İ’LÂY-I KELİMETULLAH
İ’LÂY-I KELİMETULLAH
ALPEREN GÜRBÜZER
İ’lây-ı Kelimetullah, Allah’ın adını yüceltmek demek. İn¬sanın iç dünyasında, hem de dış dünyasında Lafza-i Celâl’i (Allah lafzının) sıkça anması yücelmesine vesile olacaktır elbette.
İç dünyalarında Allah’ın zikrinden yoksun gönüler, İ’lây-ı Kelimetullah’ın mana ve içeriğinden uzak olmaya mahkûmdurlar. Kalb, Allah’ı zikretmeyince, gerek iç âlem, gerekse dış âlem felah bulamaz. Ne tatlıdır, bir bilsek İ’lây-ı Kelimetullah’ın mana ve ruhuna yaraşır şekilde yaşamak.
Prof.Dr. Osman Turan; ‘’Türkler İslâm’dan önce cihan hâkimiyeti sloganı ile savaşırken, İslâm’dan sonra, İ’lây-ı Kelimetullah biçiminde değişerek, cihat karekteri kazanmıştır’’ diyor. Gerçektende Türkler, İslâm’la tanıştıktan sonra, can vermeyi şeref ka¬bul etmişler. Neydi bu şeref? Canını bile gözünü kırpmadan seve seve uğruna feda edilecek ülkü neydi acaba? Buna benzer tüm sorulara verilecek cevap; ‘’İ’lây-ı Kelimetullah’’ için âleme nizam verme davasıdır elbette. Al¬lah’ın adını, içte ve dışta yüceltmek kadar daha büyük bir dava var mı? Şüphesiz böyle bir duygu selinin alternatifi yok. Şu şöyle biline: ‘’Yeryüzünde Allah Allah diyen bulundukça kıyamet kopmayacaktır.’’ (Hadis-i Şerif).
Bügün de Haçlı Seferleri bitmiş değil. Değişik bir maskeler adı altında rolüne devam ediyor. İşte Çeçenistan, İşte Bosna, işte Irak, işte Filistin vs. bütün dünyanın gözü önünde yaşanmış en trajik canlı örnekleri.
Hıristiyan Batı, Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında sırra kadem basarak gerçek yüzlerini ortaya bu şekilde ortaya koymuşlar, insanlıktan yoksun halde olaylara seyirci kalmayı yeğlediler hep..
Söğüt’te başlayan İlây-i Kelimetullah davası, Viyana kapılarına kadar dayanmıştı. Şimdi ise geldiğimiz nokta: Sakarya...
Necip Fazıl’ın Sakaryam... Sakaryam... Dediği şiirindeki feryat bunun içindir. Yine de Üstad: ‘’Oluklar çift akar, birinden nur diğerinden kir’’ diyerek gönüllere su serpip ‘’ayağa kalk Sakarya!’’ tarzında uyanmamızı istemekte. Zaten Sakarya bir ayağa kalkarsa, ne Bosna, ne Çeçenistan, ne Filistin ne şu ne bu, hiçbir ülkede ağlayan anneler, babalar, bacılar ve kardeşlerin gözyaşları son bulacak, kanayan yaralar dinecek elbet. Osmanlı gittiği yerlere zulüm, kan, gözyaşı ve nefret götürmedi. Bilakis adaletle hükmetti gayri müslim teba’yı, azınlıklar kendi krallarından görmediği insani muameleyi, İslâm’ın şemsiyesi altında tatmışlardır hep. Devleti aliyyenin kuruluşunda sevgi vardı çünkü. Sögüt’te Osman Gazi ve Şehy Edebali bu koca çınar ağacın fidanını diken ilk müthiş ikili. Bu fidan, Orhan Gazi, Yıldırım, Murat vs. derken Kanuni ile ulu çınar olmuş ve bu koca çınarın her dalında binbir lezzetteki meyve ve çiçekler insanlığa soluk aldırmış böylece. O ağaca renk veren de; ‘’Ordu-Medrese-Tekke’’ üçlüsüydü zaten. Daha sonraları bu soylu ağaca bir haller oldu, ne olduysa yavaş yavaş solmaya başladı, derken Osmanlı alafrangalaşmaya başladı, alafrangalaştıkça da lüzumu azaldı ve geldiğimiz nokta itibariyle nihayet Sakarya oldu. Şimdilerde dünya, yeniden Sakarya’dan başlayacak bir diri¬lişten çekinmekte belkide. Şöyle ki; İzzet Begoviç’in; ‘’Türkiye bir ayağa kal¬karsa, dünya ayağa kalkar’’ sözlerindeki mânâ ve içerik, batı âlemini kuşkulandırmaktadır çünkü.
