SİVİL KATILIM
SİVİL KATILIM
ALPEREN GÜRBÜZER
Sivil katılım felsefesi, insanın kalkınmasının ilkesine da¬yanır. İnsan sermayesi, gelişmiş ülkenin en büyük yatırımıdır çünkü. Bizde eğitime ya da insan kalkınmasına bütçeden ayrılan payın çok düşük rakamlarda olması düşüncürüdür.
Sivil toplumda, cemaat, sendikalar, dernekler, vakıflar, partiler, basın vs. önemli unsurlardır. Bu bakımdan kalkınmanın esas birimi, sivil toplum elemanlarının ve sivil katılımın gerçekleş¬mesine bağlıdır. Sivil katılım halkın kendi meselelerini demokratik kitle teş¬kilatları ile birlikte ortaklaşa çözmeleri ilkesine dayanır. Sivil katılımın ruhunu ‘’Şura’’ oluşturur. Alınacak kararlar istişare heyetinin ‘’Şura teşkilatı”yla gerçekleştirilir. Hiçbir sivil katılım projesi, istişareyi gözardı edip yahut bir tarafa itip, meselelerin üstesinden gelemez. Çünkü istişare, sosyal hayatın en önemli unsurudur. Üstelik Dinimiz, müslümanların dünyevi işlerini yaparken istişare yap¬malarını tavsiye ediyor.
Devletin sivil katılım projelerini uygulamaya koymada başlıca gö¬revi; plan ve program hazırlanmasını temin etmek, sivil katılım şuralarını teşvik etmek, maddi ve manevi yardımlar yapmak gibi bir dizi kolaylaştırıcı icraatlerde bulunmaktır. Afrika’da bile sivil toplumun en önemli öğesi olan cemaatler aktif rol oynadığı gibi, cemaat kal¬kınmasında başarılı adımlar atmışlardır. İşte Nijerya, Uganda ve Gana bunun en tipik örnekleridir. Afrika’nın tek şanssızlığı sosyal aydın tabakasının olmaması.
Sosyal değişim, sivil katılım modelinde önemli bir olgudur. Çünkü toplumdaki değişmelerin sebep ve neticeleri üzerinde çalışma yapmadan başarılı olmak mümkün değildir. Topluma model vermede ya da bilgilendirmede iletişim sağlayacak elemanlara herzaman ihtiyaç vardır. Bu iletişim elemanlarını ‘’değişim öncüleri’’ olarak adlandırabiliriz. Bunlar bir nevi ‘’gönüllü kalvuz’’lardır aynı zamanda. Dolayısıyla katalizör görevi yapacak bu gönüllü fedailerin, toplumun değerlerine yabancı ol¬mayan elemanlardan seçilmesi icap ederki, bu çok mühim bir yer teşkil eder. Öncelikle halkın yaşayışıyla barışık değişim öncüleri sayesinde, toplumla çabucak iletişim sağlanabilecektir bu sayede. Böylece halkla aydın arasındaki yabancılaşma ortadan kalkmış olacak¬tır. Dünyada hızla gelişen teknik bilgilerin ve yeniliklerin toplumun her kesimine aktarılırken, bilgi tarsformasyonu uzman kadrolarla gerçekleştirilir hep. Devletler gerek ticari faaliyetlerini ve gerekse teknik bilgilerin ak¬tarılmasını, ihtisas elemanları aracılığı ile gerçekleştirmenin yanısıra halkın sivil katılımınıda sağlayarak reformlarına hız verirler. Yeni buluşlar, yeni bilgiler toplum nezdinde hemen kabül görmez, bir anda değişime adapte olunamaz insan doğasının gereği.. Dolayısıyla her türlü yeniliği bir anda topluma kabullendirmek zordur. Daha düne kadar kimse ‘’sivil toplum’’ ve ‘’sivil katılım’’ kavramlarından söz etmiyordu. Bü¬gün ise gelinen noktada partilerden-kurumlara ve sivil örgütlerden-toplumun bütün fertlerine kadar herkes bu konuyu konuşuyor ve tartışıyor. Sivil söylemler artık herkesin dilinden tane tane dökülmeye başladı bile. Az gittik uz gittik ama kısmende olsa mesafe alabiliyoruz demek ki.
Sivil katılım faaliyetlerinde, eğitim görmüş, teknik bilgi¬lerle donanmış değişim öncülerine çok iş düşmektedir. Sosyolo¬glar bu yüzden; değişim öncülerine ‘’kalkınma ajanı”da diyorlar. Kal¬kınma ajanlarının en belirgin vasıfları şunlar:
1. Teknik maharete haiz olmaları,
2. Finalist olmaları (idealist karekterli.),
3. Kültür şuuruna sahip olmaları,
4. Siyaset bilimine vakıf olmaları,
5. Teşkilatcı karekter kabiliyetlerine haiz vs. olmalarıdır. Toplumun bütün fonksiyonları göz önüne alınmadan toplum kal¬kınması faaliyetlerine girişmek abesle iştigaldir zaten.
