KUR'AN-I MU'CİZ'ÜL BEYAN
KUR'AN-I MU'CİZ'ÜL BEYAN
ALPEREN GÜRBÜZER
Avrupalının asırlardır İslâmiyet'e bakışı hep ön yargılı olmuştur. Onların gözünde, "İslâmiyet" din olarak anılmaz, "Muhammediler" ya da Muhammedinizm şeklinde nitelenir. Daha baştan İslâmiyet’i bile ağızlarına almazlar, Muhammed'in dini olarak telaffuz ederler sürekli. Sanki yeminli gibidirler anmamaya. Kur'an-ı Kerim'i, Muhammed'in eseri deyip, geçiştiriverirler ve Allah'ın kelâmı, kabul etmezler. Oryantalistlerin bu iddiaları tabiî ki bizi bağlamaz, onlar söyleye dursunlar biz işimize bakıp Kuran’ın soluğu ile hayat bulmaya çalışalım, bizim için önemli olanda bu zaten.
Haçlı seferlerinin sebeplerinden biri de bu sakat anlayıştır. Öyle ki, Voltaire bile itiraf etmek mecburiyetinde kalarak; "Kuran’da hiçbir zaman mevcut olmayan abesleri, Kuran’a isnat etmişiz. Keşişlerimiz Yeniçeri'den daha kalabalık çok şükür" demiş. Bu sözlerden de anlaşıldığı üzere bir hayıflanma seziliyor, eeh ne yapsınlar? Ellerinden gelen bu, ne yazık ki İstanbul'un fatihlerine posta koymak için çareyi bu tür entrikalara başvurmakta buluyorlar. Aynı zamanda Voltarie; Ben Tanrıya inanmam ama kölelerimin ve hizmetçilerimin Tanrıya inanmasını isterim demiş. Bu da çok enteresan tabi. Biliyor ki Tanrıya inanmanın sorumluluk getireceği, dolayısıyla Tanrıdan korkmak adına hizmetçilerin işlerini savsaklamayacağını bildiğinden bunu söyleme ihtiyaç duymuş böylece.
Evet, şu bir gerçek Haçlı zihniyetin İslâm'a bakışı düşmanca olmuştur, olacakta. Çünkü gayeleri İslâmiyet'i tanımak değil, yıkmaktır. İçlerinden hep şunu düşündüler:
"Biz ellerinden Kur'an'ı almadığımız müddetçe, İslâm âlemini çökertmemiz mümkün olamayacak. O halde ilk iş, ellerinden Kur'an'ı almak" diye düşlerler. Bu düşünce en yetkili ağızlardan bile itiraf edilmiş, hayal mahsulü değil bir gerçeğin tarifidir bu. Hele şükür günümüzde haçlı seferleri yok, ama şimdilik tefsirlerimize girmiş olan "İsrailiyat"ları var.
İsrailiyyat kelimesi, İsrailli bir kitap veya kaynaktan aktarılan kıssa ve hadise anlamına gelir. Bilindiği gibi İslâm'a ve genellikle tefsirlere girmiş olan Yahudi, Hıristiyan ve diğer dinlere ait bilgi kalıntılarının yanı sıra, Hz. Peygambere ve Ashabına dayandırılarak günümüze kadar uzanan her türlü haber, İsrailiyyet kapsamına girer.
Rabbül Âlemin, Kur'an-ı Mu'ciz'ül Beyanda: "(Ey! Musa'nın, İsa'nın ve Muhammed'in ümmetleri) sizden her biriniz için bir şeriat, bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi (topunuzu bir şeriata tabi) tek ümmet yapardı" (El-Maide 48) buyurmaktadır. Elbette ki, İslâmiyet Ehl-i Kitabı kabul eder. Fakat Ehl-i Kitabın zaman içinde bozulduğunu da belirtir. Bu duruma rağmen yine de tahrip olmuş Ehl-i Kitaba, saygı duyulur. Edgar Quinet bu konuda şöyle der: "Dinler, aynı büyük kitabın zamanla açılan sayfalarıdır." E. Quinet, dinleri incelemiş ve kanaatini bu şekilde söylemiş bir aydın. Tek talihsizliği İslâmiyet'i yeterince tanımaması. Kuran’ı da inceleme fırsatı bulabilseydi, Edgar Quinet gibi aydınlar batıda hızla çoğalabilseydi peşin hükümleri silmek mümkün olabilirdi pekâlâ. Bugün hala İslâmiyet'i, "Muhammediler" diye lanse ederler, bu tutumları onların Kur'an'la buluşmasını geciktirmektedir. Oysa Kur'an, kendinden önceki dinleri kabul eden mucizevî tek kitaptır. Ayrıca Ehl-i Kitabın gerçek hüviyetlerini ve kimliklerini ortaya koyan tek kaynak.
Şüphesiz Kur'an-ı Mu'ciz'ül Beyan ebedül ebet, değişmeyecek ve tahrif olmayacak tek kitaptır. Allah (C.C.): "Kur'an-ı biz indirdik. O'nun koruyucusu da şüphesiz ki biziz" (El-Hicr 19) beyanıyla kıyamete kadar, hiçbir gücün, O'nu bozamayacağını ilan ediyor. Allah'ın (C.C.) vaadi garantimizdir. Allah (C.C.) vaadinde hulfetmez. Şeytan sözünü yemezken, hâşâ Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah mı (C.C.) sözünü tutmayacak? Malum şeytan, Allah'a (C.C.) kullarını kıyamete kadar saptıracağım demiş ve elinden geldiği kadar saptırmaya da çalışıyor. Şeytan ve onun kolları dünya da var oldukça vazifesine devam edecektir elbet. Şeytanın görevidir karıştırmak ve insanların fıtri tertemiz ruh dünyalarını kirletmekle vazifelidir sanki. Şeytani cephede durum bu iken, peki biz Müslümanlar ne alemdeyiz? Gerçek manasıyla Kur'an'a sarılıyor muyuz? Yeterince Ayet-i Celililerin hikmetlerini anlamaya gayret ediyor muyuz? Bu ve benzeri soruları Müslüman’ım diyen her kişinin dikkate alması gerekiyor.
Kur'an-ı Kerim, çağlara ferman okuyan tek Mu'ciz'ül Beyan. Onun için hiç bir kitabın açıklamalarına ihtiyacı yoktur. Kur'an hiç bir dile sığmaz da, O Allah kelamıdır. Kur'an düşünce, Kur'an ışık, Kur'an tecvit, Kur'an makam… İşte bu sonsuz özelliklere sahip Kur’an herhangi bir dile çevrilemez. Çevirmeye kalkışmak da bir sığ zihnin idrakiyle sınırlamak demektir. O, akıl üstü, erişilmez, beşer zihnin üstünde bir Vahiy'dir, tercüme edilemez, ancak mana ve anlam çıkarılmaya çalışılır. Kur'an-ı Kerim'le ilgili tefsirlerin yazılması, sadece belli bir çabanın ürünüdür. Şayet Kitab-ül Mu'ciz'ül Beyanı, tam anlamıyla açıklığa kavuşturmak mümkün olsaydı, her devirde tefsir çalışmalarına gerek kalmazdı. Allah Kelamı, her devrin insanının idrakine takdim edilmiştir çünkü. İnsanlık, kıyamete kadar, O'ndan ışık alacak ve Kur'an'ı anlamaya çalışacak ve onla soluk almanın yollarını arayacaktır, bu kaçınılmaz.
Kur'an-ı Mu'ciz'ül Beyan'ın, zahiri (dış) manasını anlamak için dahi, çok büyük çaba sarf etmek gereği vardır. Dış ve çıplak manasını anlamak için çok yoğun, daha önceden çetin hazırlıklara ihtiyaç var. Nitekim Cafer-i Sadık Hazretlerine atfen , "Allah'ın kitabında dört şey var" deniliyor:
1- İbaret (Kelime manası),
2- Letaif (İç manası),
3- İşaret (Neye işaret ettiği),
4- Hakaik (Gerçek manası) diye.
Düşünebiliyor musunuz? Ayet-i kerimeler başucumuzda ama her ayette dört unsur gizli. Yani İbaret denilen kelime anlamının muhatabı; avam (halkın genel seviyesi), işaret manası; havas (âlim) için, letaif dediğimiz iç-batın manası; evliya için, hakaik (gerçek) anlamı ise; Peygamber idrakine (anlayışına, kapasitesine) sunulmuş. Avam'ın Kuran’dan anladığı mana ile havas arasındaki fark, okumuşla okumamış arasındaki fark gibidir. Yüce Peygamberimiz onun için; Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu demiş. En son kâmil manayı çözecek güç, vahyin soluğunu bizatihi ruhunda yaşamış Yüce Peygamberimize ait. Ki; bu makama kimse erişemez. Bu Makamı Mahmude denilen mertebedir ki, Nebiyi Ekremin dışında herhangi bir kişinin bu makamın davasını gütmeye kalkışması küfürdür. Demek ki, Kur'an-ı anlamak beşerin bulunduğu mevkie ve konuma göre biçim alıyor. Elbette mürekkep yalamış bir insanla, yalamamış insanın ayetlerden alacağı mana farklı olacaktır. Ayeti Celililerin dış manaları için ilim tahsil eden havas ile manaları bizatihi nefsinde yaşayan evliyanın batın ilmi (ledün ilmi) farklı olması gayet tabiidir. Evliyaullah, tabiri caizse, teoriği pratiğe geçiren Allah (C.C.) dostlarıdır. Kaldı ki evliyalar da kendi aralarında makam itibarıyla çeşit çeşittir. İçlerinde hem zahiri hem de batini (iç ve dış) ilme sahip olanları da vardır. Yani, iç ve dışın sentezini gerçekleştiren Kâmilin mükemmeller de mevcut.
