İKİ KUTUPLU BAKIŞTAN ÇOĞULCULĞA DOĞRU

İKİ KUTUPLU BAKIŞTAN ÇOĞULCULĞA DOĞRU

ALPEREN GÜRBÜZER

İnsanlara bakışımız öteden beri hep ideolojik olmuştur. Hâlbuki herkesi olduğu gibi kabul etmemiz gerekiyordu. Olaylara ya siyah ya da beyaz gözlükle bakıyoruz, oysa gri bakmayı da bilmeliydik. İki kutuplu anlayışlar tarihin harabelerine gömülürken her nedense biz bu kuyudan çıkamıyoruz bir türlü. Madem beş parmağın beşi bir değil, o halde birbirimize düşmanca bakmak niye?
Kamplaşmalar Nazım Hikmet’le Necip Fazıl’ı, Atilla İlhan’la, Yahya Kemal’i karşı karşıya getirmiştir. Ve daha nicelerini bu listeye dahil edebiliriz de. Şayet farklı düşüncelere sahip insanları kucaklayabilseydik Mehmet Akif’i de Tevfik Fikret’i de zıt dünyalara itmez, bilakis onları netice itibariyle aynı noktada birleşip ittihat terakki üyesi olduklarını görebilirdik. Farklı fikirlere sahip olsalar da birleşecek noktalar ya da ortak kullanabilecekleri vasıtalarda buluşabiliniyormuş demek ki. Meğer meselenin temelinde birbirimize tahammül edemeyişimiz veya diyaloga yanaşamayışımız söz konusuymuş.
Önyargılarımızı aklımızın önüne koyunca ufki aydınlığımız cehalete dönüşüyor maalesef, takım tutar gibi ideolojik saplantılara itiliyoruz biranda. Oysa kamplaşma hastalığı aslında cahil cühelanın işidir. Hatta bu kronik hastalık aydınımıza bir yerlerden kenarından kıyısından da olsa bir şekilde bulaşmış, çıkmayacak gibide.
İdeolojik kimliklerden ötürü insanı karalamak aklıevvellerin işi olsa gerektir. Bu yüzden Doç Dr. Hikmet Özdemir’in Devlet tarihle, Bediüzzamanla, Nazımla barışmalı sözlerini kayda değer buluyoruz. Farklı kulvarların insanlarını savundukları fikirlerden dolayı dışlamak cahiliyetin ta kendisidir. Nazım Hikmetin komünist olması onun şair yönünü görmemize engel teşkil etmemeliydi. Veya Saidi Nursi Hz.lerinin Müslüman kimliğine sahip olması onun düşmanlarını bile hayrete bırakacak derecede ortaya koyduğu Risale-i Nur hakikatlerini inkâra kalkışmayı gerektirmeyebilirdi. Anlaşılan sistemin bizim önümüze koyduğu bir tezgâh var; tabiî ki bu da iki kutupluluk denilen ayırımcılık tohumlarından başkası değildi. Ekilen bu ayrılık tohumları ile her alanda kesin hatlar çizilerek çoğulculuğun önüne set çekilmek hedeflenmektedir. Bu yüzden Necip Fazıl İslami kesimin meşhur şairi, Nazım Hikmet de sol kulvarın sesidir. Oysa ikisinin de ortak paydası mevcut sistem tarafından dışlanmasıdır. Her ikisi de derin devletin koridorlarında çileye tabi tutulmuştur. Buda ne ki dahası var; kurumsal bazda kimimiz İmam Hatip okulların varlığından gurur duyduk, kimimizde Köy enstitülerinden haz aldık. Fakat her iki eğitici kurumda zaman içerisinde sistemin hışmına uğramıştır, bu da bir başka gerçeğimiz.
