğer yaşadığımız toplumu kabul ediyorsak örfü de kabul etmeliyiz. Nitekim toplumun temel dinamosu örftür.
Şair; ‘Kökü mazide olan atiyiz’ derken bize örfün aynı zamanda geleceğe de ışık saçacağını hatırlatmaktadır. Köksüz medeniyet olamayacağı gibi örfünden ilham almayan kanun da söz konusu olamaz. Bir an örfünü hiç sayan kanun varsaysak bile bu kanunun uzun müddet yürürlükte devam etmesi mümkün değildir. Çünkü örf kanunların ruhudur. Nasıl ki maneviyatsız toplum çökmeye mahkûmsa, örfsüz kanunda hiçbir mana ifade etmeyeceği apaçık ortada.
O halde gerek toplum olarak gerekse devlet örf ve adetlerin yaşatılmasında seferber olmalı. Örfümüzle çağlara kanatlanmalı. Nizamı âlem ülküsünün ruhu aynı zamanda örfe dayanır. Tuğlarımız örfün muştularıdır çünkü.
Vesselam.