HÂKİM DEVLET Mİ, HADİM DEVLET Mİ?

HÂKİM DEVLET Mİ, HADİM DEVLET Mİ?

ALPEREN GÜRBÜZER
Devlet toplumu kurallar manzumesi doğrultusunda merkezi hakemliği rolü ile idare eder. Eğer hakem değil de hâkim olmaya çalışırsa, devlet totaliter yapıya bürünmüş demektir. Devlet baba geleneğini Osmanlı, İttihat Terakki ve Cumhuriyet dönemlerinde değişik biçimlerle topluma yansıttık. Şöyle ki; tarihi sürecimizde toplum-devlet ilişkimiz merkezidir. Yani toplum merkezden idare edilmiştir hep. Ancak Osmanlı’nın uygulamaları topluma güven verdiği için, merkezi anlayış toplum katmanlarında rahatsızlık vermiyordu. Devlet-i Aliyye tabanın hizmetine ram olmuş, halk devlet nezdinde efendi addediliyordu çünkü. Hatta devlet nizamında, belli mevzuatlarda tebaaya özerklik dahi verilmişti. Farklı kimlikler, farklı mezhepler ve meşrepler bir arada huzur içinde yaşayabiliyor ve farklılıklar hiçbir zaman narsisizme dönüşmüyordu. Osmanlı’da; toplum-devlet barışıklığı hadim devlet anlayışı ile tanzim ediliyor ve görünürde merkezi gibi görünse de devlet toplumun emrinde ve hizmetindeydi daima. Dolayısıyla hadim devlet felsefesi sayesinde toplum kendi içindeki ilişkilerini dizayn ettiği gibi, devletin de halkla olan ilişkileri hizmetkârlık ilkesi doğrultusunda tanzim ediliyordu.
Ne zaman ki, Osmanlı yükselişten gerileme sürecine girdi, o zaman hadimiyet duygusunun da erimeye yüz tuttuğunu müşahede ediyoruz. Hele hele bu durumu bütün açıklığı ile İttihat ve Terakki döneminde görmek mümkün. Cumhuriyet dönemi zaten ulus devlet anlayışına göre yapılanmış, felsefesi ise devletin millet üzerinde buyurgan olmasıdır. Sivil toplum ruhunun izlerini Cumhuriyet’in ilk yıllarında göremeyiz, uygulamada her şeyin devlet eliyle yapıldığı sürecin adıdır Cumhuriyet. Kuruluşumuzda devlet biricik ülkü, biricik tayin edici ve mukaddestir o yıllarda. Kelimenin tam anlamıyla tek hâkim güç; devlettir. Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir denilmesine rağmen, bu söylem bir türlü gerçek manada uygulamaya geçemedi. Üstelik milletin üstünlüğü ilkesi bugünümüze özde değil sözde olarak yansımış. Kararda milletin olmalıydı oysaki.
Devlet mekanizması, gerek kültür, gerek ekonomi ve gerekse sosyal hayatın bütününü kendi hegemonyası altına alıyorsa, bu demektir ki karşımıza merkezi ve buyurgan devlet modeli çıkıyor demektir. Maalesef devlet baba geleneğimiz bu gerçekleri görmemize engel oluyor. Merkezi yapımızın asıl idare heyeti seçilmişlerden değil, tayin edilmişlerden teşkil ediyor. Siyasi partiler, milletin sesi olmaktan ziyade, tayin edilmişlerin kontrolüne girmiş teşekküller şeklinde rol ifade ediyorlar. Sivil inisiyatif programlarının uygulanmadığı sahalar hep böyledir. Devletin asıl sahibi millet olması gerekirken, karşımıza haramilerce çembere alınmış devlet çıkıyor. Tayin edilmişlerin koltukları hadim devlet modelinin biçimlenmesine engel olmak için konuşlandırılmış adeta. Bilindiği gibi yıllarca merkezi yapımızın ara kontrol şebekeleri; askeri bürokrasi ve sivil bürokrasi tarafından kontrol edilmekte. Nitekim Devlet aygıtı “yüksek askeri bürokrasisi” ve ‘’statükocu sivil bürokrasi’’ tarafından kuşatılmıştır. Bu sistem içinde milletin seçilmişleri ise, sadece dar çember içinde sıkışmış arabulucular konumunda görev yapmaya çalışmaktadırlar. Dolayısıyla sivil toplum siyasilerden talepte bulunduğunda, siyasilerin yapacağı tek şey aracı koordinatör olmaktan başka elinden bir şey gelmez.. Çünkü sistemin çarkları bu mekanizma içinde dönüyor. Sosyal bunalımların son bulması için, bu çarkın bir an evvel bertaraf edilip yeniden sivil katılımcı anlayışa göre yapılanması lazım. Hatta eğitim sistemimizi yeniden gözden geçirerek, insan ve insanı hareket kaynağı olarak tanımlayan ve onu tanıyan bir projeyi başlatmamız gerekiyor. Sivil toplum olgusunu her sahada hissedersek, Türkiye’de hadim devlet olgusunun nüvelerini her zaman görmemiz mümkün olacaktır. Zira toplumumuzun geleceği hâkim devlette değil, hadim devlet esprisindedir.
