KİMLİK BUNALIMI
KİMLİK BUNALIMI
ALPEREN GÜRBÜZER
Kabul etsek de etmesek de teknolojik gelişmelere paralel olarak kimlik krizi denilen bir bunalımla karşı karşıyayız. Tarım toplumundan sanayileşmiş bilgi toplumuna geçiş sürecinde geleneksel değerlerimizin vahşi kapitalizmin hücumuna uğramanın yansımalarını yaşıyoruz belki de. Buna rağmen yine de kültürel değerlerimiz yaşamaya devam etmektedir.
Teknoloji insanımızı kendine yabancılaştırmanın ötesinde öz kimliğine karşı duyarsızlaştırdı da. Her şeye rağmen yinede Türkiye’de ileri ülkelerin aksine işçisine zekâtını veren, hayır işlerde koşturan, hatta devletine zamanında vergisini veren fabrikatörlerimiz ve zenginlerimizin tükenmemesi yüreklerimize su serpiyor. Elimizde en güzel haslet, tek teselli kaynağımız bu olsa gerektir. Bu durum bizi azcık da olsa gelecek açısından ümitlendiriyor.
Türk insanı iki arayış içerisinde; birincisi kimlik arayışı, ikincisi ise sistem arayışıdır. Ruhunun açlığını doyuramayan, köksüzlüğe itilmiş gençler elbette arayış içerisine girecektir, bu kaçınılmaz. Genç nesil adeta hırpalanmakta ve kendi kendine kıyılmaktadır. Dün nasıl ki Sakarya’da; Çanakkale’de, Dumlupınar’da emperyalizme karşı dişe diş mücadele verdiysek, bugünde içimizi kemiren kendimizi inkâr manasına gelen yabancılaşma virüsüne karşı, yeniden ruh köklerimize dönme savaşı verilebilir pekâlâ.
Milliyetçi misin, Ümmetçi misin, Liberal misin, Sosyalist misin gibi sorularını sık sık duyuyor olmamız içinde bulunduğumuz kimlik arayışımızın bir göstergesidir. Neyin doğru neyin yanlış olduğunun seçemez olduk artık. Sürekli yolumuzu hırsız fenerleri kesmekte, haramizadelerin telkinlerine muhatap kalmaktayız. Bazıları fildişi kulelerden beylik laflarla, ya da demagojik söylemlerle Türk gençliğini kandırmak adına aydınlatmaya çalışıyorlar güya. Oysaki ağızlarından dökülen mana ifade etmeyen içi boş laflar kimlik meselesini daha da koyulaştırmakta ve üstelik bu uğurda söylenen sözlerin boşuna nefes tüketmekten başka işe yaramadığı gözlerden kaçmıyor..
Kültürümüzün temelinde İslamiyet vardır. Bugün tarihi kimliğimiz olan Müslümanlığı gençliğe aşılamakta yeterince adımlar atılmaması neticesinde kimlik krizi denilen ne idiğü belirsiz ucube daha çok baş ağrıtacağa benziyor.
Kültürel politikaların rafa kaldırılmasıyla gençler önüne kim çıkıyorsa, kim yol gösteriyorsa çok çabuk kanıp toplum içerisinde kendilerince kimlik edinmeye çalışıyorlar. Nitekim kültürel politikalar geliştirilmeyince ehlisünnet çizgisinin dışında eylem hastası yeni bir Müslüman kimliği karşımıza çıkıveriyor. Bu arada Humeyni’den Kaddafi’ye uzanan yelpazede daha nice dış kökenli liderlere özenen radikal Müslüman tipi oluşumlara tanık oluyoruz.
Radikal oluşumlar çok kere tepkici özellik gösterirler oysa. Onlar Kur’an’da ki ayetlerin bile nüzul sebeplerini, detaylarını, ne anlama geldiğini bilmeden, ayetleri kendi kafalarına göre sloganlaştırmaktan çekinmezlerde. Öyle ki Kur’an’da ki ayeti celilerin ne manaya geldiğini araştırmadan, ayetleri kendi kişisel egolarının tatminine yönelik şekilde sloganlaştırarak huzur bulmaya çalışıyorlar. Kurtuluşumuzu Piri Türkistan’da, Yunusta, Mevlana’da arayıp bulacağımıza tepkici karakterdeki eyleme yönelik İbda-C, Hizbullah gibi örgütlerin liderlerinde deşarj olmak tercih ediliyor. Hariciliği andıran bu tür radikal oluşumlar yeni neslin seçimi oldu maalesef. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, neyse ki tarihten gelen engin hoşgörünün yansıması sayesinde toplumumuzun büyük çoğunluğu İmamı Gazali, İmamı Rabbani, İmamı Azam ve Bediüzzaman Said Nursi gibi âlimlerin ışığında hareket etmektedir. Bu büyük zatlardan habersiz genç nesiller ise boşlukta savrulmakta, ister istemez bir yerlere tutunmak ve bir camiaya sarılmak zorunda kalmışlardır.
Gençlerimize Gazalice, Mevlana’ca, Yunuşça yaklaşılırsa elbette ki radikal Müslüman kimliği bu topraklarda kendine yer bulamayacaktır.
