RAHMET KAPISI MI, FİTNE KAPISI MI?

RAHMET KAPISI MI, FİTNE KAPISI MI?
ALPEREN GÜRBÜZER

İbn-i Abbas (r.a) Kur’an-ı Kerimi tefsir eden ilk sahabedir. Bu yüzden ona müfessirlerin piri denmiştir. O Kuran’ın mana ve ruhuna uygun olarak nüzul sebeplerini ortaya koyup Resulullah'ın (s.a.v) işaret ettiği usuller ve beyan buyurduğu hadisler ışığında ayetleri açıklamanın yolunu göstermiştir.
İşte İbn-i Abbas'ın (r.a) açtığı meşaleden hareketle Beyzavi, Celaleyn, Medarik ve Ebussuud gibi âlimler Kur’an’ı her devir insanın idrak edebileceği tefsir ilmine adamışlardır. Böylece gelecek kuşaklara tefsir konusunda rehberlik etmişlerdir.
İslam dünyasında sadece tefsir çalışmaları mı var? Elbette ki hayır, tefsir âlimlerinin yanı sıra birbirinden değerli hadis âlimleri de yetişmiş, hatta yazdıkları hadis kitapları Müslümanların başvuracağı baş kaynak olmuştur. Derken zaman içerisinde Buhari, İbn-i Mace, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesei’ye ait hadis kitaplar Kütüb-i Sitte (Altı kitap) adında birleştirilip şaheser hadis külliyatı ortaya çıkmıştır.
Anlaşılan İslam’ın temel kaynaklarına sıkı sıkıya sarıldıkça her devirde sahne alan Müslümanların baş belası fitne odaklarının oyuncağı olmaktan kurtulmak mümkün hale gelebilecektir. O halde yapılacak olan tek şey Edille-i Şeri'yye’ye sıkı bir şekilde bağlı kalmak olmalıdır.
Gerçek şu ki; ehlisünnet âlimlerinin çalışmaları sonucu ortaya konan tefsir ve hadis külliyatların her biri yolumuzu aydınlatan fenerlerdir. Hakeza Kur’an ve hadisleri yorumlama usul ve farklılığından ötürü (içtihat farklarından) doğan mezheplerin ortaya koyduğu fıkhı külliyatlarda öyledir. Hiç şüphesiz Rasulüllah'ın (s.a.v); ‘İçtihat ediniz’ fermanı bu yolu açmıştır. Çünkü mezhep zehap kökünden gelip, sanıldığın aksine ayrılık değil, fikri açılım okullarıdır. Öyle ki; İslam âlimleri içtihatta bulunurken Kur’an’ın zahiri manası için bile kılı kırka yaracak tarzda titiz davranmışlardır. Onlar böyle yaparken maalesef günümüzde kendine âlim süsü veren birtakım aklı evveller de ayetleri derinlemesine incelemeden günü birlik yorumlarla istediği gibi açıklama cesaretini sergileyebiliyorlar. Oysa Allah-u Teâlâ; “(Habibim), sana kitabı indiren O’dur. Onlardan bir kısım ayetler muhkemdir ki, bunlar kitabın anasıdır (temeli). Diğer bir kısmı da müteşabihlerdir. İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak ve teviline yeltenmek için, onun müteşabih olanına tabi olurlar. Hâlbuki O’nun tevilini Allah'tan başkası bilmez. İlimde yüksek gayeye erenler ise ‘Biz ona inandık. Hepsi Rabbimiz katındadır’ derler. Bunları salim akıllılardan başkası iyice düşünemez” (Al-i İmran–7) beyan buyurmaktadır. Demek ki; ayeti celileler açıklanması kolay ve açıklanması zor olarak vahiy edilmiş. Kaldı ki Kur’an’ın en kolay açıklanabilir ayetleri için bile İslam âlimleri derinlemesine zihin fırtınası yapıp, gerekli araştırmaları tamamladıktan sonra ancak nihai içtihatlarını ortaya koymuşlardır. Bakın Caferi Sadık Hz.leri Kur’anı Kerimde geçen ayetleri anlama da dört önemli hususun varlığına işaret etmiş ve bu unsurları:
—Kuran’ın ibarat manası (kelime anlamı),
—Kuran’ın işaret manası,
—Kuran’ın batını manası (iç manası),
—Kuran’ın hakaik manası (gerçek anlamı) diye tasnif etmiştir.
Yukarıda zikredilen tasniflemeden de anlaşıldığı üzere her insanın Kur’andan mana çıkarması bulunduğu konuma göre değişebiliyor. Zira ayetlerin kelime ve zahiri dış anlamı avam (halkın genel seviyesi) içindir, ayetlerin neyi işaret ettiği zahiri âlimlere yöneliktir, iç manası evliyalar (ilmi ile amil olmuş âlimler) içindir, hakaik manası ise Peygamberimize mahsustur. Elbette ki Kur'an-ı Kerimin mana ve ruhuna yakınlık bakımdan birinci kaynak Rasulüllah (s.a.v)’dir. Bu yüzden O'nun tartışmasız yeri Makam-ı Mahmut olup, beşeriyetten hiç kimse bu makama ulaşamaz. Maazallah bu makamın davasını gütmek bile küfürdür. O halde Peygambersiz İslamiyet çerçevesi oluşturmaya çalışıp kendilerini kurtarıcı olarak lanse eden birtakım mihraklara fırsat vermemek gerekir. Biz biliyoruz ki asıl kurtarılmaya muhtaç kendileridir.