Sivil toplum unsurları, tertipli, düzenli ve hizmetkarlık şuuru, kendini feda etme gibi fonksiyon¬lara sahip olmakla sivil katılım yolunda öncüdürler, ama nasıl öncü derseniz, elbette ki; toplum kalkınmasında her gönüllü kendini hizmetkar olarak algılayarak öncü kuvvet olmalı. Ki; Yavuz Sultan Selim gibi dünyaya meydan okuyan bir padişah bile inandığı davasında kendini temsilci olarak görmemiş, sadece ‘’hizmetkar” olarak şahsını layık görmüştür. Mısır seferinden sonra kendisi için ‘’Hakimül Hare¬meyn’’ ünvanı öngörülmüştü, ama O yüce Padişah: ‘’Ben Hakimül Haremeyn ‘’ olamam, olsa olsa Hadimül Haremeyn’im diyerek hizmete talip olmuş, böylece efendiliğin hadimiyetten geçtiğinin mesajını vermiştir adeta.
Sivil toplum unsurları, düzenli ve düzensiz şekilde örgütlenmiş olabilirler. Unutulmaması gereken düzensiz örgütlenmelerin anarşi doğurabileceği gerçeğidir. Zaten düzensiz organizasyonlar çok kere yığınları andırır.
Artık çağımızda klasik anlayışların yerine, sanayii ve bilgi toplumu değerleri geçerken, sosyal yapıda birtakım gerginlikler, uyuşmazlıklarında nüksettiğini gözardı etmemek gerekiyor. İster istemez bu durum geçiş sürecinde yaşanan çözülme dediğimiz ‘’anomi’’ hal veya normsuzluk denilen sancılar meydana getir¬mektedir. Bu tip kaidesizliklere son vermenin yolu toplum öncü¬lerinin, milli kültür şuuruna sahip olmaları ve kültür politikalarının aktif bir şekilde hayata geçirilmesiyle mümkün olsa gerek. Şayet sivil toplum modelinde sosyal da¬yanışma sağlanamazsa bir takım arızalar, sosyal dengesizlikler had safhaya ulaşacaktır ki, bu durum patolojik durumu ifade eder.O halde ne yapmalı? Sivil toplumu hem madden hemde ruhen donatmak gerkir.
Şöyle ki; sivil inisiyatif proğramları iki ana unsurdan oluşur:
1. Maddi kalkınma.
2. Manevi kalkınma.
Maddi kalkınma, sivil toplumun genelde ekonomik teşeb¬büslerini, manevi kalkınmada da toplumun tarih, din, folkloru vs. kısaca kültürünü kapsar. Maddi ve manevi kalkınmada takip edilecek yol ise: ‘’Metod, program, faaliyet ve devamlılık’’ ilkeleridir. Kalkınma ajanları, bu ilkeleri uygulamakla yükümlüdür. Sivil toplum unsurlarıyla iletişimde bu ajanların cemaatlerin yapısına ait hususlarda ön bilgiye sahip olması gerekir. Cemaatin yapısını tanımadan, toplumun aktif rol oynamasını beklemek ha¬yaldir. Değişim öncüleri, umumiyetle yeniliklerin uygulamasını temin eder. Fakat, yeniliğin getirilmesinde takip edilecek metod önemlidir. Önce topluma verilmek istenen yeniliğin ‘’farkına” varılması sağlanır, sonra ‘’ilgilenmesi’’ beklenir. Daha sonra da toplumun yenilik hakkında ‘’kararlılığı ‘’sağlanıp, yeniliğin küçük bir ‘’uygula¬ması’’na geçilir. Netice itibariyle bu aşamalardan sonra görüle¬cektir ki, değişim toplumca benimsenmiş olduğu görüleceği gibi kazananın statükoculuk değil değişim iksirinin olduğu birkez daha isbatlanmış olacaktır böylece.
Toplum kalkınmasında, din alimi, pedogoji uzmanı, doktor, sosyolog, psikolog vs. çok iyi yetiştirilmeleri gerekiyor. Böylece bu ihtisas elemanları sayesinde sivil katılım gerçekleş¬miş olacaktır.
