SEYDA (K.S.) HAZRETLERİ'NİN HAYATI

SEYDA (K.S.) HAZRETLERİ'NİN HAYAT
SERÜVENİ

ALPEREN GÜRBÜZER

Seyda Hazretleri (K.S.), Allah'a giden yolda Sadat-ı Kiram'ın metodunu manevi tasarruflarıyla insanların yüreğine işleyen gönül sultanıdır. O, alışılmışın dışında bir uygulamayla vaazsız, nasihatsız hatta hiç bir konuşmadan etrafında daire ve halka oluşturan Allah dostu.
Binlerce insanın kafileler halinde Menzil'e gidip Seyda Hazretleri'nin manevi tasarruf şemsiyesi altında daire oluşturması, akıllara durgunluk veren hadisedir. Gerçekten bu durumu ne akılla, ne de ilimle izah edemeyiz, ancak ve ancak şöyle diyebiliriz: Allah bir kulunu sevdi mi, isterse bütün dünyayı ayağına getirir. Nitekim herşey sevgi ve sevilmek denen iksir içinde gizli...
Seyda Hazretleri etrafında kümelenen kalabalığın sayısına bakmaksızın, Allah'a giden yolda Sadat-ı Kiram'ın ortaya koyduğu düsturları yaşayarak ve yaşatarak hayırhah daire çiziyordu. Bütün mesele yaşamak ve yaşatmakta...
Tevbe; bu yolda günahlarla esaret zincirine vurulan insanın hürriyete giden yolda ilk kapısıdır. Sadat-ı Kiram'ın kapısında: Gelene gelme, gidene de gitme denilmez. Kapıda engelleyen hiç bir durum gözükmez. 'Ne olursan ol yine gel' sözünün tatbikatı burada...
İşte bu kapıyı aralamanın ilk adımı tevbeyle başlar. Tevbe, esaretten hürriyete kavuşmanın ilk sembolüdür. Bu yolda "Her hayrın başında ve sonunda tevbe ediniz" düsturu esastır. Sadat-ı Kiram daha ilk iş olarak sünnete uygun bir uygulamayı başlatıyor. Zaten Tarikat-ı Aliyye'nin bütün amellerinin başında ve sonunda 25 defa estağfirullah denmesi bunun en bariz delilidir. Gerek Hatme-i Hacegan yaparken, gerek Rabıta'ya dururken ve gerekse günlük virdini çeken sofi huzura hazırlanırken 'estağfirullah' diyerek başlar ve huzurdan ayrılırken de yine 25 defa 'estağfirullah' diyerek, yaptığı amelleri layıkı ile yapamadığının kaygısıyla nedamet duyar.
Bütün bu prensipleri uygulayan sofi, mürşidine daha da muhabbeti artar. Şeyh Ahmed-ül Haznevi (K.S.) şöyle der:
"Muhabbet sofilerin bineğidir"
Muhabbet bu yolun gülüdür. Aşk ve sevgi olmadan hiçbir şey olmaz. Kâinat bile aşk üzerine bina edilmiş. Herşeyin özünde muhabbet ve sevgi vardır. Mürşid-i Kamilden zevk ve muhabbet almanın ana kaidesi de Allah Resulü'nün (S.A.V.) şeriatına sıkıca sarılmaktır. Seyyid Fevzeddin Hazretleri bu konuda, "Kalbim çalışmıyor, kafam çalışmıyor diyorsanız, elbette çalışmaz. Nefsin hevasına kapıldığımız sürece Allah'ın muhabbetini gönlümüze yerleştirmek çok zor. Nefsimizi ıslah ederek muhabbet kapılarını açabiliriz. Böylece kalb de çalışır, kafa da çalışır (akl-ı selim)" diyerek, sofilerin muhabbet erleri olmasını ve kuru kalabalık olmaktan sakınmalarını telkin eder. Seyyid Fevzeddin Hz.'leri sözlerine devam ederek şöyle der: "Sofi daima nefsinin zıddını yapmalı. Nefis hevasına kapılmamalı. Bu duruma 'muhalefetulnefs'denir. Nefsin gemini tutmak gerekir. İnsan eğer nefsin gemini tutmazsa onda hayat olmaz. Allah ile insan arasında en büyük perde nefsidir. O halde nefs perdesini kaldırmak lazım."
Seyda Hazretleri (K.S.), Peygamber soyundan, yani seyyiddir. Maddi veraset bakımından Resul-i Ekrem'in (S.A.V.) otuzuncu göbekten torunudurlar. Evlad-ı Resul olmanın şuuruyla hayatını tanzim eden bir büyük zat idi. Hayatını O'nun (S.A.V.) geçirmiş olduğu hayat serüvenine uydurmaya çalışıyordu. Seyda Hazretleri'nin Sünneti Seniyye'ye ittiba etme gayreti, Allah Resulü'nün geçirmiş olduğu hayat çizgileri Seyda Hz.'lerinde de tecelli ediyordu. Peygamberlik Allah Resulü'ne 40 yaşında gelmişti. Seyda Hazretleri'ne de, Gavs-ı Bilvanisi (K.S.)'ın Şeyhi Ahmed-ül Haznevi (K.S.)'nın oğulları ve Şeyh Aladdin'in işaretiyle 40 yaşında halifelik nasib olur. 40 yaş O'nun hayatında dönüm noktası olur. Böylece manevi veraset bakımından altun silsilede 38.nci basamakta yerini alır. Altun silsile Peygamber (S.A.V.)'den günümüze kadar uzanan manevi halka olup, bu zincirin 38.nci durağını Seyda Hz.'leri oluşturur. Seyda (K.S.), manevi halkada yerini aldıktan sonra ömrünün arda kalan 21 yılını irşadla geçirdi. Öyle bir irşad vuku buldu ki, babası Gavs Hazretlerini'nin Seyda Hazretleri için söylediği duayı bize hatırlattı: "İnşallah İmam-ı Rabbani Hazretleri'ni geçersin"
Gerçekten de Seyda (K.S.) kırk yaşında halifeliği aldıktan sonra ömrünü Ümmet-i Muhammediye'nin kurtuluşuna adadı. Zamanın iman kurtarma zamanı olan hasebiyle, herkesi şemsiyesinin altına aldı. O'nun dergâhına gelen ister Türk, ister Kürt, ister Laz, ister Çerkez, isterse Gayr-i müslüm olsun aynı halkada "bir" oluyordu. Menzil'in manevi atmosferinde herkes kardeşçe yaşıyordu. Artık etnik kimlikler ayrılık sebebi olmaktan çıkıp gönüller Lafza-i Celal'de (Allah adı) birleşiyordu. İnsanların ilay-ı kelimetullah iksirinde birbirlerini sevmeleri bütün ayrılıkları bertaraf ediyordu. Hatta çeşitli siyasi kimliğe sahip insanlar bile eski husumet duygularını bir kenara bırakarak, aynı kaba kaşık salarak çorba içiyor, aynı safta namaza duruyor ve Seyda Hz.'lerinin halkasında omuz omuza birlikte huşu işinde Hatme-i Hacegana oturuluyor. İnsanları bu zamanda biraraya getirmek mümkün olmaksızın nasıl oluyor da mevkileri, makamları ve dünyalıkları bir tarafa atılıp aynı iklimde harman oluyor bunu anlamak mümkün değil. Sadat-ı Kiram'ın manevi tasarrufatını tabii ki, akılla izah etmek zor. Bunu ancak yaşayanlar ve iklimi iç dünyalarında hissedenler bilir. Allah Resulü'nün; "Ne Arabın Acem'e, ne de Acem'in Arab'a üstünlüğü var. Üstünlük takvadadır" sözlerinin tatbikatını Menzil de görüyor ve hissediyoruz. Tevhid yolunda birlikte yaşamanın bütün çizgileri Seyda Hazretleri'nin dairesinde mevcut...