Toplumun taleplerini göz ardı eden mekanizmalar içerimize ektiği ayrılık tohumları sayesinde kutuplaşmalara zemin hazırladıkları artık bir sır değil. Onlar eke dursun, peki toplum ne yaptı bu arada, elbette ki; toplumda kendi sesinin duyurulması noktasında her türlü çareye başvurduysa da maalesef kaile alınmadı. Hatta kendi adına temsilen şairler, yazarlar ve aydınlar bu rolü üstlenmiş olsalar da farklı seslerin çoğalmasıyla birlikte bu girişimin birtakım mihrakları rahatsız ettiği de bir vaka olarak ortada duruyor. Her ne olursa olsun sonuçta toplumun içinde var olan bu farklı tonlar, farklı anlayışları zenginlik olarak kabul etseydik kıyamet mi kopardı? Ya da farklı nüanslar zenginlik görmeyip, ayrılıkmış gibi lanse edilerek beyinlerimizi iki kutuplu bakışla efsunlamaya hakkımız var mı? Oysa korkunun ecele faydası yok diye bir Anadolu sözümüz var. O halde birileri bu zinde güçlere toplumun dinamiklerini göz ardı edilemeyeceğini hafızalarına kazımalı, aksi takdirde ya devlet başa, ya da kuzgun leşe demekten başka çaremiz kalmayacak gibi. Netice itibariyle hepimiz bu ülkenin evlatlarıyız, hepimiz aynı gemideyiz, batarsak hep beraber batacağız, şayet gemi rotasında seyrederse hep beraber ötelere kanatlanarak bir limanda demirleyeceğiz demektir.
Aydınlarımız oynanan oyunun maşası olmak istemiyorlarsa yerel değerlere ve dünya gerçeklerine ayak uydurmak mecburiyetindedirler. Bizim Selçuklu ve Osmanlı gibi zengin tarihi birikimimizin kıymetini bilerek günümüz şartları içerisinde kökü mazide olan gelecek inşa edebiliriz. Yani, eğitim sistemimizi tarihi köklerimizle yapılandırarak evrensel hale kavuşturabiliriz yeniden. Kimliğimize yakışır bir eğitim modeli oluşturduğumuzda ikiliklerin ve kutuplaşmaların kendiliğinden ortadan kalkacağı görülecektir elbet.
Bu arada Milletine sırtını dönmüş sözde aydınların Nobel ödülü alması eğitim sistemimizin vardığı nokta açısından hazin bulup, bu durumu şiddetle kınıyoruz. Toplumumuza kim hakaret ediyorsa aynı zamanda o kişi Nobel ödülünde birinci aday olarak gösteriliyor. Toplumun iltifatından ziyade yabancıların methiyesini alma yarışı moda olmuş ülkemizde sanki.
Halkımız kendi sesini kendi aydınını bağrına basmak istiyor, yabancıya angaje olmuş aydınlara sıcak bakmıyor çünkü. Sovyetlerin öncülüğünde doğu bloğunun 1990’ların başlarında dağılmasıyla birlikte dünyada kapitalizm ve kominizim kutuplaşması sona ermişti. Hele şükür ki bloklar arasında kutuplaşmalar son bulmuştu, fakat gel gör ki bizim coğrafyamızda bazı aklıevveller kutuplaşma adına elinden geleni ardına bırakmayacak şekilde bölünmeye harcıyor tüm enerjisini. Bir zamanlar sağcı solcu ikilemi gibi kutuplaşmalar sahneye konulmuştu. Şimdilerde de Alevi-Sünni, Türk-Kürt veya laik- anti laik kutuplaşmalar vizyona sokulmak istenmektedir. Bu oyunu bozmak adına ayrımcılık eğilimlerine geçit vermeyecek projeler ortaya koymak varken, olup bitenlere seyirci kalmak niye? Madem hepimiz aynı kilimin desenleriyiz, o halde bu ayrılık gayrilik tohumları neyin nesi? Oysaki bizim şemsiyemizin altında barınan her tür insanı bir arada tutmayı başarmış necip bir milletin ahfadıyız, bu yüzden bölücülük ya da bölünme nedir bilmeyiz biz. O halde kültürel alanda ideolojik ayrılıkların bu milletin yarınlarını çaldığını düşünerekten biran evvel bu garabete son vermeli.
