TÜRKLÜK SORUNLU KAVRAM MI?
TÜRKLÜK SORUNLU KAVRAM MI?
ALPEREN GÜRBÜZER
Yükselen milliyetçilik her nedense paylaşılamıyor, her türden siyasi partiler milliyetçiliğe vurgu yapmakta adeta yarış içerisindeler. Kimi Türklerin tarihte on altı devlet kurmanın gurur okşayıcılığından kendinden geçerken, kimide alaycı usulupla ‘on altı devlet kursak ne yazar, bir o kadar da devlet yıkmışız’ karşılığını veriyor, kimi milliyetçiliği Atatürk Milliyetçiliği eksenine oturturken, kimi de ulusalcı ya da Türk Milliyetçiliği çerçevesinde meseleyi ele alıyor. Anlaşıldığı kadarıyla milliyetçilik etrafında cereyan eden çeşitlilik hergeçen gün artıyor, ne diyelim sürüsüne bereket diyesimiz geliyor içimizden.
Evvela şu onaltı devlet olayını ele alsak mı, bakalım bu mesele neymiş diye. Tarihe şöyle bir gözattığımızda söz konusu devletlerin arasında hem aidiyet yönünden, hem de yönetim bakımdan Türk olanda var, olmayan da. Ne var bunda deyip, olabilir gibi kaçamak cevaplar da gelebilir. Fakat bu tür karşılık vermekle de, mesele bir çırpıda çözülmüyor aslında. O halde tarihi değiştiremeyeceğimize göre bu kuru gürültü niye? Şurası bir gerçek ki; Türklüğü kafatası yönünden değerlendirenleri ya da damarlarındaki kana kadar indirgeyenleri bir takım tarihi gerçekler memnun etmese de tarihi tespitler saf ırkın ve saf yönetimin olmadığı yönündedir. Bizim meselemiz kendini Türk hisseden herkes Türktür anlayışında olanlarla değil elbette ki. Mesele kimin Türk, kimin Türk değil sorunu da değil zaten. Meselemiz tarihi gerçeklerle yüzleşmekten kaçınıp sloganların ardına düşenlerle. Dolayısıyla bu tutum devam ettiği müddetçe Türklük kavramı sorunlu olmaya devam edecektir, bu böyle biline. Maalesef bu konu öyle aşırı noktalara taşınmış ki; ‘Ya sev ya da terk et’ diyecek kadar gözü dönmüş bazı kesimler işi çığırından çıkartmışlar bile.
Malum olduğu üzere Kıbrıs Barış Harekâtından sonra, birtakım devletlû elitlerimiz acaba ne yapsak da yavru vatan Kıbrıs’ı Cumhurbaşkanlığı forsunda mevcut olan onaltı yıldıza dâhil etsek diye kara kara düşünmeye koyulmuşlar, derken çareyi listede pekte dikkat çekmeyen Batı Hunlarını çıkarmakta bulmuşlar. İşte KKTC, bu şekilde on altı yıldızın arasında kendine böyle yer bulabilmiş ancak. Tarihle oynamak işte buna derler. Bunun adı çözümse. Oysa tarih müdahale edilen meta değil ki, tarih yaşanıp kayda geçen bilgi hazinesi olarak bakmalı. Hele hele bir milleti onaltı devletle sınırlandırmak veya eksiltmek ya da olmayanı olmuş gibi göstermek girişimleri başlı başına skandal niteliğinde girişimler olup son derece vahim, bir o kadarda tarihi katleden arızalar olsa gerektir. Bırakınız bu konuları tarihçiler halletsinler, sırça köşklerde ele alınacak konular değil ki bu meseleler. Nitekim onaltı yıldızın içinde olmayıp ta tarihte yerini almış nice Türk toplulukların olduğu artık bir sır değil bugün.. Meğer ne kadar merakmışız simgeleşmeye, hatta donuklaşmaya ve rozetleşmeye…
