NAMAZIN İÇİNDEKİ ŞARTLAR
NAMAZIN İÇİNDEKİ ŞARTLAR
ALPEREN GÜRBÜZER
Namaz bütün zikir çeşitlerini içermesi bakımdan Miraç özelliği kazanmıştır. Zira tüm Meleklerin kendine özgü eda ettikleri ibadet çeşitleri hepsi namaz içerisine kodlanmış durumda. Çünkü meleklerin kimi kıyam, kimi rükû, kimi sücud vs. halde ibadet ederler.
TAHRİME
İftitah tekbiriyle ruh sema’ya yönelir, elleri kaldırmakla dünyevi ihtiraslar pare pare arka plana itilmiş olur.
Tahrimeden kasıt ‘En büyüksün’ anlamında ‘Allah-u Ekber’ demektir. Bu yüzden tekbir ibadetin olmazsa olmaz şartıdır. Hatta Allah ile münasebetin ilk adımıdır bu. Eğilirken, yüz sürerken, kıyama kalkerken ve dururken mutlak anlamda büyük Allah olduğunu tekbirle dile getiririz. Bir başka ifadeyle yücelik mutlak manada Allah’a aittir. Allah’u Ekber’in haricinde; Allah’u Azam, Allah’u Kebir, Allah’u Celil, Lailahe illalah, Elhamdülillah, Subhanellah gibi lafızların hepsi tekbir manasına gelir, dolayısıyla her biri tekbir yerine geçer.
Evet, namaza Allahu Ekber lafzıyla başlamak vaciptir. Çünkü Peygamberimiz bu şekilde devam etmiştir.
Kim imamdan önce tekbir alırda imamdan önce tekbiri bitirirse namaza başlamış sayılmaz. Rükû ve sücud tekbirlerini terk etmek veya noksan söylemek ise tenzihen mekruh kapsamında değerlendirilir.
Namaza girişte bir insan ister Arapçasını söyleyebilsin, isterse söyleyemesin, hangi dilde telbiye getirirse caizdir.
Tekbiri Farsça “Allahü Ekber” getirerek başlanılsa caizdir. Ancak imameyn bu konuda Arapça tekbirden aciz kalmayı şart koşmuştur. Farsça namaza başlamak hususunda İmamı Azam’ın delili daha kuvvetlidir. Zira namazda aranan kriterin zikir ve tazim (saygı) olması dolayısıyladır. Ki; bu husus her lisanla ya da onu hatırlatan her lafızla mümkün olur.
Bir kimse tekbiri Farsça alır, hayvan keserken Farsça besmele çeker yahut ihrama girerken Farsça veya herhangi bir dille telbiye getirdiğinde ister Arapçasını söyleyebilsin isterse söyleyemesin caizdir. İftitah tekbiri rükû olduğu için değil, kıyama bitiştiğinden dolayı şart kapsamında farzdır.
Sena, kunut, bayram ve cenaze tekbirlerinin diğerlerinden en ayırıcı özelliği ellerin salınmasıdır. Zira bu tekbirler zikir değildir.
KIYAM
Kıyam bir bakıma vakfe gibidir. Nitekim vakfe olmayınca hakikatine vakıf olunamaz. İşte bu hakiki kıyamla tüm bedenimizi vahyin soluğu sarar ancak. Derken bir yandan gönüller kıyamla durularak tazelenirken, öte yandan bu duruş sayesinde istikamet üzere idrakine varırız her dem.
Anlaşılan Müminin velayeti istikamette gözüküyor, yani dosdoğru hakkın huzurunda durmakla huzura varılıyor. Dahası namazda eda edilen kıyam ve secdenin bir başka emsali yoktur. Kelimenin tam anlamıyla huşu içinde ayakta el bağlamak, huzurda rükûa eğilmek ve secdelere kapanmak suretiyle ancak hakiki ve yüce makamlara yol alınabiliniyor. İşte insan göğsünde var olan letaifler bu huşuyla birlikte nuraniyete yükselmiş olur.
Kıyamda farz olan miktar;
—Tekbir almak,
—Fatiha okumak,
—Sure okumaktır.
Fatiha bir bakıma ruhtur. Nasıl ki ruhsuz ceset ölmeye mahkûmsa, aynen öylede Fatihasız amellerde ruhsuz ceset gibidir.