Günümüzde habire Kur'an tercümeleri yapılmaktadır. Şurasını iyi anlamak gerekiyor ki, hiç bir tercüme ayetin şümullü, (kapsamlı) anlamı değildir. Yapılan çalışmalar, sadece kelime tercümesidir. Kapsamlı anlama çabası ve açıklama gayreti, "tefsir" adını alır ki, tefsir yapabilmek için de Müfessir olmak lazım. Üstelik her müfessir de hatadan ârı değildir.
Bu arada şunu belirtmek gerekir; "tercüme" ayrı "meal" ayrıdır. Başta da değindiğimiz gibi, Kur'an'ın tam tercümesi mümkün değildir. Kur'an, Allah kelâmıdır. Bir İngilizcenin veya Fransızcanın, Türkçeye tercümesi gibi düşünemeyiz. Çünkü Kur'an beşer idrakinin fevkinde(üstünde)dir. Dolayısıyla Kur’an’ı hakkıyla tercüme söz konusu olamaz. 1931 yılında Cemil Sait’in, Fransızcadan çevrilmiş Türkçe tercümesiyle, Yere batan Camisisinde namaz kıldırılıp, arkasında "uydum imama" diyen cemaat bulamaması düşündürücüdür. Nitekim Mehmet Akif Ersoy, tercüme lafı bir kenara atılıp, meal ağza alındıktan sonra ancak "meal" hazırlamayı kabul etmiştir. Akif Mısır'da Kur'an-ı Kerim Meali hazırlığını yaparken, Türkiye'de Türkçe ibadet tartışmaları bir hayli mesafe kat etmişti. Mehmet Akif, Mısır'dan İstanbul'a dönerken, meali dostlarından Yozgatlı Hoca İhsan Efendi'ye teslim etmiş ve demiş ki:
"- Ben, dönüp gelirsem bunu senden alırım. Öldüğümü duyduğun an, bu emaneti yak!" diye vasiyette bulunmuş. İşte Akif'in mealinin yayınlanmaması bu vasiyetin gereğidir. Yerebatan'da, Fransız çevrili tercüme ile namaz kıldırmaya kalkışılması, ister istemez Akif'i derinden etkilemiştir. Çünkü O, "dönemezsem yak" diyecek kadar büyüklük örneği göstermiştir. Bütün mesele bu noktada düğümlüdür.
1698'de Papaz Maracci, Kur'an-ı Latince ye çevirmeye kalkışmış, buda yetmezmiş gibi bir de reddiye döşeyerek Padova'da bastırmış, böylece kinini ve öfkesini ortaya koymuştur. Tercümesinde birçok hatalar bulunmasına rağmen o güne kadar yapılan tercümelere nispeten en az kusurlu olanı diyebiliriz. Demek ki, batı tercümelerinde bile reddiye döşemeyi ihmal etmemiş bir zihniyet örneği sergilemiştir. Görüldüğü gibi Batı, "Muhammediler" ön yargısından bir türlü çıkamıyor. Hakikati görememekte ısrarlılar. Artık güneşin balçıkla sıvanamayacağını anlamaları gerekiyor. Kur'an-ı Mu'ciz'ül Beyan bütün bu ön yargılara rağmen, bir hakikat güneşi olarak tüm insanlığı aydınlatmaya devam ediyor, edecekte.
Salman Rüştü ve Teslime Nesrin gibilerin, yıkıcı faaliyetleri boşunadır. Gözden kaçırdıkları tek nokta, propaganda ile hakikat arasındaki farkı anlayamamalarıdır. Nasıl mı? Malum olduğu üzere propaganda hızlı başlar, ama ömrü kısadır. Hakikat, öyle değil, yavaş ilerler ama ömrü uzundur. Propaganda, yaşanan zamana hitap eder, kısa vadede başarı gösterse de geçicidir, hakikat ise hem zamana hem de bütün çağlara ferman okur.
Salman Rüştü ve Teslime Nesrin gibileri tarihte çoktur. Her devirde böyleleri gelmiş geçmiş, ama en nihayetinde hepsi tarihin harabelerine gömülmüşlerdir. Işık Mekke'de daha doğar doğmaz ilk damgasını vurmuş. Kur’an’ıl Mu'ciz'ül Beyan insanlığa takdim edildiğinde, iki büyük imparatorluk (Bizans ve İran) Ona boyun eğmek zorunda kalmış ve yüceliğini kabul etmişlerdir. İslâm'ın temel inançlarından biri de ehl-i kitaba ve diğer peygamberlere hürmet ve onları tasdiktir. Hatta Kur'an ehl-i kitaptan olan kadınlarla bile evlenilebileceğine dair cevaz bile vermiştir. Hakeza İslâmiyet, Bedir Savaşı'nda esir alınan savaş esirlerine her on Müslüman’a okuma yazma öğretmek kaydıyla serbest bırakma hürriyeti tanıyan tek dindir. Bu uygulama fidye-i necât (kurtuluş bedeli) olarak adını almıştır. İslâm, propaganda gibi, kısa vadeli oyuncaklarla oyalanmamış, hakikat ne ise aynen harfi harfine kitlelere aktarılmıştır. Hz. Ömer (R.A.), Hıristiyan olan hizmetçisine İslâm'ı anlatmış, o da her defasında bu yöndeki telkinleri kabul etmemiştir. Bu duruma rağmen Hz. Ömer (R.A.) üzülmemiş, dayatma yapmamış, "Dinde zorlama yoktur" (El-Bakara 256) derdi. Hatta Ölürken bile zımnilerin haklarına dikkat edilmesini vasiyet eden Hz. Ömer (R.A.)’dir. Hizmetçisinin bu tavrına rağmen, Hz. Ömer (R.A.) vefatı anında onu azat etmiştir. İslâmiyet'in bu engin hoşgörü örneklerinden, bütün insanlığın ibret alması gerektiği muhakkak. Batı, her şeyden önce peşin yargılarını bir kenara atıp, biran evvel İslâmiyet'e "Muhammediler" gözüyle bakmasından vazgeçmesi kendi yararına olacaktır.
Avrupa'nın, Hz. Peygamber'in (S.A.V.), hasta olan gayri Müslimleri ziyaret ettiğinde gösterdiği erdemlilikten bilmem haberleri var mı? Bir gün Hz. Peygamber (S.A.V.) kendisine su veren Yahudi’nin verdiği suyu içmiş ve şu duayı yapmıştır: "Allah seni güzelleştirsin!" Bu duanın yüzü suyu hürmetine, o kişinin yüzünde ölünceye kadar beyaz kıl görülmedi. (Et-Teratib I - 2)
Velhasıl, Kur'an-ı Mu'ciz'ül Beyan, tüm insanlığın ışık kaynağıdır. Vesselam.
dedekorkut1
23 Temmuz, 2020 - 10:13
Kalıcı bağlantı
KUR'AN-I MUCİZ'ÜL BEYAN
KUR'AN-I MUCİZ'ÜL BEYAN
SELİM GÜRBÜZER
Asırlardır Avrupalının İslâmiyet'e bakışı hep ön yargılı olmuştur. Onların gözünde, İslâmiyet ‘Muhammedîlik’ bir din, Müslümanlar ise ‘Muhammedîler’ olarak nitelenir. Hele güç yetirebilseler İslam’ın adını tüm insanlığın hafızasından silmeye yelteneceklerdir. Baksanıza sanki kendi aralarında fikir birliği yapmışçasına Müslümanların kutsal kitabı Kur'an-ı Kerimi bile ağızlarına almamaya yemin etmişçesine hareket etmekteler hep. Güya Kur’an-ı Kerim'e Muhammed'in uydurduğu öğreti olarak takdim etmekle güneşi balçıkla sıvayacaklarını sanmaktalar. Tabiî ki bu bir oryantalist yaklaşımdır. Dolayısıyla oryantalistlerin insanlık üzerindeki algı operasyonlarını yıkmak pekte kolay gözükmüyor. Onlar operasyon çeke dursun yine de biz işimize bakıp Kur’an’ın soluğuyla hayat bulmak gerekir. Ne de olsa şuan yeryüzünde çağa damgasını vuran tek din İslamiyet’tir. Zaten bizim için önemli olanda çağa geçici olarak damga vurana değil kalıcı damga vurana talip olmamız çok mühimdir. Ki; Kur’an-ı Muciz’ül Beyan sosyal hayatın tümüne hitap edip muhatabı tüm insanlıktır. Nasıl ki bir zamanların ünlü pop yıldızı Cat Stevens Kur’an’da hayat bulup 'Yusuf İslam' adını aldıysa, elbet bir gün tüm cihanda Kur’an’la hayat bulacaktır, buna inancımız tam da.