Allah adı çok güzel. İsmi azam bütün ‘’Esma-i İlahiye”yi içine aldığı gibi, insan da bütün bu güzel isimlerin tecellilerine mazhardır. Kalb’de Allah adını anarak Esmâ-ül Hüsna’nın mânâ ve ruhuna sadık kalınır. Resûlüllah (S.A.V.): ‘’Bedende bir et parçası vardır, düzelirse bedenin hepsi düzelir, bozulursa beden hepten bozulur. Dikkat edin o da kalbtir’’ buyuruyor. Şah-ı Hazne (K.S.)’de; ‘’... kalb’te 70 küsur şube vardır. Nefsinde 70 küsur başı vardır. Kalb kuvvet bulursa hareretinden nefs başlarını ge¬riye çeker. Kalbde zikir yoksa nefsin başları hücum eder’’ ifadele¬riyle kalbin gıdasının İlây-i Kelimetullah olduğunu vurgulamıştır. Hatta Gavs S.Abdülhakim el Hüseyni (K.S.) de: ‘’Hadis-i Şerifte belirtilen et parçası mecazidir. Kalb ruhani yüreğe bağlı bir haki¬katı camiadır. Et parçası onun aynasıdır. Yani yürek ruhun ve kalbin aynasıdır’’ demişlerdir. Aslında ruhun aynası kalp ve kalbin aynası da yürektir. Kalbin vasıtası da akl-ı selimdir. Bütün mesele kalbi çalıştırıp çalıştıramamakta. Kalbi mutlaka ilây-ı Kelimetullah ile beslemeli ve ‘’lafza-i celal’’ zikri ile gafleti yok etmek gerekir. Evliyaullah, kal¬bin iki yüzü olduğunu, birinci yüzünün cesede baktığını, ikinci yüzünün de ruha baktığını beyan buyurmuşlardır. Bu konu da bedenin arşı ‘’kalp’’ ruhun arşı da ‘’Âlem-i emr’’ olduğunu da be¬lirtmişlerdir. Allah (C.C.) Kur’an-ı Kerim’de; ‘’Gerçek mü’minler Allah anıldığı zaman kalbleri titrer’’ (Enfal- 2) buyuruyor. Peygam¬ber (S.A.V.)’de; ‘’Allah’ım korkmayan kalbden sana sığınırım’’ niyazında bulunarak kalbin ehemmiyetini ortaya koymuştur. Demek ki; Kalbler ancak ve ancak İ’lây-ı Kelimetullah ile aydınlanabiliyor. İ’lây-ı Kelimetullah davası kadar ulvi bir dava olamaz. Dava Allah’ı çokca anıp, iç âlemimizi nur’a gark ettikten sonra dış âlemde bu nur sayesinde örnek ‘’mü’min’’ olabilmektir. ‘’Onlar tica¬retle de meşgul olsa dahi Allah’ı zikirden alıkoymaz” ölçüsü sufiliğin de şiarıdır. Allah’ü Teâlâ; “Bunların ticaretleri, alışverişleri, Allah’ı hatırlamalarına mani olmaz” (Sûre-i Nur 37) ayetinde beyan olunan mânâ bizim kurtuluşumuz olacaktır. Birgün Bahaüddin Nakşibendî (K.S.) Mina pazarındayken dikkatini bir genç çeker: Genç tacir, aşağı yukarı ellibin altın civarında alış veriş yapıyor. Şah-ı Nakşibend bu gencin dünyaya daldığını sanar. Sonra gen¬cin kalbine nazar eder bir bakar ki kalbi ‘’Allah... Allah...’’ diyor. Şah-ı Nakşibend (K.S.) bir de Kâbe’nin eşiğinde sakallı bir yaşlı bir ihtiyarın ağladığına şahit olur. Kâbe’nin eşiğinde ne için ağlanır? Elbette Allah için ağlar diye düşünür. İhtiyarın kalbine nazar eder, birde ne görsün Allah’tan gayri (dünyalık) bir şey istiyor.
