Hosgoru 3
İçinde yaşadığımız ülkenin insanları, 8. yy.'dan itibaren müslüman olmaya başlamışlardır. O tarihten itibaren müslümanlaşan insanlar ferdi ve toplumsal anlamda da, huzuru yakalamışlardır. Huzurun adresini yakalayan insanımız tüm olumsuzluklar içinde bile, maneviyatını (moral gücünü) kaybetmemiş, hem dünya geleceğine hem de ahiret geleceğine umutla bakmışlardır. Gerek kardeş kavgaları, gerekse Moğol istilası gibi kökten maneviyatı çökertici hadiseler bile, onların umutlarını yok edememişse, bunun sebebi sahip oldukları inançtır. Materyalist anlayışın sonucu ortaya çıkan ideolojilerin karamsar bakışlarına meyletmeyen insanımız huzurunu da tarih boyu kaybetmemiştir.
1800'lü senelerin Avrupa'dan getirdiği huzuru yok edici materyalist bakteriler ilk önce Osmanlı aydınına, buhran hastalığını bulaştırmıştır. "Buhranlarımız" gibi üç ciltlik eserin oluşumuyla denk düşer bu tarih -Osmanlı aydını, hem dünyevi, hem de uhrevi açıdan huzuru, umudu yitirmeye, buhranlı, huzursuz, karamsar bir yapıya bürünmüştür. Bu durum, onların manevi gücünü kaybetmesine sebep olur.
Aydınlara bulaşan bu hastalık (materyalizm) Osmanlı Devleti'nin tüm kurumlarını sarmaya başlar. aydınlardan devletin kurumlarına bulaşan bir rahatsızlık. Bu rahatsızlık daha sonra halka doğru da yayılmaya başlar. Halkta da huzur yerini buhrana, umutsuzluğa, karamsarlığa bırakır.
Belirtilen hususlar, Osmanlı'dan sonra, Cumhuriyet sonrası da hızla devam eder. Dinin hayattan soyutlanıp, camilere, kalplere hapsedilmesi, hayatın maddeleşmesine ön ayak olur. Maddeleşen hayat ivme kazanırken, manevi zayıflamanın da ivme kazandığı görülür. Sonuç buhranlar.
Ne oluyor toplumun düştüğü buhranlar sonucu? Bir bayram tatilinde, dokuz gün de 19 dokuz cinnet olayı. Kızını, hanımını, babasını çocuklarını öldüren insanlar? Niçin? Çünkü dünyayla, ahiretle ilgili gelişmelerde umut yok oldu. Yaşanılan halle ilgili huzur yok oldu.
Öfkeli bir toplum olduk. Hemen herşeye kızıyor, sinirleniyoruz. Yanlışlıkla ayağımıza, bazan, eşyamıza dokunan, yolumuzu kesen insanlara hemen kızıyor, bağırıyor çağırıyor, olmadı vuruyoruz. Pazar da, işyerinde, evde, yolda, öfkeli ve sinir küpü bir haldeyiz.
Haset ediyor, kıskanıyoruz. Bizim sahip olmadıklarımıza sahip olanları (servet, makam, boy pos, güzel konuşma, sosyal konum...) kıskanıyor, takdir etmiyoruz. Onların başına gelen kötülüklerden zevk duyuyoruz.
Cimriyiz. Elimizde olanları başka ihtiyaç sahibi insanlarla paylaşamıyoruz. Maddi varlıklarımızı paylaşamadığımız gibi, sahip olduğumuz konumumuzla başkalarına hizmet, yardım, iyilik demiyor cimrilik yapıyoruz. Bir devlet memuru, ihtiyacı olan insana yardım etmekte cimrilik yapıyor. Güçlü zayıfa, zengin fakir, bilgili cahile yardımda cimrilik yapıyor.
İki yüzlülük. İçimiz ayrı, dışımız ayrı konuşuyor, görünüyor. Sistemin kanunlarıyla yok ettiği serbest davranışın yerini, iki yüzlülük (riyakarlık) aldı. Evde ayrı, işyerinde ayrı, evimize ayrı, dışarıya ayrı; fakire ayrı, zengine ayrı... davranıyoruz. Kimse birbirine inanmıyor, itimat etmiyor. Herkes birbirinden şüphe ediyor. Acaba gerçek mi yalan mı söyledi diye düşünüyor, görünemiyoruz. Çünkü iki yüzlülük genelleşti, huy haline geldi.
