TARİHTEN GELECEĞE YÖNELMEK
TARİHTEN GELECEĞE YÖNELMEK
ALPEREN GÜRBÜZER
Geçmişe takılıp kalmak, içine düştüğümüz bir handikap. Oysa doğru olanı geçmişten geleceğe doğru bir yol haritası belirlemektir.
Hz. Mevlana ne kadar güzel söylemiş, bu konuda;
“Ne kadar söz varsa
Düne ait
Şimdi yeni şeyler
Söylemek lazım.”
Bu sözlerden de anlaşıldığı üzere bizi, gelecek ilgilendirmeliydi. Her nedense hep mazimizin altın sayfalarıyla övünür olduk. Tarihin ihtişamında büyülendik adeta. Bazen bir kahramanlık olayında kendimizi aradık, bazen ilmi ile dönemine ışık saçan âlimin güzel sözlerine mest olduk. Fakat hiçbir zaman kendimiz ne bir kahraman olabildik, ne de âlim. Sonra da ahu-vahlar; bizde aydın veya deha yetişmiyor diye hayıflanmalar ardı ardına sıralandı.
Elbette bizde gerçek aydın yetişmez, hep maziyle oyalandık durduk, üstelik maziyi geleceğe de taşıyamadık. Ergenekon’da demir döven ruhu, günümüzde bilgisayarı en iyi şekilde kullanan ruha dönüştüremedik. At üzerinde kılıç sallayan kahramanımızı, makinenin üzerinde modern gelişmiş teknolojik savaş silahlarını kullanan alperen tipine dönüştüremedik. Attila dedik, Kürşad dedik, Alparslan dedik, Fatih dedik, Yavuz dedik vs. hep onlarla övündük durduk, elbetteki onlar başımızın tacı, ama biz ne yaptık sorusunu bir türlü kendimize soramadık. Sıraladığımız, mümtaz şahsiyetler günümüzün gözdesi oldular. İyi de, peki yeni gözdelerimiz nerede?
Geçmişi, insanların kendileri ile bağlantılar kurabileceği bir doküman olarak göremedik. Ne köksüz bir gelecek, ne de geleceğe kapalı bir geçmiş, bizim içinde bulunduğumuz handikap olmamalıydı. Makul olanı; “Kökü mazide olan ati” olabilmekti.
Tarihi olayları değerlendirirken analiz metodundan uzaklaşıyor, devamlılık ve sürekliliği unutuyoruz. Yaşanmış olan tarihi ve sosyolojik olguların bırakıldığı noktada bittiğine inanılan bir anlayış yarınlarımızı karartıyorda hala. Tarihi mirasa sırt çevirme, gelecekle ilgili meselelere bakış ve çözüm üretmede acemiliği doğuruyor. Böyle bir tarihi kopuş mantığının temelinde ideolojik yaklaşımlar ile uygulanan yanlış politikalar söz konusu. Ülke olarak stratejik ve kültürel avantajlarımızı değerlendiremediğimiz gibi dezavantajların bile farkında değiliz.
Kaçırdığımız tarihi fırsatlar için hayıflanıp ah çekmekten fırsat bulup da geleceğe yönelemiyoruz. Vakit nakittir sözünden bihaber zamanımızı heder ediyor ve kaçan tarihi tecrübe ve kabiliyetlerimize yanıyoruz sadece. Üzerimize doğan güneş, aslında Allah’ın kullarına sunduğu en büyük nimet… Günler, haftalar, aylar, yıllar da öyle. Oysaki düşünen her insan için hayat büyük bir lütuf.
Yaşanılan o büyük tarihi birikimimiz unutturulmaya çalışılsa da hiç bir şey kaybolmuyor, yok olmuyor da. Tarihi hadiseler takvimin yaprakları gibi bir bir çevrilse de, tarih sürekliliğini ve devamlılığını koruyor. Devamlılığa kayıtsız kalanlar, meçhule doğru sefer yaptıklarının farkında bile değiller. Onun için her geçen günü fırsat ve imkân bilip, geleceğe köprü olmayı düşünmeli. Geleceğimizi oluştururken, tarihi birikimimizden hareketle devlet yapımızı, yeniden yeni bir anlayışla yorumlamalı ve yeni bir veçhe kazandırmalı. Devletin toplumu dışlayan ve toplumun nasıl olması gerektiğini buyurgan anlayışın yerine, toplumun ‘hizmetkârı’ bir devlet mekanizmasının kurulmasını esas alan anlayışı hâkim kılmalı. Kelimenin tam anlamıyla ‘söz milletin’ olmalı, hatta cümle âleme ‘kararda milletin’ diye haykırmalı.
