HALKSIZ DEVLET Mİ, ASLA…

HALKSIZ DEVLET Mİ, ASLA…
ALPEREN GÜRBÜZER

Siyasal hayatımızın üç sacayağını: Laiklik, demokrasi ve resmi ideoloji oluşturur. Bu üç kavram bakıldığı pencereye göre tanımları da farklılaşabiliyor. Oysa tarif edilmeyen kavramlar çoğu kez toplumca kabul görmüyor, kabul görmeyince de zinde güçler tarafından kavramlar insanımıza dayatma metodu şeklinde yansımaktadır.
Eğer bir Müslüman, sistemin dayattığı cari laiklik kavramına karşı değilse, bir nebzede olsa rahat soluk alabilir. İslam’ı hayat dini kabul eden bir dindar laikliği din hürriyetinin teminatı olarak görmek istiyor, ama çoğu kez resmi ideolojinin tarif ettiği laiklik ile anayasanın öngördüğü laiklik çerçevesi uygulama alanında farklı yorumlara tabi tutularak asıl yörüngesinden çıkarılmaktadır habire. Bütün bu karmaşıklığa son vermenin yolu, belki de bu mezkûr kavrama açıklık getirmekle mümkün. Tarifi yapılmayan her kavram tartışılmaya mahkûmdur, ayet-hadis değil çünkü.
Bilindiği gibi 19.yüzyıl Türkiye için modernleşme hareketlerinin su yüzüne çıktığı dönemdir. Dolayısıyla kültürel anlamda modernleşme Fransa’dan ithal edilmiştir. Sultan Abdülhamit döneminde askeri eğitim alanında görülen modernleşme hareketleri, cumhuriyet döneminde pozitivist anlayışa yerini terk eder. Nitekim kültürün pozitivist şekle dönüşmesi merkeziyetçi görüşlerin hâkim olmasına yol açmıştır. Bu anlamda laiklik gibi kavramlar laikçilik şeklinde resmi ideolojinin merkezine oturmuştur.
Osmanlının kendine has bir ülküsü vardı, ama bağrında taşıdığı farklı kimlikteki devletlere karşı hep hoşgörü ile yaklaşıyordu. Hiçbir zaman farklı unsurlara ideoloji ve fikir dayatması yapmıyordu. Cumhuriyetle birlikte ‘ulus-devlet’ anlayışı gelişince ister istemez mevcut resmi ideoloji topluma karşı kuşatma alanları oluşturmaya başladı. Toplum elbette ki kendisine dikte ettirilmeye çalışılan ortamda kendi ideolojisini üretemezdi. Çünkü kendi adına düşünceyi devlet üretiyordu zaten.
Bugünkü resmi ideolojinin ana ruhunu laiklik oluşturur. Türkiye’deki laiklik evrensel standartların çok gerisindedir. Batıda laiklik, dinde özgürleşme anlamındadır. Fransa ve Türkiye gibi ülkelerde ise dinin sosyal hayattan kovulması anlamında otoriter bir laiklik yorumu söz konusudur.
Bize ait olmayan kavramlar toplumu perişan ediyor. Halkı hiçe sayarak tepeden dayatmayla kabul ettirilmeye çalışılan ucube kavramlar halksız demokrasi doğuruyor. Oysa demokrasi halka dayanarak anlam kazanıyor. Halkın değerlerine küçümsemek ve halk adına hareket etme yetkisini bir şekilde eline geçirenler vesayetçi demokrasi sürecinin sürdürülmesinden yanadırlar. Halka tepeden bakanlar, milli iradenin tecellisinden korkmaktalar ve bu iradenin siyasi alana kaymasından endişe etmektedirler. Bu yüzden birtakım seçkin güçler tarafından tarifi yapılmayan kavramlar Demoklesin kılıcı olarak topluma dayatılmaktadır. Saltanatlarının kaybolmaması ve devamı için, her türlü hile yollarına başvurmaktadırlar. Kafalarında tek tip düşünceye dayalı model korunarak, çoğulculuğun önüne geçilmek istenmektedir.