Din, ahlâk, maneviyat, hukuk, sosyal hayata renk kattığı gibi düzen getirir.. Cemaatle, küçük sosyal topluluklar olmasına rağmen, toplumun çekirdeğini oluşturur. Cemaatten cemiyete geçmenin yolu, küçük sosyal yapılarda olsa, onları dışlamayıp onların fikirlerine, görüşlerine başvu¬rmaktan geçer.. Cemaatlerle varılacak diyalogla böylece cemiyete geçeriz, yani toplumlaşırız. Cemiyetteki sosyal aktivitelerin hız kazandırılmasıyla da daha geniş kavram olan ‘’millet’’ olma şuuruna varırız. Şu anda toplum olarak ‘’millet’’ kelimesi sadece dilimizde ve simgesel düzeyde, kalbe ineme¬miş hala. Milletten kopuk insanların ‘’milli şuur’’a vardığı zaman sivil katılımın her tarafı bir ağ misali saracağını şahit olacağız demektir. Halkının teşkilatlanmasından, yönetime katılmasından ür¬ken zihniyetin ağızlarından ikide bir düşürmedikleri ‘’demokrasi’’ lafı aslında, halkı dışlayıcı ideoljilerini ört-bas içindir. Birgün maskeleri düştüğünde ‘’milli şuur’’ dan ne kadar uzak oldukları görülecektir elbet. Bir ideoloji, halkın sonuna kadar ‘’hadimi’’ olarak ortaya çıktığı zaman toplum kalkınması da, o istikamette ilerler. Sivil katılım; geri kalmış toplumların sağlık, tarım, iktisadi, okul, dernek, sendika, vs. diğer toplumsal meselelerini hallet¬mek için, topyekün bir maddi ve manevi kalkınma faaliyetidir. Teknolojik hamle ile maddi kalkınmamızı kültürümüzü yaşa¬makla da manevi kalkınmamızı gerçekleştirmiş olacağız. Sivil katılımcı anlayışında ‘’ben’’ şuurunun yerine ‘’biz’’ şuuru hakimdir, toplu¬mun menfaatleri, şahsi çıkarlardan önce gelir. Toplum, gönüllü fedailerden yoksunsa her alanda menfaatçiliğin gırla kol gezdiğini söyleye¬biliriz pekala. Hatta böyle bir toplumda sivil toplum yerine köşe dönmeciler, vurguncular asıl söz sa¬hibi olur. Bu tür olgular sosyal sancılar doğuracağı muhakkak. O halde hem maddi hem de manevi kalkınma seferberliği başlatmak zarureti vardır.
Gönüllü fedailer, tarihimizde ‘’Alperen’’ tipine tekabül eder. Nasıl ki Ahmed Yesevi’nin dergahına gelen ‘’Alp’’ler ‘’Eren’’lik vas¬fını kazanıp ‘’Alperen’’ oluyor ve topluma kazandrılınıyorsa bugün de pekâlâ bilgi çağın gereklerine adapte olmuş ‘’Alperen’’ tipi yetiştirmek mümkün,neden olmasın ki? Prof. Dr. Osman Tu¬ran; Türk’ün Alp’lerinin Pir-i Türkistan-ı Ahmed Yesevi’nin terbiyesiyle ‘’Erenlik’’ hususiyetini de alarak Alperen veya Gazi derviş olduklarını belirttikten sonra, bu yetişen ‘’Alperenler”in ileride Osmanlı İm¬paratorluğu’nun manevi temellerini oluşturduklarından uzun uzadıya bahseder. Zira Osmanlı’nın manevi temellerini oluşturan bu Alperenler sayesinde, devletin üst kademelerinde de canlılık meydana gelerek, üç kıtada hükmeden Cihan İmparatorluğunun doğmasına vesile olmuşlardır.
Sivil katılım aslında insanın kalkınması yahut İnsanın şahsiye¬tini bulma davasıdır. Oysa Türkiye henüz teknolojisini tamamlayamadığından dolayı halkımızda ‘’a¬vam kültürü’’ yaygındır. Yıllardır kapalı kutu içinde kalmaya mahkum edilen insanımız, aksiyonunu da yitirmiş maalesef. Tanzimattan beri uygulanan yanlış politikalar sonucu, toplumun teşkilatcılık özel¬liği körelmiş ve tarihi süreç içerisinde zamanla aktivitesini kaybetmiştir. Şimdilerde görülen manzaralarda pek içaçıcı değil, kahvehanelerde, birahanelerde parklarda, otellerde, so¬kaklarda ömrünü tüketen öbek öbek insan yığınlarını andırıyor sanki...