TÜRKLÜK
Türklük bugünkü anlamda artık içi boşaltılmış ulus devlet olmanın aracı sadece. Bir zamanlar Türklük kavramı değer ifade ediyordu, üstelik ulu orta her zaman konuşulabilecek bir kavram değildi de. Çünkü değerli ziynetler hep en güzel yerlerde muhafaza edilir, saklı kalır itina ile hep, pazara dökülmezler, ucuz olan şeyler ulu orta yerlerde sergilenir ancak. Bundan dolayı Osmanlı altı asır boyunca Türk olduğu halde adının Türk olduğundan sıkca bahsetmemiş, hatta gerek bile duymamış. Utandığından mı? Elbette ki hayır. Bu demek değildir ki Osmanlı Türklüğü ağzına almamakla aslını, atasını inkâr eden ne idüğü belirsiz bir devletti. Tam aksine Osmanlı’nın evvela bir dünya görüşü olan misyonu vardı. Yani devleti aliyyenin İla’yı Kelimetullah için âleme nizam vermek ideali söz konusu idi. Onun için milliyetçiliğin dar kalıplarına kendilerini mahkûm etmediler, ‘Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz’ düsturunu şiar edindiler hep. İslamı ön plana alıp arkasına da Osmanlılık şuurunun itici gücünü katıp hükümran olmuşlar tüm cihana. Türkler kurduğu devletlere bile ya kurucularının adını, ya da sülale isimlerini vermişler, yani Al-i Selçuklu, Al-i Osmanlı şeklinde kodlayarak yetinmişler sadece. Bağrında taşıdığı milliyetlere öteki gözüyle bakmadıkları içindir ki; üç kıtada hükümran olmayı başarabilmişlerdir.
Bütün imparatorlukların hemen hepsi kozmopolittir. Bunlar arasında Osmanlı’nın tek farkı engin tolerans anlayışına sahip olmasıdır. Bizanslılar yıllardır Yahudilere insanca muamele yapmayıp hırpalayarak itip kalkıştığı içindir ki cihanşümul imparatorluk esprisini yakalayamamışlardır. İşte Osmanlının cihanşümul olmasının temel esprisi soy sop faslına dayalı milliyetçilik yapmamasıdır, yani milliyetler çelişkisine meydan vermemesidir. Dolayısıyla Osmanlının bilinci tek ırka dayanarak gelişmemiş, aksine Türk unsurunun yanında gayr-i müslim tebadan derlenen seçkinler tabakasınıda yönetime dâhil ederek içte ve dışta birliği dirliği sağlayabilmişler bu yüzden. Osmanlı aynı zamanda Müslüman Romadır, batının ortasında kurulması da bu durumu teyid ediyor zaten.
Türklüğü ulus devletinin aracı olarak kullananlar ne yapıyor? Derseniz, onlar da Türklüğü değer olmaktan hızla uzaklaştırıp bir ideolojik kalıbın ürünü olarak lanse ediyorlar sürekli. Türklük böyle sunulunca bu kavram ister istemez sanki medeniyetten yoksun, sadece Nihal Atsız’ın öğretilerinde yer alan güçlü, kahraman veya ‘Bir Türk dünyaya bedel’ meydan okumasına dönüşüyor. Nitekim bu tür Türklüğün içerisinde Mevlana’nın; ‘Ne olursan ol yine gel’ yahut Yunus’un; ‘Yaratılanı sev yaratandan ötürü’ sevgi içerikli sözleri çağrıştıran ana temalarını göremiyoruz.