Seyda Hazretleri şehirlerden uzak köyde yaşadı. O, köyü şehire taşımadı aksine, şehir insanlarını, kuş uçmaz kervan geçmez diyebileceğimiz köye Menzil'e tasarruflarıyla çekti. Doğduğu köy Siirt'in Kozluk ilçesine bağlı Siyanus köyü idi. 1930 yılında doğduğu bu köyde iki sene yaşadıktan sonra Baykan ilçesine bağlı Taruni köyüne göç etmişlerdir. 15 yaşına kadar bu köyde hem zahiri hem de manevi ilimler yönünde yetişerek hayatını idame eder. Fakat bu köyde Seyda Hazretleri'ni çocuk yaşta bu kadar ilim bakımından mesafe katetmesine tahammül edemeyenler O'nun bu köyden gitmesine vesile olurlar. Kıskançlık ve tahammülsüzlük önce Seyda Hazretleri'nin çıkmasına daha sonra da babası Gavs Hz.'lerinin köyden uzaklaşmasına sebep oluyor. Seyda Hz.'leri zahiri ilimleri tahsil için hocası Molla Muhyiddin'in yanında 1,5 yıl Havil köyünde ikamet eder. Oradan da Dilibey köyüne. Daha sonraları da Narin ve Nurşin köyüne. Yine burada da Hocası Seydayi Molla Muhyiddin'dir. Sadat-ı Kiram'ın yolunda mutlaka zahiri ilimleri bitirmek mecburiyeti vardır. O'nun için Seyda Hazretleri Çocukluk yaşından itibaren gerek Muhammed Diyauddin (K.S.)'ın torunu Şeyh Muhammed Nasır, gerekse Molla Muhyiddin'in yanında medresede uzun seneler ilim tahsil ederek zahiri ilmini tahsilini bitirip,icazet almıştır. En son hem zahiri hem de manevi ilim icazetini babası Gavs-ı Bilvanisi (K.S.)'den onaylatmıştır. Seyda Hazretleri Narin köyünden sonra Kasrık köyüne hicret eder. Fakat Kasrık öyle bir hal alır ki, ilim taleb edenleri maddeten kaldıramadığı için her bakımdan müsait olan Gadir köyü tercih edilir. Bu arada Seyda (K.S.), 1964 yılında askere gider ve terhis dönüşünde tekrar Gadir'de dergâh hizmetinde koşuşturmaya başlar. Maalesef bir müddet sonra Gadir köyü de Gavs-ı Bilvanisi'yi kabullenememiş, bunun üzerine adına uygun bir şekilde bu köyden gadr (göç) ederek bugün ikamet ettikleri Menzil köyü seçilir. Bir diğer ismi de ismiyle müsemma, Durak köyü... Menzil, bunca hicret hayatı serüveninden sonra en son durak olması bakımından mühim bir yer teşkil eder. Menzil önceleri kıraç bir araziye sahipmiş. Aynı zamanda uğrak bir yer de sayılmaz. Gavs-ı Bilvanisi (K.S.) sofilere işaret ettiği bir yere kazma vurdurarak su çıkartılır. Bu su adeta çorak ve kıraç olan topraklara neşv-ü nema kazandırır. Artık her taraftan bereket fışkırmaya başlayınca, Menzil, gelen misafirleri de kaldıracak güce kavuşur. Gavs'ın işaretiyle su çıkartılan Menzil de, daha sonraları bir sondajda Seyda Hz.'lerinin eliyle gerçekleştirilerek artan kalabalığın ihtiyaçlarını giderir hale gelir. Şimdi Menzilde tarlalar ekiliyor, biçiliyor ve bahçeler sulanıyor. Elde edilen ürünün hasadı değirmene gönderiliyor. Türkiye'nin dört bir tarafından gelen insanlara kazanlarla çorba pişiriliyor ve değirmende öğütülen un ile fırında ekmek yapılarak yediriliyor. Hiç kimseden bir kuruş almadan gelen misafirlere ikram ediliyor. Zaten Sadat-ı Kiram'ın hayatları incelendiğinde dergâhlarda çorba ve ekmek verdikleri görülür. Seyda Hazretleri de yeni birşey icad etmiş değil, sadece uygulanan usulü yirminci asrın doruklarında devamını daha da geliştirerek kıyamete kadar bu güzel geleneği sürdürmeye çabalıyorlar.
1972 yılında Babası Seyyid Abdülhakim el Hüseyni (Gavs-ı Bilvanisi) bu dünyadan göç eder. Zaten hayatları da köyden köye göçle geçmiş... Ve en son göçlerin en güzeli Şeb-i Arus’u, yani 24 Mayıs'da Allah'a kavuşur. Her nefis ölümü tadacaktır, ilahi fermanı Allah dostları için Allah'a kavuşma günü olarak telakki edilir. Seyda Hz.'leri babası nakli mekân etmeden iki yıl önce halifeliği almıştı. Gavs Hazretleri irtihal ettikten sonra 21 yıl sürecek bir irşad hayatı ve çile dönemi başlar. Önceleri küçük bir mekân olan Menzil, ihtiyaca cevab veremez. Bunun üzerine Gavs Hazretleri'nin yaptırdığı camiiyi daha da genişleterek Menzil'i Şah-ı Nakşibendî (K.S.)'nin Kasr-ı Arifan'ı diyebileceğimiz hale getirir.
Seyda Hazretleri'ni bu mekânda da rahat bırakmazlar. Allah Resulü'nün hayatlarında görülen göç olayı, hem Gavs Hazretleri'nde hem de Seyda Hazretleri'nin yaşantısında olanca hızıyla devam eder. 18 Temmuz 1983 yılında 12 Eylül ihtilalinin acı acı meyveleri Seyda Hazretleri'ne de yansır. Menzil köyünden askerler Gökçeada'ya götürülür. Mecburi ikamete tabii tutulan Seyda Hazretleri üç odalı bir eve yerleştiğinde şu sözleri söylemesi manidardır:
"-Şükredin, bir odamız daha oldu. Şükrümüzü artıralım. Bakın hem geniş bir yerde oturuyoruz, hem bizi koruyan polislerimiz bile var. Bizi her yerden gözetiyorlar..."