Bakın İsmail Çetin merak edip Gavs-ı Bilvanisi'ye Kur'anın mana ve ruhuna yönelik (k.s) sual eylediğinde verdiği cevap çok müthiş. Şöyle ki; Gavs-ı Bilvanisi (k.s) cevaben:
“ —Allah’ın ve Rasulallah’ın kelamı çok derin, dipsiz bir bahri amiktir. Onda yüzmek havası ümmete, müçtehitlere, kümeli evliyaya mahsustur. Bazı ayet ve hadis insanın kalıbına, bazısı ruhuna, bazısı sırrına, bazısı da hepsine ait olur. Şeriat ahkâmında, nefse müteallik olana tarikat, kalbe yönelmiş olana hal, ruha yönelmiş olana marifet, sırra yönelmiş olana hakikat yahut hakiki tevhit isim veriliyor. Bunları birbirinden tefrik etmek müşküldür. Hangi zat hangi ayet ve hadisle ne gibi şartlarla muvaffak oldu ise bu hususta o tedavi etme usulünü ona nispet ederiz. Eğer biz aklımızla bunları açıklar isek hukuklarına tecavüz etmiş oluruz. Ayrıca Allah ve Resulünden kalpten kalbe intikal eden ilimler vardır. Ancak mücaz olan şeyhi mercu onu bilir. Bazıları henüz daha gizli gitmekte, bazıları söylenilmiştir. İşte söylenmiş olan kısmı söyleyene isnat etmek yine ayet ve hadise isnat gibidir. Hadiste isnat ne kadar kısa olsa o kadar kuvvetlidir. Bu ilimde ise isnat ne kadar uzun olsa o kadar faydalıdır” diye beyan buyurmuştur (Edeple Varış Lütufla Dönüş, S:18 1982, Isparta).
Ehlisünnet çizgisinden sapmış firka-i dalle (sapık gruplar) her devrin fitne kapılarıdır. Ehlisünnet gibi ana cadde dururken sapık yollara tevessül etmek hangi akla hizmet, doğrusu anlamak mümkün değil. Kaldı ki Allah-ü Teâlâ; Dinlerini bölük bölük edip fırka fırka olanlarla senin hiçbir alakan yoktur (El-Enam/159) beyanıyla fırkalara ayrılmayı yasaklamış ta. Zaten fırka sözcüğünün kelime anlamı parti, gruplaşmak, ayrılmak ve kısım kısım olmaktır. Ki; İslam'da asla tasvip görmez. Bir kere fırka tabirinin sözlük anlamı bile ta baştan ayrılık ve fitne doğurmaya yetiyor. Fakat mezhep öyle değil. Mezhebin sözlük anlamına baktığımızda yol, feri, içtihat farkları demek olup, bilgi üretimini teşvik ediyor. Kelimenin tam anlamıyla ehlisünnet çizgisini şiar edinmiş mezhepler yolumuzu aydınlatan rahmet fenerleri olurken, sapkın fırkalarda (firka-i dalle) ana caddede ilerleyen Müslümanları uçuruma sürüklemek için adeta fitne tohumu serpme rolü üstlenmişlerdir.
Rahmet ve fitne kapısı İslam âleminin her döneminde var olan zıt kutuplu kapılardır. Biri aydınlığa aralanan kapı olurken, diğeri ışığa kapalı kilit misyonu üstlenmiştir. Neyse ki İmam-ı Azam, İmam-ı Şafiî, İmam-ı Hanbelî, İmam-ı Malik, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani, Şah-ı Nakşibendî, Abdülkadir Geylani ve Bediüzzaman Said Nursi Hz.leri gibi ehlisünnet âlimlerinin yollarını yol bilenler kendilerini tuzağa düşmekten kurtarabiliyor. Bu arada İbn-i Müseylemet-ül Kezzab gibi yalancı peygamberler, Hasan Sabbah ve İbn-i Sebe gibi fitne elebaşılarının kucağına düşenler de helak olmuşlardır. Maalesef bugünde değişik rollere bürünmüş Hasan Sabbah türü sözde kurtarıcılar etrafında toplayabildikleri kişileri efsunlayıp devr aldıkları fitne misyonunu devam ettirmektedirler. Öyle ki, bu sapkın önderlerin bir kısmı namazların vakitlerini sayısını çok bulup güya kendince âlimlik taslar, kimi zekât, hac ve oruç gibi temel konularda ahkâm yürütür, kimi ezan ve Kuran’ın dili ile uğraşır, kimi İslam’ın itikadı konularına el atıp fıkhı kaideleri görmezlikten gelir, kimi kendini mealci diye takdim ederek ten Kur’an’dan başka kaynak tanımadıklarını seslendirip kendi kafalarına göre meal yapmaya kalkışırlar. Kimi mezhepsizlikten dem vurur, kimileri de tasavvuf ile şeriat arasında sanki ayrılık gayrilik varmış gibi bir bardak suda fırtına estirip habire kafa bulandırmakla meşgullerdir. Derken bütün bunlar İslam âleminin kıyasıya tartıştığı ayrılığı körükleyen yumuşak karnımız olur.
