SİYASİ KİRLİLİK HAKİKATLARI ÖRTÜYOR

SİYASİ KİRLİLİK HAKİKATLARI ÖRTÜYOR

ALPEREN GÜRBÜZER

Peygamberimiz (S.A.V.) hizmetkârlığı şiar edinmiş idareciler için: ‘’Adil bir sultanın bir günlük adaleti, altmış senelik devamlı ibadetten üstündür’’ hadisi şerif¬leriyle müjdeliyor.
Siyasi kirliliğe bulaşmamış bir iktidar toplumun menfaati neyi gerektiriyorsa onu yapmayı bir ibadet olarak telakki eder. Böyle bir iktidar erki; devlet aygıtını, komünizmde olduğu gibi zulüm vasıtası, ka¬pitalizmdeki gibi sadece asayişi sağlayan birim, faşizmde olduğu gibi herkesin itaat etmesi gereken put olarak görmez. Siyasi kirliliğe bulaşmamış bir ikti¬darda devlet anlayışı, vatandaşla devletin barışık olduğu, bireyi merkeze alan ve bireyin önündeki tüm engelleri kaldıran bir teşkilatlanma ağı söz konusudur. Bir başka ifade ile Hadim devlet ilkesi, Sivil inisiyatif üstlenmiş iktidarın ana ruhunu teşkil eder. Zaten müktedir iktidara giden yolda hadimiyetten geçer.
Tarihi süreç içerisinde iktidar anlayışına baktığımızda 18. asra ka¬dar idarecilerin hemen hepsi devlette fani olmuş insanlardı. Son¬rası hepimizin malumu, içi boş kuru kavramlarla milletin kefenini soymaya memur idareciler türedi. Aralarında azda olsa iyi niyetli insanlar da tükenmiş değildi tabii. Cevdet Paşa, kendi devrinde devleti değerlendirirken devlet aygıtını üç tabakaya ayırır:
1. Saltanat
2. Milletin ileri gelenleri
3. Halk
(reaya) diye.
O, bu üç unsurun ahenk içinde olduğu zaman cemiyet içe¬risinde huzurun sağlanabileceğini belirtir. Ahmet Cevdet Paşa’nın bu güzel tesbiti, Müktedir iktidarın nasıl olması gerektiğine ışık tutmaktadır. Bu tesbitlerden hareketle, gerek idare edenler, gerek milletin ileri gelenleri (aydınlar-âlimler) gerekse halkın tamamı ile birlikte uyum içinde olması şart. Üç sacayağının varlığını yitirmesi, Müktedir iktidarın yokluğu demektir. Tarihi geleneğimizde, Osmanlı Padişahları, tebaayı kendilerine ‘’vediatullah’’ yani Allah’ın emaneti olarak kabul ederlerdi. Hatta Padişahlar, gurura ve saltanatın heva ve hevesine kapılmamak için, Cuma selamlığına çıkarken, muvazzaf bir tabur askere ‘’Mağrur olma Padişahım senden büyük Allah var’’ hatırlatmasıyla tempo tutturulurdu. Padişahlara verilen ‘’Zilullahi fi-l Arz’’ ünvanı, Allah’ın (hâşâ) maddi gölgesi anlamından olmayıp, O’nun lutfuyla icrayı adalet eden bir kul, tarzında telakki edilmiş olduğu muhakkak. Müktedir iktidarda idareciler, halka hizmet ederken, Allah’ın izni ve rızası doğrultusunda halka ünsiyet kurmayı amaçladıklarından, gerçek anlamda idareci olma hakkını kazanmaya layık olmuşlardır. Âlim ve yönetici diyaloğu
Aslında Müktedir iktidara gerçek hüviyet kazandıran bilge insanlardır, yani sivil toplum örgütleri ve ehil idarecilerdir. Âlimler ve bilge insan¬lar, reyleriyle idarecileri aydınlatıp bir nevi yönetimin müsteşarları olarak görev yaparlar. İlim adamlarının, şüpheci yönleri ve kılı kırk yaran detaylara inen bir meziyetleri vardır. Bundan dolayı pratik değil¬lerdir. Çünkü meselelerin en ince ayrıntılarıyla meşgul oldukların¬dan, onlar için önemli olan mana denizinde yüzmek ya da umum ve külli bilgilerle meşgul olmaktır. Bu hususu Cevdet Paşa; ‘’Sünuf-u beşer içinde emr-i siyasetten en uzak insanlar âlimlerdir’’ diye tarif eder. Yabancı bir ilim adamı Pareto da; ‘’ilim başka, siyaset başkadır’’ diyerek meselenin özünü biraz daha aydınlatmıştır. Demek ki; idari mekanizma çok girift bir dünyadır, yani politika pratiklik isteyen bir dünyadır. O halde siyasi olaylar, kıyas metoduyla genel fikirlere hiçbir zaman uygulanamaz. Yukardada ifade edildiği gibi ulema, olayları beyinlerindeki külliyata uydurmaya alışmışlar hep. Bu noktada idarecilerin ulema’nın hafızalarındaki külliyatlardan faydalanmak için sürekli onların bilgilerine ve reyine başvurması gerekiyor ki; mevcut bilgileri pratiğe geçirebilsinler. Kelimenin tam anlamıyla siyasetteki kirlilik, âlim ve yönetici diyaloğu ile giderilebilir ancak. Âlime önem vermeyen idare¬ciler, onların kapısını aşındırmaktan utanç duyan yöneticiler asla müktedir iktidar olamaz.