Ancak şu da var ki, oryantalist yaklaşımlar ister Haçlı seferlerinin başlangıcın da ister sonunda türemiş olsun hiç fark etmez sonuçta bu sakat anlayış beşeriyetin Kur’an’la buluşmasını geciktirebiliyor. Öyle ki Voltaire "Kur’an’la yakından uzaktan hiçbir alakası olmayan her ne varsa hepsini Kur’an’a isnat etmişiz. Keşişlerimiz Yeniçeri'den daha kalabalık" demekten yüksünmezde. Aslında bu serzeniş Haçlı ruhunun her an ve her şartta değişik kılıklar altında galebe çalabileceğinin itirafıdır. Anlaşılan o ki, Vahşi Batı İstanbul’un fatihlerine ve evlatlarına posta koymak için her çağda her türlü yolu denemekten asla vazgeçmeyecekler gibiler, dün nasıldıysalar bugünde aynı tavır içerisinde bir tutum sergileyeceklerdir. Bu öyle histerik hastalıklı bir ruh halidir ki, gerektiğinde en ufak dünyalık menfaatine her türlü inanç sistemini kendi kirli emelleri doğrultusunda kullanmayı da ihmal etmezler. Nasıl mı? İşte Voltaire’nin; “Ben Tanrıya inanmam ama köle ve hizmetçilerimin Tanrıya inanmasını isterim” sözleri bu gerçeğin teyididir zaten. Ne de olsa inanan insanlar Yaradana karşı kendilerini sorumlu bir kul olarak hissettiklerinden normal şartlarda yanlış yapmaları pek beklenmez, öyle ya bu durumda niye ayak işleri için inanmış insan tercih edilip kullanılmasın ki.
Evet, Haçlı zihniyetinin inanan insanlara bakışı bu minvalde seyretmekte hep. Hele birde inanan insan şayet Müslüman’sa vay o insanın haline, kullanmanın ötesinde ilk iş olarak Kur’an’ı elinden almak olup asimilasyona tabi tutulurda. Haçlı ruhuyla yatıp kalkan vahşi batı gayet çok iyi biliyor ki, biz Müslümanların ellerinden Kur'an-ı Kerimi alamadıkları müddetçe köklerimizle olan bağımızı koparmak pek öyle kolay olmayacaktır. Ne diyelim işte görüyorsunuz adamlar işini gücünü bırakıp tek dert davaları İslâm’ı yeryüzünde nasıl silebiliriz onun derdindeler. Üstelik bu tür kin kusmalar en birinci yetkili ağızlardan dillendirilmekte de. Onlar dillendire dursunlar, bikere Yüce Allah’ın Kur’an’da zikrettiği ‘Nurumu tamamlayacağım’ diye vaadi var. Tabii bu vaad bizim içimizi ferahlatan vaaddir, karşı cenahı ise kara kara düşündürür vaaddir. Hatta daha şimdiden Yüce Allah’ın nurunu tamamlanmasından endişeye kapılanlar Kur’an-ı tahrif etmeye yönelik kökü dışarıda İsrailiyat kaynaklı haberleri sanki ayetmişçesine tefsirlerimize sızdırmış durumdalar da.
Peki, nedir bu İsrailiyat derseniz, gayet her şey açık ortada, İsrail’i bir kitap veya kıssa kaynağa dayanılaraktan aktarılan haberlerden başkası değildir elbet. Üstelik kaynağı İsrailiyat olan bu tür kıssa haber ya da bilgi kırıntıları bir bakıyorsun Allah Resulü ve ashabına dayandırılaraktan bir şekilde sızıp tefsirlerimizde yer edinebiliyor. Madem öyle, vakit çok geçmeden tez elden israiliyat kaynaklı haberler karşısında İslam âleminin topyekûn pürdikkat uyanık olması icab eder. Dahası kaynağı iyice araştırılmadan her çıkan habere balıklamasına dalıp gerçek habermiş gibi tefsir kitaplarında delil olarak sunulmasına geçit vermemek gerekir. İlla bir haberin izi sürülecekse de öncelikle o haberin ehlisünnet terazisinde ölçüp biçip iyice tarttıktan sonra tefsir kitaplarında yer almalı. Aksi halde pek çok bilgi kirliliği türünden İsrailiyat kaynaklı haberler doğru habermiş gibi yer alacaktır.
Bakınız, Çenab-ı Rabbü’l-âlemin Hazretleri Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyanda şöyle buyurmakta: "(Ey! Musa'nın, İsa'nın ve Muhammed'in ümmetleri) Sizden her biriniz için bir şeriat, bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi (topunuzu bir şeriata tabii) tek ümmet yapardı" (El-Maide 48). İşte bu ayet-i celileden anlaşıldığı üzere Müberra dinimiz ehli kitabı asla inkâr etmez. Yeter ki ehl-i kitab kaynaklı haberler Kur’an’ın ruhuna aykırılık teşkil etmesin icabında delil olarak kabul görür de. Belki de Edgar Quinet "Dinler aynı büyük kitabın zamanla açılan sayfalarıdır" derken bu hususa dikkat çekmek istemiştir. Ancak şu da var ki, gelinen noktada batı dünyası hala bugün olmuş Müberra dinimize İslami fobi gözüyle bakmakta. Hem bu nasıl bir bakış tarzıysa yukarıda da belirttiğimiz üzere hala batının gözünde tüm İslam âlemi ‘Muhammedìlik’ bir dinin Muhammedìleri bir âlemdir. İşte bu tür ön yargılı yaklaşımlar batı dünyasının hem Kur’an’la buluşmasını geciktirmekte hem de kendilerini büyük bir açmazın içerisine sürüklemektedir. Oysa Müslümanların batı insanının inancına bakışı ehli kitabi bir bakıştır. Onları ehli kitab görmeye mecburuz da. Çünkü Kur’an-ı Kerim kendinden önceki üç büyük kitabı da bünyesinde barındıran tek mucizevî kitaptır. Nitekim Yüce Allah bu hususta "Kur'an-ı biz indirdik. O'nun koruyucusu da şüphesiz ki biziz" (El-Hicr 15/9) diye beyan buyurmakta. İşte bu nedenledir ki Kur’an-ı Kerim kıyamete dek tahrif olmaksızın ilelebed payidar kalacak tek mukaddes kitaptır. Hiç boşa heves etmesinler hiçbir zinde güç Kelam-ı kadimimizi ortadan kaldırmaya güç yetiremeyecektir. Nitekim El-Hicr suresinin 9. ayeti müminler için bir hüccet olmanın ötesinde aynı zamanda güvence muştumuz da. Nasıl güvence garanti muştumuz olmasın ki, Allah (c.c.) vaadinden asla dönmez. Düşünsenize şeytan bile kullarını saptıracağım diye sözünü yemezken, hâşâ âlemlerin rabbi Yüce Allah mı (c.c.) sözünü yiyecek? Sadece sözünü yememek için iş başında olan şeytan mı? Nefis ve kötü arkadaşta buna dâhildir. Ve bunların her biri hak ve hakikat yolunda ilerleme arzusu taşıyan her Müslüman için birer engel barikatlardır. Mesela şöyle bir bakın fikir piyasasında ahkâm kesen sözde aydın kılıklı adamlara, kalu beladan dünyaya gelişimizdeki o saf duru süreç halimizi kirletmek için şeytana bile taş çıkartacak derecede sapkındırlar. Öyle ki, kökü dışarıda sözde aydın müsveddesi paçavra adamlar fikir piyasasında stantlar kurarak insanların ruh dünyalarını karartmaya yönelik mevziye yatmış durumdalar da. Üstelik mevziye yatıp pusu kurarken de bunu kuş tüyü yataklarında, sırça köşklü saraylarında ve fildişi kulelerinde halka tepeden bakarak yapmaktalar.
