KUL-DEVŞİRME SİSTEMİ

KUL-DEVŞİRME SİSTEMİ
ALPEREN GÜRBÜZER

Devşirme bir şeyi nizama sokmak, tanzim etmek ve derlemek anlamına gelip Osmanlı açısından da bir nevi Nizam-ı Âlem harekâtıdır.
XX. yüzyıl tarihçilerimiz çoğu kez devşirme-kul sistemini önyargılı değerlendirerek Osmanlının yıkılış gerekçesini buna bağlarlar. Maalesef kâh yerme, kâh yüceltme diyebileceğimiz yaklaşımımız söz konusu bu konuda. Galiba birilerini yüceltmek veya tam tersi yerin dibine batırmak kolayımıza geliyor. Tarihi hadiselerin arkasındaki sebep-netice ilişkisi çerçevesinde inceleyen araştırmacılarımız yok denecek kadar az sanki.
Aslında kul sistemi ve devşirmelere hususunda menfi beyanlar, yirminci asrın başlarında olanca hızıyla devam eden ırkçılık rüzgârlarının esmesinin etkisiyle ortaya çıkmıştır. Irkçılık cereyanların tesiri ister istemez kul sistemine olumsuz bakmayı doğurmuştur. Bu mevzuda ilmi verilerden ziyade hissiyat ağırlıklı ilkeler rol oynamıştır. Oysa Osmanlı hâkimiyeti altındaki gayri Müslim erkek çocuklarının Nizam-ı Âlem iksiri çerçevesiyle yetiştirilip topluma kazandırılmasını anlayabilmeliydik.
İmparatorluğun zayıflaması ve düşüşe geçmesinin sebeplerini araştırmaya koyulurken içinde bulunulan şartların tesiriyle hemencecik günah keçisi olarak dönme ve devşirmeler bulu verilmiş. Üstelik bütün kabahat kul sistemine bağlanmıştır. Hatta yazılarına çok kıymet verdiğimiz Fuat Köprülü, İsmail Hamdi Danişment, Ziya Gökalp ve Nihal Atsız gibi tarihçilerimiz bile fikri atmosferin etkisi altında kalarak devşirme sistemini eleştirmişlerdir.
Aydınlarımızın ortak noktası; kul sisteminin Osmanlıyı çöküşe götüren tek yegâne amil olduğu hususunda birleşmeleridir. Dahası bu sistemin içinde yetişenlerin ihanetleri sonucu Türklük için menfi etki yaparak devleti uçuruma götürülmesi tarzında kanaat belirtmişlerdir. İşi daha da ileri boyutlara götürüp, damarlarda dolaşan devşirme kanların gen yoluyla nesilden nesile aktarıldığından yola çıkarak biyolojik kriterlerin bile çöküşte etken olduğunu beyan etmişlerdir. Ne yazık ki bugünde gelinen nokta itibariyle her şeyi etnik kökene bağlamak kronik hastalığımız olmuş artık.
Kul sistemi iyi analiz edildiğinde devşirme dediğimiz insanlar, tıpkı Osmanlı gibi davranıyorlar, Türkçe konuşuyor, Türk gibi düşünüyor ve Türk gibi faaliyet gösterdikleri görülecektir. Elbette aralarında birkaç sinsi kılığa girmiş rolde olanlar olabilir. Fakat bu durum genel kaide gibi değerlendirilemez. Kesin kes devşirmelerin bulundukları dönemlerde Boşnaklık, Sırplık, Hırvatlık vs. adına örgütlendikleri veya faaliyet gösterdikleri söylenemez. Osmanlı yükselişteki ruhunu kaybetmesiyle birlikte bütün kurumlarda dejenerasyona uğramış, buna paralel olarak ister istemez kul sistemi de bu tahribattan nasibini alması tabiidir. Bir düşmeye gör, düşüşle birlikte bütün sistemin çatırdamaya başlayacağı apaçık bir gerçek.