Siyasi Kirlilik
Siyasi kirlilik yüzünden hakikatı göremez olduk. Günümüzde politi¬kanın adı neredeyse siyasi kirlilikle özdeş hale geldi. Belki de insanlığın kurtuluşu bu kirlenmiş politika illetinden kurtulmakla olacaktır. Weber bu yüzden ‘’Şeytanla anlaşma imzalamaktır politikaya gir¬mek’’ diyor. Bediüzzaman Said-i Nursi de yaşadığı dönemde gör¬düğü kirli politika oyunlarına şahid oluyor ve şu tarihi yorumunu dile getiriyor: ‘Siyaset, iki ucu kirli bir sopa gibi. Dolayısıyla Euzu bilehimines- siyaset.’’
Yani üstat siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım demiş.
Gerçekten de bugünkü siyaset anlayışı sayesinde, nice haklıları haksız, nice haksızları çirkin ve güzel gösteren politik arenaya dönüşmüştür. Öyle ki; siya¬setçilerimiz, âlimlerden uzaklaşmış, kendi egolarını ön plana al¬mışlardır. Oysa Müktedir iktidarda ölçü Peygamber (s.a.v.)’in mübarek lisanından dökülen şu güzel sözleridir: ‘’Devlet reislerinin en iyisi, âlimlerin yanına giden, âlimlerin en kötüsü de, devlet reislerinin yanına gidendir.’’ Bu hadisi şerifin mana ruhundan yoksun devlet yöneticileri politikada kirlilik meydana getirmişler, sözde âlimler ise ilmi ayağa düşürmüşlerdir. İktidara talip devlet adamı sık sık bilge insanların ziyaretinde bulunup, onların istişa¬resine başvurduğu takdirde siyasette temizliği sağlayabilir. Gerçek âlim de ilmin yüceliğini bilip, yöneticilerin kapısını aşındırmayarak ilmi ayağa düşürmeyen insan demektir. İdarecinin ayağına gitmek şöhreti doğurur. Şöhretse afeti beraberinde ge¬tirir. Ariflerin ‘’Şöhrette afet vardır’’ sözü bu yüzden söylenilmiş kelamdır. Dikkat edin, Fatih devamlı Akşemseddin’in ayağına gitmiş ve sık sık eşiğini aşındırmış. Yani Akşemseddin, Fatih’in ayağına gitmemiş. Fa¬tih eşikte Fatih olmuş ve hadisi şerifte beyan olunan övülen ku¬mandan ünvanını kazanmıştır bu sayede. Siyasette ‘’Makyavelizm’’
Politika bir vasıtalar bütünü olması gerekirken, günü¬müzde düşünceleri, devletleri, hemen hemen herşeyi alet et¬meye başlamıştır. Üstelik politika puta tapıcılık gibi değişik bir rol üstlenerek çağımızda politika bezirgânlarının hızla türemesini doğurmuştur. Batı toplumu inancını yitirince yerine politikacılığı ikame etmiş. Zira Machiavelli adeta politikacının kirli dosyasını hazırlıyor ve diyor ki, ‘’Dürüstlük özel hayatta olur, politikanın tek kuralı iktidarın menfaatıdır. Politika ahlak dışıdır. Çünkü namussuzlar arasında yüzde yüz namuslu kalmak isteyen ergeç mahvolur. İyi kalplilik felakete götürür insanı. Zulüm, yufka yüreklilikten daha az zalim¬dir. İç şavaşları önlemek için üç beş kelle koparmak zulüm değil, vazife. Halk yalnız neticeleri görür vasıtalar ne olursa olsun, hoş görülür ve alkışlanır’’. İşte bu cümlelerdende anlaşılacağı gibi, günü¬müzde maalesef, siyaset ‘’Makyavelizm’’e dönüşmüş. Dürüst