Evet, yığından söz ediyoruz, bütün hataların sorumluluğunu İnsanımıza yüklemek de haksızlık olur elbet. Tama¬men mesele, ülkemizi ehliyetsiz, halkla seçimden seçime iletişim kuran idarecilerin yüzünden ‘’yığın’’ haline geldik. Teşkilatlanma¬larına izin verilmemiş, idari mekanizmlarda söz sahibi olmasına fırsat verilmeyerek katılımı sağlanmamış, sa¬dece ‘’oy’’ verme işlemi için sınırlandırılarak, halkımızın sivil inisiyatifi¬ elinden alınmıştır. Kitleler, yalnızlık psikozuna bu şekilde düşürülmüştür, oysa toplumun yönetenlerden beklentileri var. Belli başlı beklentileri sırasıyla şunlardır: - Mesleki bilgi edinmek,
- Çocuklarını iyi bir gelecek kurmaları için eğitim imkanlarından sonuna kadar yararlanmak,
- Kazançlarını artırmak,
- Örgütlü ve teşkilatlı yaşamak,
- Demokratik hayatta söz sahibi olmak vs. gibi temel gayelerdir.
İdarecilerin topluma yabancılaşması, onarılmaz yaralar açmaktadır.. Halkla Erk arasında uyumsuzluk anlamına gelir ki, bu durum kaosa yol açar. Hatta bu alacakaranlık içerisinde halkın politikacılara, bürokrasiye ve yönetim kadrolarına güvensizliği her geçen gün artmasını doğurur. Onun için biran evvel milli birlik ve beraberlik yolunda hızlı adımlar atarak yarınlarımızın kurtarmanın yolunu aralamalı. Genellikle toplumumuz, İslâm’a olan bağlılığını, geleneksel yapı içerisinde kırsal alanlardan taşıyarak şehirlerde de sürdürmüşlerdir. Ancak çarpık şehirleşme kültürel yozlaşmayıda beraberinde getirmiştir. Sanayileşme ve bilgi çağı sürecine girdikçe ‘’norm’’lar bo¬zulmaya yüz tutuyor ve ister istemez ferdi, yalnızlığa itmektedir. Bireyi, ruhi boşlukta yuvarlanmaktan kurtaran tek destek şüphesiz Allah’tır. Fakat bu güzel duygular çarpık sanayileşmenin getirdiği ‘’kültürel şok”la top¬lumdan siliniyor ve yerine ‘’ego’’nun menfeatleri yerleşiyor. Aristo, ‘’Tabiat boşluğu sevmez’’ derken belkide bu gerçeğe işaret etmiştir.. Ruhi boşluk dediğimiz ‘’Hiç’’lik bunalımıyla mücadelede eden insanları kültü¬rel politikalarla destekleyip, moral motivasyon uygulamalarına geçilmezse toplum katmanlarında sosyal sancılar çıkacağı kaçınılmaz. O halde bireyi yalnızlıktan kurtaracak; ‘’manevi iklim”i oluşturmamız şart. O yüzden ‘’hiç’’liğe meydan vermeyecek yapılanmalara gitmek zurureti vardır. Evet! Aristo haklı; ‘tabiat boşluk tanımaz’ demekle.. Eğer halkı moral değerlerle beslemezseniz, haramiler halkın ruhunu çalmak için pusuya yatmış avını avlamak üzere heran hazır vaziyette..
İslâmiyet’in doğmasıyla, Arap kabilelerin yani Bedevi toplum yapısında mevcut olan katılığın yerini merhamete bırakmış, madem yerine incelik, sevgi ve adalet gelmişse, toplumların da bügünkü yaşadığı ızdırapların yerine mutluluk ve refah gelmesi için yeniden İslâm’ın evrensel mesajına kulak vermek zorunlu¬luğu vardır. Yeni bir ilham, yeni bir soluk dirişilimiz olacaktır elbet.