Dikkat edin, dönme ve devşirmelerle ilgili önyargılı yaklaşımlar Fransız ihtilali müteakip gelişen menfi milliyetçi akımların bütün dünyayı etkisi altına almasıyla ortaya çıkmıştır. Emperyalizmin boy vermesiyle Türkçülük cereyanı da Osmanlı içinde yeni bir akım olarak doğmuştu. Haliyle bu cereyanın yayın politikasına dayalı söylemleri ırk ve etnik verilere göre olacaktır. Dolayısıyla bu görüşü teyit etmek için tarihi olaylar etnik noktayı nazardan yorumlanmaya çalışılmıştır. Öyle ki, devşirme menşeli vezirler hainlikle ihanetle suçlanabilmişlerde.
Sokulu Mehmet Paşa gibi dönme vezirler mesnetsiz suçlamalara muhatap kalmıştır. Gedik Ahmet Paşa, Köprülüler gibi dönme vezirler kul sistemi içinde yetişmiş, ama Türk gibi davranmışlardır. Sırf etnik kimliğe dayanarak, cinsiyetin ön plana alarak hainlikle suçlamak objektif tarih anlayışıyla asla bağdaşamaz. İçlerinde alçak, pısırık ve değersiz insanlar olabilir, ama bu genele şamil olmamalıydı. Ajan kışkırtıcı görme eğiliminde bulunmak her nedense kolayımıza geliyor hep. Önemli olan tarihi hadiselere sebep-netice çerçevesinde bakabilmek ve ortaya objektif veriler koyabilmektir. Zira objektif değerlendirme çaba ister, emek ve yorgunluk ister. İşte bu yüzden tarihçilerimizin bir kısmı daha çok kolayına gelen ucuz tarihçilik yolu deniyorlar.
Günümüzde nasıl ki her aile evladını en iyi okullarda okutmak, aynı zamanda Avrupa da öğrenim görmesini arzu edip her türlü imkânlarını seferber ediyorsa, tıpkı o dönemde de batı insanı bizim medeniyetimizi o muhteşem cazibesine hayran kalarak klasik dönemlerimizin üniversite hükmünde olan saraylarımıza girmek için can atıyorlardı. Çünkü saraylarımızı sarayın ötesinde en iyi üniversite misyonu içeriyordu. Böylece bu durum batılının iştihasını kabartıyordu. Şunu da unutmamak gerekir ki üniversite diyebileceğimiz saraylarda kul sisteminin getirmiş olduğu imkânların neticesinde mezun olanlar subaşı, sancak beyi ve beylerbeyi vs. gibi görevlere gelebiliyordu. İşte bu sistem sayesinde cihangir imparatorluğun doruğuna ulaşıldı. Eğer böyle bir sistem olmasaydı farklı inanç ve etnik kökenli insanları bir arada tutmak mümkün olabilir miydi?
Devlet-i Aliye, kim ne derse desin uzun seneler kökeni ne olursa olsun, bu geniş coğrafyada bir arada nasıl yaşanabileceğinin formülünü kul ve devşirme sistemiyle çözüme kavuşturmuştur.
XX. asrın başlarında nükseden ırkçılık cereyanlarının etkisiyle pek kıymetli diyebileceğimiz tarihçilerimiz bile kul sistemine önyargılı yaklaşmışlardır. Fakat o zemin ve atmosferden kaynaklanan değerlendirmeler olması itibarı ile yine de söz konusu o tarihçilerimizin tüm eserlerine gölge düşürmez. Çünkü yanılan sadece çarpık tarih anlayışı olmamış, daha birçok aydınlar yanılmış, nerdeyse bütün insanlık kafa karışıklığı yaşamıştır. Sular durulduktan sonra er geç gerçek kriterler su yüzüne çıkacaktır elbet. Sonunda kazanan objektif tarih ve insanlığın sağduyusu olacaktır.