Bu misalden de anlaşıldığı üzere, zahirimizin(dışımızın) halkla batınımızın(içimizin) Hakk’la olması icap eder. Halk içinde ve iç dünyamızda Allah’ı yüceltmek, insana ‘’Eşref-i Mahlûkat’’ özelliği kazandırır. Kalb ile tasdik, dille ikrar ilmi tevhiddir zaten. İnsanın bu prensip doğrultusunda yaşaması da ‘’Ameli Tevhid’’ olarak nitele¬nir.
İ’lây-ı Kelimetullah tevhid şuuru ile doruğa ulaşır. Tevhid Kelime-i Şahadet’le simgelenmiştir çünkü. Cennet anahtarı ise, Kelime-i Şahadet’ten ibaret üç dişli anahtara benzetilir. Bu dişler; ‘’İhlas, Teslimiyet ve Muhabbet’’tir. Bu üç unsur bir araya gelerek Kelime-i Şa¬hadet’in mana ve ruhunu oluştururlar. İhlâs, Allah’a kullukta sami¬miyetin ifadesidir. Teslimiyet, tevhid sancağına şeksiz şüphesiz ram olmaktır. Muhabbet ise, tevhide can-ı gönülden sevgi duymaktır. Resulü Ekrem (S.A.V.) şöyle buyurdu: ‘’Benim ve benden önceki enbiyanın söyledikleri en hayırlı kelime; Lâilahe İllallah’tır. Bilesin ki; yedi kat gök ve yedi kat yerin terazinin bir kefesine, Kelime-i Tevhid’de bir kefesine konsa bu kelime ağır gelir.’’
Evliyaullah’ın bir kısmı, müridlerine belirli aşamalardan sonra, en son olarak ‘’Nefy-i İsbat’’ zikri telkin eder. Kelime-i Tev¬hid, Nefy-i isbatla yapılır. Zikirle çeşitli, safhalardan belirli kıvama gelen vücuda, zikrin en efdali olan Kelime-i Tevhid zikri uygulanır. Yolun başında olan bir salik, önce lafza-i celâl (Allah Lafzı) tali¬matı alır. Kalb zikrinden sonra letaiflere (sır, ehfa, ruh, hafi, nefs-i natıka) geçilir. Zikir letaiflerden sonra artık vücuda dağılır. Böylece o vücut ‘’Lafza-i Celal’’ zikriyle kimya olur, altın olur yani vücudun azaları zikirlenmiştir artık. Kimya olan, altın olan vücut artık Kelime-i Tevhid zikrini hak etmiştir. Allah dosları bu nok¬tada nefy-i isbat dersi telkin ederek, seyr-ü süluk yolunda seyre¬den talibliyi Allah’a ulaştırır. Seyr-ü sefer ancak ve ancak İlay-i Kelimetullah ile mümkündür. İnsanın kalbini kirlerden günahlardan koruması için, başlangıçta lafza-i celale devam etmesi gerekiyor. Resul-ü Kib¬riya: ‘’Kul günah işlediği zaman, bu onun kalbinde siyah bir nokta olur’’ buyuruyor. Kirlenmeye karşı en etkili koruyucu ilaç, Allah adını kalbimizde yüceltmektir. İşte İ’lây-ı Kelimetullah dediğimiz ‘’Allah adını yüceltmek’’ önce kalbde Allah’ı sıkça anmak, daha sonra Allah adını alem-i emirle bağlantılı olan letaiflere taşımak. Ondan da vücuda dağılmakla gerçekleştirebilir. Artık, İ’lây-ı Keli¬metullah’ın mana ve ruhuna uygun insan, Allah’ın Kur ‘an-ı Ke¬rim’de buyurduğu ayet-i celileye muhatap olur: ‘’(Öyle) adamlar (vardırlar ki) onları ne bir ticaret ne bir alışveriş, Allah’ı zikretmek¬ten, dosdoğru namaz kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoyamaz.’’ (Nur 24 -27) Resûlüllah (S.A,V.); ‘’Kıyamet gününde kulların en büyük derecesi Allah’ı çokça ananlardır’’ buyuruyor. Ne mutlu o insanlar ki, yanık gönülleri İlay-i Kelimetullah iksiri ile huzura eriyor.