Bir türlü hakiki manada demokrasi tarifi yapamıyoruz. Belki de ideolojik tercihlerimiz gerçek manada tarif yapmaya mani oluyor. Oysa ideolojilerden arındırılan demokrasi anlayışı ancak toplumu ortak paydalarda buluşturabilir. Farklılıkların bölünme algılanmadığı bir zeminde ancak demokrasi yeşerebilir. Devlet ferde saygı duymalı ve onun hizmetine koşmalı. Vatandaşından üstün telakki edilen devlet anlayışı problem doğurduğu gibi demokratikleşmeye de balta vurmaktadır.
Madem insan hür olarak dünyaya geliyor, o halde ferdi irademizi gerek yerel düzeyde, gerekse evrensel alanlarda ortaya koyabilmeliyiz. Farklılıkları narsisizme dönüştürmeden, alt kimliklerimizi de koruyarak pekâlâ birlik beraberlik ortamı oluşturulabilir. Demokrasi kavramından anladığımız ‘hepimiz aynı kilimin desenleriyiz’ şuuru olmalıdır. Eğer devlet topluma ideoloji dayatmıyorsa, hâkim devlet rolü yerine hadim devlet imajı varsa orada demokrasiden bahsedebiliriz. Ferd olarak kendi iç dünyamızda değerler ve inançlarla bezenmişiz, ayrıca fiziki olarak bizim gibi, ama hassasiyetleri ayrı gruplar ve farklı meşrepli insanların varlığı bizi ister istemez bir arada nasıl yaşanabilir formülüne itmektedir. İşte ortak formül üretmek için burada demokrasi devreye giriyor. Şayet birbirimizi dışlamayacak ya da birbirimize tahakküm kurmayacaksak demokratik platformda bir arada bulunmakta fayda var.
Bütün farklı kimliklerin de kendi içinde alt kimlikleri var. Hiçbir kimlik net olmayıp heterojen yapı arz eder. Homojen grup ve homojen kimlikten söz etmek doğrusu zor gözüküyor. İslami kimlik dediğimizde tek tip İslami grup ve fertleri anlamıyoruz. Biliyoruz ki, İslam’a gönül vermiş Müslümanların her biri kendi meşrebine uygun alanda cemaatleştiğine, hatta ferdileştiğine müşahede ediyoruz. Farklılık insanın doğasında var zaten. Bizim dışımızda da farklı alanların olabileceğini tabi karşılamalı, yeter ki farklılıklar bölücülük olarak algılanmasın. Önemli olan bu farklılıkları kabul edebilmekte. Eğer farklılıklara tahammülümüz yoksa demokrasiden bahsetmeye hakkımız yok demektir.
Toplumu aynileştirmeye yönelik her hareket birlik beraberlik yerine düşmanlık oluşturmaktadır. Oysa topluma giydirilmeye çalışılan tek tip elbise artık dar geliyor, öyle ki toplum özlemini duyduğu hukuk ve demokratik devleti arıyor. Elbet bir gün sivil üstünlük alanları genişledikçe devletin toplum önündeki ayrıcalıkçığı da zayıflayacaktır.
Halk devlete yabancı olmamalı, devlette halka. Öyle bir mekanizma kurulmuş ki devlete katılan insan, o çarkın içinde halk bilincini unutarak devletleşiyor. Hükümetler kuruluyor, yıkılıyor ve bir başkaları işbaşına geliyor, her nedense değişmeyen tek şey devlet çekirdeği. Halk adına iktidara gelenler mevcut sistem içinde eriyerek zamanla halksızlaşıyorlar. Har halükarda sisteme uyum sağlamak zorunda kalınıp ve sistemi etkileme olayı gerçekleşemiyor. Sistemin tıkanmasına rağmen hala mevcudiyeti devam ediyor. Zoraki topluma dikte edilen uygulamalar ve istikrarsızlık sistemi tıkayan ana unsurlardır. Hür iradesini ortaya koyabilecek nesil üretemiyoruz, üretemeyiz de. Çünkü resmi ideoloji ile ezberlettiğimiz kuşaklar, geleceğe yönelik donanımlı ve programlı olamıyor, tek tip insan üretiyoruz. Her bireyin bireysel kabiliyetlerini ortaya koyabilecek eğitim sisteminin olmayışı beyinleri körelmiş gençler meydana getiriyor.