Her şeyi politiğe ederek dayanışmacı ruhumuzu dejenere olmasına yol açıyoruz habire. Toplumuzun siyasilerin önünde hoşgörülü bir anlayışla farklılıkları zenginlik olarak algılaması kutuplaşmalara meydan vermeyecek avantaj gözükse de provokatörlerin her devirde boş durmayacağını da iyi bellemeli. Toplum içinde insanlarla ilişkilerde birlik beraberlik adına homojenlik getirilecek ama çeşitliliği bozmayacak bir yapılanmaya gitmeyi de göz ardı edemeyiz.
Çokluk içinde birlik diyebileceğimiz örgütlenmeler insanları başıboş ruhsuz robotlar olmaktan çıkaracağını düşünüyoruz. Yeter ki, politize olmuş teşekküllerden sıyrılmasını bilelim. Siyasi kirlilik insanları kutuplaşmaya ittiği gibi kültür üretiminden uzak kılıyor da. Tek yönlülüğümüzün sebeplerini başka yerlerde aramaya gerek yok, aşırı derecede politize olmuşluğumuzda aramak en doğru olanı. Çoğulculuktan bihaber zihinlerin başkalarına hoşgörülü bakmasını beklemekte hayal, onlar bildiklerini okumaya devam edeceklerdir, bizde durmak yok yola devam diyeceğiz. Çünkü tek tip bakış sahipleri kafalarında da var olan şartlanılmış dogmatik görüşleri telkin etmekle meşgullerdir. Bu tür meşguliyetleri boşa çıkartacak politize örgütlenmelerden ziyade kültür örgütlenmelerinin önündeki tüm engelleri kaldırmakla kutuplaşmaları büyük birliğe dönüştürebiliriz pekâlâ.
Sivil toplum teşkilatlarının nasıl kullanılacağı ve nasıl planlama yapılacağı hakkında vakit kaybetmeden milletçe el ele, gönül gönüle seferber olmalıyız. Aksi takdirde politize halimiz insanları iki ayrı kampa ayırıp şiddete yol açacaktır. Ahvali vaziyetimiz böyle devam ederse sanki iki ayrı ülkenin insanlarıymışız gibi bir manzara karşımıza çıkacaktır ortaya.
Cennet Türkiye’mizi cehenneme çevirmek kimsenin hakkı olamasa gerektir. O halde mühendisliğe, ekonomistliğe ve askerliğe verdiğimiz önemin bir kısmını da kültüre ayırabilseydik geldiğimiz noktada kutuplaşmalardan belki de söz etmeyecektik. Toplum aşırı politize olduklarını haykırıyor, ama siyasiler daha çok imar faaliyetleri ile günlerini geçiştiriyorlar. Üstelik bu konularda pekte başarılı oldukları söylenemez. Zira toplumun dilini anlamayan zihniyetler zıtlaşmalara ve kutuplaşmalara zemin hazırladıklarının farkında bile değiller.
Düşmansız düşünememek zayıf ruhların karakteridir oysa. Maalesef hoşgörü ve tahammül psikolojisini yok eden ve işlerin sadece şiddetle hallolacağını iddia eden bir idrak yanılması içine düştüğümüz bir handikap. Üstelik modern çağların en acımasız buluşlarından olan ideoloji bilmecesi 19. asrın karanlık ruhu ve 20. yüzyılın ikinci yarısında ülkemizi de boğan bir şiddet abidesi sanki. Artık 21. yüzyıla adım attığımız şu dönemde ideoloji bilmecesinin toprağa gömülme vakti geldi, hatta geçti bile.
Velhasıl, kutuplaşmanın en büyük düşmanı hiç şüphesiz vahyin soluğu dediğimiz ya da bir başka ifadeyle ilahi olan değişmezlerdir. Anlayana tabii.