SEYDA (K.S) HAZRETLERİ'NİN ARDINDAN

Seyda Hazretleri Gökçeada'da geçirdiği sürgün hayatında zaman zaman romatizma ağrıları için girdikleri kuma bakarak; "Medine'nin kumları" demesi Allah Resulü'nün, Mekke'den Medine'ye göçünü özetleyen söz oluyor. Hem de Seyda Hazretlerinin Peygamberimiz'e yürekten bağlılığını ortaya koyuyordu.
Başbakan Özal zamanında özel gayretleriyle Seyda Hazretleri'nin ferdi hastalıklarının muayenesi için Ankara Gülhane Hastanesi'nde tedavisi gerçekleştirilir. Doktorlar, Ankara'da ikamet edilmesine dair heyet raporu verince de Gökçeada'dan tekrar yeni bir hicret daha vuku bulur.
Evren'in anılarından da anlaşıldığı gibi, Özal, Kenan Evren'den Seyda Hz.'lerinin sürgün cezasının kaldırılmasını ister. Evren, 'Midem Bulandı' diyor. Turgut Özal bu durumu şöyle değerlendirir:
"-O dönemde birçok kişi yargılanmadan cezalandırılıyordu, adı geçen zat da onlardan biriydi. Gökçeada'da mecburi ikamete tabi tutulmuştu, hem de hiçbir sorgulama geçirmeden."
Gökçeada, Ankara derken dönüş Menzil'e... Dönüşleri de bir bambaşka. Hasretlik öyle yüreğine işlemiş ki ilk iş, Gavs Hazretleri'nin merkadını ziyaret, şükür namazı ve ardından Mevlud...
Hicret dönüşünden sonraki yıllar irşad halkası daha da genişler.
Gökçeada ve Ankara dönüşünden sonra irşad dairesi daha da genişleyerek fetih yıllarını andıran günlere geçiliyordu. Medeniyetin zirveye çıkmasından rahatsızlık duyan birtakım mahfiller harekete geçerek ziyaret etmek için Menzil'e gelen sofilerin arasına birini sızdırarak el öpme anında zehirli iğneyi eline saplattırdılar. Bayram kalabalığından istifade ederek bu olayı işleyen kişiyi Seyda Hazretleri affeder. Allah dostlarının hayatlarında kızmak denilen hadise olmaz. O'da tıpkı Resulullah (S.A.V.)'ın Haydar fethinin müteakibinde bir ziyafet sofrasında sunulan zehirli eti birazcık ısırması gibi hadisenin ardından affettiği benzer durumu, 20.nci asrın sonlarında bir başka değişik biçimini yaşayarak bir sünneti daha icra etti.. Allah Resulü'ne de vefatlarında iki yıl önce bu zehir olayı olmuştu. Seyda Hazretleri'ne de.
Seyda Hz.'lerinin gerek sürgün hayatı, gerek eline zehir şırınga edilmesi olayı ve gerekse ferdi hastalıkları O'nu irşaddan alıkoyamadı. Bilakis, irşad dairesi dalga dalga fethi andırır tarzda büyüdü. Bir ara Menzil'den göz ameliyatı için Ankara'ya teşrif ettiler. Daha sonraki yıllarda romatizma ağrıları için Afyon'da Jeotermal kaplıcalarında tedavi ve istirahat için geldiklerinde bile bir an olsun irşaddan geri durmadılar. Hatta Afyon dönüşü yol duraklarında bile Sadat-ı Kiram'ın emanetini taliblilere veriyordu. Vefatına sayılı günler kala, herkesi şaşırtırcasına Afyon'da hutbe irad etmeleri ilginçtir. Çünkü Seyda Hz.'lerinin irşad faaliyetlerinden fırsat bulup da sohbet edecek vakti olamıyordu.
Belki, bu sohbet O'nun artık aramızdan ayrılmasının işaretiydi. Fakat zihinler
o an şaşkın ve bu durumu çözecek basiretten acizdi. Öyle ki, Seyda Hazretleri'nin veda konuşmasının son cümlelerinde;"... Sofiler ayakta çok beklediler. O'nun için sohbetime bu arada ara veriyorum. Cuma'ya kadar inşallah eve gideceğim. Allah hepimizi affetsin..." diyor ve hiç bir sofi "Cuma'ya evimizde olacağım" sözünden 'ölüm'ü akla getiremiyordu.
Evet, gerçekten de Seyda Hz.leri Cuma'ya evine gidiyor ama bu dünyadan ve sofilerden ayrılarak Allah'a kavuşuyor. Cuma ve 63 yaşında Allah'a yürümesi O'nun için Şeb-i Arus oluyor. Ardından binlerce sofi gözyaşları içinde O'nu son yolculuğuna uğurluyor. Ve o anda Seyyid Fevzeddin Hz.'leri devreye giriyor ve sofileri teskin etmeye çağırıyor:
"-Ağlamayın, Allah Resulü'ne ne yapıldıysa, babama da o yapılacak..."