Allah adı ve Habibi’nin adı ezan sedalarıyla her saniye yan¬kılanmaktadır. Ezanlar, İ’lây-ı Kelimetullah’ı her an dünyaya yan¬kılandıran meşalelerdir. İnşirah Sûresinin dördüncü ayetinde meâlen Allah (C.C.) Habib’i için; ‘’Senin ismini (şarkta, garbda yer kürenin her yerinde) yükseltirim’’ buyuruyor. Gerçekten de garba(batıya) doğru bir tül derecesi (111,1 km) gidilince namaz vakit¬leri dört dakika gecikiyor. Her 28 km. gidişte aynı vaktin ezanı birer dakika sonra tekrar okunmaktadır. Böylece dünyada her an Ezan-ı Muhammediye okunmakta. Muhammed (S.A.V.) ismi işi¬tilmekte yirmidört saat içerisinde O’nun isminin söylenmediği bir an yoktur. İ’lây-ı Kelimetullah minarelerin şerefelerinde bütün âleme yankılanır böylece.
İ’lây-ı Kelimetullah davası o kadar kutsi bir dava ki, Os¬manlı’da bir insan hangi ırktan olursa olsun veya Kelime-i Şahadet getiren her kim olursa olsun bütün hukuki ve siyasi haklara bir anda kavuşabiliyordu. Devletin en üst kademelerine yükselme imkânı sağlanıyordu. Nitekim vezir-i azamların birçoğu değişik etnik kökenli idiler. Demek ki, önemli olan Kelime-i Şehadet getirmektir. Hıristiyanlar kendi dindaş ve ırkdaşlarından dahi adalet ve hürriyeti esirgemişlerdir. Dünyada hiçbir millet Osmanlılar kadar kendi dilinden, dininden ve ırkın¬dan olmayan insanlara adaletle muamele etmemiştir. Hatta 1848 Macar ihtilalinde Ruslar Hıristiyan Macarlar’ı kılıçtan geçirir¬ken binlerce mülteciyi bağrına basan tek devlet Osmanlı idi. Osmanlı’yı merhamet ve adalet kılıcı yapan sır; ‘’İ’lây-ı kelimetullah’’ da¬vasıdır. Biz İ’lây-ı Kelimetullah düsturu ile sekiz asır önce İspanya’ya kadar adalet dağıtırken bugünlerde İspanya’da tek bir müslüman bırakmamışlardır. İşte İ’lây-ı Kelimetullah’ın öncüleri ile haçlı ruhunun öncülerinin arasındaki fark bu noktada düğümlüdür.
İ’lây-ı Kelimetullah duygusundan uzak kalmak perişanlık doğurmaktadır. Bu ideali mutlaka kalbimize işlemeliyiz. Resûlüllah (S.A.V.); ‘’Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza değil kalblerinize ve amellerinize bakar’’ buyuruyor. Yine Allah Rasulü (S.A.V.), bir hadis-i şeriflerinde de; ‘’Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır, kâfirin niyeti ise amellerinden şerlidir’’ diyerek niyetlerimizi düzeltme¬mize dikkat çekmiştir. Son sözümüz, içimizi İ’lây-ı Kelimetullah idealiyle süslemedikçe, hem iç âlemimize hem de dış âleme nizam veremeyiz!