Menzil, şehirlerden uzak bir köy olmasına rağmen, insan¬ların huzur bulduğu bir belde. Katılımcılığın küçük bir örneğini orada bulmak mümkün. Dilleri, renkleri, ırkları ayrı olan insan¬ların bir arada kardeşçe yaşanabileceğinin numunesi orada. Güneyli¬siyle, kuzeylisiyle, doğulusuyla, batılısıyla akın akın insanları bir arada katılımını sağlayan çekim alanı mevcut üstelik. Yani, akılla, kitapla anlatılacak gibi değil. Manevi çekim gücünün insanları birarada tutan bir ha¬vanın olduğu bir vaka. İşte bir kumarbazın ellerini yıkayıp abdest almaya başlaması, bir ateistin ‘’Allah’’ deyip yeni bir hayata adım atması, bir sarhoşun şişeyi taşa çalıp içkiye veda etmesi gibi örneklerin sürekli yaşandığı bir belde olması bakımdan dikkat çekiyor. Makam ve mevki insanları orada ayıramıyor, aksine bu makam ve mevkilerin geçici olduğunun farkına varıldığı bir yer olup, birtakım insanların kendilerinde önceden var olan kazanıl¬mış statülerinin bir anda ‘’tevazu’’ya dönüşmesine şaşmamak elde değil. Aynı zamanda İlim sahibinin, asıl ilmin, ‘’Allah’a yakın ilim’’ olduğunun şuuruna varıldığı bir yerdir Menzil... Dedik ya sözle, kalemle izah edilemez, ancak yaşanarak anlaşılır... Orada ast, üst birbirine harman olmuş. Ast, üst aynı kazandan, aynı çanaktan çorba içiyor. Toplum katmanlarındaki hiyerarşi gururu silinmiş ve tek halkada birleşmiş, hepsinin dilinden sadece Allah anılıyor. Tek sermayeleri sevgi ve aşkdır dersek yeğdir. Anlaşılıyor ki; sevgiyle, aşkla fethedilemeyecek kale yoktur. Hz. Mevlânâ da ‘’Ne olursan ol yine gel’’ mesajıyla bir değişik katılım¬cılık örneği sergilimiştir. Hz. Yunus: ‘’Yaradılanı sev yaradandan ötürü’’ diyerek bütün insanlığa kucak açmış. Bizim kültürümü¬zün temelinde insan sevgisi yatar hep. Medeniyetimiz, insan yatırımına yönelik inşa edilmiş çünkü. Dünya bizim bu iksirimizle alem ‘’Ni¬zâm-ı Alem’’ olmuştur. Davamız kuru bir cihangirlik davası ol¬mayıp, İlay’ı Kelimetullah için ‘’Nizâm-ı Alem’’ davası olduğunu söyleyen bizatihi ‘’Ced’’lerimiz¬dir.
Osmanlı daha ilk kuruluşunda sivil katılım uygulamasına geçmiştir. Osman Gazi’’nin o günün toplum liderleriyle birlikte;
- Gaziyan-ı Rûm
- Ahıyan-ı Rûm
- Bacıyan-ı Rûm Ve Derviş-Gaziler’in katılımıyla gerçekleşen konsensüsle üç kıtaya hükmeden Os¬manlı İmparatorluğu’nun doğmasına vesile oldular. Osmanlı bütün toplum kesimleriyle nasıl diyalog ve uzlaşma içerisinde bu¬lunacağını ve nasıl tek yürek ve tek bilek olunacağının uygulanmasını gösteren belkide ilk imparatorluk..
Bugünde Türk ve İslâm topluluklarının sanayi ve sanayi ötesine ya da bilgi çağının ötesine sıçramak gibi ulvi arzuları varsa, bunun yolu, tabandan tavana bir yapılanmaya doğru büyük bir katılım oluşturup, yeniden yeni ufuklara yönelmekle gerçekleşebilir ancak. Bilindiği gibi Japonya’yı ayağa kaldıran Japon ideali ve cemaat yapısıdır. Japonya, teknolojisi modern fakat sosyal kurumları feodal olan bir toplum. Pek bu hale nasıl geldiler? Şöyle ki; Mejii devrinin sloganları ile Tokugua devrinin sloganlarını sentezleyip birleştirmekle işe koyuldular ve bu sayede süper güç oldular. Bu sloganlardan biri uygarlık ve aydınlan¬maya yönelikdi, diğeri de milli birlik ve beraberliğe, muhafazakarlık içeren düşüncelere vurgu yapıyordu. Kelimenin tam anlamıyla kültürlerinden taviz vermeden ilim ve teknolojik hamlelerini başlatıp süper devlet oldular. Tür¬kiye’de mutlaka ve mutlaka kültürel kimliğinden taviz vermeden dünyaya açılan yeni bir model uygulamak zorundadır. İçe kapanık uygulamalarla, insanımızdan uzak uygulamalarla, bir yere varamaya¬cağımızı anlamalıyız artık. O halde halkımızın ‘’sivil katılım”ını gerçekleş¬tirip, modern dünyanın en üst seviyesine ulaşabilecek ruhu oluş¬turmalıyız. Nasıl ki Almanya, Japonya, II.Cihan Savaşı’nın haraberleri al¬tında ‘’imkansızı’’ gerçekleştirdiler, biz neden süper ülke olmayalım ki?
Bilge Kağan’ın deyimiyle ‘’Ey Türk titre ve kendine dön!’’ demenin zamanı geldi, geçti bile. Kendimize dönmek bügün değilse, ne zaman?