Seyda Hz.'leri Pursaklar camiinde cenazesi yıkandıktan sonra tabuta konuluyor. Sofilerin omuzunda otobüsün üst kısmında koltukların üzerine konularak Menzil'e defnedilmek için, kafileler eşliğinde yola çıkılıyor. Seyda Hz.'leri son yolculuğunda da yalnız değildi. Bir anda Türkiye'nin dört bir yanından yol boyunca çevre illerden gelen arabaların da iştirakiyle 20 km'yi aşkın uzun kuyruklar oluşturan vasıtalar Menzil'e geldiğinde adeta mahşer görünümü veriyordu.
Cenaze namazı ve tekrar omuzlarda Gavs Hz.'lerinin yanına defnediliyor. Resulullah (S.A.V.)'ın "Âlimin ölümü âlemin göçü" sözleri gönüllerde yankı buldu.
Seyda Hz.'lerinden ayrılmanın hüznünü yaşayan sofilerin iç dünyasını dile getiren şu mısralar Hasan Kılıçatan'ın söylediği ilahisinde mana kazanıyordu:
Resulüllah'ın torunu
Ceddin Muhammed Nebi
Dertlerin dermanıydın
Sen Gönüller Tabibi
Zühd vera teslimiyet
Nice sırlar sahibi
Bıraktın bizleri
Ağlattın Seydam...
Mevlanaca Gel dedin
Yunusca sevgi dedin
Sevgi ile insanları daima birleştirdin
Ayırmadan hiç kimseyi Hak yola davet ettin.
Karanlıklar içindeydim bir zamanlar ben de
Işık tuttun yoluma olgunlaştım sayende
Bataklıklar içindeydim çiçek oldum sayende
Bıraktın bizleri ağlattın Seyda.
Seydam Seydam Seydam
Ağlattın bizleri mübarek Seydam...
Seyda Hazretleri'nin cenazesinde yediden yetmişe herkes ağlıyor ve gözyaşlarının akmasına mani olamıyordu.
O şimdi babası Gavs Hazretleri'nin merkad makamının bulunduğu kabrinin yanında. O sofilerden ayrıldı ama bizden hayırlılara kavuştu. Sadat-ı Kiram'ın toplandığı dar-ı bekaya, intikal eyledi. O artık Allah'a kavuştu. Ömrü boyunca sünnetinden taviz vermediği ve yaşantısında sünneti ölçü aldığı Allah Resulü'ne vasıl oldu, Hz.Ebubekir (R.A.)'a, Ömer'ül Faruk (R.A.)'a, Hz.Ali (K.V.)'e ve Şah-ı Nakşibendî (K.S.), İmam-ı Rabbani (K.S.) gibi bir dizi Allah dostlarına kavuştu. Kelimenin tam anlamıyla, Seyda Hz.'leri Şeb-i Arus'a yürüdüler...
O'nun vefatı dünyanın geçiciliğini, asıl kalıcılığın ebedi hayat olduğunu tekrar hatırlattı. Seyyid Fevzeddin Hz.'lerinin cenaze namazını müteakiben ağlayan sofilere:
"-Resulullah'ın ölümü sırasında Hz.Ebubekir Efendimiz, ağlayan müslümanlara dönerek, 'kim Resulullah'a tapıyorsa, o ölümlüdür ve ölmüştür. Kim Allah'a tapıyorsa o diridir' demiştir. Aynı şeyi şimdi biz tekrarlıyoruz. Seydamız Allah'ın rahmetine kavuşmuştur. Biz O'na değil, kendimize ağlıyalım. Onun yolundan gidelim. Kurmuş olduğu o evi yaşatalım. Kendimize merkez edinelim. Kendini geride bırakan ölmez buyruluyor. O ilmiyle kendini geride bıraktı ve ölmedi. O'na karşı iki görevimiz var. İlki O'nun yolunu takib etmek. O seviyeye nasıl çıkmışsa biz de aynı yolu takib ederek o seviyeye çıkmaya çalışmalıyız. Seyda Hazretleri: "Arkamdan bol bol Kur'an-ı Kerim okuyun buyuruyordu. Bizler de arkasından bol bol Kur'an-ı Kerim okuyalım." diyerek yüreklere su serper...

Allah Zikri (Lafza-i Celal Zikri), Gizli Zikir, Kalp Zikri (2)
Lafza-i Celal zikrinin gizli olarak çekilmesinde karşılaşılan en büyük problem, bu zikri çeken kişinin gizli zikir sırasında bu zikri çekemediğini veya şeytanların ve nefsin müdahalesi ile başka şeyleri zikrettiğini sanmasıdır. Bu durumda kişi zikirden lezzet duyamadığı gibi boşu boşuna zikir çektiği duygusuna da kapılabilir.

Öncelikle şunu belirtelim ki, gizli zikir çok faziletli ve kazançlı olduğu için şeytanlar bu konuda çok vesvese verirler. Sofiyle haddinden fazla uğraşırlar. Bunlara aldanmamak gerekir. Hele bir de buna ilaveten Lafza-i Celal zikri, bizzat Allah’ın (c.c.) zatını zikir olduğu için, ayrıca bunun üstünde daha faziletli bir kelime olmadığından, şeytanların hücumları kat kat artmaktadır.