Halkı kuşatmaya yönelik tavırlar azınlık seçkinlerin müesseseleşmesini ve yasallaşmasını daha da imkân vermektedir. ‘Kamu yararına’ sözü aslında halk için değil bürokratik devletçi seçkinler için söylenilmiş sanki. Varsa yoksa kendi kişisel menfaatlerini güçlendirtmek için ikide bir dillerinde düşürmedikleri ‘kamu yararı’ kavramı başvurulan araç oluyor. Oysa kamu yararı herkesin, yani toplum veya ferdindir. Zira çetin yollar ancak beraber yürüyerek aşılır.
Toplumlar iki zeminden birine muhatap kalırlar; ya sivil inisiyatifini hür bir şekilde ortaya koyduğu alan, ya da gergin alan.
Dayanışmanın üst dorukta seyrettiği alanda ideal toplum meydana gelir. Kendi hür iradeleriyle katılımcılık örnekleri sergileyen toplumlar istikrarlı mekanizmalar vücuda getiriyorlar. Böyle olunca da toplum kendi devletine güvenle bakıyor.
Silah zoruyla, baskı metoduyla, kelimenin tam anlamıyla gergin alanlarda kurulan devletlerde, sivil toplum olgusu gelişmediği gibi, o devlet toplumun buyurganıdır. Yani dayatmacılığı ön planda olan devlet, toplumsuz devlet olarak algılanır. Bu sistemde fert devlete bağlı olduğu takdirde hak kazanır. Aksi takdirde halkın bu coğrafyada rahat yaşama şansı yok gibidir. Devlet mukaddestir anlayışı zihinlerimize işletilmiş. Devlet kutsaldır anlayışı genlerimize işlenmiş adeta. Oysa kutsal devletin nimetlerinden yararlanan da çoğu kere halk olmuyor, yararlanan bir avuç azınlık tabaka. Maalesef külfet millete nimet başkalarına. Bu anlamda devlet sütü sağılan koyun misalidir. Öyle ki sütü elitist tabakaya, koyunun bakımı da halka verilmiş. Hâkim devlet yapısının hadim devlete dönüşememesi Türkiye gündemini suni tartışmalara bırakarak dünyada büyük rol oynamamızı engellemektedir.
Geleceğimizi karartmak istemiyorsak, çarpık sistemi A’dan Z’ye sorgulayıp, biran evvel hadim devlet yapılanmasına gitmemiz şart olmuş artık. Türkiye tüm vasatlıklarına rağmen, yine de toplum kendi kültür dokusu içerisinde kendi sentezini bulabiliyor. Mevcut sistemin toplumun ürettiği kültürel modelin gerisinde kalması gerçekten esef verici bir durumdur. Tek tip insan yetiştirmeye dayalı sistem artık ömrünün tükendiğinin farkına vararak çoğulculuğun önüne geçmek için elinden geldiği kadar gereğini yapmaya çalışıyor. Bir türlü demokratik platformu benimseyemiyorlar da.
Tek tip öngörüler totalitarizme ve şiddete yol açmaktadır. Halktan kopuk bir avuç zihniyetin mevcut vasatın dışındaki her şeyin yükselmesine müsaade vermedikleri gibi, sosyal hayatta gerilimin tarafı olarak vasatın üstünde olanlara gözdağı vermektedirler.
Yinede gelecekten ümit varız, toplum içinde yeşeren doğuyu da batıyı da bilen kadroların oluşması bu muştuyu veriyor bize. Siyasi sınırların kültürel sınırların altında seyretmesiyle, kültürel kodlarımızın sınır ötesine taşması geleceğimizin aydınlık olduğunu gösteriyor.
Kültürel dokumuzun çok geniş olması ister istemez kendiliğinden kültürel örgütlenme modeli ortaya çıkardığı gibi, gittiğimiz yerlerde hem kültürümüz garipsenmiyor, hem de karşılıklı kültür alışverişide gerçekleşebiliyor da.
Rusya’nın bağrında taşıdığı halklara 70 yıla yakın uyguladığı tek tip standart modelin çökmesiyle insanların tekrar dine ve kültüre sarılması incelemeye değer husustur. Tek tip hayattan çeşitliliğe adım atmanın heyecanı bugün Rusya’nın Duma meclisinde Ortodoks liderinin oturmasına yetmiştir. Demek ki; din’i reddederek bir yere varılamayacağı apaçık ortadadır.
Velhasıl, halkla devlet el ele vererek büyük bir açılım meydana getirebilir. Devletinden korkan millet düşünmek istemiyoruz. Vesselam.