Yanlış kültürel politikalar sayesinde normsuzluk ve kimlik bunalımı nihayetinde çözülme ve şiddet hareketlerine yol açmaktadır. Zira kimlik meselesini tepeden inme dayatmacı yaklaşımla çözemeyiz. Beyinlere ve vicdanlara pranga vurarak bir sonuca varamayız. Türkiye’mizin genç talihsiz nesilleri Yunus’un, Mevlana’nın ve daha nice gönül sultanların sevgisinden yoksun halde içi boş sloganların ardına düşüyorlarsa, suçu onlarda değil kendimizde ve idarecilerimizin basiretsizliğinden kaynaklanan yanlış uygulamalarında aramamız gerekiyor. Gençler koro halinde aynileşme seline kapıldılar çünkü. Kiminle aynileşme derseniz, tabiî ki iç kaynaklarımızın mimarlarıyla değil, tam tersi Humeyni gibi kökü dışarıda olan liderlerle. Talihsiz nesiller başka iklimlerin, başka coğrafyaların insanını rehber kabul eder hale geldiler. Şuanda milli kültürümüzü politika haline getiremeyişimizin bedelini bizden çok gelecek nesiller ödüyor.
Kimlik bunalımı normsuzluğa yol açıyor, açacakta... Modernizmle geleneği karşı karşıya getirdiğimiz yetmezmiş gibi, birde kabak çiçeği gibi açılmayı da marifetten saydık. Bu durum böyle devam ederse kimlik bunalımı gelecekte insanımızı çok daha derin krizlere sürükleyecektir. Gençler, hala manasını bilmediği sloganların cazibesiyle çözüm arıyor ve derbeder haldeler. Çıkmaz sokaklarda avare avare dolaşan insanlar konumundalar. Gençlerin doğulu, batılı, sosyalizm, liberalizm gibi kavramlardan medet umması kimlik arayışımızın sona ermediğinin bir işareti olsa gerektir. Ki; bu tür kavramlar bize değer katmadığı gibi yaralarımızı sarmıyor da.. Ne yazık ki kaidesizlik ve normsuzluk her tarafı sarmış durumda. Kimimiz tangodan hoşlanıyor, kimimiz arabesk, kimimiz de halk müziğinden hoşlanıyorsak bu demektir ki her alanda çözülme var. Yani anomia (normsuzluk) dediğimiz hastalık çevremizi sarmış durumda. Züppe varı davranışlara şahit oldukça da kimlik krizinin had safhaya ulaştığının ayan beyan varlığını derinden hissediyoruz. Ok’un yaydan çıkmasına an kala, bu kılıç kınında kalmayıp terör aşamasına kadar sürükleyecektir hepimizi..
Gayretlerin sadece bilgisayar ile simgeleşmesi, kuşaklar arasında kültür çatışmasını hızlandırmaktan öte bir anlam ifade etmiyor. Maddi ihtiraslara kapılan insanımız büyüyen ten kafesinde küçülen ruhu ile kimlik darboğazında bunalım yaşamaya sürükleniyor adeta. Maalesef her şeyde köksüzlük hâkim. Oysa milli kültür hazinelerimiz öz kimliğimizin oluşmasında yeterde artar bile. Gel gör ki engin kültür hazinelerimizi kütüphanemizin tozlu raflarına atmışız bir kere. Tabi bu durum hem içinde bulunduğumuz darboğazı hem de öz kaynaklardan uzak kalmamızın bir sonucu. Ehlisünnet kaynaklarından mahrum edilen gençlikten militarist eğilimlere kapılmasından başka daha ne beklenirdi ki? Bu noktaya gelmemiz gayet tabiidir.
Ya batı ne durumda? Batı ise bizim o engin klasiklerimizi büyük bir gayretle okumakta, bizi bizden daha iyi anlamaya çalışıyorlar. Mevlana, Yunus gibi kıymetlerimiz bizim coğrafyamızdan ziyade, daha çok dışarıda yankı buluyor. Çünkü batı insanını Dante, Sheakspear gibi klasik kahramanlar doyuramıyor artık. Batı teknolojik gelişmelerin doruğuna ulaştı, ama daha henüz insanoğlunun iç âlemini keşfedememiş, bu konuda Pir-i Türkistan’a, Mevlana’ya, Yunus’a ihtiyaç hissediyor. Batıda bu şahsiyetlerimizin yankı bulması bundan dolayıdır.
Biz bir zamanlar şefkat medeniyeti idik, şefkatimizle âlem nizam bulmuştu. Gelinen noktada vahşi kapitalizm ise her şeyi yakıp yıkan, bir o kadarda yok eden bir canavar görünümü verdi hep. İşte Bosna, işte Çeçenistan, işte Filistin’in içler acısı hali bunun en tipik canlı misali. Bir zamanlar bu topraklar ne Rum’u, ne Rus’u, ne Süryani’yi yok etmiştir. Sultan Abdülhamit han açtığı aşiret mekteplerine aşiret çocuklarının yanı sıra Uzak doğudan gelen talebeleri de eğitiyordu, böylece dışardan gelen talebeler burada Türkçeyi de öğrenerek devleti Aliye’yi yakından tanıma fırsatı elde edip, ülkemizi seviyorlardı. Devlet hem içe hem de dışa karşı hoşgörü politikasıyla güven vererek kimlik bunalımına yol açacak ortamın doğmasına geçit vermeyerek, önceden doğabilecek krizleri önlemiş oluyordu böylece.
Ulu Hakana iftira atanlar maalesef bu gerçekleri görmemezlikten geldikleri gibi onun izlediği kültürel siyaseti despotlukla fütursuzca itham edebiliyorlar da. Üstelik bazı çevreler onun bizim toprağımızdan yetişen insanları devlet kademelerine atamasını istibdat olarak niteleyerek gerçekleri ters yüz etmekteler. Oysa büyük bir yanılgı içerisindeler. Bakın Ulu Hakan bu konuda ne diyor, diyor ki; Çeşitli rütbeler vererek subay yaptığımız aşiret ağaları yeni durumlarından memnun oldukları gibi, bu vesile ile biraz disiplin öğreneceklerdir. Uzun yıllar pek çok memuriyetlerde Hıristiyan, Ermenileri kullandık. Niçin o zaman eleştirilmedi de, kendi dinimizden olanları aynı göreve atayınca eleştiriliyor? Yazık, yazık ki ne yazık, istenildiği şekilde yorumlanıyor.