Peki, batı dünyasında durum vaziyet böyle iken İslam dünyasında durum vaziyet nasıldır acaba? Maalesef içler acısı bir halimiz söz konusudur. Kur'an'la olan bağımızı koparıp batıya hayranlık duyarsak olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Gerçektende öyle değil mi, şayet Kur’an ahlakından taviz vermeyip ayet-i celilelerin mana ve ruhuna sadık kalabilseydik hiç bu hallere düşer miydik? Baksanıza geldiğimiz noktada topyekûn kendi iç muhasebesini yapmaktan aciz bir İslam dünyası söz konusudur. Neydik, ne olduk. Bir zamanlar Kur’an-ı Kerimimizle çağlara ferman okuyan tek ümmettik. Şimdilerde ise maalesef bu kutsi fermanımızı bırakıp çağdaşlık cilasıyla boyanmış suni reçeteler peşinden koşmaktayız. Oysa Kur’an öyle bir kutsi fermandır ki, hiç bir dilin kalıbına sığmaz da. Nasıl bir kalıba sığsın ki, Kur'an düşünce, Kur'an ışık, Kur'an tecvid, Kur'an makam, tüm bunlarında ötesinde yeryüzünde eşi ve benzeri olmayan tek Allah kelamıdır. Nasıl eşi ve benzeri olsun ki, Kur’an-ı Muciz’ül Beyan mahlûk değil vahiydir. İşte mukaddes kitabımızın vahiy kaynaklı olması hiç bir dilin kabına sığmayacağının delili olmaya yeter artar da. Şu bir gerçek her dilde yapılan Kur'an çevirileri asla aslının karşılığına denk gelen çeviri niteliği kazanamayacaktır, sadece yapılan çeviriler aslını anlama çabası veya faaliyeti olarak karşılık bulacaktır. Zaten bunun dışında anlam yüklemek doğru olmaz. Zira Kur’an akıl melekesinin çok fevki üstünde olduğundan hakikatine erişmek beşer aklının idraki pek kifayet etmeyebilir. Bu yüzden tercüme eşittir Kur'an’ın aynısı demek değildir. Adı üzerinde tercüme, yani birebir kelime dönüşümü eşleştirmesi üzerine kurulu tercümanlık faaliyetidir bu. Ama tefsir öyle değil, malum tefsir için sanki yer altından maden çıkarırcasına bir gayret bir çaba gerektirdiğinden ortada bir rafineri faaliyetinin varlığı söz konusudur. Derken bu rafineri faaliyetinin akabinde Kur’an ayetlerini anlamlandırma ve yorumlama kabiliyeti de beraberinde gelir. Ki, bu anlamlandırma ve yorumlama faaliyeti insanlık var olduğu sürece devam edecekte. Nitekim Asr-ı Saadetten bugüne pek çok Kur'an-ı Kerim tefsirinin yazılmış olması bu çabanın varlığını ortaya koymakta. Belli ki Kur'an-ı Mu’ciz'ül Beyanı anlamak için tek bir tefsir çalışmasıyla yetinilmiyor, öyle olsaydı dünden bugüne onca tefsir yazım çalışmalarına gerek kalmazdı. Hem kaldı ki, Yüce Allah’ın vahy ettiği kelam-ı kadim kitabımız her devrin anlayabileceği idrak seviyesine göre nüzul olmuştur. Böylece bu sayede tüm insanlık kıyamet kopana kadar Kur’an’ı anlamak için çaba ve gayret göstererekten hayat bulup soluklanmış olacaktır. Kur’an’ın soluğuyla soluklanmaya mecburuz da. Zira Kur’an-ı Mu'ciz'ül Beyan'ın, zahiri (dış) manasını anlamak için bile çok yoğun çabalara ve ön hazırlıklara ihtiyaç vardır. Nitekim bu hususta Cafer-i Sadık Hazretlerine atfen Allah’ın kitabında dört anlam bütünlüğünün varlığında söz edilir ki, bu dört unsur şöyle tasnif edilir:
İbaret unsur(kelime manası),
Letaif unsur(iç manası),
İşaret unsur(neye işaret ettiği),
Hakaik unsur (gerçek manası).
İşte bu tasniflemeden de anlaşılan o ki, her bir ayet dört unsuru bağrında barındıraraktan insan idrakine takdim edilmekte. Yani her mümin kendi idrak seviyesi ve kapasitesi ölçüsünce nuraniyetten istifade etmekte. Öyle ki, Kur’an ayetlerinin idraki avam için başka, âlim için başka, evliya için başkadır. Nitekim Kur’an’ın ibaret manası daha çok avam (halkın genel seviyesi) için, işaret manası havas (âlim) için, letaif manası evliya için, hakaik (gerçek) manası Peygamberimiz (s.a.v) içindir. Yani bu demektir ki; avam'ın Kuran’dan anladığıyla havas’ın anladığı bir değildir. Tıpkı okumuş olanla okumamış arasındaki fark gibi bir durumdur bu. Hakeza Kur’an’ın gerçek manasına vakıf olacak asıl zirve üstü güç nisbetinde idrak seviyesi ayrıcalığı bizatihi vahyin soluğunu kendi engin ruh dünyasında bilfiil yaşayan Peygamberimize has bir makamdır. Kelimenin tam anlamıyla Makam-ı Mahmud makama has idrak edebilecek ayrılacaktır bu. Dolayısıyla her kim ki Nebiyy-i Ekrem (s.a.v)’e özgü olan bu makamın davasını güderse, biliniz ki o kişi kendini küfür bataklığında bulacaktır. Müslüman’ın davası bellidir, o dava malumunuz Allah ve Resulünün gösterdiği hakikatler doğrultusunda sırat-ı müstakim üzere yaşama davasıdır. Zaten Ümmet-i Muhammed olarak her kes karınca kaderince davasına sahip çıkıp Kur’an ahlakı üzerine yaşamaya gayret ettiğinde üzerimizde oynanan tüm şeytani oyunların bertaraf olacağı muhakkak. Bu arada unutmayalım ki, Kur'an ahlakına yönelik yaşama hali beşerin bulunduğu mevki ve konuma göre değişebiliyor. Elbette ki havas ehliyle, kulaktan duyma bilgiyle yetinen avamın ayetlerden anladığı farklı olacağı gibi, Kur’an’ın emrine uygun yaşaması da farklıdır. Hakeza ayet-i celilelerin zahiri manası için ter döken havas ile bâtınî manasını bizatihi nefsinde yaşayan evliyanın bakış açısı da bir değildir. Evliyaullah, teoriği pratik hayata geçiren ledün ilim sahibi zatlardır. Hatta evliyalar içerisinde öyleleri var ki hem zahiri hem de batini (iç ve dış) ilmin ikisine de vakıftırlar. Yani şeriat ve tarikatın tüm esaslarını kendinde toplamış Kâmil-i mükemmil zatlar da var elbet.
Günümüzde habire Kur'an tercüme faaliyetleri hız kazanmış durumda. Kur’an ayetlerinin tercümesi yazılsın yazılmasına ama şu bir gerçek; hiç bir tercüme ya da meal birebir eşittir ayetin kendisi demek değildir. Adı üzerinde tercüme, yani kelime eşleştirme faaliyetinin adı demektir. Şayet tercümenin üstünde bir faaliyetten söz edilecekse, o da malum, Kur’an’ı tüm detaylarıyla kapsamlı anlama çabası veya açıklama faaliyeti dediğimiz "tefsir" faaliyetinden ancak söz edebiliriz. İşte bu yüzden önüne gelen her kalem erbabı ya da Arapça dili bilen tercüman tefsir yazamaz, tefsir yazabilmek için illa ki Müfessir olmak icab eder. Sakın ola ki, siz siz olun tefsir ilmini tercüme faaliyeti gibi düşünmeyiniz. Çünkü tercüme ya da meal hiç fark etmez her bir anlamlandırma çalışma ürünü tıpa tıp Kur’an’ın aynısı değildir. Yukarıda dedik ya, Kur’an her şeyden önce beşer idrakinin fevkinde bir Allah kelamıdır. Bakınız avamın pek o kadar ilmi olmasa da Kur’an’ın aslına (orijinaline) öyle aşina olmuşluğunu şu hadiseden pekâlâ anlayabiliyoruz: Malum cami cemaatine 1931 yılında Cemil Said'in Fransızcadan çevrilmiş Türkçe tercümesiyle Yere Batan Camii'nde namaz kıldırıldığında imama uymaktan imtina etmekten kendilerini alamamışlardır. Gerçektende imamın arkasında niyet ederekten ‘Uydum imama’ diyen cemaatin çıkmaması son derece düşündürücü bir durumdur. Nitekim İstiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy'a Kur'an meali hazırlamayı teklif edildiğinde önce tereddüt etmiş, ancak ne zaman ki tercüme lafı ağızlardan düşüp meal ibaresi telaffuz edilince ancak o zaman kabul etmeyi yeğlemiştir. Çünkü Kur’an’ı anlamlandırmak öyle her babayiğidin altından kalkacağı kolay bir iş değil elbet. Hem ortada Arapça, Farsça, İngilizce, Fransızca türünden yazılmış bir eser yok ki, oturup da üzerinde kanaat bildiresin, bilakis ortada doğrudan Allah kelamı vardır, gel de işin içinden çık çıkabilirsen. Hiç kuşkusuz Kur’an’ı anlamlandırmak çok büyük bir sorumluluk gerektiriyor. İşte Mehmet Akif bu duygular eşliğinde Mısır’da Kur'an-ı Kerim meali hazırlığına koyulacaktır. Tabii o, meal çalışmalarına koyulurken, bu arada Türkiye’de ise Türkçe ibadet tartışmaları hız kazanacaktır. Derken Mehmet Akif’ İstanbul’a döndüğünde büyük bir özveriyle ve gayretle hazırladığı Kur’an mealini dost bildiği Yozgatlı Hoca İhsan Efendi’ye bir şartla teslim edecektir. Ve dostuna şöyle der:
"-Bak bu çalışmamı sana emanet ediyorum. Kısmetse gurbetten dönüp yanına bir kez daha geldiğimde bu emaneti yine senden alırım. Olur ya giderde dönemez ya da ölürsem bu emaneti yakınız!"
