FIRSAT GANİMET Mİ?
FIRSAT GANİMET Mİ?
ALPEREN GÜRBÜZER
Her nedense toplum olarak hep fırsat arar dururuz. Oysa fırsat kendiliğinden doğmaz, fırsat kişinin güçlü yönünü geliştirmesiyle ortaya çıkabilecek bir husus. Nitekim zayıf yönlerimiz geleceğimizi karartabilecek tehdit yanımız. Madem herkesin kendine göre zayıf yönleri var, o halde ebeveynler çocuklarının zayıf yönleri ayyuka çıkmasına fırsat vermeden ta çocuk yaşta gerekli önlemleri almasında fayda var. Mesela zekâ yönünden zayıf kalmamak adına ebeveynler 0–3 yaş grubu çocuklara balık bile yedirmeli. Çünkü balık beyne kuvvet veren temel bir gıdamız.
İnsanoğlunun elbette ki birçok ihtiyaçları var. Şüphesiz bu ihtiyaçların başında fizyolojik ihtiyaçlar gelmektedir. Mesela açlık gidermek, ya da hava alıp gezmek bunun tipik misalini teşkil eder.
İkinci ihtiyacımız güvenlik olup, bunlardan mal güvenliği, fikir ve düşünceyi ifade etme güvenliği, aile güvenliği ve sosyal güvenlik gibi unsurlar koruyucu şemsiyelerimizdir. Hele hele sosyal güvenlik olmazsa olmaz ihtiyacımızdır.
Üçüncüsü sevme ve sevilme olup, bu iki unsur daha çok sübjektif dünyamızla ilgili ihtiyaçlardır. Nitekim saygınlık görme ihtiyacı da öyledir.
Dördüncüsü hiç kuşkusuz doygunluk ihtiyacıdır. İnsanoğlu hayat süreci içerisinde kendine belirlediği bir hedefe ulaşmak için mücadele verir. İşte bu mücadele içerisinde ulaşmak istediği hedefe eriştiğinde kemale erme noktası diyebileceğimiz olgunluk ihtiyacını gidermiş olur. Maalesef hedeflerimizi belirlerken hep dünya metası üzerine kurguluyoruz. Niye derseniz, çünkü insanoğlunun gözü hırs bürümüştür, birincisini elde etti mi ikincisi de benim olsun der hep. Fakat ilim bundan istisnadır. Zira ilim yolunda hırs iyidir. Zaten ilim pazara kadar değil, mezara kadardır.
Anlaşılan o ki beşer olarak birçok maddi ve manevi ihtiyaçlarımız var, olması da gayet tabiidir. Önemli olan ihtiyaçlarımızı meşru çerçevede yürütebilmektir. Şöyle ki önce ihtiyaçları genel hatlarıyla belirledikten sonra meşru ve helal yoldan belli bir plan doğrultusunda hareket etmemiz gerekir. Şurası muhakkak plansız ve programsız bir hayata alıştığımız için yemek ihtiyacımızı gidermede bile birtakım adap ve kurallara riayet etmediğimiz ortaya çıkıyor. Yani en temel ihtiyacımız olan gıdanın bile nasıl kullanılacağı konusunda bihaberiz. O halde yemek yemenin ötesinde yemek adabı denen bir kültürün varlığını sezip, yemek kültürünü yeşertmek gerekir. Bir Çinli tahtadan yapılı incecik çubukla yemek yemeği yemek kültürünün gereği koruyabiliyorsa pekâlâ bizde koruyabiliriz. Keza ashabın hayatında tahta kaşıkla yemek bilinen bir gerçektir. Şimdi bu kültürü ancak Kâhta’nın Menzil köyünde görebiliyoruz. Sözde mutfak denilince mangalda kül bırakmıyoruz. Doğrudur mutfak bize has kültür, ama artık günümüzde ayaküstü atıştırmalar çoğaldıkça bu kültürü de yitirmek üzereyiz. Acaba hangimiz yemek esnasında tatlının üzerine kesinlikle su içmemenin gerektiğini biliyoruz. Baksanıza büyükler; “Ye yağlıyı su iç donarsa donsun, ye tatlıyı içme suyu yandırırsa yandırsın” demişler. Belli ki bu sözü boşa dememişler.
İnsan üç aşağı beş yukarı kendini bilir. Dolayısıyla elbetteki her insanın güçlü ve zayıf birtakım hasletleri var. Bu noktada birileri bize güçlü yönün nedir diye sorsa, vereceğimiz cevap hiç kuşkusuz önce azmimiz, daha sonra sırasıyla vefa yanımız, başkalarının malına özenmemek, doğru bildiğimizi üst makamdan biride olsa çekinmeden söyleyebiliyor olmamızdır. Her ne kadar her doğruyu her yerde söyleyen dokuz köyden kovulurmuş deseler de bu devran nereye kadar yürür ki. Güçlü farz etiğimiz insanların önünde eğilirsek kendimize olan saygınlığımızın yerle bir olacağı malum. Bir yerlere gelmek için mutlaka vesile olacak insan aramamız son derece gayet tabiidir. Fakat birkaç kez isteyip, isteklerimiz karşılık bulmuyorsa ısrar etmekten vazgeçmek gerekir. Çünkü üzerinde odaklandığımız meselede fazla ısrarcı olursak dilenci pozisyonuna düşmüş oluruz. Aslında görev istenmez, verilir. Fakat öyle bir hale geldik ki maddi isteklerde bulunmayanlar köşe bucak itilmiş pozisyondalar, isteyenler ise bir şekilde köşe başlarını tutmuş ağa durumdalar. Zaten azcık idealist bir ruha sahip olsan insan bir üst makamda bir şey isteyeceği zaman her haliyle çekingenliği yüzünden okunduğunu görürsün, ama fikirsiz, pragmatist tipler öyle değil, gayet rahat vurdumduymaz tavırlarıyla isteklerini sunabildikleri gibi, genellikle de istekleri yerine getirilir de. Sanki harami bekçileri konumundalar. Oysa idealist insanların amacı yönetilen değil yöneten konumuna gelip daha iyi bir hizmet verebilmektir. Bunu fazlasıyla hak ettiklerini düşünüyorum. Çünkü etrafımızda birçok şahit olduğumuz örneklere baktığımızda onların geç bile kaldıklarını söyleyebilirim. Çünkü mevcut hükümetin aleyhinde bulunup maksadı aşan ithamlarla eleştirip yine bu dönemde pragmatist bir anlayışla belli yerlere gelenleri gördükçe içim parçalanıyor. Dolayısıyla idealist ruhlu insanların bir köşeye itilip idari makamlardan uzak kalmalarını etik bulmuyorum.
Şöyle bir etrafımıza analitik gözle baktığımızda çok daha bambaşka âlemler görmek mümkün. Ruh sahibi insan yaptığını söylemekten de imtina eder. Zaten öylede olmalı. Bu yüzden atalarımız kişinin ayinesi işidir lafa bakılmaz demişler. Nitekim ayinesi iş olan insanlar fırsat düşkünü değildirler, onurlarıyla yaşamaya çalışan tiplerdir. Onlar aynı zamanda çevrelerinde şahit oldukları bir takım pragmatist, fırsat düşkünü insanların bir makam uğruna kırk takla attıklarını gördüklerinde üzülen insanlardır.
http://www.facebook.com/pages/Alperen-G%C3%BCrb%C3%BCzer/141391522610124?ref=ts