Günümüz dünyasında zekâ, para ve burjuvazi baş aktör. Tarım sürecinden sanayileşmiş bilgi sürecine geçtiğimiz şu aşamada kent değerleri daha ağırlıklı rol almaya başlamıştır. Değerlerden bahseden yok artık, bahsedende dışlanıyor zaten. Hızlı kentleşmeyle birlikte, geleneksel değerlerden kopuşta beraberinde seyrediyor. Kimlik bunalımının bu denli ürkütücü seviyelere geleceğini tahmin edememiştik. Şimdilerde varsa yoksa popüler kültür baş tacı.
Kültürel erozyona son vermek için mutlaka kendi öz değerlerimize yeniden yönelerek kimliğimizi canlandırmanın yolları aramalı. Aksi takdirde dayanışmacılık karakterimiz tamamıyla ortadan kalkacağı gibi bulunduğumuz toplum içinde yalnız kalacağız demektir. Yalnız kalan insanın da yolda hırsız fenerlerince avlanması çok kolay olacağı da muhakkak.
Demek ki; çeşitli sosyal hastalıkların sebebi öz kaynaklarımızı kentleşme sürecinde ve sanayileşmiş bilgi toplumu yolunda olan insanımıza yeterince donelerin takdim edilmemesinden ötürüdür. Durum vaziyet böyle olunca bireyin sanayi toplumu içinde kendine yabancılaşması ve kimlik krizine sürüklenmesi kaçınılmaz olacaktır.
Öz kaynaklardan mahrum edilen genç beyinler popüler kültürün etkisiyle hayata yenik düşüp adeta can çekişmektedirler. Bu duruma daha fazla seyirci kalamayız. O halde kurtuluşu dışarıda aramak beyhude. Kimlik bunalımına son verecek tek çözüm öz kaynaklarımızda gizli.
Vesselam.
dedekorkut1
5 Şubat, 2021 - 09:34
Kalıcı bağlantı
KİMLİK BUNALIMI
KİMLİK BUNALIMI
SELİM GÜRBÜZER
Kabul etsek de etmesek de teknolojik gelişmelerle birlikte kimlik bunalımı denen bir kirizle karşı karşıyayız. Besbelli ki yaşanan onca sıkıntıların kaynağında tarım toplumundan sanayileşmiş bilgi toplumuna geçiş sürecinde geleneksel değerlerimizin vahşi kapitalizmin hışmına uğramanın yansıması vardır. Yinede her şeye rağmen kendi köklü değerlerimiz büsbütün de canlılığını pek yitirmiş sayılmaz.
Teknolojik gelişmeler insanımızı yabancılaştırmanın ötesinde kendi öz kimliğine duyarsız hale getirebiliyor. Dedik ya, yine de bizi biz yapan köklü değerlerimiz tamamen tükenmiş değil, baksanıza onca değer aşınması geçirmemize rağmen gelinen noktada bugün olmuş halen hatırı sayıda Türkiye’de işçisine zekâtını veren, hayır hasenat işlerde koşturan, hatta devletine zamanında vergisini veren fabrikatör ve zenginlerimiz olabiliyor. Bu durum bizi bir nebze olsun yüreklerimize su serptiği gibi gelecek için ümitlendiriyor da. Ancak şu da var ki, gelecekten umut varız diye buradan herhangi bir arayış içerisinde bulunmamıza gerek yoktur anlamı çıkarılmamalıdır. Nedir o arayış derseniz, elbette ki birincisi kimlik arayışı, ikincisi sistem arayışıdır. Hele bilhassa geldiğimiz noktada ruhunun susuzluğunu gideremeyen ve köklerinden bihaber gençlerimizin arayış içerisine girmesi son derece düşündürücü bir durumdur elbet. Baksanıza genç nesil sanal âlemde kendi hallerine terk edilmiş vaziyette adeta kıyım kıyım kıyılmaktadır. Elbette ki böylesi içler acısı durumda ne halleri varsa görsün deyip seyirci kalamayız. Dün nasıl ki Sakarya’da, Çanakkale’de, Dumlupınar’da yedi düvele karşı dişe diş mücadele verildiyse bugünde topyekûn içimizi içten içe kemiren kimlik bunalımına ve yabancılaşmaya karşı yeniden ruh kökümüze dönme savaşı verebiliriz pekâlâ.
Kimlik bunalımına itildiğimizin en belirgin göstergesi hiç kuşkusuz milliyetçi misin, ümmetçi misin, liberal misin, sosyalist misin vs. gibi sorularının sık sık duyuyor olmamızdır. Aynı zaman da bu tip sorular içinde bulunduğumuz kimlik arayışımızın bir göstergesi sorulardır dersek de yeridir. Keza, değil sorulan sorular verilen cevaplar bile neyin doğru, neyin yanlış olduğunu seçemez olduğumuzun göstergesidir. Gel de şimdi bu pirincin taşını ayıkla, nasıl ayıklayacaksak. Artık bizi bizden alan haramiler kültürel kodlarımıza dönüş arayışında sürekli olarak yolumuzu kesmekle pirincin taşını ayıklayamamamız son derece gayet tabiidir. Ne zaman ki yol kesen haramzadelerin telkinlerine muhatap kalmayız işte ancak o zaman neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayıracak noktaya ulaşabiliriz. Baksanıza yol kesen zinde güçlerin adamları fildişi kulelerden gençlerimizi kandırmak adına bir takım demagojik söylemlerle güya toplumu aydınlattıklarını sanıyorlar. Oysaki ağızlarından dökülen içi boş laflar kimlik meselesini daha da koyulaştırdığı gibi ayrıca nefeslerini boşa tüketmeleri de işin cabası olarak karşımıza çıkmakta. Böylece boş laflarla hem kendilerini yoruyorlar hem de gereksiz söylemlerle bizi oyaladıkları için bizi de yormuş oluyorlar.