Kul sistemi, kültürümüzün bileşkesi olup, bir arada yaşamanın kuralıdır. Kesretten vahdete giden yolun anahtarıdır. Çokluk içinde birlikte yaşamayı kaide haline getirmiş bir Osmanlı dehası tüm cazibesiyle önümüze seriliyor çünkü. Zaman içerisinde devşirme sisteminin Devlet-i Aliye’nin gücünün bir gereği olduğu ortaya çıkıyor da.
Bu sistem bir zaaf değil, bilakis gücümüzün göstergesidir. Kul tarifesi kölelerden müteşekkil olup cemiyette şuurlu insan kazandırmanın bir yöntemidir. Kaldı ki hür insanı bu sistemle eğitmek köle insana nazaran daha zordur. Kölelerin Türk’e zıt oldukları için değil, aksine bilinç sahibi olmalarını sağlamak içindir. Nitekim Mimar Sinan gibi niceleri bu kul taifesinden çıkmıştır.
Kul-devşirme sisteminden sanatkâr, deha, hatta sadrazam çıkmasının yanı sıra cemiyete yararlı mezunlar vermesi başlı başına bir medeniyettir. Moltke; ‘Türkler kölelikte dahi Garbın idrakinden çok daha ileri düzeydedir’ beyan buyurarak abd olmadan efendi olunamayacağına işaret etmiştir. Ki; Osmanlı’da padişahlar bile sübjektif açıdan köledirler. Hakeza ‘Gururlanma padişahım senden büyük Allah var’ sözlerine muhatap kalmanın esprisiyle padişahlarda Allah’ın kölesidirler. Onun için derler ki; Abd olmadan efendi olunamaz diye.
İslamiyet; ‘Kölelerinize yediklerinizden yedirin, giydiklerinizden giydiriniz demiş ve bir günah işlerseniz günahınıza kefaret için köle azad ediniz’ mealinde hükümler ortaya koymuştur. İslam’ın ışığında Devleti Aliye uygulamaları toplumun en aşağı tabakasında bulunması gereken köle, kul sistemi sayesinde en yukarı mevkilere kadar yükselebilmişlerdir. İşte, eğitimde fırsat ve imkân eşitliği, hak ve adalet buna derler. Mısırlı Ali Paşa kul sistemiyle sadrazam, Abaza olan Koca Hüsrev Paşanın yetiştirdiği otuz üç köle ise paşa olmuşlar. Hatta bunların sekizi müşavirliğe yükselmiş ve bu buna benzer daha niceleri örnek verilebilir de.
Klasik dönemin ürettiği kul sitemi günümüzün son derece iyi bir eğitim verildiği kolejler hükmündedir. O devrin şartlarında dünyanın en önde cazibe merkezi olduğu muhakkak. Bir kısım Türk aydını Osmanlının yıkılış sebeplerini veya bütün kabahati dönme ve devşirmelere yüklerken bir kez daha düşünmelerinde fayda var.
Köleliğin menşei çok eskilere dayanır. Savaşlarda ele geçen esirler İsrail oğulları tarafından işkenceyle öldürülmeye maruz kalırlardı. Yine Mısırlılar da köleyi maddi servetlerini artırmakta vasıta olarak kullanırlardı. Hakeza İran’da toprak sahipleri halkı köle gibi görürlerdi. Yunanlılarda ise sadece köleler değil filozoflar bile insanlık dışı zulümlere duçar oluyorlardı. Nasıl mı? İşte Aristo köleyi; “Köle, ruhlu bir alet, canlı bir eşya” olarak niteleyerek Yunanın köleye bakışını ortaya koymuştur. Gerek Yunan ve gerekse Roma’da kölelik sistemi çok katı ve son derece acımasız şekilde yürütülüyordu. Dahası Tarihi Yunanda sadece savaştan elde edilen esirlerden kurulu kölelik sistemiyle yetinmeyip ayrıca sahil memleketlere baskınlar yaparak sömürgeye dayalı köle elde etme ağı da söz konusudur. Kelimenin tam anlamıyla Yunan ve Roma’da kölenin hukuku yoktu. Hz. İsa (a.s)’dan sonra batıda öldürülünceye kadar işkenceye maruz kalan köleliğin yanı sıra esir pazarında alınıp satılan, aynı zamanda bir çeşit köle alışverişine dayalı bir sistem vardı.