Şöyle bir geçmişe göz attığımızda İmamı Gazali'nin kendi döneminde vuku bulan bir takım felsefi akımların saçtığı fitne hareketlerine karşı mücadele verdiğini görürüz. Nitekim o, her türlü bidatin içimize sızmamasına büyük ölçüde engel olmuştur. Hakeza İmamı Rabbani'de (k.s) tarikat ve şeriat ikiliği doğurmak isteyenlere karşı şeriat ve tarikatın birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini, bir bütün olduğunu vurgulayıp, ümmetin birlik ve dirlik içerisinde yaşaması için hizmette bulunmuştur. Anlaşılan ehlisünnet âlimleri kendi yaşadığı dönemlerde ehl-i sünnet dışı bidat tohumlarını içimize atma girişimlerine fırsat vermedikleri gibi Ümmet-i Muhammed’i her türlü fitneye karşı korumayı da bilmişlerdir. Ya Fitne odaklarının elebaşları ne yaptı derseniz, onlarda malum ümmetin önünde haramilik görevi ifa etmişlerdir. Kelimenin tam anlamıyla ilmi ile amil olmuş âlimler, evliyalar ve müçtehitler vasıtasıyla fitne odaklarının hevesi boşa çıkmıştır. Nasıl boşa çıkmasın ki, onlar Resulü Ekrem’in varisi hükmünde âlimler olup sonsuzluğa uzanan yolda kılavuzlarımızdır. Tabiî ki her şey süt liman değil, bu arada ışığı karartmak isteyenler de çıkacaktır. Nitekim dün İbn-i Sebe, Hasan Sabbah gibi ışığı kapatan fitne önderleri vardı, bugün de türevleri var. Demek ki birileri yıkacak, birileri de inşa edecek, belli ki kaderi ilahiye zıtlıklar üzerine kurulmuş.
Malum peygamberler Allah'ın elçisidirler. Madem öyle hiç bir halife, hiç bir imam vahiyle özel görevlendirilemez. Peki, ikide bir “Bana vahiy geliyor” iddiasında bulunanlara ne demeli. Üstelik bu iddia sahipleri ilham da demeyip ısrarla vahiyden söz etmeleri akıl tutulmasının ötesinde deliliği de aşan bir durumdur. Belli ki fitneye yelken açanlar her devirde bir türlü iflah olmayacaklardır. Hâlbuki bütün vahyolunan ayetler Kuran’da cem olmuş (toplanmıştır), daha bunun ötesi ne olabilir ki.
Maalesef tarihte Harici ve Şia hareketlerinin İslam dünyası üzerinde oluşturdukları o sancılı dönemin ardından içten çökertici sürecin bir benzerini coğrafyamıza bulaştırmak isteyenler var. Malum Şia akımı; Peygamberden sonra halifelik hakkının Hz. Ali’ye ait olduğu davasını güder hep. Bunla da kalmayıp halifeliğin Hz. Ali'den (k.v) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e devr olunup, en nihayet Hz. Hüseyin’in soyundan on ikinci İmam Kaim Müntezar Mehdiye geçtiğini ileri sürerler. Hatta bundan öte İmam Kaim Müntezar o karışık dönem içerisinde (873 yılında) Samara’da mağaranın bir mahzeninde saklandığına inanırlar. Dolayısıyla Şiiler Mehdinin zuhuruna kadar şimdilik hilafeti Ayetullah ve Hüccetullah’ların üstlendiklerine kanidirler. Gerçekten de Şia dünyası kendilerini Ayetullah bildikleri mollalara adadıkları yetmezmiş gibi on ikinci İmam olarak nitelendirdikleri Kaim Müntezar Mehdi’nin ortaya çıkacağı günü beklemekteler. Şiiler kendilerini kurtaracak Mehdiyi bekleye dursunlar, bizim coğrafyamızda türemiş şimdiden kendini mehdi olarak ilan edenler bile var. Dahası bu işi daha da ileri götürüp Allah’tan kendilerine vahiy geldiğini söyleyenler de çıkabiliyor.
Şurası muhakkak, ne yaparlarsa yapsınlar her halükarda sahtelik su yüzüne çıkabiliyor. Hakiki âlimler, hakiki şeyhler, gerçek müminler olduğu müddetçe sahte şeyhler, sahte âlimler, münafıklar cirit atamayacaklardır. Çünkü güneş balçıkla sıvanamaz, bu böyle biline.
Vesselam.