Oysa bizim ecdadımız Moğol kasırgasını Horasan Erenlerinin irşad soluğu ile bertaraf etmişlerdi, ama ne yazık ki geldiğimiz noktada ise Türklerin Moğollaştığına şahit oluyoruz sanki. Malum olduğu üzere Moğollar medeniyet nedir bilmez yıkıcılardır, zaten tarihi süreç içerisinde yerleşik olamadıkları için bir yüzyılı bile aşamayacak şekilde ömrünü tamamlayıp tarihin harabelerine gömülüp kayboldular. Bu gerçeklere rağmen etrafa korku salan, insanlıktan nasibini almamış Moğol serdarlarını, Hülagoları, Cengizleri genç kuşaklara örnek sunmaya kalkışırsak bu Türklüğü yüceltmez, bilakis Türklerin Cengizleşmesi yahut Moğollaşması demek olur. Asıl milliyetimizin izlerini bulmaya çalışacaksak Ahmet Yesevi’nin yaktığı sevgi ateşinde aramalı. Bakın Yesevi güneşi için Yahya Kemal Fuad Köprülü’ye ne diyor: ‘Ahmet Yesevi’yi bir inceleyin göreceksiniz ki, bizim milliyetimizin temelleri orada bulacaksınız.’
Gerçekten de Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi (k.s)’ın dergâhına gelen Türk’ün Alp’i ruhunu erenlikle süsleyerek kuru cihangirlik davasından uzaklaştığı gibi alperenlik kimliğine de kavuşmuş oluyordu. Böylece Yesevi güneşi sayesinde Türklük aşama aşama yerleşikliğe, ordanda medeniyete, derken üç kıtaya hükmeden cihangir imparatorluğa geçiş yapmıştır.
İslamiyet öncesi Türklüğün pazu kuvvetiyle yetinseydik belki de şuanda yeryüzünde Türk adına hiçbir devletin varlığından söz edemeyecektik. Milliyetçilik eğilimlerin kıpırdadığı şu hengâmede Türklüğü sadece bilek kuvvetine endeksleyenler, bu gücü dışa karşı yansıtsalar belki gam yemeyiz, ama maalesef ‘kol kırılır yen içinde kalır’ misali kuvvetimizi her ne hikmetse iç dengelerin ayarlamasında kullanıyoruz. Moğollaştırılmak istenen Türk’ün Moğollardan tek farkı dışa karşı yumuşak ve esnek, içe karşıda daha sert ve katı tavır sergilenmesi şeklinde sunulmaya çalışıldığıdır. Nitekim bu handikabımız gözlerden kaçmıyor, maalesef kendi ülkesinde parya durumuna düşüpte yabancı diyarlarda eğitimini sürdüren başörtülü kızlarımız bunun en tipik dramatik misali. Galiba içte kan kaybına uğramak birilerinin hoşuna gidiyor, bakalım bu sevinç nereye kadar sürecek şimdilik bilinmez ama yine de Mevla neylerse güzel eyler demekten başka tutunacak dalımızda yok gibimize.
Adını Türklükle bağdaştıran Göktürkler bile kullandığı sikkelerinin bir yüzünde Çince, diğer yüzünde Göktürkçe yazılar koymasından yüksünmemişler. Hakeza Çinli Türk Başbuğlarının varlığı, Selçuklunun İranlı Nizam’ül Mülk’ü veziriazam yapması, yine Osmanlı Padişahlarının Bizans prensleri ile evlenmesi, devşirme sisteminin yıllarca uygulanması ve Arapça, Farsça ve Türkçe karışımı bir dilinde sarayda kompleksiz bir şekilde kullanılması gibi hoşgörüye dayalı Türklük örnekleri tüm çıplaklığı ile önümüzde dururken, günümüzde şekilci dediğimiz basmakalıp simgesel Türklük türetilmeye çalışılıyor durduk yerde. Türklüğü dışa açık çerçevesinden, kendi iç kabına çekmeyi marifet sanan sığ beyinler ne akla hizmet ediyorlar doğrusu anlamış değiliz. Bizler göçebe topluluklar halinde bile bu denli tekilci değildik, Türk olarak uzak diyarlara göç ettikçe değişik ırktan insanlarla tanışmıştık, hem kültürlerine renk katmışız hemde onlardan birşeyler almışız, bunun neticesinde de farklılıklarla birarada nasıl yaşanacağını keşfederek bütün cümle âleme esnek davranma kabiliyetini göstermişiz ve ispatlamışız da. Göç ettikçe açılmışız, her açılış ufkumuzu ötelere taşımış ve nihayetinde medeniyet vasfını elde etmişiz. Zaten büyük medeniyetler hicretin ardından doğarmış, bizimki de öyle olmuş nitekim.