İşte Mehmet Akif hassasiyeti budur. Sanki bu bir tembihat değil bir vasiyetname belgesi dersek yeridir. Akif'in böyle bir vasiyeti çağrıştıran tembihatta bulunmasında besbelli ki Yerebatan’da Fransız çevrili tercümeyle namaz kıldırmaya kalkışılmasının üzerinde çok büyük bir yan tesir etki yaptığı o kadar net açık ki, dostuna sıkı sıkıya ‘dönemezsem yak’ tembihatında bulunacak kadar hassas olabiliyor. Nasıl hassasiyet göstermesin ki, giriştiği ve sorumluluk üstlendiği öyle sıradan herhangi yabancı eserin tercüme faaliyeti bir çalışma değil ki, bilakis insanlığa ışık olacak Kur’an meali faaliyeti çalışmasıdır bu. Mehmet Akif’i unutulmaz kılanda zaten yüreğinde taşıdığı bu sorumluluk duygu selidir.
Pekâlâ, hiçbir sorumluluk hissetmeksizin de bir insan tercüme faaliyetinde bulunulabilir. Ama neye yarar ki, sorumsuzca yapılan o tercüme faaliyeti kurumuş meşe ağacı gibi ruhsuz olacaktır. Kaldı ki sorumluluk duygusundan yoksun olabilecek mizaçta insanlar daha çok Kur’an’a yabancı olanlara has bir durumdur. Nitekim 1698’de Papaz Maracci, hiçbir sorumluluk hissetmeksizin Kur’an-ı Latinceye çevirmeye kalkışmış, yetmemiş bir de bunun üstüne üstük reddiye döşeyip Padova’da bastırmış bile. Bu sorumsuzluğuna rağmen yine de hakkını teslim etmek gerekirse batıda yapılan diğer tercümelere nazaran en az kusurlu olanı diyebiliriz. Ne diyelim işte görüyorsunuz batı insanı en az kusurlu olan tercüme faaliyetinde bile reddiye döşemekten geri durmayabiliyor. Başta da dedik ya, Müberra dinimize ‘Muhammedilik’ dini, Müslümanlara da ‘Muhammediler’ topluluğu deme önyargısından bir türlü kendilerini alıkoyamıyorlar. Hakikati dillendirmemekte halen ısrarcı tavırlarını sürdürmekteler de. Onlar inadım inat önyargılı olmaya devam ede dursunlar, hiç bilmiyorlar ki güneş asla balçıkla sıvanamaz. Hiç boşa heves etmesinler Salman Rüşdü ve Teslime Nesrin gibilerin yıkıcı faaliyetleri boşunadır. Çünkü tarih nicelerine şahittir, hepside toz bulut oldular. Gözden kaçırdıkları tek nokta var ki, o da propaganda ile hakikat arasındaki farkı kavrayamamalarıdır. Nasıl mı? Bir kere propaganda hızlı başlar ama ömrü kısadır. Hakikat ise yavaş ilerlese de sonuçta ömrü uzundur. Propaganda anlık olup sadece yaşadığı dönem itibariyle kandırabildikleri ölçüdeki bir kitleye yönelik bir enstrümandır, yani kısa vadede başarı gösterse de geçicidir. Ama hakikat öyle değil, hem yaşadığı döneme hem de bütün çağlara ferman okur. Nitekim batıda matematikle uğraşan birkaç bilim adamı Kur’an’da yer alan sayılara dikkat kesildiğinde muhteşem ilahi kaynaklı bir programla karşı karşıya kaldıklarını fark edip Müslüman olmuşlardır. Mesela Martin Gardner bunlar arasında gözde bir isimdir. Bilhassa bu bilim adamı, Kur’an ayetlerinin yapısına odaklandığında 19 sayısının sıradan bir sayı olmayıp, bu sayı ve bu sayının katları üzerinde yapılan bir takım hesaplamalardan elde ettiği neticelere dayanaraktan ayetlerin zincirlemesine bir program dâhilinde kodlanmış olarak diziliş sergilediğini müşahede etmiştir. Ve bu gözlemlerini kitaplaştırdığında şu ilginç tespitlerle karşılaşırız da:
-Kuran’ın oluşturan sure sayısı 114 olup tamamı 19’un katı olaraktan, yani 19x6=114 matematiksel bir denklem içerisinde yer alaraktan dizildiğini,
-Ayetlerin dizilişinde 19 rakamı sıradan bir kat sayı olarak değil özel bir asal sayı olarak işlev görüp akıl üstü ilahi bir plan dâhilinde 9 ve 10 sayılarının ilk kuvvetlerinin toplamının ikinci kuvvetlerinin farkına denk düşen bir hesaba dayanarak diziliş sergilediğini,
-Mealen ‘Allah adıyla başlarım’ manasına gelen besmelenin tamamı 19 harftir. Ve ‘bi’ harfi cerle başlayan ilk kelimenin, yani ‘isim’ ibaresinin Kur’an’da 19 kez tekrarlandığını,
-İkinci kelime “Allah” lafzının Kur’an’da 19’un katı olarak 2698 defa zikrolunmuştur, yani bu hesabın 19x142 işleminin neticesine dayandırıldığı,
-Allah ibaresinden sonra gelen üçüncü kelime “Er-Rahman” lafzının 57 defa tekrarlanaraktan, yani 19 rakam hesabıyla 19’un 3 katı (19x3) bir hesaba tekabül ettiğini,
-Er-Rahman ibaresinden sonra gelen dördüncü kelime “Er-Rahim” lafzının ise 114 defa tekrarlanaraktan, yine 19 rakam hesabıyla 19x114’ün katı olarak bir hesaba denk geldiğini görürüz.
Ancak ne var ki, Martin Gardner olumlu yönde bu tespitleri yaparken, diğer yandan Salman Rüşdü ve Teslime Nesrin gibi şirret tiplerde boş durmayıp Kur’an ayetlerini karalama peşinden koşmuşlardır hep. Hiç kuşkusuz bu tipler sadece bu asra has tipler değildir, tarih daha nice şirret tiplere daha tanıklık etmiştir. Her ne yaparlarsa yapsınlar er geç mutlaka yeni türemiş şirret tiplerde tarihin harabelerine gömüleceklerdir, bu kaçınılmazdır. Zira Kur’an-ı Muciz’ül Beyan ilk oku ayeti nüzul olduğu gün, aslında ta o ilk günden Müşriklerin sonunun geldiğinin ilk işareti verilmişti. Bedir Gazvesi, Uhud Gazvesi. Hendek Gazvesi ve Mekke’nin Fethi derken hem müşriklerin tarihin harabelerine gömülme işlemi gerçekleşir hem de Mekke ve Medine sınırlarını aşan yeni fetih hareketlerine yelken açılır. Öyle ki Kur’an-ı Mu'ciz-ül Beyan’ın ışığı cihana dalga dalga yayıldıkça iki büyük imparatorluk (Bizans ve İran) vahyin gücü karşısında adeta diz çöküp bir anlamda hizaya gelir pozisyon almışlardır. Hizaya gelip Kur’an’ı muhatab almaya mecburlar da zaten. Çünkü birinci kaynak başucu kitabımız Kur’an’da ehli kitap dışlanmaz, aynı zamanda tüm peygamberlere hürmet gösterip iman etmemiz öğütlenir. Hatta Kur’an ayetlerine baktığımızda ehli kitaptan olan kadınlarla evlenmeye de müsaade vardır. Kur’an’dan sonra ikinci kaynağımız Peygamberimiz (s.a.v)’in uygulamalarına baktığımızda ise Bedir Savaşı sonrasında her on Müslüman’a okuma yazma öğretmelerine karşılık savaş esirlerine serbest bırakma hürriyeti tanıması gibi uygulamalarda söz konusudur. Ki, bu uygulama İslam’da fidyeyi necat (kurtuluş bedeli) olarak karşılık bulur.