FİTNE KATİLDEN BETERDİR
SELİM GÜRBÜZER
Hele fitne virüsü bir bünyeye girmeye dursun vücudu içten içe yer bitirir de.. Aynen öyle de ehl-i sünnet istikameti üzere yol alan ümmetin içine sızmış fitne guruhları içimize attıkları fitne tohumlarıyla sinsi sinsi bizi birbirimize düşürebiliyorlar. Maalesef bunu yaparken de kimi zaman ayetlerin mana ve ruhuyla oynayarak, kimi zaman hadiste neymiş diyerek, kimi zaman da hakiki âlimlerimizi itibarsızlaştırmak suretiyle yapmaktalar. İşte bu hazin durumdan dolayı Kur’an hükmünce ‘fitne katilden beterdir’ diyoruz.

Malumunuz İbn-i Abbas (r.a) Kur’an-ı Kerimi tefsir eden ilk sahabedir. Bu nedenle bu yüce sahabeye müfessirlerin piri denmesi yerinde bir taltiftir. Nitekim O, Kur’an’ın mana ve ruhuna uygun olarak ayetlerin nüzul sebeplerini ortaya koyup Resulullah (s.a.v)'in işaret buyurduğu usul ve beyanlar çerçevesinde müfessir pirimiz olmuştur. İşte İbn-i Abbas (r.a)'ın açtığı yoldan hareketle Beyzavi, Celaleyn, Medarik ve Ebussuud gibi âlimler Kur’an’ı her devir insanın idrak edebileceği tarzda tefsir ilmine adamışlardır. Böylece kendilerinden sonra gelen kuşaklara tefsir konusunda rehberlik etmişlerdir. Her ne kadar hadisi dışlayan mealciler geleceğimizi karatmaya çalışsalar da bu büyük müfessirlerin ortaya koyduğu eserler heveslerini kursaklarında bırakmaya yeter, hatta artar bile.

