SOSYAL HAYATTAN VAHDETE(Birliğe)

SOSYAL HAYATTAN VAHDETE(Birliğe)

ALPEREN GÜRBÜZER

Sosyal hayatı, üstü açık bir laboratuar olarak düşünmek gerekir. Nasıl ki, deneysiz ve gözlemsiz bir sonuç elde edilemiyorsa, plansız, başıboş ve kendi haline bırakılmış sosyal olaylara kayıtsız kalınmakla da, sosyal hayat nizam bulamaz. Pek çok ülke, bünyesinde yetiştirdiği sosyal uzman kadrolarla bu işe el atmışlar, adeta toplum hayatını sosyal meteroloji merkezleriyle kontrol altına almaya çalışmışlardır. Bu tür merkezlere gelen bilgilerle toplumun nabzı ölçülerek, sosyal olaylara anında mühahale imkânı elde edilebiliniyor. Vurdumduymazlık politikalar, sosyal olaylara kayıtsızlık, bir başka ifadeyle “aman tarihin akışı bu, ne yapalım!” umursamazlığı ülkeyi her geçen gün kaosa sürüklemektedir. Sosyal hayatı şekillendiren coğrafya, demokrasi, kültür, piskoloji, ekonomi gibi faktörlerin şuurundan yoksun idareci zümre, sosyal meteoroloji merkezleri kurma basiretinden de yoksun olduklarından hep olaylar karşısında kırmızı işaretler alıyoruz habire. Oysa çokluk içinde birliği gerçekleştirmek ancak bu tür merkezlerin katkısıyla mümkündür. Nitekim insanoğlu dünyaya konuk olduğundan bugüne kadar sosyal olaylarla yoğrulduğu gibi, aynı zamanda etrafında cerayan eden hadiseleri analiz ederek İçinde ki finalist (ülkücü) karekterini isbat edercesine olaylara müdahale etmesini de bilmiştir.
Tıpkı Kâinatın kendine has kanunları olduğu gibi, sosyal hayatında kendine özgü kuralları var elbet. Genelde toplum ilişkileri:
Akla
— Değere
—Geleneğe dayanan
faaliyetlerdir. Bu üç unsur toplumda yoksa o toplumun akıbetinin “sosyal çözülme” olacağı aşikârdır. Çünkü sosyal ilişkilerin üç esası olduğu gibi, sosyal hayatında üç temel esası vardır. Bu üç esas:
— Teavün (yardımlaşma),
— Tesanûd (dayanışma),
— Teavuf
(tanışmak) diye tasnif edilir. Yardımlaşmanın, dayanışmanın ve tanışmanın olmadığı toplumlarda fert yalnızdır. Kalabalıkların görkemine aldanmayalım, çoğu kalabalıklar bir yığını andırır çünkü. Hayırhah kitle oluşturmak gaye olmalıydı. Kitle yığınları içinde ferdin yalnız kalması içinde yaşadığımız bir olgu. Bu olguyu ters yüz edip, sosyal hayatı biçimlendirmek mümkün. Nitekim sosyal, kültürel, ekonomik ve politik hayatımızı nizama sokabiliyorsak bu imkân var demektir. Fert’ten cemaate, cemaatten cemiyete, cemiyetten daha üst birim olan milletleşmeye geçebilmeliyiz ki, buradan da tüm insanlığa soluk olabilelim.
İbn-i Haldun 500 yıl önce; “Kavim ve nesillerin başkalığı ve çeşitliliği onların geçinme şekil ve usüllerinin başka ve türlere olmasından ileri gelmektedir” sözleriyle sosyal hayatın çok faktörlüğüne işaret etmiştir. Marksistler ve daha nice güdük kafalar sosyal hayatın çok faktörlü ve karmaşık gerçeğini göremezken, İbn-i Haldun yıllar öncesinden: “Sosyal olaylar inkâr edilemezler, eşya kadar gerçektirler. Sosyal hayat incelenebilir” sözleri ile çağları aydınlatıyor. Sosyologlar, sosyal olaylara müdahale edilebileceğini vurgulamışlardır. Marksistlerin sosyal hayatı proletarya sınıfından ibaret sanıp sosyal hayata tek tip gözle bakmaları, ilimle asla bağdaşmaz. Kapitalizmin babası Adam Smith ise; Sosyal olaylara; “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” mantığını temel ölçü almış. Peki, Ya İslam! İslâm’da İrade-i külliye içinde irade-i cüzziyemizi kullanarak, insanı tabiata boyun bükmeğe ve köle olmaya değil nizam vermeye teşvik etmiştir. Demek ki; ne Marksizmde olduğu gibi “sınıf”cı görüş, ne de kapitalizmin “bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler” prensibi, İslâm’la bağdaşmaz. İnsanı eşya ve olayların esaretinden kurtarıp, nizama yöneltmeye çağrı İslâm’ın esasıdır. Kelimenin tam anlamıyla Nizam-ı âlem çokluktan vahdete geçmekle gerçekleşebilir ancak.