Kibirliyiz. Sahip olduğumuz güzellikleri paylaşamadığımız için o güzellikler bize kibir kazandırıyor. Başkalarını değil, kendimizi seviyoruz. Ben'den sen'e geçemedik, sen'den ben'e geçtikten sonra. Paramızla, gücümüzle, evimizle, eşyamızla, arabamızla, makamımızla yaptığımız iyiliğimizle övünüyor, büyükleniyoruz.
Makamcıyız. İnsanımız koltukla değerleniyor, şerefleniyor. "Bed asla üniformanın necabet vermediğini" unutuyor, makama gelen " ne oldum delisi" oluyor, insanları aşağılıyor. Makam sahibi olabilmek için her yola başvuruyor. En yakın arkadaşlarını, ahbablarını, akrabalarını makam uğruna çiğniyor.
Mal peşine düştük. Gözümüzü dünya hırsı kapladı. Daha zengin olabilmek zenginin, zengin olabilmek fakirin hayali. Bu uğurda her türlü kötülüğü caiz görüyoruz. Haramı gözümüz hiç görmüyor. Helal lokmanın azizliğini unuttuk. Kazanalım da nasıl olursa olsun diyoruz.
Dünyaperest olduk. Ahiret hayatını, ölümlerde, mevlidlerde hatırlıyor, sonra hemen unutuyoruz. Dünyada en şatafatlı, en lüks nasıl yaşarız, ne kadar çok yer, içer, giyer onun peşindeyiz. Dünya hayatının faniliğini de unuttuk. Öbür hayatı düşünmüyoruz.
İftiracıyız, şüpheciyiz. Çevremizdeki insanları çok çabuk karalıyoruz. Onların kazancını, aldığını, yediğini hep şüpheyle değerlendiriyoruz. Onların emeğine gayretine saygı göstermek yerine, onları karalıyoruz. Onlara iftira atıyoruz. Özellikle, İslami çalışma yapanlara iftiracı, karalamacı bir yaklaşımda bulunmaktan çekinmiyoruz. Bu çalışmalarda bulunan insanların çekingenliklerine, endişelenmelerine sebep oluyoruz.
Toplumumuzun düştüğü manevi buhranları kısaca da olsa saydık. Sistemin, ekonomik, siyasi, sosyal, hukuki bakımlardan yanlış yapılanması, insanımızı maneviyatın verdiği huzurdan uzaklaştırmış, öfkeli, kindar, hasit, dünyaperest, cimri, riyakar, makamperest, kibirli, iftiracı, şüpheci... bir hale getirmiştir.
Neler oluyor. Bu birbirimize tahammül edememenin nedeni / nedenleri neler. neden bu kadar kizgin ve saldirganiz?
Bizler tartismiyor, kavga ediyoruz. Birbirimize tahammül etmiyoruz, edemiyoruz.
Düsünmek ve bunu ifade etmek neden bizlere zor geliyor?
Tartisma esnasinda bulundugumuz tarafin karsisinda olanlari neden hazm edemiyoruz?
Neden ifade edilen veya savulan düsüncelerin susturulmasi gerektigini, karsi düsünenleri hain ve bu düsüncelerin zararli oldugunu, düsünülmemesi gerektigini vurguluyoruz?
Neden karsimizdakinin Türklügünü, kurtlugunu, Yahudiligini, Müslümanligini sorgulama, katagorizelestirme is güzarligina soyunuyoruz?
Neden, Türklügün, Yahudiligin, Müslümanligin, vs. bekciligi görevini kendi sorumlugumuzda görüyoruz?
Neden,"en ustun benim" diyen olmadigi halde, kendi üstünlügümüzü, yüceligimizi kartvizitimizmis gibi her firsatta masaya koyuyoruz?
Neden konusulanlari dinlemek , anlamak yerine, icimizden; "simdi ben sana gösteririm" diye mirildaniyor, bizim gibi düsünmeyenlere haddini bildirmek icin özel caba harciyoruz?
Karsimizdakinin neyi ve neden farkli düsündügünü anlamaya calismiyoruz?