İslam dünyasında sadece tefsir sahasında eserler ortaya koyan âlimlerimiz mi söz konusu? Elbette ki tefsir âlimlerinin yanı sıra birbirinden değerli hadis ilminde kendini ispatlamış âlimlerimizde Müslümanların başvuru kaynağı olmuştur. Derken zaman içerisinde Buhari, İbn-i Mace, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesai gibi muhaddislerin yazdıkları hadis kitaplar sayesinde Kütüb-i Sitte (Altı kitap) adıyla birleştirilip şaheser diyebileceğimiz hadis külliyatı ortaya konmuştur. Böylece Muhammedisiz yol izleyenlerin hevesleri bir kez daha boşa çıkartılmıştır.

Madem öyle, İslam’ın temel kaynaklarına sıkı sıkıya sarılmak gerekir ki her devirde karşı karşıya kaldığımız baş belası fitne odaklarının oyunlarından kurtulmak mümkün olabilsin. Yeter ki Edille-i Şer’iyye caddesinde milim taviz verilmesin gerisi gelir elbet.

Gerçek şu ki; ehlisünnet âlimlerinin çalışmalarıyla ortaya konan tefsir ve hadis külliyatlarının her biri yolumuzu aydınlatan fenerler hükmündedir. Hakeza Kur’an ve hadisleri yorumlama farklılığından (ictihad farklarından) doğan mezheplerin ortaya koyduğu fıkhı külliyatlarda kayda değer eserledir. Hiç şüphesiz Rasulüllah (s.a.v)'in ‘İctihad ediniz’ fermanı bu yolu açmıştır. Çünkü mezhep zehap kökünden gelip sanıldığın aksine ayrılık değil, fikri açılım okullarıdır. Öyle ki; İslam âlimleri ictihad da bulunurken Kur’an’ın zahiri manası için bile kılı kırk yaracak derecede titiz davranmışlardır. İşte onlar böyle bir çaba içerisinde fikri açılımı gerçekleştirirken maalesef günümüzde kendine bilgelik süsü veren birtakım aklı evveller de ayetleri derinlemesine incelemeden günü birlik yorumlarla aklına estiği şekilde açıklama cüreti sergilemekteler. Oysa Allah Teâlâ “(Habibim) sana kitabı indiren O’dur. Onlardan bir kısım ayetler muhkemdir ki, bunlar kitabın anasıdır (temeli). Diğer bir kısmı da müteşabihlerdir. İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak ve teviline yeltenmek için, onun müteşabih olanına tabi olurlar. Hâlbuki O’nun tevilini Allah'tan başkası bilmez. İlimde yüksek gayeye erenler ise ‘Biz ona inandık. Hepsi Rabbimiz katındadır’ derler. Bunları salim akıllılardan başkası iyice düşünemez” (Al-i İmran–7) beyan buyurmaktadır. Anlaşılan o ki; ayet-i celileler açıklanması kolay ve açıklanması zor olarak vahiy edilmiş. Üstelik Kur’an’ın en kolay açıklanabilir ayetleri için bile İslam âlimleri derinlemesine zihin fırtınası yapıp, gerekli araştırmaları tamamladıktan sonra ancak nihai ictihadlarını ortaya koyabilmekteler. Bakın, Caferi Sadık Hz.leri Kur’an’ı Kerimde geçen ayetleri anlama da dört önemli hususun varlığına işaret edip bu unsurları:

-Kuran’ın ibarat manası (kelime anlamı),

-Kuran’ın işaret manası,

-Kuran’ın batını manası (iç manası),

-Kuran’ın hakaiki manası (gerçek anlamı) diye tasnif etmiştir.