Bir zamanlar sivil inisiyatif programları yürürlükte olmayınca çözüm üretmek yerine, sürekli problemleri erteleyen mekanizmalar devreye giriyordu ister istemez. Ülke meselelerini örtbas eden, göç meselesini görmezlikten gelen ve rant ekonomisinin gidişatına dur demeyen bir hantal devlet yapımız söz konusu idi. Devlet şimdiye kadar toplumu kanunlara uymaya mecbur ederken, kendi içindeki kokuşmuşluğu irdelemiyordu üstelik. Dayatmalar ve kurallar hep toplum içindi, kanunları toplumun isteklerine göre tanzim edelim diyen görünürde devlet ortada yoktu sanki. Ta ki ANASOL-M hükümeti yıkılıp 2002 yılı gelinceye dek bu durum devam etti. Yinede her şeyin güllük gülistanlık olduğunu belirtmek için henüz erken sayılır. Zira bu seferde 2007 Temmuz seçimleri sonucunda halkın büyük oyu ile iktidara gelen iktidarı alaşağı etmek için yargı darbesi tehlikesi ile karışı karşıyayız. Aslında iktidarın şahsında İtalya’daki gladio benzer Ergenekon yapılanmanın Millete yönelik bir planı desek daha yeğdir. Hâkim devlet anlayışının ya da derin devlet denilen mekanizmalarının ürettiği olumsuzluklar, kanayan yaraya dönüşüyor habire. Gerçek problemlerimiz sunileşerek iç dengeler içe, dış dengeler ise dış senaryolara karışıyor. Olan topluma mı oluyor? Yoksa sivil toplum olgusu hayal mi? Ortalık karışık, her taraf sis perdesi sanki. Bize bu hayatı reva gören mekanizmalar sosyal barış yerine kriz üretiyorlar sürekli. Sanki birileri bundan büyük bir keyif duyuyor gibi. Oysa sistemin yeniden yapılanmaya ihtiyacı var. Hemen hemen herkes tarafından dile getirilen sistemin kokuşmuşluğu ve devletin tıkandığı noktalardaki kısır döngüye son verilmeli. 12 Eylül darbesini yapan Kenan Evren bile sistemin artık tıkandığı, hatta eyalet ve federatif gibi konuların tartışılması gerektiği türünden beyanıyla yüreklere su serpse de öyle anlaşılıyor ki her türlü fikrin rahatlıkla tartışmaya açılmasından korkan birtakım derin mekanizmaların kendilerine ait statik düşüncelerin devamından yana tavır sergilemekten vazgeçmeyecekler gibi. Değişmemekte direnenler ne kadar direnirlerse dirensinler, değişim dünyanın her yerinde kendine oluk bulabiliyor ve sonunda kazanan yine değişim olacak. Toplum hor görülse de eninde sonunda sağduyu galip gelecek, devlet her platformda sivil girişimleri destekleyecektir elbet. Bir şekilde devlet merkezinden üretilen krizler az zayiatlarda olsa bertaraf edilebiliyor. Türkiye zaman zaman belirsizliğe çekilmek istense de bunu başaramayacaklardır. Devlet-toplum barışıklığı ergeç gerçekleşeceğine ümidimiz hala taptaze. O günler geldiğinde gerek iç ve gerekse dış mekanizmaların hevesi kursaklarında kalacağına inancımız tam.