Onlar nefes tükete dursun, biz biliyoruz ki kendi kültür kodlarımızın temelinde İslamiyet vardır. Madem bunun bilincindeyiz, o halde daha ne duruyoruz bir an evvel gençlerimize aşı olacak kültürel kodlarımızı yeniden hayata geçirip kimlik bunalımına son vermek gerektir. Aksi halde gençlerin zihin dünyasına hangi yol kesen kültür hırsızı haramzade ne yalan yanlış telkinde bulunuyorsa, hangi yol kesen harami yalan yanlış hangi yol ve yöntem gösteriyorsa tabiat boşluk kabul etmez misali gençler böylesi bir durumda kendilerine sunulanı doğru sanıp kimlik edinmekteler. İşte hal vaziyet böyle olunca ister istemez boşluktan istifade karşımıza kökü dışarıda ideolojilerin savunuculuğuna soyunmuş aynı zamanda Türkiye’yi bölmek için konuşlanmış PKK, DHKP/C, TKP-ML, DAEŞ ve FETÖ türünden gayri milli gençlik kimliklerinin karşımıza çıkması kaçınılmaz hal alabiliyor. Nitekim bir dönem Karl Marks, Lenin, Stalin, Mao, Humeyni ve Usame bin Ladin gibi birçok kökü dışarıda liderlere özlem duyan bir takım radikal devrimci gençliğin ve ehlisünnet dışı selefi akımların etrafa korku salan eylem hareketlerine şahit olmuştuk bile. Hakeza bugünde geçmiştekine benzer gerek ideolojik, gerek din kisvesi altında ve gerekse etnik cinsten her türlü radikal oluşumlara bel bağlamış tepkici türden karakterler olarak çıkabiliyor. Mesela din kisvesi altında ortaya çıkan tiplere baktığımızda tıpkı Hz. Ali (k.v) dönemindeki Hariciler gibi bu yeni tiplerde Kuran’da geçen ayetleri kendi kafalarına göre sloganlaştıraraktan bir takım eylem hareketlerine giriştiklerini pekâlâ görebiliyoruz. Maalesef bu tür ehlisünnet dışı radikal selefi akımların tuzağına düşen gençler kurtuluşu etkici karakterde Pir-i Türkistan’da, Yunusta, Mevlana’da arayıp bulmak yerine kurtuluşu tepkici karakterdeki İbda-C, Hizbullah, El Kaide, IŞİD gibi yüreklere korku salan eylemci örgüt liderlerinde arıyorlar. Oysa Hariciliği andıran bu tür radikal oluşumlar yeni neslin seçimi olmamalıydı. Neyse ki tarihi köklerimizden ruhumuza kodlanmış o engin hoşgörü kültürümüz sayesinde toplumun büyük çoğunluğu İmamı Gazali, İmamı Rabbani, İmam-ı Azam ve Bediüzzaman gibi ehlisünnet âlimlerin izlediği yol üzerinde hareket etmekteler. İşte böylesi gönüllerde taht kurmuş ilmiyle amil dehalarımızdan bihaber olanlar bir bakıyorsun kendilerini kökü dışarıda ehl-i sünnet dışı liderlerin peşine takılarak hareket etmekteler. Böylece her biri bir yerlere savrulur hale düşmüşlerdir.
Şayet gençlerimizin bir yerlere savrulmasını istemiyorsak onlara mutlaka Gazalice, Mevlana’ca, Yunusça sevip sarıp sarmalamalı ki bu topraklarda radikal oluşumlar ve eylem hastası tipler kendine yer edinip alan bulamasın. Zira bu doğurgan topraklarda yanlış izlenen kültürel politikalar nedeniyle normsuzluk ve kimlik bunalımı had safhaya ulaşmış durumda. Zira gençleri kazanacak yerde terör örgütlerin ekmeğine yağ sürercesine her geçen gün kendimizden uzaklaştırıp kaybeder durumdayız. Oysa kimlik bunalımı denen mesele bizi biz yapan değerlerimizden uzak kültürel politikalarla, fikirlere ve vicdanlara pranga vurmakla, hele hele tepeden inme dayatmacı yaklaşımlarla asla çözülecek mesele değildir. Şu iyi bilinmeli ki, buram buram sevgi, kültür ve medeniyet beşiği olan bu doğurgan topraklarımızda gençlerimiz Yunus’un, Mevlana’nın ve daha nice Gönül sultanlarının sevgisinden yoksun halde içi boş sloganların ardına düşüyorlarsa, bunun kabahatini gençlerimizde değil, yanlış izlenen kültür politikalarında, kendimizin iyi bir örnek olamayışı ve idarecilerimizin basiretsizliğinde aramak gerekir. Bakınız neredeyse gençlerin büyük bir çoğunluğu koro halinde kökü dışarıda bir takım feylesofları, liderleri, figürleri ve tipleri kendine model alaraktan aynileşme (özdeşleşme) seline kapılmış durumdalar. Gönül isterdi ki kendi bilge şahsiyetlerimizle, kendi örnek liderlerimizle, kendi kültür kodlarımızla özdeşleşselerdi de bu duruma düşmeselerdi. Dedik ya, tabiat boşluk kabul etmez, gerçekten de boşluktan istifade talihsiz genç kuşaklar başka iklimlerin, başka coğrafyaların insanını rehber kabul edecek noktaya sürüklenmişlerdir. Maalesef yıllarca milli kültürümüzü ihmal edip ikinci planda ele alışımızın bedelini orta kuşak nesilden daha çok yeni nesil bedel ödemektedir.