Peki ya Türklerde? Zaten Türkler İslamiyet’le tanışmadan önce göçer-konar yapısının gereği kölelik mekanizması görülmez.
Araplarda kabileler arası savaşlarda ele geçen esirler erkek ise köle, kadınsa cariye adı altında en feci işlerde çalıştırılıyordu. İşte bu noktada köleliğin bütün toplumun katmanlarına işlenmiş hali İslamiyet’in bir güneş misali insanlığın üzerine doğmasıyla birlikte yüreklere su serpip insanlığın rahat nefes almasına can simidi gibi kurtarmaya yeter bile. Çünkü İslamiyet savaşın dışında herhangi bir insanı alıkoyma, kullanma, satmaya ve satın almaya dayalı sistemi yasaklar. Üstelik savaştan elde edilen esirler eğer Müslümanlığı kabul ederse hem cizye alınmaz, hem de köle muamelesi yapılmazdı, sadece köle olarak kalırdı. Nitekim Müslümanlığı kabul etmeyenler cizye ödemeye mecbur tutulur, ödeme durumu olmayanlar ise köle yapılırlardı. Hatta savaştan önce kelime-i tevhidi ikrar eden köleyi sultana eşit kılan tek din İslamiyet’tir.
Anlaşılan batıda kölenin hukuku söz konusu değildir. İslamiyet ise kucağında bulduğu toplumların ruhuna işlemiş olan kul sistemini ıslah ederek kölelere de hukuk tayin etmiştir. Ölene kadar köle kalma fiilinin aksine onlara hürriyetlerine kavuşma imkânları da sundu dinimiz. Ayrıca İslamiyet köle sahiplerine yediklerinizden, giydiklerinizden, içtiklerinizden veriniz hükmünün yanı sıra eğitim ve öğretim imkânlarının aynısını kölelerinde yararlanmasını getiren bir dizi kuralları da mecbur tuttu. Bu yüzden Rasulullah (s.a.v); “Kölelere karşı iyi davranmak bereket, kötülük yapmak ise şeamettir” sözlerine ilave olarak; “Emriniz altında bulunanlara kötü davranan Cennete giremez” beyan buyurdular. İslam dini cihan sathına yayıldıkça zaman içerisinde daha ileri aşamayı da ortaya koyup hiçbir karşılıklı menfaat beklemeden Allah için köle azad etmeye teşvik etmiştir. Zira Rasulüllah (s.a.v) kölesi Zeyd bin Harise’yi azad etmiştir. Sahabede aynı yolu izlemiştir zaten.
İslam tarihinde mevalinin (azatlıların) birçoğunun ilim sahibi, kumandan ve yönetici (devlet adamı) pozisyonuna geldiği gerçeği batı ile aramızdaki farkı ortaya koymaktadır. İslami kültürümüz köle yapmaya değil, bizatihi köleyi hürriyetine (azad etmeye) kavuşturmaya, mevki ve ilim sahibi yapmaya motive etmektedir. Ne Amerikanın siyahîlere yaptığı zulüm, ne İngiltere’nin köle ticareti, ne de Fransa’nın 1685 tarihli ayrımcı siyahî kanunu gerek Hulafai Raşidin, gerek Selçuklu, gerekse Osmanlıda görmek mümkün değildir.
Velhasıl; İslamiyet tek evrensel hakikatler kaynağıdır. Bu böyle biline.
Vesselam.