Nafile namazlarda kıyam vacip değildir, vacip olsaydı insanlar bunda zorluk yaşayacaklardı. Hatta insanlar bu durumdan gına gelip nafilelerden uzaklaşması söz konusu olacaktı. Nitekim hasta olan kişi ayakta durmaktan aciz ise kıyam ondan düşmektedir. Dolayısıyla bu durumda namaz oturarak eda edilir. Hastanın oturmaya gücü yetmezse namazı sırtı üzerine yatarak kılar. Eğer hasta ayakta durmaya gücü yeterde rükû ve secde etmeye gücü yetmezse en faziletlisi oturarak imayla namaz kılması icap eder. Çünkü bu durum secde haline daha yakındır.
Kıyam yalnız başına meşru bir ibadet değildir, ama secde-i tilavette olduğu gibi secde kıyamsızda meşru bir ibadettir. Yani bu noktada secde asıldır. Kıyamsa secdeye inmek için sadece bir vesiledir.
El bağlamak kıyamın sünnetidir.
Bir kimse imama kıyam halinde yetiştiğinde kıraate başlanmamışsa subhanekeyi okuyabilir. Bazı âlimler; imamın rükûa varmadan öncede subhanekeyi okur demişlerdir. Hatta imam kıraati aşikâre okuduğunda subhanekeyi terkeder, hafi (gizli) durumlarda ise subhanekeyi terketmez denilmiştir.
Kıyamdayken imamın önüne geçmemekten kasıt; ölçeklerinin, yani ayak topuklarını geçmemesidir. Aksi takdirde namaz bozulur.
KIRAAT
Kıraat; kendi duyacak kadar okumaktır. Dolayısıyla kendi duyamayacak sesle kıraat okuyuşu kıraat sayılmaz. Kıraatin en aşağı sınırı kulağına erişecek sesin çıkmasıdır, yani başkasının az işitmesidir, en fazlası ise yakınında olmayanın, ya da birinci saftakilerin işitmesidir. Rasulüllah (s.a.v); “Her kim imamla namaz kılarsa imamın kıraatı onun içinde geçerlidir” beyan buyurmakta. İmama uyan kimseye kıraat men edilir, okursa kerahaten mekruh addedilir. Çünkü imamın kıraati cemaatin kıraatinin halefidir. Zaten İmamın okuduğunu bilmek namazın sıhhatine kâfi delildir(Hadis). Kaldı ki Peygamberimiz (s.a.v), Hz. Bilal’a bir sureden başka sureye atlamayı yasak edip; “Bir sureye başladın mı onu benzeri üzerine tamamla” diye emir buyurmuştur. Hakeza Hz. Ömer (r.anh) Ebu Musa el Eşariye gönderdiği mektupta; “Sabah ve öğle namazlarında uzun sureleri, ikindi ile yatsıda orta sureleri, akşam namazında ise kısa surelerini oku” diye yazmıştır.
Kıraatten maksat;
—Bir fatiha,
—Bir sure veya üç kısa ayet okumaktır, ya da üç ayete tekabül eden otuz harf ihtiva eden uzun bir ayet okumaktır. Anlaşılan kıraatin farz miktarı bir ayettir. İmamı Azam’dan bir rivayete görede üç kısa ayet yahut otuz harfi kapsayacak uzun bir ayettir.
Farz namazların ilk iki rekâtında sure okumak vaciptir, son iki rekâtında okumak tenzihen mekruhtur.
Besmeleler ayet değildir. Tek başına kılan biri Fatiha’yla birlikte surelerin başında besmele çekerse iyi olur. Daha doğrusu besmele Kur’an’dan bir ayet veya değildir diye yorumlarda var. Bu hususta ihtilaf vardır. Yine de Fatiha’yla sure arasında besmele çekilirse iyi olur. Ebu Hanife okunmasa iyi olur demiştir, ama okursa mekruh sayılmaz görüşünü de ilave etmeyi ihmal etmemiştir.
Namazda kıraat ve zikirden başka birşeyin okunması katiyyen yasaktır. Ebu Hanife ve İmam Muhammed’e göre ‘Euzu-besmele’ çekmek kıraate tabiidir. İmam Yusuf’a göre ise subhanekeye tabiidir denmiştir. Sonuçta Euzu-besmele çekmek namaza başlarken uygun olduğunu anlarız. İmamı Azam ve İmam Yusuf’a göre Fatiha’yla sure arasında besmele çekmek mutlak surette sünnet değildir görüşündedir. Keza, “Euzubillahimineşşeydanirracim” demek helâya girmezden önce dahi sünnettir. Bir adam Kur’an okumak isterse öncesinde euzu-besmele çekmelidir.
İmamı Azam, namazda kıraatin başka bir dillede olabileceği görüşünden vazgeçip, İmameyn’in Arapça olması şartı görüşüne dönmüştür. Fakat iftitah tekbirinde döndüğü sabit olmamıştır (Bkz. İbn-i Abidin 2.cilt sh. 256).
Bir kimse Farsça Kur’an okumayı adet edinir yahut Farsça mushaf yazmak isterse men edilir. Ancak bir veya iki ayet yazmak caizdir. Kur’an-ı Kerim’i yazıp tefsir ve tercümesini de katarsa caiz olur. Farsça asla Kur’an değildir. Zira şeriat örfünde Kur’an denilince; Arapçası anlaşılır. Malum; Farsça İranlıların dili olup, Arapçadan sonra hem en meşhur, hem de Arapçaya daha yakın bir dildir.
Fatiha bitince imam gizlice ‘âmin’ der. Çünkü Allah-ü Teâlâ Fatiha’yı bu ümmet için ihsan etmiştir.
Vitir namazında kıraati aşikâre okumak Ramazana mahsustur sadece.
RÜKÛ
Rükûda sırt mutmainde olacak şekilde düzgün olmalıdır. Rükûuyla kul, nefsini yumuşatıp itaat şuuru kazanır, bedeni tekrar yatırmakla da itaatte kararlılık tazelenir. Bu yüzden Allah (c.c) rükû ve secdesi tam olmayan kimsenin namazına itibar etmez, dolayısıyla rükû ve sücut hali ilahi huzurda eğilip yüz sürmektir, yani tazimde bulunmak demektir.
Rükûdan sonra beli doğrultmadan secdeye varılırsa namaza bir rükû daha ilave edilmiş
sayılır, çünkü biraz eğilmek rükûdan sayılır. Kambur olan kişinin rükûsu da başını eğmekle gerçekleşir. Zira kambur hali rükû sayılmaz.
İmama rükûda yetişen kişi tek tekbirle hemen rükûa varmalıdır. Böylece bu tek tekbir hem iftitah hem de rükû tekbiri yerine geçer.
Tek başına namaz kılan rükûdan doğrulduktan sonra tesmî ve tahmîdi bir arada ifa eder. İmamla kıldığında ise sadece tesmî ile yetinir. İmameyn ona gizlice tahmidi de katmalı demiştir. Tahmîdin en efdali ‘Allahümme Rabbena lekel hamd’dir, orta hali ‘Rabbena lekel hamd’ denilmesidir.
Ulemanın rükû ve secdede okunan tespih için üç kavli mevcut olup; Tesbihin üçten az bırakılması mekruh olduğunu beyan edenler olduğu gibi üçten fazlası ya da tek sayıda bitirmek şartıyla beş, yedi veya dokuza kadar çıkarılmasının müstehap olduğunu, ama bu durumun imam olmayanlar hakkında olduğu hükmünü ortaya koyanlar da var. Şayet bu duruma imam da dâhil olursa cemaate bıkkınlık vereceğinden uzatılmaz deniliyor. Tabiî ki tüm bu görüşler delil yönünden değildir. Tercihe şayan olanın tespihi getirmenin vacip olmasıdır.
SECDE
İnsanın yüzü Cemalullah’ın aynası hükmündedir. O ayna mahlûka yönelirse maazallah hayvani vasfa bürünme riski söz konusudur. Madem öyle, o ayna hep Allah’a doğru yönelmeli ki hem kendi ruhumuz aydınlansın hem de bütün âlem nasiplensin. Dolayısıyla yüzümüzü Allah’a çevirmek mecburiyetimiz var, yüzümüz secde ederse alnımızda secde pırıltıları gerçekleşeceği muhakkak. Böylece secde sayesinde kalbimiz pak, yüzümüz ak olacaktır. Kâinatta her ne varsa secde için vardır dersek haddimizi aşmış sayılmayız. Çünkü secde hali hayatın nişanıdır. Zaten Allah; “Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır” (Fetih, 29) diye buyurmuş. İşte bu ayetin müjdesiyle mü’minler secde sayesinde adeta Miraç’a yükselirler. Böylece dönüşleri gidişlerinden daha mükemmel halde alınlarında nur pırıltısıyla yeryüzüne secde halde kapanırlar. Derken canlar o secde izleriyle ötelere kanatlanıp bu iz sayesinde cennet yurdunda sonsuza dek emniyet içinde kalırlar.
Bakın Şeytana secdeden daha ağır gelen bir şey olmamıştır. Zira kul’un Allah’a en yakın hali secdedir. Nitekim ayeti celilede ‘secde et yaklaş’ buyruluyor. Bundan dolayı secde halinde kalbe gelenler şeytandan değildir. Malum kalbe gelen haller;
—Ya Mevla’dan,
—Ya Melekten,
—Ya da nefisten gelir. Dahası şeytan secde halinde bulunandan hep kaçar. Böylece insan bir rükû, iki secde ile üç defa nefsine galip gelerek itaate geçer. Hakeza Allah-ü Teâlâ rükû ve sücudu tamam olmayan kimsenin namazına itibar etmez. Belli ki Allah’a teslim olmaya veya huzurda tevazua aracılık ettiği içindir ki secde kutsidir. Kuranı Kerimde buyrulan; “Yüzlerine nimetin parıltısını tanırsın” (Mutaffifın, 24), “Bir takım yüzlerin ağardığı gün” (Al-i İmran, 106) ayeti Celilelerin hikmetince, o yüzler melekleri bile imrendirecek kadar yücelik kazanır. Nasıl gıpta edilmesin ki, çünkü o alınlarda secde izleri parlamakta. Öyle ki secde hali izini sürsem ayağına, yüzümü sürsem toprağına dedirtecek derecede insanı kendinden geçirir. Zaten “Beni hatırlamak için namaz kıl” (Taha, 14) fermanı bunu doğruluyor. Dahası; secdeyle Allah’tan başka tüm mabutlara meydan okumanın neticesinde Allah’a köle olup hürriyeti tatma hali elde edilir.
Bir kimse Allah’tan başkasına secde etse kâfir olur, ama kıyam böyle değildir. Secde
aynı zamanda tevazu anlamına gelir, nitekim alnı yere koymakla hiç olduğumuzu idrak ederiz. Secde sayesinde kalp huzur bulur. Bu yüzden tazimle, Allah için heybet, reca ve hayâ perdesine bürünmek vasıflarına haiz olunup, bunlar namaza ruh veren öğeler olarak nitelenmiştir. Meğer alnımıza değer veren sadece alın teri değilmiş, bunun ötesinde bizatihi taşa, toprağa, seccadeye değen alında bir kıymet ifade eder. Öyle ki; teslimiyete ve tevazua aracılık ettiği içindir ki secde kutsilik kazanmıştır. Baksanıza ayetlerde zikredilen; “Yüzlerine nimetin parıltısını tanırsın” (Mutaffifın, 24), “Bir takım yüzlerin ağardığı gün” (Al-i İmran,106) hikmetince, o yüzlere melekler bile âşıktır. Nasıl âşık olmasınlar ki, çünkü o alınlarda secde izleri var.
Secdenin en mükemmel şekli yedi kemik üzerine eda edileni muteberdir, yani iki el, iki diz, iki ayak ve bir alın ile birlikte bütün halde uygulananı makbuldür. Secdeye varıldığında önce iki diz, sonra eller, akabinde alnı koymalıdır. Secdeden doğrulurken de tam tersi sıralama takip edilir, yani önce alın, sonra eller, daha sonrada dizler devreye girer. Dahası, secdede evvela alın konulur kavline itimad edilir, daha sonra burun konulur. Tercih edilen görüş gereği de secdede alnın azda olsa bir kısmını yere koymaktır (farz), ekserisini koymak ise vaciptir.
Secde de yüzün bir kısmını yere koymak esastır. Secdede vacip olan ise alnın çoğunun yere konmasıdır, yani buna burun dâhil olup, çene ve yanak hariçtir. Secdede burun yere konur, alın konmazsa keraheten caiz olur. Alın yere konulduğu halde, burun konmazsa yine caizdir, fakat özrü yoksa mekruhtur. Alın ve burunda secde etmeye mani özür varsa ima ile secde edilir. Kalabalık veya başka bir özür söz konusuysa dizler üzerine secde edilmesinde mahzur yoktur. Hakeza zarurete binaen cemaatle namaz kılanların birbirlerinin sırtına secde etmesi de öyledir.
Secde halinde yerin sertliğini duymak gerekir. Bu duruma engel pamuk türü şeylere secde etmek caiz değildir. Mesela pamuk şiltede secdenin caiz olması için secdenin sertliğini hissetmek şarttır. Hayvan üzerinde ise secde caiz değildir.