Evet, kimlik bunalımı normsuzluğa yol açmakta.. Modernizmle geleneği karşı karşıya getirdiğimiz yetmezmiş gibi birde bunun üstüne üstük kabak çiçeği gibi açılmayı çağdaşlık olarak addetmişiz. Şayet geleneksel değerlerden kopukluk ve böylesi kültür kodlarımıza karşı duyarsız, vurdumduymaz ve pişkinlik hali devam ederse kimlik bunalımının topyekûn tüm toplum katmanlarını esir alması an meselesi diyebiliriz. Baksanıza daha şimdiden gençler eline tutuşturulmuş sloganların cazibesine kapılaraktan çareyi sokak hareketlerinde ve eylem gösterilerinde bulunaraktan aramaktalar. Gençlerin sosyalizm, komünizm, liberalizm, radikalizm gibi kökü dışarıda ideolojilerden medet ummaları kimliksizliğin bir neticesidir. Ki; ideolojiler hiçbir zaman toplumlara değer kazandırmadığı gibi yaramıza merhem olmaz da. Ne yazık ki değersizlik, köksüzlük ve normsuzluk her tarafımızı abluka altına almış durumda. Bu yüzden gençlerimiz neyin doğru neyin yanlış olduğunu seçemeyecek derecede şaşkın ördek haldedirler. Şayet gençlerin kimi tango, kimi raks, kimi arabesk, kimi halk müziğinden hoşlanıp bütünü yakalamıyorsa bu demektir ki her alanda çözülme söz konusudur. Yani ortada anomia denen ayarsızlık ve normsuzluk söz konusudur. Hele hele diskoteklerde, barlarda, cafelerde gününü gün eden kızlı erkekli gençlerin hayattan kopuk hallerine şahit oldukça kimlik bunalımının ne derece ciddi boyutlarda bir mesele olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz. Kaldı ki, gençlerimiz sadece eğlence merkezlerinde ömür törpüleseler yine gam yemeyiz, bir bakıyorsun ellerine tutuşturulmuş pankartlarla ve Molotof kokteyllerle polise katil polis diyerekten kökü dışarıda bir takım örgütlerin oyununa gelip yürüyüş ve gösteri yaptıkları alanlarda dükkân, mağaza, banka her ne varsa cam çerçeve kıraraktan yakıp yıkaraktan terör estirebiliyorlar da.
Anlaşılan o ki, yıllarca gençlerimizi ihmal etmişliğimizin bedelini ödüyoruz. Hani tabiat boşluk kabul etmez güzel bir söz var ya, aynen öylede gençlerimizi kendi köklü kültür değerlerinden mahrum bir halde kendi hallerine başıboş bir şekilde bırakırsak kökü dışarıda ideolojilerin kucağına düşmeleri kaçınılmaz bir vaka olarak karşımıza çıkmasına şaşmamak gerekir. Çünkü biz bu filmi daha önceleri çok seyretmiştik, bugün olmuş halen tekrar tekrar izlemeye devamda ediyoruz zaten. Dedik ya, yıllarca milli kültür aşımızın ihmal edilmişliğinin bedelini ödüyoruz, baksanıza habire dış güçlerin maşası olmaya yönelik sokak hareketleri ya bir ağaç bahane edilerek, ya rektör ataması bahane edilerek ya da bir başka işe yarayacak masumene öğrenci talepleri bahane edilerekten çıkartılan sokak hareketleri çok büyük kitlesel eylemlere dönüşebiliyor. Tıpkı 2013 yılı Gezi parkı olaylarında olduğu gibi şimdide 2021 daha ilk aylarını başlangıcında tamda çağın vebası Coronavirüsle kıyasıya mücadele içerisine girilmiş bir ortamda yeni bir Gezi parkı türü kalkışmasına teşebbüs edildiğine şahit oluyoruz. Hem de ABD Başkanı Joe Biden’ın başkanlık koltuğuna daha yeni oturmasının ardından bu olayların nüksetmesi hayra alamet sıradan vakalar olmasa gerektir. Üstelik ABD Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’de birkaç gündür devam eden Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin taleplerinden rol çalmaya çalışan bölücü terör örgütlerle iltisaklı kişilerin kışkırtmalarıyla oluşan eylemlere ‘kaygılıyız’ mesajıyla destek vermeleri iç işlerimize müdahaleye yeltenme çabasıyla karşımıza çıktıklarını gözler önüne sermekte. Elbette ki daha düne kadar kendi Başkanlık Beyaz Saray binası önünde protesto eylemler karşısında tavırlarını unutmuş gözüken ABD’nin özgürlük havarisi kesilip bize ders vermeye kalkışmasına Türkiye’nin sessiz kalması beklenemezdi. Derhal Dışişleri makamlarımızca hak ettiği cevab ABD üst makamlarına ültimatom niteliğinde bir mesajla iletilir de.