Bir yönüyle manda, diğer yönüyle de robot insan toplulukların çoğalması geleceğimizi karartmaktadır. Manevi antrososyal çevreyi oluşturamayan insanlar, makineleşmekte ve ruhunu eşyaya esir yapmaktadır. Bu yüzden çelişkiler içinde hallaç pamuğuna dönüşen insanlar, kendi aralarında sağlıklı bir toplum meydana getiremiyorlar. Oysa halkımız hiçbir ayırıma tabi tutulmadan yurttaşlık şemsiyesi altında toplumda yer aldıkları fonksiyonlarına göre muameleye tabi olmalı idi. Osmanlı dâhiyane bir ince siyasetle, farklı kimlikleri, farklı kültürleri altı yüz sene bir arada ayakta tutabilmiştir. Osmanlı’nın büyümesindeki bütün sır; çokluk içinde “vahdet”i gerçekleştirmiş olmasıdır. Fr. Grenard; “Osmanlı hiç bir zaman milliyetler tezadı oluşturmadı” diyerek bu gerçeğe işaret etmiştir. Osmanlı eğer milliyetler ve kimlik krizi oluştursaydı, yeniden “beyliklerin” türediği, ya da Karamanoğulları, Dulkadiroğluları, Germiyanoğulları, Aydınoğulları gibi teşekküllere benzer bölünme yapıları nüksedip, uzun ömürlü olamayacaktı. Demek ki; A. Tonybee’nin işaret ettiği; “Her milli ve mahalli olayın ayrıca birde dünya olayı olma özelliği bulunduğu” sözlerini uygulayan tarihte tek devlet olarak Osmanlı varmış meğer. Zira Devlet-i Aliye’nin gücü Nizam-ı Âlem ülküsü ve çokluk içinde birlikte yaşama idealinden kaynaklanıyordu.
İnsan, tabiatı işleyip elde ettiği hammaddeyi üretime çevirerek ekonomik bilince, kendi iç âlemiyle mücadele ederek de manevi şuura erişebilir. Tabiatı işlerlik hale getirmek ve onu işlemek S.Ahmed Arvasinin ifadesiyle; “antrososyal çevre”yi, kendimizi terbiye etmek veya işlemekle “manevi antrososyal çevre”yi keşfederiz. Sosyal işlersizlik, sancıları beraberinde getirmenin yanısıra “sosyal çözülme”yi de doğurmakta ve ortak olan değerlere ait her ne varsa “ferdi” hale getirecektir. Öyle ki; birimiz için nikâhsız hayatın ‘fuhuş veya zina’ olarak değerlendirilirken, diğerimiz için ‘cinsel özgürlük’ sayılabiliyor. Böylece gerek “antrososyal çevremiz” ve gerekse “manevi antrososyal çevremiz” altüst olmaktadır. Bu yüzden sosyolojide ortak olan herşeyin çözülmesine “anomia”, yani sapma denir. Teknolojik gelişmeler insanı mutlu kılmaya yönelik ise de, maneviyattan yoksunluk, makinaya esareti doğuruyor. İnsan makinaya hâkim değil, makina insana hâkim olmuş sanki. Oysa insan tabiata kul olmak için yaratılmamıştır. Bu noktada belki de, insanlığın kurtuluşu, eşyanın esaretinden sıyrılmasıyla gerçekleşecektir. Modern dünyada, eğer yeniden güç olmak istiyorsak yükselişimizde ki ruhumuzu yakalamamız gerekiyor.
Madem sosyal yapılar değişiyor, madem sosyal fonksiyonlar sürekli, madem cemaatleşmek gerçeği söz konusu, o halde niçin birlik beraberlik şuuruyla tarihin akışı içerisinde statik kanunları değiştirecek sosyal hayatımızı planlayacak sosyal meteoroloji merkezleri kurulmuyor?
Türkiye, statik ve dinamiklik arasında bir geçiş sürecinde. Bunun anlamı, geleneksel değerlerinin verdiği durgunluğun getirmiş olduğu statiklik ile sanayileşmiş bilgi topluma geçiş hareketlerinden kaynaklanan dinamizim inkâr edilemez bir gerçek olarak karşımızda. Aslına bakarsak toplum çokluktan vahdete(çokluk içinde birlik) giden yolda geçiş sancısı yaşıyor. Çünkü Sosyal olaylara tek yönlü olmayıp, determinist, dinamik, süreklilik gibi bir dizi çoklu yönleri vardır. Aynı zamanda sosyal olaylar başıboş da değildir. Kendi içine kapanmak, ya da ‘köylülükten şehirleşmeye yol alamamak ve kültürel şoklar gibi bir yığın problemler sosyal hayatımızın gerçekleridir. Geçiş sürecinde sivil insiyatif programlarını hayata geçirecek güçlü ve “sosyal iktidar” anlayışına şiddetle ihtiyacımız var. Çünkü geçiş süreci tüm toplumlarda sancılı geçmiştir. O halde insanımız için sağlıklı kentleşme, sağlıklı bir ekonomi, sağlıklı bir sosyal hayat sunmak şart olmuş, şartında ötesinde vecibedir. Aynı zamanda kültürün hammaddesi olan köylerle, ilerlemenin ve gelişmenin hammaddesi olan şehirlerin kucaklaşmasını gerçekleştirecek sosyal politikalar üretmek yüreğinde ülke sevgisi taşıyanların boynunun borcudur.
Sosyal hayat, “çok”luktan “vahdet”e geçişle anlam kazanır. Çokluk içinde birlik, temel şiarımızdır. Dalımız bir, gülümüz bir, hedefimiz bir, bizi hedefimizden alıkoyacak tüm engelleri kaldırarak kesretten vahdete kanatlanmalı. Çünkü bu iş sevdasız olmaz. Böyle biline. Vesselam.