İşte yukarıda zikredilen tasniflemeden de anlaşıldığı üzere her insanın Kur’an’dan mana çıkarma cehdi bulunduğu konuma göre değişebiliyor. Zira ayetlerin zahiri, yani dış anlamı avam (halkın genel seviyesi) içindir, ayetlerin neye işaret ettiği zahiri âlimlere yöneliktir, iç manası evliyalar (ilmi ile amil olmuş âlimler) içindir, hakaiki manası ise Peygamberimize has bir melekedir. Elbette ki Kur'an-ı Kerimin mana ve ruhuna yakınlık bakımdan birinci kaynak Resulüllah (s.a.v)’dir. Bu nedenle O'nun tartışmasız yeri Makam-ı Mahmud olup, beşeriyetten hiç kimse bu makama göz dikip davasını güdemez. Maazallah bu makamın davasını gütmek küfürdür. O halde Peygambersiz İslam çerçevesi oluşturmaya çalışıp da kendilerini kurtarıcı olarak lanse eden birtakım mihraklara fırsat vermemek gerekir. Şu iyi bilinsin ki asıl kurtarılmaya muhtaç kendileridir.

Bakınız İsmail Çetin Kur'an’ın mana ve ruhuna yönelik Seyyid Abdulhakim el Hüseyni Gavs-ı Bilvanisi (k.s)'e sual eylediğinde aldığı cevap çok manidardır: Ve o zat şöyle der:

“-Allah ve Resulünün kelamı çok derin, dipsiz bir bahri amiktir. Onda yüzmek havası ümmete, müçtehitlere, kümeli evliyaya mahsustur. Bazı ayet ve hadis insanın kalıbına, bazısı ruhuna, bazısı sırrına, bazısı da hepsine ait olur. Şeriat ahkâmında, nefse müteallik olana tarikat, kalbe yönelmiş olana hal, ruha yönelmiş olana marifet, sırra yönelmiş olana hakikat yahut hakiki tevhid ismi verilir. Bunları birbirinden tefrik etmek müşküldür. Hangi zat hangi ayet ve hadisle ne gibi şartlarla muvaffak oldu ise bu hususta o tedavi etme usulünü ona nisbet ederiz. Eğer biz aklımızla bunları açıklar isek hukuklarına tecavüz etmiş oluruz. Ayrıca Allah ve Resulünden kalpten kalbe intikal eden ilimler vardır. Ancak mücaz olan şeyhi mercu onu bilir. Bazıları henüz daha gizli gitmekte, bazıları söylenilmiştir. İşte söylenmiş olan kısmı söyleyene isnad etmek yine ayet ve hadise isnad gibidir. Hadiste isnad ne kadar kısa olsa o kadar kuvvetlidir. Bu ilimde ise isnad ne kadar uzun olsa o kadar faydalıdır” (Edeple Varış Lütufla Dönüş, S:18 1982, Isparta).

Evet, Ehlisünnet çizgisinden sapmış fırka-ı dâlle (sapık gruplar) güruhu her devirde karşımıza fitne kapısı olarak çıkmışlardır. Ehlisünnet çizgisi gibi bir ana cadde dururken sapık yollara tevessül etmek hangi akla hizmet etmek doğrusu anlamak mümkün değil. Kaldı ki Allah Teâlâ “Dinlerini bölük bölük edip fırka fırka olanlarla senin hiçbir alakan yoktur” (El-Enam/159) beyanıyla fırkalara ayrılmayı men etmiştir. Zaten fırka sözcüğünün kelime anlamı parti, gruplaşmak, ayrılmak ve bölük pörçük olmaktır. Ki; İslam'da asla ayrılık ve gayriliğe yer yoktur. Düşünsenize fırka tabirinin sözlük anlamı bile başlı başına ayrılık ve fitne doğurmaya yetiyor. Fakat mezhep öyle değil. Mezhebin sözlük anlamına baktığımızda yol, feri, ictihad farkları demek olup, bilgi üretimini teşvik ediyor. Kelimenin tam anlamıyla ehlisünnet çizgisini şiar edinmiş mezhepler yolumuzu aydınlatıcı ışık fenerleri olurken, sapkın fırkalarda (firka-ı dâlle) sıratı müstakim üzere ana caddede ilerleyen Müslümanları uçuruma sürükleyici fitne tohumu serpme rolü üstlenmişlerdir.