Her neyse, ABD içişlerimize burnunu sokmaya çalışa dursun, asıl içimizde Bıden’a umut bağlamış müstemleke mihraklar ne âlemdeler ona bakmamızda fayda var elbet. Baktığımızda daha yakın bir zamanda birbirine zincirlemesine gerçekleşen Gezi parkı olaylarından, MİT Tırlarının durdurulma hadiselerinden ve 15 Temmuz darbe girişimlerinden yeterince ders almamış olsalar gerek ki, şimdilerde bir bakıyorsun yine huylu huyundan vazgeçmez misali Boğaziçi Üniversitesinde bir şeyleri kaşımanın peşinde koşturmaktalar. Daha da vahim olan Boğaziçi yerleşkesi içerisinde Kâbe fotoğrafının adeta yerlerde süründürerekten sergilenilip kutsallarımıza yönelik bir oyunun sahneleniyor olmasıdır. Hele şöyle birkaç gündür birkaç başlık altında zincirlemesine yaşanan eylemler neyin nesidir diye baktığımızda üniversite kapısının önünde öğrencilerin arasında ne işi var PKK’nın, ne işi var DHKP/C’nin, ne işi var TKP-ML’nin, ne işi var FETÖ’nün dedirtecek cinsten eylemler olduğunu görürüz. Gönül isterdi ki, cennet vatan ülkemizde yeniden hortlatılmaya çalışılan bu tür provoke manzaraları sadece polisiye tedbirlerle değil, üniversite kapısı önlerinde gençlerin ‘bir elinde Bilgisayar, bir elinde Kur’an-ı Kerimle çağa damgasını vuran gençlik görünümü manzaralarıyla da Bıden ve Biden’a umut bağlayanların umutlarını boşa çıkartacak türden bir ders vermiş olsaydık. Maalesef geçmişte olduğu gibi bu günde dış güçlere malzeme olacak eylemlerde bulunarak onların ekmeğine yağ sürüp kendi ayağımıza kendimiz kurşun sıkar pozisyon almaktayız. Böylece yakıp yıkma türünden eylemler psikolojik deşarj aracı bir hastalık tablosu veya kanayan yara olarak karşımıza çıkmakta hep. Hele Boğaziçi gibi el üstünde tutulan bir üniversitede bu tür eylemler tezgâhlanabiliyorsa diğer üniversitelerde haydi haydi tezgâhlanması çok daha kolay olacaktır.. Düşünsenize Boğaziçi Üniversitesini kazanmak her babayiğit gencin harcı değil, buraya girmek için gecesini gündüzüne katıp çalışıp belirli puanı almak gerekir ki girebilesin. Önemine binaen bu gerçeklikten hareketle böylesi zeki öğrencilerin bulunduğu üniversitede okumak elbette ki onur verici bir durum, ancak zeki olmakta yetmez. Tahsil ettikleri eğitimden edindikleri bilgi donanımlarını tek başına değer olarak kutsallaştırmamak gerekir ki, kimlik bunalımının girdabına düşüvermesinler. Mutlaka bilgi donanımlarına ruhta katmak lazım gelir. Malum sırf kuru bilgi donanımıyla yetinmek maneviyattan yoksun diploma mezunu olmaya yol açtığı gibi kuşaklar arası kültür çatışmasını da beraberinde getirmektedir. Nasıl ki 12 Eylül öncesinde maneviyattan yoksunluk ODTÜ’de orak çekiç bayraklarıyla nümayiş yapan enternasyonal sosyalist marşı söyleyen gençliğin türemesine yol açtıysa bugünde Allah’ın beyti gözüyle baktığımız Kâbe kutsalımızın fotoğrafını yerlere serecek derecede haddini hududunu aşmış azınlık bir gurup gençlik türeyebiliyor. Belli ki her alanda olduğu gibi üniversitelerimizde de değer aşınması had safhada, bir kere yakamızı modernizmin pençesine kaptırmışız, istesek de kendi öz kültür kodlarımıza bir türlü dönüş yapamıyoruz. Baksanıza el üstünde en gözde üniversite gözüyle bakılan Boğaziçi üniversitesi artık dünya sıralamasında yüksek seviyelerden düşüşe geçmiş durumda. Öyle ya, üniversite ortamında kutsadıkları bilimde alanında bile düşüş yaşandığına göre böylesi ruhsuz bilim anlayışıyla bizi biz yapan o engin kültür hazinelerimizi kütüphanenin tozlu raflarından çıkarıp da gençlerimize kendi kültür kodlarıyla buluşturacak bir eğitim programının dâhil edilmesini beklemek hayal olur. Aslında tüm bu gördüğümüz kimliksiz manzaralar bilimle kendi kültür kodlarımızı kaynaştıramamaktan kaynaklanan ilerisinde bedelini daha da ağır ödeyeceğimiz cinsten karşımıza çıkan hazin manzaralardır. Unutmayalım ki bizi biz yapan değerlerimize sırtımızı dönmek demek şehit kanlarıyla sulanan bu topraklara nankörlük etmek olur. Ki, bunun bedeli Allah indinde ağır olacağı muhakkak. Bakmayın siz öyle nüfus cüzdanımızda uyruğumuzun T.C olarak ve dinimizin İslam yazılıyor olmasına, o etiketlenme sadece görünürde, gerçek etiketimize baktığımızda A’dan Z’ye toplumu içten içe saran kimlik bunalımı denen bir süreçten geçmekte olduğumuzu görüyoruz. Madem öyle, bu süreç daha da kangrenleşmeden ve daha derin büyük krizlere yol açmadan Bilge kağan haykırışıyla “Ey Türk titre ve kendine dön” misali neydik edip kendi öz kimlik kültür kodlarımıza dönüş yapmak zorundayız.