politikacı, siyasettte Makyavelizmi ölçü almaz. Ölçüsü, hak, hukuk, adalet olup, toplumun iç dinamikleriyle uyumlu, kitlelerin, meşru yollar¬dan (demokratik) hak ve hürriyet elde etmelerine sıcak bakan şuura sahip olmaktır. İslâm tarihine gözattığımızda; yöneticilerin, alelade vatandaşlarla hâkim huzurunda birlikte yargılanması gibi dürüstlük örneklerini görürüz. Osmanlıyı büyüleyen de zaten bu ve buna benzer bir dizi örneklerdir. Tarihi geleneğimiz herkese fırsat eşitliği, hak ve hürriyetlerde eşitlik, kanun ve nizamlarda eşitliği ön görür hep.
Devlet erki, eşit şartlarda ve imkânlarda yarışan insanlardan farklı sonuçların doğmasını normal sayar. Çıkan neticeye saygı duymak demokrasinin ve aynı zamanda adaletin gereğidir. Devlet, ferdi ve kolektif başarılara sıcak bakmanın yanısıra teşvikte bulunmalı, hatta ödüllendirmesi de gerekiyor. Başarılı ile başarılı olmayanı ayır¬detmek sosyal adaletin gereğidir. Siyasette kirliliğin başlıca nedenlerinden biri de farklılıkları eşit şartlarda yarıştırmayıp torpil ağını işletmesinden kaynaklanıyor. Arpalıkların türemesi, fırsat eşitliğinin ve sosyal adaletin olmaması gibi örnekler bu durumu teyid ediyor zaten. Realitede birbirine eşit iki şey olamaz, ama nimetlere erişmede fırsat eşitliği sağlamak elzem.
Müktedir iktidar misyonuna soyunmuş siyasetçi; politikada çirkefliğe son vermek için düşün¬düğü ve uygulamasını istediği ‘’şekli-değişiklik modeli’’ şu un¬surlardan oluşur:
1. Başkanlık sistemi
2. Dar bölge nisbi seçim sistemi
3. Barajı geçenlere ilk turda, geçemiyenlere ise ikinci turda seçilme imkânı verecek gerekli yasal düzenlemeleri yapmak.
4. Sivil toplum örgütlerinin söz sahibi olabileceği ve sivil katılımcılığın ağırlıklı olduğu bir meclis oluşumunu desteklemek. Cumhuriyet, demokrasi gibi ana unsurlar sivil güçlerin et¬kili olduğu ortamda yaşayabilir ancak. Sivil güçlerin birbirlerinin kuyusunu kazması, her an ihtilale yol açabilir ve militer güçlerin işine yarar. Aynı zamanda sivil güçlerin etkili olmaması, örgütlenememesi toplumu fanatizme sürükler de. Dürüst iktidar modelinde, başkanlık sistemi önemli yer tu¬tar. Hatta denilebilir ki, İslam medeniyeti başkanlık müessesesi üzerinde oturmuştur. Ancak, başkanın sıratı müstakim üzerine olması şart koşulmuştur. Malum olduğu üzere İslâm’da seçim yolu Ashabın toplu kararı ile gerçekleşmiştir. Hilafetin babadan oğula geçişi, Muaviye’yle başlamıştır. Resulüllah’ın (s.a.v) “Hilafet benden sonra 30 yıldır, gerisi saltanat¬tır” beyanı bu gerçeğe işarettir. İslâm’da devlet başkanı doğruluğa ve adalete teslim olan insandır. Başkanlık modeli Milli yapımıza en uy¬gunu, milletin seçeceği bir başkan devlet başkanı olarak vazife görecektir böylece. Zaten düzen dediğimiz kavramda, “çok”ların “bir”in etrafında toplanması (Sünnetullah) demek değil mi?
