KAN DEMEK CAN DEMEKTİR
KAN DEMEK CAN DEMEKTİR
ALPEREN GÜRBÜZER
Belli ki Şair;
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır,
Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır” derken boşa söylememiş. İşte bu mısralar eşliğinde her göndere çekilişinde bayrağımıza şan katan kırmızı renge mest oluruz hep. Hatta nice yiğitler bayrak uğruna toprağın bağrında şehit düşer de. Zaten al bayrağımız rengini bu toprağın bağrına düşen şehit kanlarından almıştır. Bu yüzden derler ki gecenin karanlığında şehit kanları üzerine düşen hilal ve yıldızın yansımasından ötürü o gün bugündür ay yıldızlı bayrağımız sembolümüz olmuştur. Madem bayrağımız kanla anlam kazanmış, peki o zaman al bayrak üzerindeki hilal ve yıldız motifleri yerine vücutta yaklaşık 13 litre civarında bulunan kanın mikroskobik incelemesi yapıldığında, acaba hangi şekilli elemanlarla donatılmıştır diye merak etmişizdir elbet. Nitekim damardan alınan bir sıvı kan konik tüpe konulduktan bir süre sonra kanın pıhtılaştığını gözlemleriz. İşte pıhtılaşan kanın üste oluşan hafif sarı renkli tabaka serum olup, içerisinde başta %90 su olmak üzere geri kalan %10’u protein, yağ, karbonhidrat içeren birtakım biyokimyasal maddeleri taşıması hasebiyle kan plazması adını almıştır. Plazmanın altında kalan kısım ise kırmızı görünümlü olup, içerisi kanın şekilli elemanlarının bulunduğu bir mekândır. Şurası muhakkak plazmanın dış görünümüne bakarak içerisinde ne var ne yok bilmemiz mümkün değil, ama birtakım biyokimyasal tetkikler sonucunda protein, tuz(elektrolit), glikoz, amino asit ve diğer birtakım önemli hayati maddelerin bulunduğunu fark ederiz. Hakeza kanın şekilli elemanları da öyle, onları da ancak mikroskop altında izleyerek anlıyoruz. Şöyle ki; K3EDTA’lı bir tüpe alınan sıvı kandan hazırlanan periferik yayma peraparatlarının mikroskobik incelemesinin sonucunda:
“ —Akyuvarlar (lökositler- kandaki toplam sayısı 25–100 milyardır),
—Alyuvarlar (eritrositler- kandaki toplam sayısı 25 trilyondur),
— Kan pulcukları (trombositler)” diye üç ana elamanın varlığına şahit oluruz.
Peki, kan yapımı nasıl gerçekleşiyor, ya da biyolojik açıklaması nasıl derseniz, şimdilik izleyelim görelim derim.
Dalak
Dalak kan yapıcı ve yıkıcı lenf organı olup, içerisinde lenf sıvısı yerine kan sıvısı vardır. Ancak burada ki kan daha çok hemolenfe benzemektedir. Dalağın başlıca özelliği ise;
—Vücudun korunmasında rol oynaması,
—Vücudun en büyük lenf dokusu olması,
—Kan süzüm işlemi yapması (filtre organı olarak iş görmesi),
—Demir depolama, hormon yapımı, makrofaj yapımı, antikor yapımı, lipit depolama, hormon yapımı ve lipit depolama gibi faaliyetlerde bulunmasıdır.
Madem her şey fani, o halde bir kan hücresinin geçireceği hayat süresi elbette sınırlı olacaktır. Mesela bir alyuvar hücresi biyokimyasal faaliyet sürecini 120 günde tamamlamaktadır. Öyle ki yaşlanan alyuvarlar yıkıldıklarında bile bünyelerinde taşıdıkları işe yarar hemoglobin maddesini heba etmeyip, kendinden sonraki kuşaklara devr edebiliyor. Devredilen bu değerli miras, derhal akyuvarlar vasıtasıyla retikulo endotial sisteme (savunma örgüsüne) dâhil edilerek mevcut sistem içerisinde karaciğer tarafından demirin ayrışma işlemi gerçekleşir. Bilhassa ayrışan demir bağlandıktan sonra özgür hale getirilir. Derken serbest haldeki demir lüzumu halinde alyuvar üretiminde kullanılmak üzere muhafaza altına alınır. Bu arada arta kalan artık maddeler safraya girdiğinde yeşil renk alır, idrara taşındığında ise sarı renkli bir sıvı hale dönüşür. Peki, ömrü 120 gün olan alyuvar hücresinin son ebedi istirahatgahına uğurlanışı nasıl oluyor derseniz, bu yolculuk tıpkı insanın kabre uğurlanışı gibi alyuvarlarda kan dolaşım sistemi mezarlığına uğurlanarak süreç tamamlanmış olur. Tahmin etmişsinizdir bu mezar dalaktan başkası değildir. Nasıl ki toprağın bağrında çürümüş beden harmanlanıp ayrıştırılıyorsa, dalakta kırmızı pulpa filtreden geçen yaşlı alyuvarları parçalayarak bir başka ayrıştırma işlemi uygulamaktadır. Böylece her gün yüz milyonlarca hücre göç edip haşir misali canlar yeniden tazelenir. Yani ortalama 70 yıllık insan ömrü boyunca kan ve hücre yapıları 300 defa değişime uğrayıp yenilenmektedir.