Anlaşılan o ki, Yüce Müberra dinimizin öğretileri propaganda türü şişirilmiş yöntemlerle kitlelere nakşedilmez, bilakis hakikat ne ise aynen harfi harfine kitlelere doğrudan birebir ikna yöntemiyle aktarılarak nakşedilir. Zira Hz. Ömer (r.a) Hıristiyan hizmetçisine İslâm'ı anlatmış anlatmasına ama her defasında hizmetçisi her bu yöndeki telkinlerine kulak asmamıştır. Hani zorla güzellik olmaz ya, Hz. Ömer (r.a)’da aynen her hangi bir dayatma teşebbüsüne tevessül etmeksizin "Dinde zorlama yoktur" (El-Bakara 256) ayet-i celilenin mana ve ruhuna sadık kalaraktan hizmetçisini anlayışla karşılaşmıştır. Hatta ömrünün son demlerinde halife sıfatıyla zimmîlerin haklarına riayet edilmesi hususunda vasiyet etmeyi ihmal etmediği gibi hizmetçisini vefatı anında azat etmiş bile. Anlaşılan tüm insanlığın İslâm’ın bu engin hoşgörüsünden alması gereken daha nice ibretlik dersler vardır. Gönül ister ki, Batı dünyası bir an evvel peşin ön yargılarından sıyrılıp İslâm’a ‘Muhammedilik dini’ yaftalamasından vazgeçe de hidayet bula. Ama gel gör ki, batılı olmak bu ya, dün nasıldıysalar bugünde aynılar, bir türlü iflah olmayacak şekilde huylu huyundan vazgeçmeyecek haldeler. Düşünsenize batı dünyası âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (s.a.v)’in hasta olan bir gayrimüslimi ziyaretinden bile bihaberdir. Sadece hasta ziyaretinden bihaberler mi, bir bakıyorsun Peygamberimiz (s.a.v)’in bizatihi Yahudi’nin ikram ettiği sudan içip birde bunun üstüne "Allah seni güzelleştirsin" diye dua edişinden de bihaberler. Onlar İslam’ın enginlere sığmaz hoşgörüsünden bihaber ola dursunlar, hiç bilmiyorlar ki, o şahsın yüzünde edilen o duanın yüzü suyu hürmetine ölünceye kadar ağarmış beyaz bir kıl görülmediği bilgisi çoktan İslam tarihinin altın sayfalarında yerini alır da (et-Teratib I - 2).
Velhasıl-ı kelam; tüm insanlığa ışık kaynak olup hayat bulacağı tek reçete Kur’an-ı Mu'ciz'ül Beyan’dır.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/kose-yazisi/4190/kuran-i-mucizul-beyan
dedekorkut1
30 Temmuz, 2020 - 09:12
Kalıcı bağlantı
KUR’AN’DAN İLHAM ALIP ASRIN İDRAKİNİ AYDINLATMAK
KUR’AN’DAN İLHAM ALIP ASRIN İDRAKİNİ AYDINLATMAK
SELİM GÜRBÜZER
Kur’an insanlığa en son nüzul olmuş kelam-ı kadimdir. Üstelik kendinden önceki vahy olunmuş suhuf ve kitapları da bünyesinde toplayan ve aynı zamanda har asrın idrakini aydınlatan tek ışık kaynağıdır. Yeter ki insanlar bu ışığa idrakini yöneltsin ruhunun susuzluğunu gidereceği muhakkak. Her ne kadar İbni Sebe’den Salman Rüşti'ye ve Peygamberimizi aşağılayan Danimarka karikatür krizine uzanan halkada bir takım şer odaklarının insanlığa ışığa yönelmelerinin engelleme girişimleri hız kesmese de Kur’an’ın ışığı kıyamet kadar tüm insanlığın idrakini aydınlatmaya devam edeceğine inancımız tamdır. Kur’an sadece insan idrakini mi aydınlatır, hiç kuşkusuz kapkaranlık gönülleri de aydınlatıp ışığı gök kubbede yankı bulur da. Bu öyle bir ışıktır ki, nüzul olduğundan bugüne durduramadıkları gibi kıyamete kadarda bu ışığı asla söndürmeye güç yetiremeyeceklerdir. Zira Allah’ın (c.c) Kur’an’da “Nurumu tamamlayacağım” diye beyan buyurduğu vaadi bunun teyididir.
Düşünsenize Yahudiler geçmişte Hıristiyanlara yaptıklarını şimdilerde Müslümanlara yapmaktalar. Onlar yapadursunlar, bize tüm insanlığa Kuran’ımızla buluşturup soluk olmak düşer. Nitekim bir zamanlar gayrimüslimler, bizimle birlikte bir arada huzur içerisinde yaşayıp asla ve kat’a Müslümanların baskısına maruz kalmadıkları gibi mal ve can güvenlikleri de kanunnamelerimizle himaye altına alınmıştır. Tarihe şöyle bir göz attığımızda savaşlarda esir düşenler ve eman dileyenler bir takım hukuki haklarla desteklenmenin yanı sıra yaşamaları da güvence altına alındığını görürüz hep. Hatta kurtuluş akçesi denen cizye ve fidye vs. türünden bir takım vergileri ödeme imkânı olmayanların ise bir bakıyorsun devlet bütçesinden karşılanan ödeneklerle temel haklardan mahrum edilmediklerini müşahede etmekteyiz. Anlaşılan o ki, bu topraklarda bizimle beraber yaşayan her kim olursa olsun yediden yetmişe hemen her insana dokunuşumuzla birlikte abad olurlardı. Şefkat elimiz değil diriye ölü insana bile uzanıp medeniyet nedir tüm insanlık bizden öğrenmiş oluyordu. Öyle ki, fethettiğimiz topraklarda, yani İslam mührünün damga vurduğu her coğrafi alanda birlikte bir arada yaşadığımız gayrimüslimler memur olabildikleri gibi ticaret yapıp mal mülkte edinebiliyorlardı. Hatta oldu ya, azınlıklardan her hangi biri ölmüş olsa mali hakları asla zayi olmayıp hakkı baki kalırdı. Nasıl ki, varisi olmayan bir Müslüman’ın malı Beytü’l Mal’a (hazineye) aktarılıyorsa, aynen öyle de bir zimmînin malı da kendi dindaşlarına aktarılıyordu. Böylece Kur’an ışığında hüküm süren ulu’l-emirlerimiz yeryüzüne İslam’ın adalet kılıcını hâkim kılmanın huzuruyla devletini ve ülkesini yaşanılır bir iklim ve güvenilir bir liman haline getirmiş oluyorlardı.
Peki, Müslümanlarla gayrimüslimler arasındaki gerek ticari, gerek sosyal, gerek siyasi, gerekse kültürel alanlarda yürütülen ilişkiler iyi hoşta, bu arada İsrailiyat kaynaklı haberlerin tefsirlerimize sızmasına ne demeli. İşte tarih boyunca Müslümanlarla ehl-i kitab arasında bir arada yaşamışlığımızdan olsa gerek bu tür haberler tefsirlerimize sızabiliyor. Öyle ki, Ömer Nasuhi Bilmenin tefsirinde bile bir bakıyorsun bugünkü ilmi gerçeklerle bağdaşmayacak Yunan’lı Batlamyus’un yürürlükten kalkmış teorilerine pekâlâ denk gelebiliyoruz. Bu tür teoriler tefsirlerde nasıl yer edinmiş doğrusu bizde şaşkınız. Kaldı ki, değil Batlamyus teorisini bizim kabul etmemiz, batı dünyasından Nicolaus Copernicus bedel ödeme pahasına Batlamyus’un tam aksine dünya ve diğer gezegenlerin güneş etrafında döndüğünü ortaya koymasıyla birlikte batı dünyası da uyanmış durumda. Evet! Bir kez daha söylemekte fayda var; Batlamyus deney ve gözlemden uzak teorileriyle, yani dünyanın sabit olduğunu, dört mevsimin güneşin hareketinden kaynaklandığı şeklinde ileri sürdüğü tezleriyle dünyayı yeterince oyalayacağı kadar oyaladı zaten, dolayısıyla modası geçmiş ve çürütülmüş tezlerin sil baştan yer edinmesine fırsat vermemek gerekir. Ama gel gör ki; bu ve bunun gibi yürürlükten kalkmış teoriler bilimsel gerçek verilermişçesine bir şekilde tefsirlerde yer almış gözüküyor. Hatta Tibyan tefsirinde bir bakıyorsun “Zuhre adlı bir fahişeye Allah gazab etmiş, onu taşlatmıştı (Zühre yıldızı yıldıza tahvil edilen bir kadındı) ifadeleri sanki Kur’an ayetinin bir açıklaması haberiymiş gibi yer almıştır. Oysa anlatılan hadise İsrailliyat ve Yunaniyet kaynaklı bir haberdir” (Bkz. Haricilik ve Şia Taha Akyol s.231).
Neyse ki, başta Beydavi olmak üzere Elmalı Hamdi Yazır gibi daha birçok müfessirin yazdığı tefsir kitaplarına baktığımızda arzın yuvarlaklığına dair ifadeleri gördüğümüzde yüreklerimize su serpip “oh be hele şükür” diyebiliyoruz. Mesela bu minvalde yazılan Gazi Ahmed Muhtar Paşa’ya ait ‘Serair ül-Kur’an Fi Tekvin ve ifna İbadet il-Ekvan’ adlı eser de yine yüreklerimize su serpen cinsten diyebileceğimiz kaynak bir eserdir. Nitekim bu kaynak eserde Zumer Suresi ayet-5’te geçen gece ve gündüzün birbirini örtmesiyle ifadelendirilen ‘yukevvirul’ ibaresi dünyanın bir sarık misali devri âlem eylediği manasına gelebileceği vurgulanarak dünyanın yuvarlak (küremsi) oluşuna dikkatlerimiz çekilir de. Hakeza Muslihuddin Mustafa bin Şemseddin el Karahisari’ye ait ‘Ahterî Kebir’ adlı eserde “Ardından yeri yayıp döşedi” (Nazirat, 30) diye zikredilen ayette geçen 'deha' ibaresinin deve kuşu yumurtasının (dahv-dahy) küremsi benzetimi manasında bir izahatla dikkatimiz çekilir. Ve kitabın 301. Sayfasında şöyle denilir: “Dahy, bir nesneyi yayıp döşemek. Cenâb-ı Hakk’ın; ‘Ve’l-arda ba’de zâlike dehâhâ’ kavl-i şerifi de bundandır ki, döşeyip yayıldı demektir. Deve kuşunun yumurtladığı yer de ‘Medha’n-neâme’dir.”