Peki ya batıda, Batı insanının ahval durumu nasıldır? Malum Batı insanı oldubitti hep arayış içerisinde, kendi yaşadıkları topraklarda bulamadıkları sevgiyi, hoşgörüyü ve insanlığı icabında kendi sınırlarının dışında aramaktalar. Hatta şimdilerde yüzlerini doğuya çevirip bizi biz yapan o müthiş engin klasiklerimizi ulaşma gayreti içerisindeler, bizi bizden daha iyi anlamaya çalışıyorlar. Mevlana ve Yunus'a öylesine gıptayla bakıyorlar ki bize ait kıymetlerimiz bizden daha çok dışarıda yankı buluyor. Belli ki şımarık batı gençliğine Dante, Sheakspear gibi bilgelerin klasikleri çare olamıyor, ruhun susuzluğunu giderecek kaynak doğuda gözüküyor. Batı teknolojik gelişmelerin doruğuna ulaştı ama daha henüz insan ruhunu keşfedememiş, bu konuda Pir-i Türkistan’a, Mevlana’ya, Yunus’a çok büyük ihtiyaç hissediyorlar. İşte bilge deha şahsiyetlerimizin cümle âlemde yankı bulması bu yüzdendir.
Düşünsenize bir zamanlar hem nasıl milletmişiz ki, şu içine düştüğümüz perişan halimizle bile halen insanlığın kurtuluş umudu olabiliyoruz. Nasıl umut olmayalım ki, bir zamanlar üç kıtada yediden yetmişe hemen herkesi bağrına basmış şefkat medeniyeti idik, bu sayede âlem bizimle birlikte nizam bulmuştu. Amma velâkin gel gör ki gelinen noktada vahşi kapitalizm huzur bulan o âlemi yakıp yıkmış durumda. Örnek mi? İşte Irak ve işte Suriye’de yaşananlar bunun en trajik canlı örneklerini teşkil eder. Oysa bir zamanlar bu topraklarda ne Rum, ne Rus, ne Çerkez, ne Süryani, ne Kürdü kıyılmıştı, bilakis kucak açıp Anadolu’ca ana yürek olmuştuk. Düşünsenize ittihatçıların istibdat yaftasıyla itham ettikleri Ulu Hakan Sultan Abdülhamit Han açtığı mekteplerde aşiret çocuklarının yanı sıra uzak doğudan gelen talebelere kucak açıp eğitmek suretiyle hem Türk dilini öğrenmelerini sağladığı gibi hem de Türk dilinin sıcaklığıyla ülkemizi seven topluluklar hale gelmesine de vesile olmuşlardır. İşte devletimizin şefkat kollarında yetişen toplulukların devlete olan sadakatleri icabında içte ve dışta tezgâhlanan bir takım kirli oyunları sekteye uğratıp Osmanlı’nın 33 yıl daha ayakta tutunmasına katkı sağlamıştır. Ulu Hakan Abdülhamit Han’ın yürüttüğü İttihadı İslam ve birleştirici kültür politikaları bilen biliyordu elbet. Bilmeyenlerse maalesef Ulu Hakanın akıl dolusu ekonomik, sosyal, kültürel politikalarını ve oyun bozucu hamlelerini istibdad suçlamasıyla gölgelemeye çalışmışlardır. Hele bizim topraklarımızda eğitip yetişmelerine izin verdiği insanları devlet kademelerinde görevlendirmekle güya istibdat yönetimini sağlamlaştırmak gayesi güttüğünü ileri sürmüşlerdir. Oysa bu çok büyük ön yargılı bir suçlamadır. Bakınız Ulu Hakan ön yargılı çevrelere bu konuda ne diyor: “Çeşitli rütbeler vererek subay yaptığımız aşiret ağaları yeni durumlarından memnun oldukları gibi, bu vesileyle biraz disiplin öğreneceklerdir. Uzun yıllar pek çok memuriyetlerde Hıristiyan, Ermenileri kullandık. Niçin o zaman eleştirilmedi de, kendi dinimizden olanları aynı göreve atayınca eleştiriliyor? Yazık, yazık ki ne yazık, istenildiği şekilde yorumlanıyor.”