Moda milliyetçilik simgesel Türklük tanımı doğuruyor. Ne yazık ki; Simgesel Türklükle siyasi Kürtlük, yani iki zıt etnisite birbirini besliyerek etki tepki etkileşimden kaynaklanan bir tanım üretiyorlar birlikte. Bu nasıl oluyor derseniz, birbirlerine ültimatom yağdırarak gerçekleşiyor tüm bu aymazlıklar. Dolayısıyla herkesi aynı kalıba sokma yarışının varacağı nokta birbirlerinin kuyusunu kazarak kültürlerini kurutmak olacaktır akıbetleri. Abbasilerden, Selçuklulardan, Osmanlıdan arda kalan boşluk giderilmediği sürece bu sıkıntılar devam edeceğe benziyor. Osmanlı unutturulmaya çalışılsa da tarihi çekim gücü onu asla hafızalardan silinmesine geçit vermiyor. Bu yüzden tarihimizi redd-i miras yapmakla hem kendimize zulmediyoruz hemde ulu çınarımız Osmanlıya haksızlık ediyoruz. Dünyanın neresini turlarsanız turlayın Osmanlı bir şekilde kimliği ile karşımıza çıkıyor. Diyelim ki yolumuz Macaristana düştü, ister istemez karşımıza Mohaç çıkacaktır muhakkak, bu da Osmanlının hala canlı olduğunun göstergesi değil mi?
Hala tarihi gerçekler ortada iken göçebe döneminin at üstünde kılıç sallamanın hayaliyle etrafa korku salan Türklük modelini yerleştirmekte ısrarcıyız. Dünyanın hiçbir yerinde bizimki kadar etnik meseleler bu denli kaşınmıyor, hatta ülkelerin birçoğu diğerini ötekileştirmenin mahzurlarını fark eder etmez derhal eski huylarını terk etmişler, ama şimdi o hastalık bize sirayet etmiş olsa gerek ki onların bıraktığı noktada şimdi de biz etnisite problemleriyle uğraşır konuma geldik. Oysa yeni Türklük tanımı iç ve dış düşman dürtüsüyle sınır bekçiliği talep ediyor bizden. Ulus devlet mantelitesi tabiatıyla tektip milliyetçilik tanımı öngörüyor, buna tepki olarak etnik toplulukların kök bağlarını tetikleyerek kendi etnik kimliklerine dört elle sarılmalarına yol açıyor. Tehlike ne Türk insanında, ne de dışarı ile ilişkilendirilen emperyal devletlerde, asıl tehlikeden söz edeceksek beynimizin derinliklerinde mevcut olan tehlike senaryolarında aramalı, bu hal artık öyle bir psikolojik maraz hale geldi ki bu konuda ne yapacağımızı da bilemez haldeyiz. Örnek aldığımız Fransanın modelinin ortaya koyduğu menfi milliyetçiliğin topraklarımıza sıçraması sonucu ulus devletçilik anlayışının ürettiği tek tipçilik marazı, maalesef Türklerin farklılıkları zenginlik gören anlayışını yerle bir ederek birlikteliğimizi tarumar eyledi. Şimdi bu içi boş ulusal kimliğe büründüğümüze sevinelim mi ağlayalım mı ne dersiniz? Kimileri ellerine kına yaksa da etnisiteye dayalı siyaset farklılıkları insanımızı geriyor, birleştirmiyor, tam tersine hepimizi ayrıştırıyor.