İşte yukarıda belirtilen kaynak eserlerden hareketle dünyanın elips şeklinde olduğu kanaatine varırız da. Yetmedi bu hususlarda Sabit bin Kurra, Benû Musa Kardeşler ve daha nice İslam âlimlerinin eserlerine bakıldığında da dünyanın yuvarlak olduğuna dair daha nice kayda değer bilgilerin varlığını görmek pekâlâ mümkün. Şu bir gerçek; Peygamberimiz (s.a.v) ehl-i kitabla ilgili haberler hususunda ümmetini çok önceden bilgilendirmiş kutlu bir elçidir. Amma velâkin, ümmet olarak dile getirilen uyarılardan pekte ders almış gözükmüyoruz. Besbelli ki, Ehl-i kitab bildiğimiz Yahudi ve Hıristiyanlarla karşılıklı beşeri münasebetlerimizi sürdürürken o arada bir şeyleri gözden kaçırmışız ki, birtakım asılsız uydurma haberler, görüş ve düşünceler tefsirlere sirayet edebilmiştir. Düşünsenize Ahmet İbn-i Hanbel’den rivayet edilen bir hadiste Resulullah (s.a.v)’in ümmetine yönelik söylediği “Ehl-i kitaba hiçbir şey sormayın. Kendileri sapkın olan bu adamlar sizi asla doğru yolu iletmezler. Sizler de (ehli kitaba sorduğunuz ve cevap aldığınız takdirde onları tasdik veya tekzipten dolayı) ya hak olan bir şeyi yalanlamış veya batıl olan bir şeyi doğrulamış olursunuz. Allah’a yemin ederim ki eğer Musa sağ olsaydı bana iman edip yoluma uymaktan başka çare bulamazdı” uyarılarına rağmen ümmet olarak bu gün olmuş halen gaflet uykusundan uyanamıyoruz. Oysa rivayet edilen bu hadis-i şerifler ümmetin kulağına küpe olmalıydı. Hadi varsayalım ki küpemizi kaybedip gaflete dalsak bile ortada asıl başvuracağımız Kur’an’ımız ve hadis külliyatlarımız varken İsrailiyat haberlere merak salıp balıklamasına dalmakta neyin nesidir. Hem kaldı ki bu tür haberlere yer verilecekse de bari hiç olmazsa Kur’an ve hadislerin mana ve ruhuna uygun bir şekilde kaynağının da İsrailiyat olduğu belirtilerekten alınsaydı en azından bu denli zarar görmezdik. Maalesef ince eleyip sık dokuyamamanın ceremesini sonunda tüm ümmet-i Muhammed çekmekte.
Peki, iyi hoşta yukarıda anlatılanlar Peygamberimiz (s.a.v)’in “Onlar tarafından anlatılanları ne tasdik ve ne de tekzip ediniz” ve “Ben-i İsrail’den haber nakletmenizde beis yoktur” diye beyan buyurduğu hadisleriyle çelişmiyor mu? Elbette çelişmez, bikere hadis-i şerifte geçen 'beis yoktur' ibaresi mutlak emir manasına bir ifade değildir. Şayet emir içeren bir ifade olsaydı tüm İsrailiyat haberlerin tefsirlerimizde kaynak olarak gösterilmesi icab ederdi. Oysa Kur’an ve hadis hiçbir kaynağa ihtiyaç duymayacak derecede iki güçlü başucu kaynağımızdır. Yeter ki, Kur’an ve hadis kaynağı içerisinden tıpkı okyanusun derinliklerinde ince çıkarırcasına bilgi çıkarmasını bilelim, bak o zaman Kur’an ve hadis dışı hiçbir haber kaynağına merak salmayız da. O halde doğru haber kaynağımız Kur’an ve hadis üzerine yol kat etmemiz için bir bilenle de yol almak gerekir. Dahası Edille-i şer’iyye çerçevesinde kendimize istikamet tayin etmemiz icab eder. Buna mecburuz da.
Bu arada şunu belirtmekte yarar var: İsrailiyat haberlerin tefsir kitaplarında yer almasında sırf gaflete dalışımızla sınırlandırmak doğru bir tutum olmaz. Hiç kuşkusuz bunda kassaslarında (cami vb. yerlerde halka hikâye anlatan kişiler) dahli vardır. Nitekim aslı astarı olmayan hikâyelerin bir kısım kassaslar tarafından Edile-i şer’iyye ölçüsünün dışına taşaraktan halka ballandıra ballandıra anlatılmasından bunu anlamak mümkün. Üstelik kıssa anlatırken de tamda tıpkı bir zamanlar adından Hoca Efendi diye söz ettiren FETÖ elabaşısı gibi duygu sömürüsü bir üslupla ve gözyaşı dökerekten Müminler galeyana getirilmek suretiyle anlatılmakta. Sadece anlatımla kalınsa belki gam yemeyiz, icabında bir bakıyorsun yazar, çizer, hatta ilim erbabının da gözünden kaçıp kitaplara bu tür haber ve kıssalar sızabiliyor. Elbette ki, hatasız kul olmaz, her türlü kusurdan, noksanlıktan münezzeh olan sadece Yüce Allah’tır. Burada önemli olan ilmi çalışmalara kaynak teşkil edebilecek nitelikte alınacak olan haber ve verilerin edille-i şeriyye mihenk taşından (testinden) geçirme noktasında azami derecede hassasiyet göstermek çok önem arz etmekte. Yeter ki, bu azami gayret ve hassasiyet esirgenmesin gayri ihtiyari oluşan ufak tefek hatalar göz ardı edilir de. İşte bu bilinç doğrultusunda İsrailiyat meselesini de:
-İslam’a uygun olan İsrailiyat,
-İslam’a uygun olmayan İsrailiyat
-Tasdik ve tekzip edilmemiş İsrailiyat şeklinde üç ana başlık altında incelemekte fayda vardır. Derken bu tasniflemeyle birlikte ilim adamları tarafından İsrailiyat kaynaklı haberler kılı kırk yararcasına ince eleyip sık dokunup öyle hüküm vermeleri gerekir.
Bizim açımızdan ise dikkat etmemiz gerektiren husus; Kur’an ve sünnet ışığında mihenk taşına vurulacak haberin doğruluğundan emin olmak çok mühimdir. Aksi halde Kur’an ve sünnete dayandırılmaksızın ortaya atılan her haberi doğruymuşcasına tasdik edip Allah muhafaza istikametten sapmamıza yol açabilecek bir çıkmaz bataklığa sürüklenebiliriz. En iyisi mi biz, yol yakınken her türlü haber karşısında ihtiyatı elden bırakmayaraktan kendimizi korumaya alalım ki, bataklığa düşmekten kurtulabilelim. Kaldı ki bizi bataklığa düşmekten koruyacak hali hazırda kaynakta önümüzde duruyor zaten. Malumunuz bu koruyucu kaynak Ümmet-i Muhammed’in tümünü her türlü fitne ve bilgi kirliliğine karşı uyanık tutabilecek donanımına haiz, aynı zamanda Edille-i şeriyyenin ana gövdesini oluşturan Kur’an ve hadisten başkası bir kaynak değil elbet. Madem öyle, tüm Ümmeti Muhammed fert fert herhangi birimizin kılına bir zarar gelmemesi için pusulamız edille-i şeriyye kaynaklarımızın dışında her türlü bilgi ve haber kırıntısına balıklamasına dalmamak gerekir. Dahası hakkında ne tekzip ne de tasdik edilmiş İsrailiyat haberlerin tefsirlere sızmaması için uyanık ve dikkatli olmamız icab eder. Hatta ve hatta sadece hassas olmak yetmez, bu tür haberlerin ulu orta mevzu edilmesine de fırsat vermemek lazım gelir. Zira Peygamberimiz (s.a.v) bu hususta şöyle beyan buyurmaktalar: “Ehli Kitaptan bir şey nakletmediğinizde üzerinize bir günah terettüp etmez.”