Rahmet ve fitne kapısı İslam âleminin her döneminde var olan birbirinin zıt kutuplu kapılarıdır. Biri aydınlığa yelken açan kapı olurken, diğeri karanlığa sürükleyen gayya çukuru olmaktadır. Neyse ki İmam-ı Azam, İmam-ı Şafiî, İmam-ı Hanbelî, İmam-ı Malik, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbânî, Şah-ı Nakşibend, Abdülkadir Geylani ve Bediüzzaman Said Nursi gibi ehlisünnet âlimlerinin yollarını yol bilenler kendilerini tuzağa düşmekten kurtarabiliyor. Nitekim Müseylemet-ül Kezzab gibi yalancı peygamberler, Hasan Sabbah, ve İbn-i Sebe gibi fitne başlarının kucağına düşenlerin helak oldukları artık bir sır değil.. Maalesef bugünde değişik rollere bürünmüş Hasan Sabbah türü FETÖ elebaşısı gibi sözde kurtarıcılar etrafında toplayabildikleri kişileri efsunlayıp devr aldıkları fitne misyonunu Haşhaşı fitne tohumu usulle devam ettirmekteler. Öyle ki, bu sapkın önderlerin bir kısmı;

- Namazların vakitlerini sayısını çok bulup güya kendince âlimlik taslar,

-Kimi zekât, hac ve oruç gibi en temel konularda bile kuru ahkâm yürütür,

-Kimi ezan ve Kuran’ın dili ile oynar, kimi de İslam’ın itikadı konularına el atıp fıkhı kaideleri görmezlikten gelir,

-Kimi dinler arası diyalogdan dem vurup hâşâ Peygamberimizi kamyonete bindirecek kadar belgesel diziler takdim edebilmekteler. Keza Türkçe olimpiyatlar maskesi altında milleti kandırıp yarı çıplak kadın erkekli karışık salonlarda işte Peygamberimizin ruhu burada diyebilmekteler. Yetmedi haham, papazlar eşliğinde Muhammedisiz ezan okutup sırat köprüsünden geçme şovlarına yeltenmekteler. Oysa biz biliyoruz ki âlemlere rahmet olarak gelen Peygamberimiz (s.a.v), sadece Salâvatı şeriflerin, İhlâsı Şerifelerin, Ya Baki entel Baki ve İnşirah surelerin okunduğu halkalara teşrif etmektedir.

-Kimi kendini mealci diye takdim ederekten Kur’an’dan başka kaynak tanımadıklarından bahisle kendi kafalarına göre meal yapmaya kalkışırlar.

-Kimi mezhepsizlikten dem vurur, kimileri de tasavvuf ile şeriat arasında sanki ayrılık gayrilik varmış gibisine bir bardak suda fırtına koparıp habire kafa bulandırmakla meşgullerdir. Derken bütün bunlar İslam âleminde ayrılığı körükleyen yumuşak karnımız olarak karşımıza çıkmakta..

Şöyle bir geçmişe göz attığımızda İmamı Gazali'nin kendi döneminde vuku bulan bir takım felsefi akımların saçtığı fitne hareketlerine karşı mücadele verdiğini görürüz. Nitekim o, her türlü bidatin içimize sızmamasına büyük ölçüde engel olmuştur. Hakeza İmamı Rabbani (k.s)’de tarikat ve şeriat ikiliği doğurmak isteyenlere karşı şeriat ve tarikatın birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini, bir bütün olduğunu vurgulayıp, ümmetin birlik ve dirlik içerisinde yaşaması için hizmette bulunmuştur. Anlaşılan ehlisünnet âlimleri kendi yaşadığı dönemlerde ehl-i sünnet dışı bidat tohumlarını içimize atma girişimlerine fırsat vermedikleri gibi Ümmet-i Muhammed’i her türlü fitneye karşı korumada kalkan olmuşlardır.