OBJEKTİF TARİH ANLAYIŞI
Gerçek Türklükden bahsedeceksek Erol Göka’nın; ‘Türkler uygarlık sentezci yönüyle tarihe damgasını vurmuştu..’ sözlerini referans almalı.. İşte kökse kök, tarihse tarih bu tarifte gizli.. Objektif tarih değerlendirmesi buna denir. Unutmayalım ki; Cumhuriyeti kuranlarda Osmalı’nın kadrolarından çıktı, köklerinde Osmanlılık mevcut. Sadece kadrolar mı, elbette ki hayır. Parlamentosunu, siyasi partisini, basınını ve tüm müesseselerini devr aldık. Genç Cumhuriyetimizin Osmanlının mirasının devr alınması bile başlı başına köklerimizi inkâr etmediğimizin bariz bir delilidir. Nitekim Atatürk; yeni bir ulus kurduk, yeniden bir millet yarattık demiyor, aksine eski cemaat toplumundan modern bir toplum meydana getirdik diyor. Yani gelişmeciliğe vurgu yapıyor. Dolayısıyla kurulan Cumhuriyetimiz Osmanlının değişik bir tür devamı niteliğindedir diyebiliriz. Bugün gelinen noktada ise ne kadar redd-i miras yapılmaya çalışılsa da dünyanın gözünde biz hala Osmanlıyız. Dünya unutmamış Osmanlıyı, biz nasıl unutabiliriz ki?
Tarihten maksat kişileri ya da bir ırkı övmek veya yermek değil, tarihe objektif yorumlar getirebilmek esas olanı, hatta geçmişten ibret alabilmek ve tarih bilincini yakalayabilmektir gaye. Resmi tarihin ve ideolojiinin varlığı hiçde önemli değil, önemli olan ortak hafızamızın halkın kabulünü kazanıp kazanmaması hususudur. Gerçeklerin konuşulmasından korkulması, yasak kurallar koyulması resmi tarihin ve ideolojnin iflası değil mi? Arşivlerin uzun seneler incelenmeye müsaade edilmemesi hep bu kaygının işareti değil mi? Resmi tarihe karşı çıkış olarak Kemal Tahir, Kazım Karabekir, Mete Tuncay, Dr Rıza Nur vs. gibi tarih çalışmaları var önümüzde. Fakat her nedense Cumhuriyetimizin resmi anlayışı yayınlanmasına izin vermiyor. Hürriyet yazarı Murat Bardakçı’nın bile Şahbaba’yı yazarken bazı bölümleri çıkardığını söylemesi düşündürücü değil mi? O halde geçmişimizle sıkboğaz olmaya lüzum yok, hâsılı tarihi gerçekleri inkâr etsek de Osmanlı gönüllerde taptaze yaşıyor, yaşayacakta bu böyle biline.
Dinimiz gereği birbirimize mütevazı dışarıya karşı çetin olmak gerekirken birbirimizle bu kavga, bu şiddet, ne bu celal niye? Olan milletimize oluyor, içte sertleştikçe aslında kan kaybediyoruz sürekli, dışarda söz ettiğimiz dış düşmanımızın teknolojik silahları ile bile silahlanmadan havanda su dövüyoruz adeta. Kompleksiz yaşamayı yeniden keşfetmeli, tarihimizle yeniden yüzleşerek tabii. Türklük denen değeri yeniden keşfederek doğru mecraya vira vira yelken açarak birlik limanında demirlemeli... Sığ düşüncelerden kurtulmanın yollarını aramalı ırkçı yaklaşımlara geçit vermeden. Sürekli düşman hobisi ile yatıp kalkmak yarınlarımızı boş yere heba ettiğimiz gibi, kardeş coğrafyalarda yaşayan halklara kucak açmamızı önlüyor da. Bu tür absürt tavırların yansıması olarak ‘Ne işi var Mehmetçiğin Yemende, Lübnanda’ demek gibi yaklaşımların doğmasına neden oluyor. Artık dört tarafımız düşmanla çevrili çığırtkanlığına paydos deme zamanı gelmedi mi? Bunca vahdet şuuru(birlik bilinci) birikimimiz varken başka arayışlara yönelmek büyük bir yanılgıdır. Artık kuma gömülmüş başımızı çıkarma zamanı gelmedi mi?