Daha genel manada meseleyi ele aldığımızda Türk toplumunda siyasete yansıyan mekanizmalar çürümüştür. Acilen devletin yapılanması ve bir dizi problemlerin çözülmesinde seferber olacak anlayışın yerleşmesi gerekiyor. Çok boyutlu düşünme diye derdimiz olmalı. Ne yazık ki, toplumun iradesi siyasi mekanizmalar veya diğer derin devlet mekanizmalarınca manipüle edilmektedir. Türkiye’de alışık bildiğimiz sözde özgürlükçü partilerin varlığı veya anti demokratik faaliyetleri sayesinde, ya da iktidara gelen partilerin tüm toplumu kapsayacak icraatlar yerine, devlet nimetlerinin dağıtıldığı bir sistem var. Bu sistemde toplumun iradesi hiçe sayılıp, devletin topluma buyurgan tavrı ve dayatması söz konusudur. Sistem çözüm üretmiyor, aksine çözümsüzlüğü işliyor. Sahnede var olan kronik açmazımız sistemsizliktir. Bu kronik vakaya seyirci kalan liderlik sultasının kurbanı milletvekilleri, biz, siz, hemen hemen herkes bu işte büyük bir vebal taşıyor. Bu gidişata dur denilmezse insanlar yönetmelik olacak. Her şey çok açık hepimiz aynı anda sistemin çarklarına yenik düştük. Çok uluslu yalanlarla dolanlarla oyalanıp kirlendi yüzümüz. Sürekli çağıran ve ayırım yapmayan nasıl olsa yeniden çağıran merhamet eli doğacak elbet. Aydınlık güneşi doğduğunda yüzümüzün kiri silinip yerini alnı ak gönlü pek bir neslin geleceğini, yarınlarımızın pak olacağına ölümüne inanıyoruz yinede..
O halde kaldıralım gözlerimizi yerden aydınlık yarınlarımız adına. Buna mecburuz. Çünkü yaşadığımız krizlerin temelinde tek tip görüşlerin hükümranlığı var. Ortak paydayı bulma yolunda engel monolog görüşlerin ver yansına aldırış etmeden, çoğulculuğu inşa edecek yapılanmak adına adımlarımızı sıklaştırmalı. Gün elitist oligarşi güçlerin ele geçirdiği devletin köşe başları toplumun iletişim kanallarını tıkama faaliyetlerine son verme zamanı.. Zira hepimiz biliyoruz ki yaşadığımız kaos ve karmaşa hali bu köşe başlarından üretilen bir bardak suda fırtınalar koparma tarzında suni gündemler oluşturularak gerçekleştirilmektedir. Üstelik tekelci devlet felsefesi çoğulcu devlet felsefesi üretmediği için, ülke içinde suni krizler bitmek tükenmek bilmiyor. Toplum-devlet, toplum-siyaset ilişkileri kopuk olduğu sürece bu durumun devam edecek gibi. Ne zaman ki toplumun devlete güvenle baktığı ya da devletin toplumun her kesimine sıcak baktığı günler gelir, o zaman yarınlarımız aydınlık olacaktır.
Tam bir iflas etmiş sistemden söz etmek iddiasında olmasak da, gidişatımızın iyi olduğu da söylenemez. Yaşadığımız kriz ortamından çıkmanın yolu hâkim devlet zihniyetinin yerine hadim devlet prensiplerini ikame edecek mekanizmalar oluşturmaktır. Milletin yönetimde söz sahibi hale gelmesi için sivil katılımcılık seferberliği başlatılmalıdır.
Tüm olumsuzlara rağmen toplum kendi içinde sentez üretebiliyor. Bu üretkenlik toplumumuzun siyasilerin önünde olduğu gerçeğini ortaya çıkarıyor. Hele hele Özal’la hız kazanan demokratikleşme çabaları süreci içerisinde toplum kendi sivil söylemlerini dile getirebilmeyi başardığı gibi kendisine olan güveni daha da artmıştır. Sivil anlayış daha da yerleştikçe, toplum iradesinin siyasete yansıyan kanalları açılacağı muhakkak. Sivil oluşumlar siyasetle şimdilik bağ kuramasa da hiç olmazsa şimdilik kendi vazifesini yerine getiriyor, bu nokta da önemlidir.