Yukarıdaki gibi bir probleme sahip olan kişilerin, yani gizli zikir sırasında bu zikri çekemediğini veya şeytanların ve nefsin müdahalesi ile başka şeyleri zikrettiğini sanan kişilerin, önce bu zikre şeytanların ne kadar düşman olduklarını bilmeleri gerekir. Ayrıca bu zikri çeken kişilerin kafalarına şeytanların olmadık düşünceleri vesvese yolu ile attıklarını, bu yüzden zikir sırasında gönüllerini huzursuzlukla, hoşnutsuz duygularla doldurduklarını da unutmamalıdırlar.

Lafza-i Celal zikrinde Allah’ın rızası gizlidir. Şeytanlar bunu çok iyi bildiklerinden bu zikre adeta savaş açarlar.

Şu kesindir ki, kişinin gizli zikir sırasında bu zikri çekemediğini veya şeytanların ve nefsin müdahalesi ile başka şeyleri zikrettiğini sanması, şeytanların vesveseleri ile olan bir haldir. Bu hale zerre kadar değer verilmemelidir; yani bu hal sebebiyle gizli zikirden vazgeçmemek, onu ihmal etmemek gerekir. Böyle bir konuda sıkıntısı olan kişiler, aşağıda önerdiğimiz bir yolla Lafza-i Celal zikrini çekerlerse problemlerini kolaylıkla aşabildikleri gibi gizli zikirden büyük bir zevk de alacaklardır. Ayrıca Allah’ın (c.c.) izniyle bu zikri en faziletli bir şekilde çeken kişiler grubuna yükseleceklerdir:

Lafza-i Celal zikri sırasında önemli olan şey, içeriden Allah kelimesini ‘sesle söylemek’ değildir. Sesi ölçü olarak gördüğümüzde çekilen tespihin hızına yetişmemiz imkânsızdır. İlk yazımızda da belirttiğimiz gibi gizli zikirde tespih elimizden geldiğince hızlı çekilir, döndürülür. Daha doğrusu tespihi ne kadar hızlı çekersek zikrimiz o kadar faziletli ve bereketli geçer, amacına da ulaşır. Temel ölçümüz, tespihin çekilişteki sesinin ‘Allah’ diye zikrettiğini kabul etmektir. Bunun yanında içimizin de (kalbimizin veya tespihi tutan elimizin üzerinde bulunduğu letaif noktasının) bu tespih çekiliş sesi ile birlikte ‘Allah’ kelimesini zikrettiğini düşünmektir, kabul etmektir. Kısacası tespihin çekiliş sesi ile içimizin bir uyum, ritim halinde Allah’ı zikrettiğini düşünmemiz, kabul etmemiz gerekir.

Tespihin çekiliş sesi ile içimizin bir uyum ve ritim halinde Allah’ı zikrettiğini düşünmemiz büyük bir konsantrasyonu gerektirir. Onun için gözler kapatılır. Bütün dikkat tespihe ve tespihin üzerinde olduğu manevi organ üzerine teksif edilir. Hiçbir şey düşünülmez. Sadece Allah’ın (c.c.) zatının huzurunda olduğu duygusu korunmaya çalışılır.

Bu öyle bir ayardır ki, önceleri bu konuda bazı sıkıntıların yaşanması pek tabiidir. Zira sofi her tespih çekişte kendisini içten de ‘Allah’ diye bir sesi söyletmek zorunda hisseder. Hâlbuki tespihin devredişi çok hızlıdır. Her tespihte ‘Allah’ diye bir sesi söylemek imkânsızdır. Daha doğrusu böyle içten yükselen bir ses vardır ama bu sesten ziyade kalbinden veya tespihin üzerinde olduğu letaif noktasından gelen bir ‘uyumdur, ritim’dir. Bir iç monolog (iç konuşma) değildir. Bu uyum ve ritim Allah lafzını söylüyormuş diye kabul edilir. Daha doğrusu hiçbir kuşkuya kapılmadan içten yükselen böyle bir uyum ve ritimle çekilen tespihin sesinin birlikte ‘Allah’ diye zikre koyulduğu düşünülür. Yani tespih taneleri çekilirken onunla beraber içimizden yeknesak bir tempo ile ruhumuzdan yükselen sese benzer bir yapıda ama daha hızlı olan bir uyum ve ritim söz konusudur. Burada en açık olan şey, daha doğrusu olması gerekli olan şey, bizim tespih çekerken böyle bir uyum ve ritimle Lafza-i Celali de zikrettiğimize inanmamızdır.

İşte Lafza-i Celal zikri vücut tarafından özümsendiğinde değişik organlarda bu sözünü ettiğimiz uyum ve ritim bizzat sezilmeye ve duyumsanmaya da başlar. Yani organlar tıpkı titreşimdeki cep telefonu gibi akıl almaz bir hızla, yani farkına varılan bir uyum ve ritimle zikre geçerler. Buna sultani zikir dendiğini belirtmiştik. Bu durum için elimizde tespih olmasına da gerek yoktur. Zikir yapmadığımız halde gün boyunca bu sultani zikir bazı organlarda açıkça hissedilir. İşte böyle güzel bir hal yaşayan sofi fırsatı ganimet bilmelidir. Boş zamanlarında veya bir işle meşgulken dilini damağına yapıştırarak kendince bu çeşitli organlarında varlığını açıkça hissettiği sultani zikre bilinçle iştirak etmelidir. Çünkü zikir bilinçli olarak çekilmedikçe amaca ulaştırmaz. Bu sultani zikir yardımıyla yapılan gizli zikir, tespihle yapılan zikirden kat kat daha hızlıdır. Hem de çok faziletlidir. Çünkü bu sırada kişinin vücudu tüm hücreleri ile birlikte çok hızlı bir tempo ile Allah’ı zikretmektedir. Bunun için çok şey yapmaya gerek yoktur. Dil damağa yapıştırıldıktan sonra tüm vücudun Allah’ı zikrettiğini düşünmek, bu düşünce ile içinde oluşan uyuma, ritme kendini bırakmak yeterlidir.

Sultani zikre ulaşmamış kişiler de bu yolla, yani dilini damağına yapıştırarak zikrederlerse kısa zamanda büyük kazançlar elde ederler. Ama bu onlara çok zor gelecektir. Bu yol ilk zamanlarda pek kullanışlı değildir. Onun için böylelerine herhalukarda elde bir tespihi (küçük de olabilir) düşürmeden zikretmek daha yararlıdır.

İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s.) peygamberimizin (s.a.s) risaletten önce dili damağa yapıştırmak suretiyle gizli zikir yaptığını belirtmektedir. Nitekim peygamberimiz (s.a.s) Mekke’den Medine’ye hicret sırasında saklanmak amacıyla sığındıkları Sevr mağarasında Hz. Ebubekir’e (r.a) de bu zikri talim eylemişlerdir.

İnsan dışındaki bütün canlı ve cansız varlıklar, yaratılışları istikametinde kendi dilleri ile zikir halindedirler. Mikro âlemde maddenin en küçük parçası atomun çekirdeği etrafındaki elektronlar sınırsız bir hızla dönerek bu zikir halini gerçekleştirirken; makro âlemde dünya gerek kendi ekseni gerekse güneşin etrafında yaptığı dönüşlerle ayrı ayrı zikirlerde bulunur. Güneş sisteminin belli bir yörüngede Vega yıldızına doğru akışı da başka bir zikir halidir. Bitkiler ve hayvanlar da zikirden asla gafil değillerdir. Yalnız bu dünyada imtihana tabi tutulmakta olduğu için insanların büyük bir kısmı zikirden uzak bir hayat yaşamaktadır: “Yedi kat gök, dünya ve onların içinde olan herkes Allah’ı tespih eder. Hatta hiçbir şey yoktur ki O’na hamd ile O’nu tespih etmesin. Lakin siz onların bu tespihlerini anlayamazsınız. Muhakkak O kullarına karşı Halîm ve Gafûr’dur ( İsrâ suresi, 44).”

Şiir sanatında sevdiğim bir kavram vardır: İmge. İmge hayalden farklı bir kelimedir. Hayal yaşadığınız şeyleri veya gelecekte yaşayacağınız şeyleri kafamızda canlandırmamızdır. İmge ise hayali tıpkı modern ressamlarda olduğu gibi değiştirmedir. Hayali gerçek hayatın kanunlarının ve alışılmışın dışında, bambaşka bir kompozisyonla yeniden kurmadır. Picasso’nun resimlerinde başın yanında kolların bitivermesi gibi.

Sultani zikir büyük bir devlettir. Böyle bir devlete eren sofinin bundan çok iyi yararlanması, bunu çok iyi değerlendirmesi gerekir. Özellikle uyurken başını yastığa koyduğunda yukarıda söylediğimiz egzersizi daha da genişletebilir. Kendisini mezarda çürümüş, tamamen toprak olmuş kabul ederek (böylece fenafillâhın egzersizleri olan murakabe-i vahidiyyeti de yapmış olur) her zerresinin zikre geçtiğini düşünür. Atomun çekirdeği etrafında elektronların sonsuz bir hızla zikrettiğini hayal eder. Mezarındaki toprakla birlikte bütün dünya cansız maddeleriyle beraber zikirdedir. Onların her bir atomu tıpkı sofinin elindeki tespih gibidir. Çekirdekler, tespih daneleri hükmünde olan elektronlarını çevresinde sonsuz bir hızla döndürmektedirler. Hatta bu imgeye atomun yapısına benzeyen gezegenlerin ve yıldızların kozmik hareketlerini de katar. Böylece Allah’ın (c.c.) zatı huzurunda bütün evrenin cansız varlıklarının koro halinde zikre koyulmuş olduğunu imgeler. Artık vücudu veya toprağı, maddenin en küçük yapı taşından ta galaksilere kadar her şeyin zikir halinde olduğu bu âleme intibak etmiş olur. O da evren korosuna kendince katılır. Bu muhteşem tabloya sofinin tamamen toprak olmuş bedeni de bir ritim ve uyumla renk verir.

Cansız varlıklarda rızık, geçim endişesi olmadığı için onlar her daim zikirdedirler. Zikirden hiç gafil kalmazlar. En küçük yapı taşları, sözünü ettiğimiz tarzda yüce Allah’ı zikrederler. Çünkü iradeleri tamamen Allah’a (c.c.) bağlıdır. Allah ise şanını en mükemmel şekilde zikrettirendir. Sonra sırasıyla bitkiler ve hayvanlar gelir. Bitkiler tevekküllerinden yerlerinden ayrılmazlar. Hayvanlara göre zikre daha bir tutkundurlar. Çünkü iradeleri hayvanlara göre daha bir azdır, daha bir Allah’a bağlıdır. Hayvanlar zikirde insanlardan öndedirler. İnsan kadar bir iradeye malik olmadıkları için yüce Allah onlara zikir nimetini daha çok tattırmaktadır. İnsanların bazılarına zikir hiç nasip olmaz.

Şeytanlar hiçbir zaman bizden uzak değillerdir. İleri manevi hallerde varlıkları da görülebilir. Onlar duman halinde tüm bedeni, organları sararlar. Letaiflerde nurların görülmesinde olumsuz etkilerde bulunabilirler. Sultani zikirle birlikte yapacağımız daimi zikirler onların bellerini de kıracaktır.

Tasavvuf ve tarikat yolunun bazı temel esasları vardır. Bunlara uymadıkça zikir devleti pek ele geçmez. Geçse de zikirden lezzet alma nimeti pek bulunmaz. Bunlardan ikisine çok dikkat etmek gerekir: Birincisi nefsi her şeyden, herkesten küçük görmedir. Bu sayede başkalarından gelen kötülükler hoşnutlukla karşılanır. Nefse her kötülük az bile görülür. Bu da zikirde bu yoldan gelebilecek nefsani ve şeytani vesveselerin önünü tıkar. Zira başka zaman değil de tam ibadet sırasında nefis ve şeytanlar vesveseleri ile bu damarı çok kullanarak ibadetteki huzuru ve ihlâsı zedelerler. İkincisi dünyayı kalpten çıkarmadır. Dünya herkese başka türlü hitap eder. Çünkü herkes başka bir nimetine tutkundur. Ama para bu farklılıkları genellikle biraraya getirir, birarada toplar. Onun için zekât ve sadaka vermeye azami derecede dikkat etmek gerekir. Bu yolun, yani Nakşibendiyye tarikatının başında bulunan Hz. Ebubekir’in (r.a.) gerektiğinde her şeyini İslam dini için fedadan kaçınmaması boşuna değildir. Zekât ve sadaka verme gönlün dünyaya düşkün olmasını önler. Gönlü Allah’a bağlar.