KÜRTÇÜLÜK
Bir diğer kanayan yaramız da Kürtçülük meselesi. Kürtçülüğün asla kabül görmesi mümkün değil, muhatap bile alınmaya değmez, bir bardak suda fırtına koparılmanın ötesinde bir anlam taşımıyor çünkü. Kürtçülük sanıldığının aksine korkulacak boyutta bir mesele gibi görünmüyor, tamamen psikolojik korkuların sonucu yerleşmiş bir kanaat olsa gerektir. Çünkü Kürtçülük akımının yerleşecek zemini yok ki, hatta bu davayı güdenlerin ne doğru dürüst ortak bir dili var, ne de devlet geleneği var, edebiyat desen evlere şenlik, aslında hiç bir şeyleri yok ortada. Bütün bunlardan mahrum olan etnik bir siyasi akımdan gereksiz telaşa kapılarak olmayan birşeyi varmış gibi kendi ellerimizle büyütüyoruz, ama farkında değiliz, adeta yangına körükle gidiyoruz habire. Oysa şimdiye kadar Türküyle, Kürdüyle vs. biz birbirimizi ayrı gayrı görmedik bu coğrafyada, şimdide görmemeli, nezaman ki kendi dışımızdakilerine öteki muamelesi yapmaya başladık işte o zaman Kürtçülük kronik bir mesele olarak karşımıza çıkıverdi biranda. Bilindiği gibi Kürt dediğimiz insanları bu coğrafyada profesör, asker, şarkıcı türkücü, Roman yazarı, her ne arasak her meslekten her etki alanda değerlendirmekten imtina etmedik. Nitekim böyle yapmakla gök kubbe başımıza geçmedi ki şimdi de geçsin. Bırakın kendi doğal mecrasına problem kendiliğinden çözülsün. Tarafların her iki kesimi de sevgiden söz etmeye niyetleri yok galiba, herkes kin kışkırtıcılığına soyunmuş sanki.
Üstelik milliyetçilik kavramıda batıdan kopya edilmiş bir kavram. Tarihi süreçte yaşadığımız coğrafyalarda bizi ırklar ayırmazdı, sadece müslim ve gayr-i müslim tasnifi vardı içimizde. Bu tasnifte ayırım anlamında değildi, dini mensubiyete yönelik adlandırmadır. Zira Osmanlı birlik ve beraberlik denen olayı ‘İnananlar kardeştir’ buyruğuyla çözmüş, gayri müslimlerle ilişkilerimizi de; ‘Dinde zorlama yok’ ilahi prensibi sayesinde yürütmüş, böylece farklılıkları bir arada tutmayı başarmış, bunun sonucu olarakda gayri müslimler uzun yıllar Osmanlı şemsiyesi altında özgürce yaşama şansını elde etmişlerdir. Ne zaman ki; Fransız ihtilalinden sonra milliyetçilik akımları yükselmeye başladı, Prof.Dr. İlber Oltaylı’nın dediği gibi yeni bir truva atı olarak Türklük, neyazık ki sorunlu kavram olarak gündemimize giriverdi. Milliyetçilik rüzgârları coğrafyamıza sıçradı sıçramasına ama, bu arada olanlarda oldu, birlik beraberlik duyguları törpülendi, ardından bağımsızlıklarını ilan eden milletlerin doğuşuna sahne oldu coğrafyamız.
Bu işin çilesini çekenlerden, Yusufiye diye adlandırdıkları mahpuslarda MHP davasında yargılananlardan Ahmet Selçuk Özdağ’da bakın neler diyor o Gönül Sultanı için:
Medrese-i Yusufiyede iken Adıyaman'da öğretmenlik yapan akademiden mezun olan bir arkadaşıma mektup yazdım. ''Sen Menzil'e yakınsın, oradaki mübarek insanı ziyaret et, durumumuzu anlat ve bize dua iste...'' Arkadaşım gitmişti Menzil'e... Yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu: ''Menzil'e gittim kendisine ulaşamadım, çok kalabaktı fakat kardeşi Seyyid Abdülbaki Hazretlerine sizleri sordum. Bana dedi ki: Onlar günü geldiğinde çıkacaklar ve buraya gelecekler...''