Toplum İslâm’ın sadece vicdanlara has bir olgu olmadığının ve ibadetin dışında dinimizin sosyal hayatın her safhasında ibadet şuuruyla çalışılması gerektiğinin farkına vararak, artık halk bundan böyle dünyadan uzak hayatını dört duvar arasında geçirmeye pekte niyetli değil, bu önemli bir gelişmedir. İslâm ve toplum, İslâm ve siyaset ilişkileri denilen olayla karşı karşıyayız. Mütedeyyin halkımızın yönetilen durumdan yöneten durumuna geçme çabası çağımızın en büyük hadisesidir. İslâm’a gönül vermiş kesimlerin gerek toplum, gerek siyaset ve gerekse kültürel alanlarla bağlantı kurmasını önemli buluyoruz. Türkiye insanı, her geçen gün farklılıklarla tanışarak yönleniyor ve değiştiriyor kendisini. Kendini ifade edemeyen ve taleplerini siyasete yansıtamayanlar ise içe kapanıyor. Devlet bu içe kapanık kesimlere kucak açması gerekirken, aba altından sopa göstermeyi huy edinmiş adeta, Kronikleşmiş bu uygulamalarla o insanlar devlete kazandırılamıyor aksine düşman hale itiliyor. Böylece toplum-devlet kopukluğu nüksediyor. Farklı nüanslar hem devletle hem de toplumun bazı katmanlarında hala problem olmaya devam eden bir mesele. Eğer buyurgan (hâkim) devlet yapılanması yerine, hakem ve hizmetkâr devlet biçimlenmesi söz konusu olsa idi, farklılıklar narsisizme dönüşmeyerek zenginlik doğacaktı. Birbirinden kopuk narsist grupların türemesinin nedenini hakem devletin olmayışına bağlamalıyız. Bu büyük boşluk ister istemez topluma pahalıya mal oluyor. Şiddet zemini buyurgan fermanlarla daha da koyulaşarak teröre yol açmaktadır. Toplumsal kutuplaşmaların temelinde hadim devletin olmayışı yatıyor.
Farklı nüanslar, farklı talepleri doğuruyor. Farklılıkların ahenk içinde yaşamaları için hiç bir toplumsal projemiz yok gibi. Derin devlet mekanizmaları merkezi hâkim rolü ile farklılıkları resmi söylemle hizaya çekmeye çalışıyor. Devletin ideolojisi olmaz, ideoloji ferde ait oysa. O halde devlet hadimiyet bilinciyle farklı alt kimlikler karşısında hakem rolü üstlenmelidir. Bu alanda hakemlik refleksleri geliştirerek, toplumun ürettiği fikirlere ve sembollere katkıda bulunmalı. Böylece devlet toplumun tüm katmanlarında gerçek yerini alarak doğal güvenlik şemsiyesi oluşturacaktır. Aksi takdirde devletin hakemsizliğinden dolayı toplumu devlete karşı düşmanca bakmaya sevk edecektir. Toplumla ortak payda kurabilen devlet, ancak hadim devlet olmaya layıktır.
Farklılıklarımızı bölücülük olarak nitelemeden, farklılıklarımızla birlikte yaşamak ülkümüz olmalı. Birbirimizi artık anlayabiliyor, birbirimize önyargıyla yaklaşmıyorsak, toplum da devlet de sıhhat bulacak demektir. Karşındakini anlamaya çalışmak, insanlarla tanışmak, konuşmak, yaratılanı sev yaratandan ötürü düsturunca sevmek ve empatik yaklaşımda bulunmak demokrat olmak demektir. Aynı zamanda bir arada yaşama kültürünün şuuruna varmanın adıdır demokratlık. İnsana saygı gösteren ve hareket noktası insan olan devlet her daim demokratik nitelik kazanır. Sosyal denge ancak ve ancak demokratik katılımla sağlanır. Demokrasi lafla olmaz uygulama göstermek gerekir. Maalesef demokrasinin adı var, ama gerçek anlamda kendisi yok.
Bütün meselelerin çözümü için hâkim (buyurgan) ve hantal devlet yerine, hakem ve hizmetkâr devlet anlayışını yerleştirmek lazım. Vesselam.