Malumunuz Kur'an ayetleri ayrıntılardan uzak, daha çok mesaj yüklü ayetler içerir. Bu yüzden, Kur’an’da pek çok husus uzun uzadıya tafsilatlı anlatılmaz, özü verilir. Bu noktada sadece istisna kabilden ancak İncil ve Tevrat’a göre kıssaların biraz daha kapsamlı olarak zikredildiğinden söz edilebiliriz. İşte tam da bu noktada şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; madem Kur’an’da zikredilen kıssalar ehl-i kitaba nisbeten daha ayrıntılı verilmiş, o halde İsrailiyat kaynaklı kıssa ve haberleri hiç gereği yokken durduk yere kendi öz kitaplarımızda yer vermeye ne gerek vardı ki. Kaldı ki Müberra Dinimiz ehl-i kitabın tahrif ve bozulduğunu bildirmekte de. İşte bu gerçeğe rağmen yine de bir bakıyorsun Kuran ve sünnetle taban tabana zıt İsrailiyat haberleri bir şekilde destursuz bir şekilde tefsirlerimize girebiliyor. Neyse ki ilmiyle amil olmuş rabbani âlimler Kuran ve sünnete bağlılıklarından taviz vermeksizin dinde olmayan ne kadar dogma bilgi kirlilikleri ne kadar sonradan eklemeye çalışılan değişiklikler varsa tüm bunlara bidat olarak baktıklarından son derece titiz davranıp medreselerin ve dergâhların kapısından içeri girmesine geçit vermemişlerdir. Hele tek bir bidatte olsa hak kapılarından içeri girmeye görsün surda bir gedik açacağı muhakkak. İşte Rabbani âlimler bu gerçeğin farkında oldukları içindir günün moda rüzgârlarına kapılmak yerine İslam’ın ana caddesinde yürüyerekten sırat-ı müstakim üzere yaşamayı yeğlemişlerdir hep. Buna mecburlar da. Çünkü İslam’da ana caddeden sapmak ve aynı zamanda Kur’an ve hadiste olmayıp da sonradan eklenmeye çalışılan her türlü değişiklikler bidat olarak telakki edilir. Nitekim Şahı Nakşibend Hz.lerine takip ettiği tarikatın yol ve yordamından sual edildiğinde verdiği cevap çok manidardır. Ve şöyle demişlerdir: “Bizim yolumuz sünnetleri ihya etmek bidatlerden kaçınmaktır.” Öyle ki, İmam-ı Rabbani Hz.leri bu husustaki hassasiyetini mealen şöyle dile getirmiş de: “Bütün dünyanın bizim yolumuza bir bidat karşılığında geleceğini teklif etseler, tarikimize tek bir bidat almayız.”
Evet, gerçektende bu müthiş sözler aynı zamanda kararlı bir duruşun göstergesi de. Hani büyüklerimiz etrafına öğüt verirken hep derler ya; kemmiyet (nicelik) önemli değil keyfiyet (nitelik) önemlidir diye, aynen öyle de bizlerde büyüklerimizin izin iz bilip kuru gürültü kalabalık yığınlar olmaktansa sayıca azda olsa hayırhah kitlelerden olmayı tercih etmemiz gerekir. Zira Sultan Alparslan yıllar öncesinden “Biz bidat nedir bilmeyen temiz Müslümanlarız” demek suretiyle bizim bu dileğimizi yerine getirmiş bile. Sakın ola ki; bizim bu dileğimizden hareketle günümüz teknolojisine kapalı olduğumuz anlamı çıkarılmasın. Bikere teknolojide bidatlik söz konusu olamaz, bidat ancak ameli konularda olmakta. Nasıl mı? Teknolojik bidatin olamayacağı şundan belli, bir kere Peygamberimiz (s.a.v) döneminde otomobilin yerine deve vardı. Yani o dönemin en üst seviyedeki teknolojik binek deveydi. Dolayısıyla o günün şartlarında Allah Resulü deveye bindi diye bugünde deveye binilecek diye bir temel kural olamaz. Bu yüzden teknolojik gelişmeler asla bidatin konusu olamaz diyoruz. Kaldı ki, teknoloji de Yüce Allah’ın Sanî sıfatının tecelli dairesinin tezahürü bir gelişim hamlesidir. Zaten Sanî ismin lügat anlamı yaratan demek, yani ortaya şahika sanat ve eser koyan demektir. Dolayısıyla insanoğlu bu sıfatın tezahürü olarak teknolojik hamlelerde bulunması gayet tabi bir durumdur. İnsanın kendi kendine ibadet değişiklikleri ihdas etmesi ise İslam’da bunun adı bidat olarak karşılık bulur. Ki, istenmeyen bir durumdur bu.
Hiç kuşku yoktur ki; dünyada eşi ve benzeri olmayan tek kutsal kitab Kur’an-ı Kerim’dir. Düşünsenize sahasında eşi ve benzeri olmayan mukaddes kitabın beyanlarına muhatab olmakla şereflenmişiz ama gel gör ki İsrailiyat kaynaklı haberlere merak salabiliyoruz. Oysa Kur’an her daim başucumuzda nur olarak parlayan tek esenlik kaynağı yıldızımızdır. Yeter ki o parlayan esenlik kaynağı ışıktan istifade etmesini bilelim, bak o zaman bir daha İsrailiyat kaynaklı haberlere ve kıssalara merak sarar mıyız? Şayet Kur’an’dan istifade edemiyorsak yine biliniz ki o bize ait bir meseledir, bu problemimizi ve meselemizi asla Kur’an’a mal edemeyiz. Zira Kur'an-ı Mu’ciz-ül Beyan bir nur, bir ışık, bir sırdır. Olur ya, belki kendi kendimize, madem Kur’an bir nur, bir ışık, bir sır o halde vücut iklimimizde nuraniyet niye oluşamıyor diye de düşünüyor olabiliriz. Hatta yetmedi kendi kendimize (hâşâ) ayetlerin nuraniyeti mi ortadan kalktı da uyanışa geçemiyoruz şeklinde kuşkuya da kapılmış olabiliriz. Dedik ya, maalesef tamamen bizimle alakalı problemdir bu. Elbette ki, ayetler her zaman başımızın ucunda bir nur olarak ışıldamakta, ışıldaması kıyamete dek devam edecekte, ancak gönül penceremizi ve ilahi idrak kapımızı sürekli olarak kapalı tutmamız, Kur’an ayetleriyle uyanışa geçmemize mani olmakta. Hatta Kur'an'ı tilavet kurallarına göre çok güzel okusak bile bir bakıyorsun okuduğumuz ayetler tüm vücut iklimimizde sadece bir ses ya da bir tılsım olarak yankılanmakta. Bu demektir ki alıcılarımız zayıf olduğundan vericilerden gelen sinyallere kapalı kalabiliyoruz. Duyarsızlığımıza ve kapalılığımıza son vermek için mutlaka gönül dünyamızı ve ilahi idrak kapımızı iri ve diri tutmamıza vesile olacak Kur’an ahlakıyla boyanmış Rabbani âlimlerin rahle-i tedrisatından geçmemiz gerekmektedir. Malum olduğu üzere irşad olmadan gönül penceresi ve ilahi idrak kapısı asla açılamıyor. İlla ki irşad olmamız icab eder. Neydik edip başımızı gömdüğümüz kumdan çıkarıp bir Yunus misali mutlaka uyanışımıza vesile olacak kapılara yönelmemiz gerekir.
Evet, uyanışa ve dirilişe geçemeyişimizin arka planında gönül penceremizi ve ilahi idrak kapımızı sürekli olaraktan kapalı tutma handikabımızdan kaynaklanan bir durumdur. Şayet dünyanın neresinde bir Müslüman zeril ve sefil bir haldeyse biliniz ki; başucumuzda nur olarak parlayan ışığa duyarsız oluşumuzun neticesinin doğurduğu sancıdır bu. Tabii ki Kur’an’ı Kerimi duvarda sürekli süs olarak asılı tutaraktan ışığından faydalanılmazsa olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Oysa Kur’an süs olarak duvara asılsın diye nüzul olmadı, bilakis Kur’an yaşansın diye nüzul olmuştur. Nitekim Kur’an ahlakıyla boyananların yaşayışına baktığımızda, ayetlerin nurani tecellilerinin ışıldamasını onların üzerlerinde pekâlâ görebiliyoruz. Gerçektende o’nlar göründüklerinde Allah’ı hatırlatırız da. Öyle ki, ayeti celilerin nurani tecellileri alınlarında nur halinde parıldayıp görenleri kendilerine bend ederler de. Az gittik uz gittik derken bu arada Mehmet Akif’ İslam dünyasının bir an evvel üzerindeki kara bulutları atıp dirilişe geçmesi için şu mısralarla dile getirmekten kendini alamaz da:
“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı
İnmemiştir hele Kur’an,
Bunu hakkiyle bilin,
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.”
Velhasıl-ı kelam, gafletten uyanamayışımızın (intibaha gelemeyişimizin) sebebi hem gönül penceremizi hem de ilahi diriliş kapımızı kapalı tutmamızdan ötürüdür. Unutmayalım ki, Yüce Allah’ın beyan buyurduğu veçhiyle; Kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzura ermekte.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/kose-yazisi/4208/kurandan-ilham-alip-asrin-idrakini-aydinlatmak