Tarihi hâkimiyet şuurumuz devlet kutsallığına dönüşmüşse suçu tarihte aramamalı, bilakis tarihimizi objektif kriterlerden yoksun zihniyetin yanlış bilgi aktarımlarında aramalı. Kanuni Sultan Süleyman’ın “Gerçek efendi reaya”dır sözlerini hatırlatmalı ve ona göre devlet anlayışımızı yeniden sorgulamalı. Bugünkü devlet anlayışında devletin topluma yönelik norm koyucu yapısı var. Gerek ekonomi, gerek siyasi, gerekse kültürel alanlarda topluma edilgenliği söz konusu. Devlet, bu yetkiyi kullanırken milletin tercihleri istikametinde kullanmayıp, tamamen kendi içinde organize olmuş buyurgan mekanizmalarla birlikte toplum mühendisliği görevi yapmaktadır adeta. Devlet tercihini toplumdan yana kullanmadığı gibi, üstüne üstük kutsal devlet mantalitesi gereği sorgulanmasını da istemiyor. Oysa hukuk devleti toplumun taleplerine göre şekillenmek zorundadır.
Uluslararası iktisadi entegrasyondan bahsediliyor, hatta dünyaya açılımdan dem vuruluyor, ama ortada gözle görülür hiçbir bir şey yok gibi. Bir zamanlar tarihi iktisadi zihniyetimizle ekonomik yollar üretmiş, adına ‘ipek yolu’ ve ‘baharat yolu’ demişiz. Geçmişten geleceğe keşfettiğimiz bu yollarla kanatlanmışız, ama geldiğimiz noktada ‘devletin malı deniz, yemeyen domuz’ zihniyetinin türemesiyle artık ipek yolundan bahsedilmiyor. Varsa yoksa ‘uyuşturucu yolu’, ‘silah yolu’ ve ‘kara para’ denilen yollar var sahnede. Yollarımız artık haramilerle çevrili, üstelik etrafa korku da salıyorlar. Kutsal devlet mantığı onları daha da cesaretlendirerek devlet içinde gladiolar oluşturuluyor sanki. Bütün bunlara meşruiyet sağlayanda ‘devlet kutsaldır’ ilkesidir maalesef. Zihni dönüşüm ‘devlet baba’ anlayışıyla devam ettiği sürece aydınlık yarınlar gerçekleşemez, bu böyle biline.
Tarihi gelişim sürecini geleceğin eksenine oturtabilirsek nurlu ve aydınlık yılların bizim olacağının müjdesini verebiliriz. Gelecek derken geçmişten kopuk geleceği kast etmiyoruz elbet, şairin mısralarında yer alan, kökü mazide olan geleceği savunuyoruz. Bu arada Mehmet Akif’in şu mısraları da kulağımıza küpe olmalı;
“Zalimi alkışlayamam
Zulmü asla sevemem
Gelenin keyfi için
Kalkıp ta geçmişe sövemem.”
Geçmişten geleceğe kanatlanmak en güzel olanıdır. Hatta ötelere taşmak lazım... Bir başka ifadeyle ötelere ahiret günü desek daha doğru olur. Allah-ü Azimüşşan; “Ey iman edenler, Allah’tan korkunuz ve her nefis yarın için ne takdim etmiş olduğuna baksın.. Şüphe yok ki, Allah ne yaptığınızdan haberdardır” beyan buyuruyor. Önemli olan da budur. Allah (c.c) ve Resulünün hakikatleri ışığından sürekli yenilenip, kendimizi aşmanın yollarını aramalı.
Yaşadığımız her şey bir aşama, sürekli aşmak zorunda olduğumuz bir aşama... En büyük dileğimiz hayat çemberi içerisinden geçtiğimiz aşamaları, İslam’ın o engin ışığı ile mesafe kat edebilmektir. Vuslat gerçekleşince kul olduğumuzun idrakine vardığımızı, o zaman anlamış olacağız böylece. Resullüllah (S.A.V.); “İnsanlar madenler gibidir. (Altın ve gümüş gibi) İslam’dan önce de, sonra da... İslam dairesine girdikten sonra o madenlerin güzelliğini idrak edeceklerdir. İslam öncesini ve İslam içerisindekini görünce en iyi idrak edecektir...” buyuruyor çünkü.