Bu iki noktaya dikkat eden kişide Allah’ın izni ile zikir çekme aşk haline gelebilir. Özellikle gizli zikirde karşılaşılan büyük problem, yani bu zikri çeken kişinin gizli zikir sırasında bu zikri çekemediğini veya şeytanların ve nefsin müdahalesi ile başka şeyleri zikrettiğini sanması sorunu Allah’ın izni ile bu sayede çözüme kavuşur. İnsanların çoğu başkalarıyla kavgalarını ve dünyayı (parayı) Allah’la aralarına perde koydukları için Allah’ı gönül huzuruyla zikredemezler. Allah’ı zikretmek isteseler bile bu böyle bir durumda onlara nasip olmaz.

‘Lafza-i Celal zikrinde’ kişi canlı veya toprak olmuş bedenini ve evrendeki cansız maddelerin atomlarını zikir halinde canlandırırken ‘Kelime-i tevhit zikrinde’ ise insanın kendi bedenini, tüm evreni Allah’ın zatı karşısında yok etmesi amaçlanır. Ölüm insan için bunu sağlar, kıyamet de tüm evrenin yok oluşunu gerçekleştirecektir. İnsan ölünce tüm bedeni toprak olacaktır, kıyamet kopunca da tüm evren yıkılacak, maddenin en küçük parçası olan atomlar bile dağılıp aslı olan yokluğa dönüşecektir. Baki kalan sadece yüce Allah’ın zatı olacaktır. İşte Kelime-i tevhit zikri çekilirken bu esasa çok dikkat etmek gerekir. Zikir sırasında Allah (c.c.) dışında her şeyi yok bilmek gerekir. Onların faniliklerini göz önüne getirmek bu açıdan yararlıdır. Yine kendimizi mezarda çürümüş, tamamen toprak olmuş gördükten sonra evrenin büyük bir patlama ile yokluğa karıştığı imgesini gözümüzün önünde canlandırabiliriz. Bu hayalden sonra Allah’ın zatının ezeli ve ebedi olduğunu, baki kaldığını düşünmek gerekir. ‘Yeryüzünde olan her şey fanidir, ancak celal ve ikram sahibi olan Rabbinin zatı bakidir. (Rahman suresi, 26-27).’

Lafza-i Celalin hızlı çekilmesi gerektiğini belirtmiştik. Kelime-i tevhit zikrini de hızlı çekmek çok yararlıdır. Çünkü bu şekilde çekmek kişiye büyük bir coşku verir. Coşku da aşkı doğurur. Bir zikir aşkla çekildi mi kişiyi Allah’ın izni ile ileri makamlara ve hallere ulaştırır. Tespihi hızla çekme dolayısıyla ‘la-ilahe’ tespihin bir tanesine, ‘illallah’ diğerine denk düşebilir. Ama yine de bu iş kişiden kişiye değişebilir. Aslında tespih böyle bir anda sayıyı belirleyen bir alet değil, coşku sağlayan bir unsur olur. Elbette Nakşibendiyye tarikatında Kelime-i tevhit zikri kalple çekilmez. Kişinin kendi duyacağı bir ses ayarıyla zikredilir. Virtte doğal olarak sayıyı korumak hâkim olduğu için zikirde tespih taneleri o kadar hızlı çekilemez. Ama sayısız zikirde coşkuyu artırmak için eldeki tespihi dediğimiz veya dilediğimiz tarzda kullanabiliriz. Zikrin o zaman tadına doyum olmaz.

İnsanın tek başına yalnız havas bilgileri ile (Allah’ın şu güzel ismini şu kadar çekersen şu faziletlere sahip olacaksın tarzında bilgiler…) zikre yönelmesi beraberinde büyük itikadi yanlışlıklar ve sapmalar da getirebilecektir. Zikir ehil birisinin, mürşid-i kâmilin rehberliğinde çekilmedikçe insana yarar kadar zarar da verebilir. Tabii bu sözünü ettiğimiz şey, Laza-i Celal (Allah), kelime-i tevhit gibi zikirleri çokça çekme ile ilgilidir. İnsan kararında oldukça, mürşid-i kâmilsiz, kendisi de yalnız başına zikir edinebilir. Bir takım haller yaşadığında bir mürşid-i kâmile danışabilir, başvurabilir. Esma-i Hüsna zikri de mürşid-i kâmile başvurmadan kişinin kendi isteğiyle çekilebilir. Ama yine de Esma-i Hüsnada da ihtiyatlı olmak lazımdır. En azından tasavvuf ve tarikat kültürünü hazmetmek gerekir. Tasavvuf ve tarikat kültürünün de temelini her an tövbe ve istiğfar halinde olma, nefisle mücadele etme, onu her daim küçük görme ve Allah rızasını amaç olarak kabul etme oluşturur. Çünkü şeytanlar hiçbir fırsatı kaçırmaz. Kılavuzsuz yola çıkanları çeşitli tehlikeler bekleyebilir. Örneğin yaptığı zikirle dualarının kabul edildiğini gören birisi istidraca düşebilir. Benliği güçlenip kendisinde olmayan çeşitli büyüklükler görebilir, kibire ve ucuba kapılabilir. Çünkü zikrin neticesi birtakım haller yaşanmaya başlayacaktır. Bunların bazısı Rahmani bazısı da şeytanidir. Bunları insanın yalnız başına birbirinden ayırması imkânsızdır. Birbirlerine çok benzerler. Farkına varmadan şeytanın oyuncağı olabilir. Bunlar da insanı ebedi helake, pişmanlığa götürmeye yeter. Ayrıca vesveseye de düşebilir. Hele içinde bulunduğumuz çağda insanlar gerekli dini ve itikadi bilgilerden bile yoksunken onların ellerine verilecek böyle bir havas bilgisi Allah’ın (c.c.) güzel isimlerinin gereği ve amacı dışında zikredilmesine yol açacaktır. Onun için zikir yoluna gireceklerin bir mürşid-i kâmilin himayesine girmesi en doğru yoldur. Nefis tezkiye olmadıkça zikir, özellikle Esma-i Hüsna zikri ona yarardan ziyade zarar verecektir. Çünkü böyle bir kişi Allah’ın güzel isimlerine hep nefis hesabıyla bakacaktır. Bu da onu manevi olarak zarara sokacaktır. Hâlbuki Esma-i Hüsna zikrini çekmenin temel amacı Allah’ı övüp yüceltme veya O’nun güzel ahlakıyla ahlaklanmadır. O’nun rızası dışında her şey nefis hesabınadır. Allah’ın rızası dışında kendisine bir hedef çizen ve bu konuda Esma-i Hüsnadan umut bekleyen kişi ise yoldan çıkmıştır. Nefis ve şeytanlar onu aldatmıştır. Allah (c.c.) bu durumlara düşmekten bizleri korusun. Âmin. Evet, şu ayet-i kerime bu kişilere hitap etmektedir: “En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na en güzel isimlerle dua edin. O’nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır (Araf suresi, ayet 180).”