Her zaman seçim sisteminin dar bölge nisbi seçim yöntemiyle ol¬masında fayda var. Çoğu demokratik ülkelerde, barajı aşanlar ilk turda seçiliyor, barajı aşamayanlar ise ikinci tura kalmaktadır.
Komünizm tek sınıfa dayalı tek partili meclisi savunur. Faşizm çok sınıfa dayalı tek partili bir meclisi, muhafazakâr ve liberaller ise çok partili parlamenter meclisi sever. Sivil inisiyatif üstlenmeyi göze alan iktidar modeli ise bütün ‘’izm’’lere: ‘’Milleti hakim kılan par¬lamentolar mı, yoksa oligarşi güçlere esir eden parlamentolar mı?’’ sorusunu sorduktan sonra ne ‘’sınıf meclisi’’, ne ‘’diktatöryal bir meclis’’, ne sırf idare edilenlerin le¬hine ne de idare edenlerin lehine bir meclisi kabül etmeyip, aksine, sivil katılımcı, bütün kesimleri kucaklayan bir meclisin hakim olduğu modeli savunur. Tabandan tavana, tavandan tabana karşılıklı sirkülasyonun söz konusu olduğu bir modelin adıdır sivil iktidar misyonu.
Demokrasinin şekli müesseseleri olan Anayasa Mahke¬mesi, Seçim Kurulu, hükümet, devlet başkanı vs. özden uzak oldukları zaman tek başlarına hiç bir anlam ifade etmezler. Şekli kurumlaşmadan ziyade, muhteva da önemli, iç ve dış bütün olmalı. Bütün bu müesseseler bir baskı unsuru değil, vicdanları aydınlatan bir ruh ve şuur etrafında vazife görmeli ki toplumda kabül görebilsin. Öyle Anayasa hazırlanmalı ki, ona iman ede¬lim ve vicdanları aydınlatabilen rehber olabilsin.
Demokrasi
Gerek sanayi toplumunun gerekse bilgi toplumunun tek normal rejimi demokrasidir. Sanayileşme ve bilgi çağına entegre aktiviteleri tabanda hareketlenmeyide beraberinde getirmiştir. İktidar sahipleri bu aktivitelere kulak vermezse, ya da halkı hiçe sayarsa tepkisel hareketlerle karşılaşacaktır. Sonunda gelen tepkilerin yaratacağı güç kaybını düşünerekten iktidar sahipleri ister istemez bir noktada sivil toplum örgütlerini tanımak zorunda kalacaklardır. İbn-i Haldun; ‘’Kabile ve hanedan asabiyetine dayanan devletin iç kargaşalara sürüklenebileceğini, zamanla çökeceğini’’ söyleyerek bu konuda zamanımıza ışık tutmuştur. Nasıl ki; birzamanlar yerleşik düzen içerisinde kabile yapıları çökmüşse, sanayileşmiş bilgi toplumunda, ya da onun bir üst aşaması olan bilgi ötesi toplumunda da diktatöryal uygulamalar, yerini sivil toplumun yönetimde etkili olduğu ‘’Katılım¬cı modele’’ terk edecektir bir gün elbet. Diktatöryal ve baskıcı uygula¬malar, milletlerin uyanışına sebep olmaktadır çünkü. Bilindiği gibi Rusya lideri Gorbaçov’un Glasnost ve Perestroika politikalarına yönelmesi, insancıl olduğu için değil, sanayileşen Sovyetler’in sosyal tabakadaki hareketliliğin hızla artması sonucudur. Yani tabandan gelen zorlamalar Gorbaçov’u gevşemeye ve taviz vermeye itmiştir. Maalesef baskıların en kuvvetli olduğu dönemler değil, hürriyetin ve sivil toplum unsurlarının yönetime doğrudan katılıma başladığı dönemler en sancılı dönemler olarak geçmiştir tarihe. Nasıl mı? Çünkü alışık olan bir düzenden yeni bir düzene geçiş sözkonusu. Üstelik bu yönde gelişmeleri engellemek için faili meçhul cinayetler işlenebiliyor ve böylece ülke kaosa sürüklenebilmektedir.
Velhasıl; Sivil iktidar zihniyetine sahip politikacılar, sosyal değişmelerin bilincinden hareketle, kitlelerle beraber yönetim modelini oluşturmak mecburiyetindedirler, eğer muktedir olmak istiyorlarsa...