Neden karsimizdakinin düsüncelerine, bu yanlizca bir düsünce, baska birsey degil, gözlügüyle bakmiyoruz, bakamiyoruz, hosgörü ve toleransa bu kadar düsmaniz?
Yukardaki hususlar kalbin hastalıkları olarak, tasavvuf kitaplarında, sohbetlerinde sayılır ve ilaçları da verilir. Ancak toplumumuz bu hastalıklara ya da manevi buhrana düşmüştür. Dolayısıyla bir toplum çoğunluk olarak, andığımız hastalıklara tutulmuşsa bunun ferdi anlamda tedavisi de epey zorlaşmaktadır.
Sistemin ve onun kurumlarının, manevi buhranları gidermek yerine artırıcı bir özellikle hayatını devam ettirmesi, manevi doktorların görevini çoğaltmaktadır.
Ferdi olaraktan, toplumun veya sistemin kazandırdığı bu yanlışlardan kurtulmanın yolu, kendimize dönmektir. Yalnız kaldığımız zaman "Ben neyim" bu hal neyin nesi" hesabında kendimizi sorgulamalıyız. Dünyaya ne kadar bağlıyız, haset ediyor muyum, niçin iftira adıyorum, para hırsı haramı helali niçin karıştırıyor, niçin affedici değil, kinciyim, sahip olduklarımla niçin övünüyor, onları başkalarıyla paylaşamıyorum? Bu ve bunun gibi soruları kendimize sormalı ve cevap vermeliyiz. Cevaplarımıza göre hayatımızda köklü değişiklik yapmalıyız. En sevdiğimiz maldan sadaka verebilmeliyiz.
İftira attığımız kişilerden özür dileyip, helallik dilemeyiz. Öfke anında onu yenmek için gayret sarfetmeliyiz. Bunları yapabilmek için Kur'an okumalı, nafile ibadet yapmalı, İslam'ın hakim olduğu, konuşulduğu, teneffüs edildiği yerlerde bulunmalıyız. Oralarda sadece eleştirel değil, faydalanılan bir tavırda bulunmalıyız. Tefekkür etmeliyiz. Ölümü, hastalığı, mezarı, sorguyu, bakıma muhtaç hale gelmeyi tefekkür etmeliyiz. Ondandır ki, tefekkür nafile ibadetten üstün tutulmuştur. Örnek insanları bulmalı tesbit etmeli ve onlar gibi yaşamalıyız. Onların boyasıyla boyanmalıyız. Bizi manen daraltan yerlerden uzak kalmalıyız.
Önceden de belirttiğimiz gibi sistemin eğitim anlayışı, insanımızı insan ve müslüman özelliği kazandırmaktan uzaktır. Bu sebeple insanımızı o buhrandan kurtarıcı oluşum ve organizasyonları meydana getirmeliyiz. Meydana getirilmiş ve getirecek olan bu kurumlar, insanımızın eğitimine yönelmelidir. Onları örnek insanlarla tanıştırmalıdır. Onları Kur'an'la, peygamberle, güzide insanlarla tanıştırmalı. Onlara İslami cemaatın ılık sularından içirmeli, sevmeyi, paylaşmayı, yardımlaşmayı, dayanışmayı, güvenmeyi affetmeyi, tevazuyu, dürüstlüğü temel ilke edinmiş insanlarla yaşamanın zevkini, huzurunu tattırmalıdır.
Kalbe yönelik bilgilendirmenin beraberinde, yaşamanın taze örneklerini geçmişte değil, içinde bulunduğu toplumda, oluşumda bulan kişinin huzurdan kaçması mümkün değildir. Vakıflar, dernekler, oluşumlar sadece bilgilendiren değil, bilgilerin uygulandığı yerler olmalıdır. Canlı örneklerle dolmalı, bunalan insanları ferahlatıcı görüntülerin kaynağı olmalıdır.
Kişisel anlamda veya kurumsal anlamda, etrafımızdaki insanların olduğu kadar bizimde manevi hastalıklara yakalandığımız unutmamalıyız. Bu sebeple bir doktor yumuşaklığı ile o insanlara yönelmeliyiz. Ya da bize yönelen manevi doktorları reddetmemeliyiz. Sahi hangimizde anarak geldiğimiz manevi buhranlar yok. Hasta çok doktor az. O doktorları aramak hastaların, hastaları bulmak da doktorların görevi. Hepimiz görevliyiz.