Ve zulmen atıldığımız zindanlarda zahiri hürriyete adım attık ve de hakikaten Menzil'e ulaştık. Murad-ı İlahiyi öğrenmek istiyorduk... Dünyanın en güçlü istihbarat sistemine sahip olduğumuz idrakı ile Allah'tan, Resulullah'tan haber alan Allah dostlarının kader aynasına bakarak, Allah'ın izniyle gösterilenleri işitmek, duymak, gönül dünyamıza nakşetmek istiyorduk. Mübarek (K.S.) bize gülümsedi, sorular sorduk, ülkemizle, insanımızla ilgili çok az konuşan ''konuştuğunuz her kelimenin hesabını vereceksiniz'' Ayet-i Kerime mealine uygun hareket eden M. Raşid (K.S.) Hazretleri buyurdular ki: ''Sizlere teşekkür ediyoruz, siz olmasaydınız bu memleket felaketlere düçar olabilirdi... Ah... Ahh... Bir de İslamı yaşayabilseydiniz yeniden Osmanlıyı ihya etmek sizlere nasip olabilirdi.'' Aman Allahım ne büyük mazhariyet, ne büyük teşhisti o, eksikliğimizi tamamlamamız ve yeniden diriliş için harekete geçmemiz gerekiyordu. Bir gün kendilerine Doğu ve Güneydoğudaki hadiseler soruldu ve aynen şöyle buyurdular: ''Kürtçülük küfürcülüktür'' ve hep Ümmet-i Muhammed için dualar... Dualar... Dualar... Ediyorlardı.
O, Allah dostu idi, Peygamber sevgilisi idi. Hayatı boyunca Sünnet'e ittiba etti, sadatlara mutabaat halinde yaşadı, yüz binlerce insanı dünyadan ahirete bağladı, insanları çirkeften, zulmetten karanlıktan aydınlığa, güzelliğe, adalete hicret ettirdi.
Allah rahmet eylesin...
TÜRKOLOJİ
Türklüğü o kadar ileri boyutlara taşıdık ki Türklüğe bilimsellik katma adına Türkoloji enstitüsü çalışmalarına bile hızverdik. Oysa Türkoloji başlıbaşına Türklüğü aşağılayan bir kavram, yeri geldiğinde hamaset adına ‘Ayıdan post Moskof’tan dost olmaz ‘diye söyleniriz, fakat bu kavramın Rusların çıkardığından ve loji ibaresinin Rum’a ait olduğundan bihaberiz. Niye çıkarmışlar derseniz mezara defnedilmiş, yani ölü milletler için kullanılan bir ek olması itibariyledir, nitekim Sümeroloji örneğinde olduğu gibi. Capcanlı olmak varken ölmüşüz de ağlayanımız yok haline rızalık niye? Belli ki Türkoloji kavramı ile Osmanlı gözardı edilmek istenmiş, Neden bir Frankoloji yokda Türkoloji var diye kendi kendimize bunun hiç muhasebesini yaptık mı? Asıl bu konulara kafa yormamız gerekirken Türklüğü dar ve içe kapanık kalıplara mahkûm ederek sorunlu hale getirmekte mahiriz. Her ne kadar Osmanlıyı dikkatlerden uzaklaştırmak için Türkoloji kelimesi icat edilmiş olsa da, Osmanlı gönüllerde, hala hafızalarda taptaze ve diri yaşıyor, yaşayacakta.
Türkoloji kavramında olduğu gibi Türk tiyatrosu da batıdan alınma. Batı Hz.İsa’yı anlatabilmek için bu metoda başvurmuş ve oradan da coğrafyamıza gelmiş. Oysa kök değerlerimizde tiyatroyu bulamazsınız, bu hastalığıda aynen kabüllenmişiz maalesef. Üstelik gelenide hatalı şeklinde uyarlıyoruz, edep ve adap olmaktan çıkıp anti kültür görevi yapacak şekilde taşıyoruz bağrımıza.
Velhasıl; daha buna benzer birçok problemli Türklük örnekleri ile hafızamızı kaybediyoruz.
Vesselam.