İnsanlar fıtri yönlerini değiştiremezler, ama İslam’la şereflenince gerçek özlerini keşfederler. İslam insanlara aynadır. Zira beşeriyet, aynaya bakarak kendi kendini keşfeder. İnsan şuurlu Müslüman olunca, aynaya baktığında Allah’a kul olmanın gerçek hürriyet olduğunu görür. Böylece, kul olmanın idrakine vararak, kendi içinde dirilişini gerçekleştirir. İşte bizim gelecekten kastımız, insanın kendisini keşfetmesi olayıdır. Çünkü insan zübde-i âlem (küçük âlem)... Hatta bazı âlimler insan için büyük âlem de demişlerdir.
Geçmiş ve gelecek serüvenini aydınlığa kavuşturan açıklayıcı söz, Peygamberimizin şu güzel hadis-i şerifidir:
“İki günü birbirine eşit kılan ziyandadır.”
Peki, biz Müslüman’lar olarak bu hadis-i şerifin mana ve ruhunu idrak etseydik hiç böyle olur muyduk? Hz. Mevlana’dan aktardığımız mısraları anlasaydık, bunalıma sürüklenir miydik acaba?
Oysa bizler sürekli Allah’ın gösterdiği yolda yeniyi aramalıydık. Biz ne yaptık? Hep geçmişe takılıp kaldık, hem de gelişmeci zihni disiplin geleneğini yakalayamadan. İçinde bulunduğumuz çelişik tabloyu, geçmişin hatıralarını anmakla geleceği çözeceğimizi sandık. Net bir biçimde gelecek ile ilgili tavırlar ortaya koyamadık. Gelişmecilik kavramının uzağında kaldık sürekli.
Aydınlık günlerin, nurlu şafakların muştusunu, ancak gelişmeci zihniyete sahip insanlar verebilir. Ne düne takılıp kalmak, ne de geleceği inkâr eden bir yol haritası. Elimizdeki bu pusula, gelişmeciliğin adıdır çünkü.
Mesajımızı verirken, hep dünün hatıralarına takılarak vermemeli. Geçmişin tecrübesiyle geleceğe kanatlanmak şiarımız olmalı. Hz. Ali (k.v) “Beşikten mezara kadar oku”
buyururken buraya işaret etmiştir. İnsan, hiçbir zaman doydum dememeli, açım demeli, Yani bilim yönünden açım demeli. Açlığımız ilim açlığıdır diye tüm cümle âleme ilan etmeli de.
Geçmişten kopuk, yenilikten söz edenlere de bir çift sözümüz var. Unutmamalı ki, yeni, yeni, yeni diye dillendirdiğiniz şey, felaketlerde olabilir. Musibetler de, belalar da, kötülük adına her şey de yeni olabilir. Bizim yenilikten anladığımız tarihi ile barışık, dini ile barışık, değerleri ile barışık bir yeniliktir. Daha da ötesi var ki, bu da arzuladığımız yenilik; yani bizi ahirete selametle götüren, Hz. Mevlana’ya ölümü “Şeb-i Aruz” dedirten yeniliktir.
Bu tür yenilik Yani soluduğumuz dünyanın öteki âlemle irtibatını da sağlayacak yenilik bizim kabulümüzdür. Yıllar çabuk geçiyor ve istediğimiz yerden kesip istediğimiz yerden başlamamızı engelliyor. Yine de adım adım da olsa seneleri kovalıyoruz. Ta ki, kabir kapısı gelinceye kadar...
Madem ömrümüz sınırlı, madem dünya gemisi bir limanda demirleyecek, hem madem her şey fani, o halde baki olan Allah’a kavuşmak varken, Yunus’un;
Malda yalan
Mülkte yalan
Var birazda
Sen oyalan sözleri neden ruhumuzda yankı bulmaz ki?
Gerçek anlamda yenilik gerçekleştirmek istiyorsak yıl içerisinde ne kadar karanlık hayat yaşamışsak, yılsonunda da, tekrar eski günlere dönmemek kaydıyla aydınlık bir hayat yaşabiliriz pekâlâ. Yeniliğin içini manevi değerlerle dolduramazsak, ahretimiz heba olacağı muhakkak.
Yenilik derken kendi iç dinamiklerimizi de harekete geçirmek anlaşılmalı, kirlenmiş kalbimizi nurlandırmadan çevreye ışık saçamayız, yeni bir beyaz sayfa açmalı. Üstelik geçmişte yaşadığımız tecrübe birikiminden de ibret almanın avantajını da kullanarak ayılmamızın adı olacaktır bu yenilik. Vesselam.