Rabıta ve zikrin feyziyle kısa zamanda kalp ve letaif noktaları açılarak ilahi (kırmızı, sarı, beyaz, yeşil, siyah, bunların karışımı değişik tonlardaki renkli) nurlar görülebilir.

Biz ilk zamanlarımızda bu nurlara karşı çok meraklı idik. Tabii varlıklarını kitaplardan okurduk. Acaba gerçekten görebilecek miyiz, diye kendi kendimize söylenip dururduk. Bizden önce bu yola girenlere, ileri derecede zikir çekenlere bu ilahi nurları görüp görmediklerini sorardık. Onlar nedense konuşmak istemezler, Nakşibendiyye yolunda her şey gizlidir, sırlar söylenmez, kabilinden cevaplar verirlerdi. Dedikleri doğruydu. Bir insanın durduk yerde hallerini etrafa anlatması edebe aykırıdır. Tasavvuf ve tarikat yolu ise baştan sona edeptir. Bir de o kişinin gurura, ucuba düşmesine neden olabilir. Bu da telafisi mümkün olmayan büyük zararlar getirebilir. Ayrıca nazar tehlikesi de bunun cabasıdır. Allah her birimizi bu afatlardan korusun. Âmin. Kuran-ı Kerim’de yüce Allah, pek çok yerde ‘böbürlenenleri’ ve ‘övünenleri’ sevmediğini beyan buyurmuşlardır (Hadid suresi 23, Lokman suresi 18, Nisa suresi 36, Kasas suresi 76, vb.). Tasavvuf ve tarikat yolu nefsi ezmek ve hiç etmek sanatıdır. Kişi bu yolda kendisinde çok az da olsa bir varlık gördüğü zaman anında manevi ilerlemesi durur, çeşitli sıkıntılar yaşamaya başlayabilir. Bu büyük tehlikelere karşın Allah’a sığınarak ve sadatlardan manevi himmet dileyerek insanların bu konulardaki meraklarını gidermek, onlara tavsiyelerimizin daha etkili olması için, ayrıca onları rabıta ve zikre teşvik etmek gayesiyle yaşadığımız tecrübelerden birazcık da olsa kısaca bahsetmek istiyoruz:

Gerçekten sultani zikirde tüm vücudun veya bazı organların hücreleri titreşimdeki cep telefonu misali akıl almaz bir hızla zikretmektedir.

Gerçekten kalp ve letaifler açıldığında bu noktalardan, daha doğrusu göğüsten, ibadetler sırasında (namaz ve zikir gibi) çok büyük hazlar alındığı gibi gözler kapalı olduğunda değişik renklerdeki nurlar da görülmektedir.

Gerçekten değişik renkteki nurlar görüldükten epey bir zaman sonra saydam bir nur halesi, daha doğrusu nur kalesi insanı kuşatmaktadır. Bu insanı şeytanlara karşı korumaktadır.

Böyle nimetleri kullarına bahşeden Rabbimize kelimeleri adedince şükürler, hamd u senalar olsun.

Sofiler rabıta ve zikirlerine dikkat ederlerse kısa zamanda bu söylediğimiz halleri yaşayacaklardır. Tabii tasavvuf ve tarikat yolunda bu halleri yaşamak önemli değildir. Bu konuda vesveselere düşmemek de gerekiyor. Çünkü insan bunlarla da imtihan edilebilir. İnsan bir ömürde bu halleri yaşamasa bile Allah’ın (c.c.) rızasına erebilir. Önemli olan da budur. Bu tür halleri yaşayan kişilerin de Allah’ın rızasına erdiğini düşünmek doğru değildir. Son nefeste imansız gitme tehlikesi peygamberler dışında herkes için geçerlidir. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin (k.s) de dediği gibi Allah (c.c.) ahrette bizleri yaşadığımız manevi hallerden sorguya çekmeyecektir. Önemli olan Allah’ın emir ve yasaklarını (şeriatı) yerine getirip Allah’ın rızasına ermedir. Rabıta ve zikirde amaç, Allah rızasıdır. Hal elde etmek değildir. Böyle bir isteğin kalpte olması bile bir fitnedir. İmtihan konusudur. Allah’ın rızası ile araya giren aşılmaz bir perdedir. Allah hepimizi bu tür afatlardan korusun. Âmin.

Özellikle rabıta sırasında insan nefsini çok ezmeli, kendini toprak misali yok bilip sadatlardan gelecek feyze ve nura talip olmalıdır. Aslında bu bütün ibadetlerde, hatta yaşamın her anında böyle olmalıdır. Onları rabıtada görmek istemek gibi bir duygu her şeyden önce bir edepsizliktir. Böylelerinin rabıtanın nuru ve feyzinden de bir nasipleri olmaz.

Allah fazl u ikramıyla bizlere son nefese kadar zikrini ve mürşid-i kâmile yapılan rabıtayı sevdirsin ve bizlere her daim rızasını nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi