MÜZİK RUHUN GIDASI MI?
MÜZİK RUHUN GIDASI MI?
ALPEREN GÜRBÜZER
Müzik insanlık kadar eski. Zira insan daha konuşmaya başlamadan duygularını duygu seliyle söylemeye çabaladığı enstrümanın adıdır müzik.
Âdemoğlu anayurdu cennetten dünyaya ilk adım attığında sayısız seslerin bulunduğu alana bırakılmış oldu. İşittiği bütün seslerden kendince mana bulmaya çabaladı. Âlem aslında sestir, hakeza nefeste öyledir. Kalbin Lafza-i Celal’e eşlik ederek tempo tutması da sestir. Hatta bir lahza sükûtta sestir. Çünkü sükût ikrardan sayılır. Seslerin ahengidir müzik. Dokunduğunuz her şeyde ses vardır. O halde müzik insanın konuşmayı bilmediği demde doğmuş. Yani dem bu dem...
Kâinat aşk üzerine kurulmuş, bundan dolayı aşk makamdır. Sevgilinin sevgide dirilişi meşk ise, meşk de aşk makamının usulü olsa gerektir. Onun için derler ya aşkını meşketmeli, ya da meşkine aşk katmalı ki aşk garip kalmasın. O halde meşki sevgilinin bakışlarında gümbüşlemeli.
‘Ben her yere sığmam ama mü’min kulumun gönlüne sığarım’ ilahi buyruğu gönlü dile getirir. İlahi gaipten yankılanan bu sesten gönül etkilenip edeple makamlara destur ile girmek ister. Nitekim ruh sınır tanımaz, ötelere sıçrar hep. Gönül ferman dinlemez sözünü şimdi daha iyi anlıyoruz sanki. Çünkü gönül her an âlemle beraber seyrederek devran olur. Dahası aşk kalemle, kitapla anlaşılmaz yaşanır. Kaldı ki aşkta mana dahi aranmaz, aşkı maşuk yapan birazda nağmelerdir. Nefeste nağme çünkü... Her aldığımız nefes Huş-derdem’i soluklar. Derin bir tılsım Hakka vardırır, nefes adeta gönül bestesidir seven için.
Duygular sese dönüşür, seste notayla tarifini bulur. Duyguları anlatmada kelimeler aciz kalır, ama ses öyle değil. Sesle tıpkı bir ressamın renklerle oynadığı gibi oynayabilirsin. Ses ana sütü gibi ak ve pak, müzik ise onun işlenmiş halidir. Belli ki müzik ruhun gıdasıdır sözü dergâhlarda cezbe ve vecd sayesinde lisanımıza yer etmiş. Dolayısıyla ruhunu terennüm eden güzel bir ses (müzik) çok kere ilahi tefekküre vesile olduğu bir vaka. Yanık bir ses çoğu kere ötelere taşırır insanı. Hatta üç boyutun dışına aştırır da.
Siz siz olun batıya özenmeyin. Bakın batı eşyanın esaretine girdiğinden dolayı müziği kalbe yani ruha indirememiş ve müziği şehvani arzularına hizmet aracı olarak kullanmış. Her ne kadar seslendiği müzik kilise kaynaklı olsa da, mensup olduğu dini köklerden uzak kalarak, bugün çaldığı müzikle kaybettiği ruhunu bir türlü bulamıyorlar.
Bize gelince dini musikimiz cami ve tekke musikisi diye ikiye ayrılıyor. Tekke müziğinde hem insan sesi hem de enstrüman var, camii musikisinde ise sadece ses. O halde seslendirdiğimiz müziğin kökenini ‘Tekkelere ve dergâhlara borçluyuz’ iddiasını seslendirebiliriz pekâlâ.
Türk müziğinin en büyük bestekârları Hammamizade İsmail Dede Efendi ile Zeynep Abidin gibi imam ve müezzinlerdir. Anlaşılan bu ırmaklardan Hafız Post’lar, Itri’ler, Hammamizade İsmail Dede’ler beslenmişler de.
Müziğimizin çok özel saundu, bir o kadar da özel etkileyici sesleri, melodileri, kendine has tonları ve çarpıcı etkileyici yönleri mevcut. Zira müziğimiz kâh padişahlarımızı dinlendirerek sarayda Klasik Türk müziğini yeşertmiş, kâh askerimizi coşturarak cenk meydanların da Mehterhan’ı keşfedip askerimizi cesaretlendirmiş, kâh halkımızın gönlü olarak Halk Türkülerinin doğmasına vesile olmuş, kâh dervişleri semaya doğru raks ettirerek ilahi müziğin doğması gerçekleşmiş. Dolayısıyla Klasik Türk müziğinin ruh yapısının Horasandan oluştuğunu özellikle Mevlevilik sayesinde Anadolu’ya girdiğini belirtmekte fayda var.
Prof. Dr. Osman Turan; “Padişahın huzurunda on iki makam, yirmidört şube, yirmidört usul, kırk sekiz musiki fasl edilip padişah mesrur olur, askeri ise cenge kaldırırdı. Mehteran’ın heybetli müziği Beethoven’in senfonisine ve Mozart’ın Türk marşına girerek ihtişamını göstermiştir” beyan buyurarak müziğimizin gücünü ortaya koymuştur. Usul ve vuruşlarımız iki zamanlıdan başlar yüz yirmi zamanlıya kadar devam eder, yani basitten karmaşığa doğru yol alır. Makamda hakeza öyledir. Böylece beş yüz civarında makamımız söz konusu.
İslamiyet’ten önce Orta Asya’da kopuzla çalıp söyleyen ozanlarımız vardı. Müzik kökenimiz Orta Asya’dır bu yüzden. Dolayısıyla dokuzuncu yüzyılda Orta Asyada bir Farabi’miz var ki eserleri günümüze kadar gelmişte. Farabi döneminde müzikoterapi ile iyileştirilmeye çalışılıyordu insanlar. O dönemde bir Yunan Medeniyeti, birde Türk medeniyeti vardı. Bundan ötürü Klasik müziğimizin başlangıcı dokuzuncu yüzyıla dayanır diyebiliriz.
Batı Müziği sadece on iki perdeden ibaret. Kim bilir belki de çok sesliliği ortadan kaldırsalar nerdeyse ellerinde müzik diye bir şey kalmayacak gibi. Fakat bizim müziğimizin böyle bir sıkıntısı yok, zira tek başına çok seslilik olmazsa olmazımız değil zaten.
Nasıl ki Süleymaniye ve Selimiye mimarimizin iki eşsiz şah eseri olup tuğra ve fermanlar da yazı sanatımızın iki eşsiz simgeleriyse, musikimizde de Mevbethanlar, Mehteran ve Dede Efendiler de onur kaynaklarımızdır.
Selçuklu da Osmanlı’nın Mehteranına benzer Mevbethanesi vardı. Mevbethane ve Mehteran tarihin en eski ikili orkestrasıdır. Tarihin bu en eski orkestraları hem Osmanlı’yı hem de Selçuklu’yu ayağa kaldırmışlar. Bir başka ifadeyle Selçuklu coğrafyasını vatanlaştırmış, Osmanlı’yı ise cihangirleştirmiştir. Öyle ki müzik kültürümüz Orta Asya’dan filizlenip Göktürkler eliyle Büyük Selçuklu’ya, ordanda uçbeyi Osmanlı’ya aktarılarak zenginleşip dal budak salmıştır. Belirli bir dönemin eşiğine geldiğimizde müziğimiz dinin dışında ve dinin içinde cami ve tekke musikisi adı altında ikiye ayrılıyor artık. Bu arada tekke musikisi ilahilerle yetinmeyip semazende olduğu gibi ayin tarzı usul da ortaya koyabilmişlerdir.
Zeynel Abidin Efendi fevkalede Kur’an-ı Kerimi hakkıyla okuyan bir zat. Sarayın baş müezzini ise Hammamizade İsmail Dede Efendi de ona eşlik eden bir başka engin deha sahibi.
Zeynel Abidin Efendi teravih namazı kıldırıyor, ama tabir caizse omuzunda büyük bir yük taşıma duygusuyla kıldırıyor. Kolay değil tabii, arkasında saf durmuş bu işin şuurunda olmuş besteler yapabilecek bir padişah ile baş müezzin Dede Efendi ve diğer müezzinler var çünkü.
Müziğimiz saray ve ordugâhlarda sınırlı kalmamış. Gayet açık tekkelerde bile yankılanmış ve ilahi cezbeye vesile olmuştur. Bu yüzden musiki sanatımız üzerinde Mevleviliğin tesiri çok büyüktür.
Müziğimizi yastığımıza kılıf yapmış ve hatta kim tarafından bestelendiği bilinmeyen Türkülerle Halk Türküsü ürünü ortaya koyabilmişiz. Bundan dolayıdır ki Türk Halk Müziği halkın ortak orkestrası olarak kabul görür. Zira halk müziği saf, duru ve pakdır. Yöresel özelliklerimizi koruduğumuz sürece halk müziği bir o kadar daha değeri büyük olacağına inancımız tam. Yeter ki başka yörenin müzik tarzını bir başka yörenin müzik enstrümanına katılmasın.
Tolstoy boşuna söylememiş; ‘Bir toplumu tanımak için o ülkenin müziğini dinlemek yeterli’ diye. Anlaşılan Türk toplumunu temsil eden musikimiz tartışmasız birincisi klasik müziğimiz, diğeri de halk müziğidir.
Bekir Sıdkı Sezgin yurt dışında konser verdiğinde oradaki yabancı dinleyiciler:
— Bu müzik Türk musikisi mi? diye sorduklarında;
—Evet, demiş. Fakat yabancı konuklar şaşırmışlar;
—O zaman biz demek ki Türkiye’yi tanımıyormuşuz. Bunun üzerine Bekir Sıdkı Sezgin nihayet kendimizden ödün verdiğimizi şu ifadelerle izah eder:
—Seslendirdiğim eserler aslında Osmanlı döneminde bestelenen eserlerdir diye itiraf etmek zorunda kalır. Derken yabancı konuklar:
— Ha! Şimdi anlaşıldı, diyerek rahatlıyorlar. O halde komplekse gerek olmadığı gibi, müzik kaynağımızı gizlemeye de gerek yok. Dışarıda hangi tür müziğimiz olursa olsun çok beğeni ile karşılık buluyor zaten. Öyle ki Semazenlerimiz ilginin ötesinde ötelere taşıyor izleyenlerin ufkunu. Müzikte güçlüyüz fakat gücümüzün farkında değiliz, bu yüzden musikimiz küçümsenemez. Hakeza batı müziği de öyledir. Yeter ki ön yargı ile birbirimize yaklaşmayalım, o zaman her müziğin kendi toprağında anlam kazandığını idrak etmiş olacağız demektir.
Mısır ezgileriyle Türk müziğinin ezgileri Orhan Gencebay’ın zihninde bir etkileşimle adına arabesk dedikleri müzik ortaya çıkmış. Ne yazık ki bu müzik TRT’nin tek tip olduğu dönemlerde yasaklanmış, yerine de alternatif bir müzik türü konulamamıştı. Üstelik arabesk dedikleri müziğin halk tarafından dinlenmesinin önüne geçilememiştir. Orhan Gencebay bugünkü haliyle bile yine popüler sanatçımızdır. Aslında Arabeskin tercih edilmesi halkın yaşadığı sosyal, kültürel ve ekonomik boyutlarıyla da çok yakından ilgisi var. Arabesk 1940’dan itibaren kırsal kesimden şehirlere göç etmiş olanların, yoksulluğun ve acıların birikimi ile ömür tüketmiş olanların ortak paydada buluşturan müzik türü olarak günümüze kadar uzanmış ve hala etkisini sürdürmeye devam etmekte.
Batı müziğinden de hoşlanırız, fakat Türk müziğinin içine şırınga etmemek kaydıyla. Hatta batı müziği seçkinlik alameti olarak sunulmamalıdır. Meyve dalında güzel olduğu gibi her ülkenin müziği de yerinde kıymetli olsa gerektir. Aksi takdirde başka yerlerden herhangi bir enstrümanı olduğu gibi kendi musikine transfer ettiğinde müziğe darbe vurursun. Hangi müzik dinlersen dinle ama karşılıklı hudutlarını bilmek kaydıyla dinlemeli. Çünkü musiki geniş bir perspektiflik içerir.
Şiir ve müzik her ikiside İran cephesinden geldiği halde zamanla müziğimiz İran’la bağlantısını kesmiş halkın havasına bürünmüştür. Klasik Türk Müziği konserini izleyen Piyano Hocası Azeri Profesör konserde bağlama, kabak, kemane gibi sazların olmadığına şaşırdığında orada bulunanlar:
— O dediğin enstrümanlar müziğimizin folklorik kısmına aittir demişler.
Profesör itiraz etmiş:
— O zaman konserinizin ismini değiştirin, icra ettiğiniz Klasik Türk Müziği değil ki, sunduğunuz düpedüz batı müziği demiştir. Yani çalınan Bach, Mozart, Beethoven müziği diyerek konuya açıklama getirmiştir.
Musiki öyle birleştirici bir unsur ki Osmanlıyı oluşturan çeşitli zenginlikler daha çok müzik platformunda birleşebilmişler. Osmanlı medeniyetinde dini yaşantının nerdeyse yarıdan çoğu musiki sanatı ile iç içedir. Maalesef Türk müziğini saray musikisi, klasik müziğimizi de Türk sanat müziği diye nitelendirerek karşı karşıya getirmişiz. Oysa Klasik Türk müziği tüm diğer müzikler gibi sarayın himayesinde bulunmuştur. Osmanlı’nın son dönemlerinde cereyan eden batılılaşma hareketleri ile birlikte Cumhuriyet dönemini de kapsayan süreçte Klasik Türk müziğini icra eden kurumlar kapatılmış ve yok edilmiş, hatta adına bile tahammül edilememiştir. Bu yüzden Ahmed Hamdi Tanpınar; “Hâlbuki Türk musikisi böyle bir akibete hiçde layık değildir” demek zorunda kalarak klasik müziğimizin çok uzağında ve çok gerisinde olduğumuzu teyid etmiştir.
İstanbul’a gelen turisler dükkânlardan sokağa taşan müziğe kulak verdiklerinde böyle bir tarihi dokuya sahip olan insanların müziği bu olamaz diyorlar. Bilmiyorlar ki köklerimizden koparıldık. Bilindiği üzere önce tarihi bestelere el uzatmakla başladı bu iş, sonra besteler dört satıra indi, bu da yetmeyince iki satırlık cümlelerle küçültülüp içine birkaç tane serpiştirilen nakaratlarla avazımızın çıktığı kadar bağırmayı müzik sandık. Oysa bizim Türk müziğimiz; klasik, folklorik, askeri ve dini musiki olmak üzere dört başlıklıdır. Müzikte iniş süreci Sultan Mahmud döneminde Mızıka-ı Hümayun’un kurulmasıyla başlamış, sonra da Mehteran ve Enderun’un kapısına kilit vurularak sonlanmak istenmiştir. Ordumuzda nerdeyse tüm branşlar var ama, maalesef sembolikte olsa bu alanda bir tane müzisyen generalimiz yok. Elimizde kala kala bir tek Cumhurbaşkanlığı senfoni orkestramız kalmış, onunda akıbeti meçhul. Her şeyden öte Cumhurbaşkanlığı Türk Halk Müziği korosunun olmaması düşündürücü olsa gerektir. Oysaki cumhur halk demektir. Rahmetli Özal köşkte ilk defa tasavvuf müziği çaldırarak bir ilke imza atmıştı adeta. Zaten müziğin kaynağı da Horasan Erenleri değil mi? Özal bu bilinçle hareket etmiştir.
Okullarda kırk beş dakika ile geçiştirilen konumdadır müzik dersi. Resmi radyomuzda bir zamanlar Türk müziğinin yasak olduğu dönemleri hatırlarsak okullarımızın bu durumu hiç taaccübümüze gitmiyor zaten. Günlük yaşıyoruz adeta. Biz biliyoruz ki bir toplumun içinde yaşadığı müzik, aynı zamanda o toplumun aynasıdır. Madem böyle, aynayı ters tutmamak gerek, aynayı çevirip kendimizi keşfetme zamanı. Aynalar yalan söylemez çünkü. O halde tarihimizle ve kimliğimizle yüzleşmek zamanı bugün değilse ne zaman?
Minarelerden yankılanan Bilal-i Habeş’in müezzin olarak seçilmesi hikmetini anlamayanlar, okunan ezan’ın da günün değişik vakitlerinde türlü makamlarının olabileceğini düşünemeyecekleri malum. Çünkü olan bitenden habersiziz, zengin figürlerin aklına gelmemesi tabiidir. Dolayısıyla minarelerimizde yankılanan seslerin cuma salası mı, cenaze salası mı, haber salası mı, sabah salası mı belli değil. Saldım çayıra Mevla’m kayıra misali hak getire. Tek tip sala bellenmiş o okunuyor, birde üstüne üstelik buna sala denirse. Hâlbuki her bir salanın özellikleri farklıdır. Hakeza Dini müzik içerisinde bile kendine özgü özel yapıda ilahileri var. Bu ilahilerin arasında en önemlisi Ramazan ilahileridir. Nitekim Ramazan ayının ilk onbeş gecesinde “Merhaba ey şehri Ramazan merhaba”, son on beş gecesinde ‘Elveda ey şehri Ramazan elveda’ ile bestelerle yankılanır camilerimiz her dem.
Demek ki müzisyenler aynı zamanda din adamlarıdır. Itri’den Dede Efendiye kadar bir dizi dehalarımız ve kıymetlerimiz mevcut. Eski müziği geleceğe aktarmak ve bu arada batı müziğinin imkânlarını da kullanmak yerinde olurdu, ama ne yazık ki bu yapılamadı. Nasıl ki bir doktor tedavinin gerektirdiği ilaçları hastaya vermek çabasında ise musiki üstatları da halkına aynısını yapmalıydı.
Velhasıl; müzik ruhun gıdası demekle mesele bitmiyor, onu yeşertmekte gerek, ama doğru mecrasında işletilmek kaydıyla..
Vesselam.