Peki ya fitne odaklarının elebaşları ne yaptı derseniz, onlarda malum Ümmeti Muhammed’in önünde haramilik görevi ifa etmişlerdir. Dedik ya, neyse ki ilmi ile amil olmuş âlimler, evliyalar ve müçtehitlerimiz vardı da fitne odaklarının hevesi boşa çıkmıştır. Nasıl boşa çıkmasın ki, onlar Resulü Ekrem’in varisi hükmünde âlimler olup sonsuzluğa uzanan ışık kılavuzlarımızdır. Tabiî ki gelinen noktada her şey süt liman değil, bugünde ışığı karartmak isteyenler çıkacaktır. Nitekim dün İbn-i Sebe, Hasan Sabbah gibi ışığı kapatmaya çalışan fitne önderleri vardı, bugün de FETÖ gibi elebaşı sapkın türevler vardır. Yani birileri yıkmak için var olacak, birileri de inşa etmek için var olacak, belli ki oluklar çift, birinden nur diğerinden kir akacaktır. Elbette ki Yüce Allah’ın hikmetinden sual olunmaz, kader-i ilahiye zıtlıklar üzerine kurulmuş çünkü, bize düşen nura talip olmaktır.

Malum, peygamberler Allah'ın elçisidirler. Madem öyle hiç bir halife, hiç bir imam vahiyle özel görevlendirilemez. Peki, ikide bir “Bana vahiy geliyor” iddiasında bulunanlara ne demeli. Üstelik bu iddia sahipleri ilham da demeyip ısrarla vahiyden söz etmeleri akıl tutulmasının ötesinde deli saçmalığınıda aşan bir durumdur. Belli ki fitneye yelken açanlar her devirde bir türlü iflah olmayacaklardır. Hâlbuki bütün vahyolunan ayetler Kuran’da cem olmuş (toplanmıştır), daha bunun ötesi ne olabilir ki.

Maalesef tarihte Harici ve Şia hareketlerinin İslam dünyası üzerinde oluşturdukları o sancılı dönemin ardından içten çökertici bu sürecin bir benzerini coğrafyamıza bulaştırmak isteyenler var. Bilhassa Şia akımı; Peygamberden sonra halifelik hakkının Hz. Ali’ye ait olduğu davasını hep güder durur. Bunla da kalmayıp halifeliğin Hz. Ali (k.v)’den Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e devr olunup en nihayet Hz. Hüseyin’in soyundan on ikinci İmam Kaim Müntezar Mehdiye geçtiği hezeyanında bulunurlar. Hatta bundan da öte İmam Kaim Müntezar o karışık dönem içerisinde (873 yılında) Samara’da mağaranın bir mahzeninde saklandığına inanırlar hep. Dolayısıyla Şiiler Mehdinin zuhuruna kadar şimdilik hilafeti Ayetullah ve Hüccetullah’ların üstlendiklerine kanidirler. Gerçekten de Şia dünyası kendilerini Ayetullah bildikleri mollalara adadıkları yetmezmiş gibi on ikinci İmam olarak nitelendirdikleri Kaim Müntezar Mehdi’nin ortaya çıkacağı günü beklemekteler. Şiiler kendilerini kurtaracak Mehdiyi bekleye dursunlar, bizim coğrafyamızda türemiş şimdiden kendini mehdi, yetmedi kâinat imamı olarak ilan edenler bile var. Dahası bu işi daha da ileri götürüp Allah’tan kendilerine vahiy geldiğini söyleyenler de çıkabiliyor.

Şurası muhakkak, ne yaparlarsa yapsınlar her halükarda sahtecililikleri su yüzüne çıkabiliyor. Onlar sahteciliklerinde ısrar ede dursunlar, şu bir gerçek hakiki âlimler, hakiki şeyhler, gerçek müminler olduğu müddetçe sahte şeyhler, sahte âlimler, münafıklar cirit atamayacaklardır. Çünkü güneş balçıkla sıvanamaz, bu böyle biline.

Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2901/fitne-katilden-beterdir.html