Secde de ayaklarının sadece bir parmağının yere konmasıyla farz gerçekleşir. Ayak parmaklarını velevki birtanesi olsun kıbleye doğru yere koymak farzdır. Secde ederken iki ayağın parmakları yerden kesilse namaz caiz değildir. Dahası secdede ayakları yere koyma hususunda üç rivayet vardır:
—Ayakları yere koymanın farz olduğu görüşü,
—Vacip olduğu görüşü,
—Sünnet olduğu görüşüdür. Hanefilere göre ayakları yere koymak sünnettir.
Secdede topukları birbirlerine yapıştırmak sünnettir. Nitekim ulema topukları birbirine yapıştırmak hususunu secde için söylemişlerdir.
TEŞEHHÜT
Aslında; Tahiyyat insanlara Rablerinden selamdır. Bu yüzden Resulü Ekrem (s.a.v); ‘Kul; es-Selamü aleyna ve ala ibadillahis-salihin dediği vakit bu selam yerde gökte Allah’ın her salih kuluna ibadet eder’ beyan buyurmuştur.
Teşehhütten maksat tahiyyatı ‘..Abdühü ve Rasulu’ye kadar okumak, sol ayağını yatırıp sağ ayağını dikerek oturmaktır. Son teşehhütte salâvatları okumak sünnettir. Zira Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.v) teşehhütte sol ayağını yatırır, sağ ayağını dikerdi.
SALÂVAT
Ulemamız salâvatın ömürde bir defa farz olduğunu söylemişlerdir. Nitekim namaz içinde veya dışında fark etmez, bu böyledir.
Peygamberimizin kendisine salâvat getirmesi vacip değildir. Çünkü “Ey iman edenler!” hitabı O’na şamil değildir. Allah-ü Teâlâ; Ey İnsanlar! Yahut ey Kullarım! gibi hitaplar bunun hilafınadır.
Salâvat getirmenin faydası Peygamber’e değil sadece salâvat getirene aittir. Aslında salâvat bir ibadettir. Nitekim Allah’a yakınlaştırır.
Teşmiye ancak aksıran kimse ‘hamd’ ederse vacip olup, karşılığında ‘Yerhamükellah’ diye icabet etmek gerekir. Bir kimse üçden fazla aksırırsa artık ona teşmitte bulunulmaz.
Salâvat getirmek;
“ —Kamette,
—Bir yere toplanırken ya da dağılırken,
—Abdest alırken,
—Kulak çınlarken,
—Bir şey unutulduğu zaman,
—Vaaz ve ilim sohbeti yaparken,
—Resulü Kibriya’nın kabrini ziyaret ederken,
— Duanın başında ortasında ve sonunda,
—Müezzine icap ettikten hemen sonra,
—Sual ve fetva yazarken,
—Mescide girip çıkarken vs. salâvat getirmek güzeldir (müstehap).
Bir ticaretçi bir elbiseyi açarda onun güzelliğini müşteriye bildirmek için Allah’ı tesbih eder yahut salâvat getirirse mekruh olur.
Büyüklerden biri meclise girdiğinde böyle amaçla yapılırsa bu hoş karşılanmaz. Dolayısıyla Büyüklerden biri meclise geldiği vakit kendisine yer verilmesi veya ayağa kalkılmasını temin için tesbih etmek ya da salâvat getirmek men edilmiştir. Keza;
—Cinsel ilişki esnasında hacette bulunmak,
—Satılan malın meşhur olması durumunda,
—Hata yapıldığı zaman,
—Birşeye şaşmak durumunda,
—Hayvan keserken,
—Aksırmak vs.” gibi durumlarda salâvat getirilmez denilmiştir.
Peygamberimizin adı anıldığında mutlaka salâvat getirilir. Fakat Kuran okunurken salâvat getirilmez, ama okuma bittikten sonra salâvat getirilmesi daha uygundur. Zira Kur’an okunurken dinlemek vacip olması dolayısıyladır.
Allah Resulü; “Her kim bana bir salâvat getirirde kabul olunursa Allah o kimsenin seksen yıllık günahını afv eder. Çünkü salâvat getirmek yapılacak duanın kabulüne vesile olur” diye beyan buyurmuştur. Hakeza “Cimri, ben yanında anılıp ta bana salâvat getirmeyen kimsedir” hadisi şerifi, hadisi okuyana şamil değil, işiten içindir.
Delailü’l Hayrat’ın birinci faslında Ebu Süleyman Darani; ‘Her kim Allah’tan hacet isteyecekse Peygambere çok salâvat getirsin sonra hacetini dilesin ve maruzatını salâvatla bitirsin. Zira Allah her iki salâvatı kabul eder. Aralarındaki duayı bırakmayı keremine yakıştırmaz’ der.
Abdülhamit Han Peygamberimizin bastığı toprağın yüzü suyu hürmetine, o rahatsız olmasın diye Medine istasyonunun raylarının altına keçe döşetmiştir, işte Peygambere hürmet edebi budur.
Amentüde peygamberlere iman hususunda adet belirlemek yoktur, bütün Peygamberlere iman ettim evveli Âdem, ahiri Muhammed Mustafa (s.a.v) demek kâfidir. Çünkü bütün peygamberlerin sayısını bilmek mümkün değil. Peygamberimize salatü selam etmekle aslında tüm Peygamberleri de selamlamış sayılırız. Zira O; tüm peygamberlerin en kıymetlisidir.
SELAM
Malum; Miraçta Efendimize; ‘Ey Resulüm bütün selam rahmet ve bereketim senin üzerine olsun’ dendiğinden, tahiyyat bu selama vesile olan oturuş olmuştur.
Selam esenliktir ve selam kalpleri yumuşatır da.
Es-Selam ismiyle işlere başlarız, bu ismin yüzü suyu hürmetine bereketleniriz. Yüce Allah sıkıntılarda selamete geçmemizi murad eder hep. Dünya nasıl ki; anne karnına göre selamet ise, cennette dünyaya göre esenliktir. Bu yüzden gerçek anlamda Dar’us selam cennettir. Rasulullah (s.a.v); ‘Selamı aranızda yayın (Müslim) buyurmakta, yine Efendimiz(s.a.v) buyurdular ki; Herhangi biriniz bir kardeşiyle karşılaştığında ona selam versin, (giderken) aralarına bir ağaç, bir duvar yahut bir taş girerde tekrar karşılaşırsa bir daha selam verin.’ (Ebu Davud)
Namazda selam verirken ‘ve berekatühü’ kelimesini ilave etmek gerekmez, aksi takdirde bidat olur. Sünnet olan ‘es-Selamü aleyküm ve rahmet-ül-ilah’ dır.
Namazda selam verirken de niyet edilir. Fakat bugün birçok insan bundan bihaberdir. Öyle ki fukahadan başka niyet eden kalmamış gibi durum var ortada. Cemaat halinde isek, birinci selamımızı niyet ederiz, yani sağ omzumuza başımızı çevirdiğimizde cemaatı, hafaza meleklerini ve imamı selamlarız, doğrusu da budur. Namaz çıkışında ise selam vermekle iyilikleri yazan meleklere ve diğer meleklere, müminlere hatta cinleri selamlarız, böylece selamlamakla aralarına da dâhil olmuş oluruz.
Namazda selamı eliyle almak mekruhtur.
Selam;
—Namaz kılana,
—Kur’an okuyana,
—Zikir edene,
—Hadis okuyana, hatibe,
—Fıkıh tekrar edene,
—Hüküm için oturan hâkime,
—Fıkıh müzakere edenlere,
—Kamet getiren müezzine,
—Müderrise,
—Santraç oyuncusuna,
—Kâfirlere,
—Avret yeri açık olana,
—Abdestini bozana vs. selam verilmez, aksi takdirde günahkâr oluruz. Fıskını ilan eden fasıka da selam vermek mekruhtur. Yine hakeza selam;
—Şarkıcıya,
—Şakacı ihtiyara,
—Gevezeye,
—Sövene,
—Ecnebi kadınlara bakanlara,
—Güvercin uçurana vs. tüm bunların tövbe ettikleri bilinmedikçe selam verilmez.
Kâfire selam vermeyi terk et, ama ihtiyaç söz konusu olduğunda verilirse mekruh değildir.
Şehvetten emin olmak kaydıyla ihtiyar kadınla musafaha yapılabilir.
Velhasıl; Selam olsun tüm mazlumlara, selam olsun Allah için mücadele verenlere, selam olsun nefsi ile mücadele edenlere, selam olsun itaat edenlere.
Vesselam.
Faydalanılan kaynaklar: İbn-i Abidin, İslam Fıkhı Ansiklobedisi (Prof.Dr. Vehbe Zuheyli), İslam İlmihali (Ömer Nasuh’u Bilmen)