Abdülhamit döneminden bugüne geldiğimizde ise değer meğer hak getire, artık tek geçerli değerin maddi menfaatler kapsamında şan, şöhret, mevki, makam ve para olduğu herkesin malumu. İşte tüm bu saydıklarımızdan mesela baş tacı değer olarak atfedilen para bir insanda varsa o insanda parayla birlikte baş tacıdır, o insanın parası yoksa hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur demektir. Öyle ki kimse dönüp de o adamın yüzüne bile bakmaz. Hatta fakir fukaranın yüzüne bakan olursa da o adamı da aptal yerine koyup çağdaşlığın gereği göbeğini kaşıyan adam olarak nitelerler. Hele tarım sürecinden sanayileşmiş bilgi toplumuna geçiş sürecinde metropol kentleşmenin hız kazanmasıyla birlikte kültür dejenerasyonu ve değer aşınması had safhalara ulaşmış boyuttadır. Gel de işin içinden çık çıkabilirsen, yaşadığımız şehirler artık bize yaban eller gibi gelmekte, Her birimiz çıkmaz sokaklarda kimliğimizi yitirme tehlikesiyle karşı karşıyayız. İşte böylesi kültür yoksunu çarpık kentleşmenin ruhumuzda açtığı yara hiç kapanmayacak gibi gözüküyor da. Oysa bir zamanlar bu yaşadığımız şehirlerin her karış toprağı ne izler bırakmıştı zihnimizde ve ruhumuzda. Şimdi o izler bir bir zihnimizde silindikçe kalabalıklar bize kuru yığınlar olarak, eski yollar çıkmaz sokaklar olarak, yaşama biçimiz ise tek boyutlu sosyal medya ağlarında sanal resim olarak algılamaktayız. Düşünsenize bir zamanlar Medine kavramıyla özdeşleşen erdemli şehir nabız atışımız artık toprağına taşına kovulmuş yığınların nabzında zindan şehir olarak atmakta.. Bu nasıl kentlilikse şehrin her karış toprağı eskinin hatıralarını da silip süpürerekten virane yıkık bir halde ruhumuzu esir almış durumda, varsa yoksa kentlerimizin her karış toprağında modern kölelik diyebileceğimiz bedeviyetin medeniyete galebe çaldığı maskaralığın zirve yaptığı zindan şehir hayatı söz konusudur. Bu nasıl kentlilikse insanlar kalabalıklar içerisinde selamsız sabahsız birbirinden kopuk yalnızlığa mahkûm edilmiş halde yaşamaktalar. Ah kaldırımlar bir dile gelse de kalabalıkların aslında ruhsuz yığınlar olduğunu hatırlatıverse, olur ya bu hatırlatma kendimize uyanışımıza vesile olup kimlik bunalımına tutulmayız. Baksanıza kent denince her birimizin aklına tüketim çılgınlığı içerisinde şahsiyetsiz ve kimliksiz bir şekilde kentin kaldırımlarında cadde boyu bir o AVM’den bir o Avm’ye avare avare dolaşmak geliyor. Lüks tutkunluğu ve ruhsuz yaşamak tek kriter olmuş gözüküyor. Etrafımıza şöyle bir göz gezdirdiğimiz de zaten geleneksel değerlerden söz edende yok gözüküyor, söz eden olursa da o insan hemen varoşların insanı olarak yaftalanır.
Evet, söylemesi acı ama gerçek, aynalar yalan söylemez misali çarpık kentleşmeyle birlikte geleneksel değerlerden koptuğumuz gibi kimlik bunalımının eşiğine de gelmiş durumdayız. Doğrusu kimlik bunalımının eşiğine sürükleneceğimizi hiçbirimiz bu denli beklemiyorduk. Şimdilerde varsa yoksa popüler kültür baş tacıdır. Yine de her şeye rağmen yeise kapılmamak gerekir, büsbütün de çaresiz değiliz, mutlaka kimlik bunalımının eşiğinden dönmenin bir çıkış yolu vardır elbet. Yeter ki özümüze dönmekte karar kılalım çözümde beraberinde gelecektir. Nasıl mı? Karar kıldıktan sonra idarecilerimizi yerli ve milli politikalar izlemeye zorlayaraktan elbet. Zira biz neysek idarecilerimiz de o olacaktır. Öyle ya, herkes layık olduğu idare edilir hükmünden hareketle idarecilerimizi devletle millet arasında köprü kılaraktan kimlik bunalımların ve kültürel erozyonların önüne sed çekebiliriz pekâlâ. Bunun içinde mutlaka önce kendimizden başlayıp milli ve manevi değerlerimizi toplumun hemen her kesimine nakış nakış işlemek gerekir. Aksi halde işlenmemiş çorak topraklar misali erozyona uğrayıp bizde kültür bakımdan çoraklaşmış kral çıplak toplum oluruz. Nasıl ki bir çitçi çorak toprakları ekip biçerek ya da ağaçlandırılarak arazisinin toprak kaybının önüne geçebiliyorsa aynen öylede kimlik bunalımının eşiğine gelmiş insanımızı da devlet millet işbirliği ile el ele gönül gönüle vererekten kendi öz kültür kodlarımızla buluşturmakla bu tehlikenin önüne geçebiliriz elbet.
Öyle anlaşılıyor ki, içine düştüğümüz kimlik bunalımı gibi pek çok bunalımların arka planında kentleşme, sanayileşme ve dijitalleşmeyle birlikte kendi öz kaynaklarımızı ihmal edip harekete geçirememe gerçeği yatmaktadır. Tabii kültür ihmal edilince de ister istemez kentleşme, sanayileşme ve dijitalleşme süreçleri içerisinde toplumun kendine yabancılaşması ve kimlik krizi denen bir bunalıma sürüklenmesi kaçınılmaz hal alabiliyor. Hele toplumun en önemli kesimi gençler kendi öz kimlik kaynaklarımızdan mahrum edilince her biri popüler kültürün kurbanı olarak kimlik bunalımı içerisinde adeta can çekişebiliyor. Elbette ki bu gidişata daha fazla seyirci kalmamız doğru bir tutum olmaz. O halde neydik edip gençlerimizin popüler kültürün kıskacından çıkarıp kendi öz kaynaklarımızla buluşturmak en doğru yöntem olacaktır. Bakınız şöyle geriye dönüp ülkemizde batı hayranı sürecimize, o süreçte batı kültüründen kim ne bulmuş ki şimdi gelinen noktada gençlerimiz vahşi kapitalizmin ürettiği popüler kültürden huzur bulsun. Kaldı ki bizim dışarıdan şurdan burdan bir şeyler bulmamızı gerektirecek bir durumda yoktur, bize kendi öz kaynaklarımız yeter artar da. Bize gerekli olan şu an kendi öz kültür kodlarımızı ve kaynaklarımızı hareket geçirecek kültür politikalarının tam tekmil hayata geçirilmesi elzemdir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/kimlik-bunalimi-makale,4689.html