Dalakta beyaz pulpa, kırmızı pulpa diye anılan süzgeç dokular sadece yaşlı alyuvarları parçalamakla kalmayıp gerektiğinde lenf ve kan da yaparlar. Şu da bir gerçek; dalağın normal rengi pembe ve üzeri kan damarlarıyla örtülü olsa bile bazı enfeksiyon ve kan yapımı bozukluklarına (anemi ve lösemi) paralel pulpalar arasında büyük değişiklikler görülebiliyor. Yani bu tür arızı değişikliklerde pembe renk koyulaşmasıyla birlikte kan damar sayısı azalacağından dalağın alınması icap edebiliyor. Ancak dalak alınmadan önce hastaya muayyen aralıklarla hormon tedavisi uygulanır. Bu tedaviden amaç dalağın görevini diğerlerinin sırtına yüklemek içindir. Nitekim hastadan dalak çıkarıldığı zaman (splenektomi) dalak görevini kemik iliği, ilişik lenf düğümleri ve karaciğer makrofajlarının üstlendikleri gözlemlenmiştir.
Kemik iliği- kan hücrelerinin yapımı (Hemopoesis)
Bilindiği üzere kan hücreleri normal erginde iki gruptur:
1-) Lenfocyt ve Monocyt: Bunlar lenfoid doku veya kemik iliğinde yapılır.
2-) Eritrosit ve Granulositler: Plazma değişikliklerine bağlı olarak kırmızı kemik iliği tarafından yapılıp, bunlar myeloid elemanlar diye bilinirler. Ancak bazı patolojik hallerde myeloid elemanlar; dalak, karaciğer, lenf düğümleri gibi dokularda üretilirler.
70 kg ağırlığında bir insanın kemik iliği düşünün, bu insanda kemik iliği 2600 gr (vücut ağırlığının % 4,5) olup, yeni doğan bir çocukta ise iki yaşına kadar hem aktif kemik iliği (kırmızı kemik iliği) hem de inaktif kemik iliği (sarı kemik) bulunur. Dahası yaş ilerledikçe ilik rengi sarıya dönüşüp zamanla renk eşitlenir de. Anlaşılan kanımızın her damlası üretilen kaynak yatağında ilahi güç tarafından plazma, mineral, besin ve diğer hücre elamanların ortak karışımıyla donatılıp öyle servis edilmiştir. Böylece bu mükemmel donanımlı hayat pınarından vücuda her 10 saniyede bir eritrosit mamulü takviye edilmektedir. Hiç kuşkusuz bu kaynak pınarın adı; kemik iliğidir. Kemik iliği sadece kırmızı kan hücrelerini değil hemen hemen kanın tüm şekilli elemanlarını (lökosit, trombosit vs) kapsayan bir hayat kaynağıdır. Yani hepsi bu pınardan doğup beslenerek dolaşım sistemine renk katmaktadır. Aynı zamanda kırmızı kemik iliğinin %70'i yağdan meydana gelmekte olup, ancak soğuk bölgeler bundan istisnadır. Çünkü buralarda yağ depolama ve eritrosit tüketimi çok daha hızlıdır. Keza uzun süre açlık ve bazı hastalıklarda myeloid miktarı (kemik iliği miktarı) azalacağından doku süngerimsi yumuşak bir vaziyet alıp yağ depolama işlemi sekteye uğrayabiliyor. Ayrıca Lenf doku içerisinde serbest hücreler diye bilinen bir grup hücre daha var ki, bunlar % 30–50 arasında lenfe iştirak edip daha çok patolojik hallerde çoğalmaktalar. Normal halde bu hücreler kan dolaşımında görülmezler. Zaten görülmemeleri icap eder. Zira kanda görüldükleri zaman myelogenus levkoni (öldürücü lösemi) diye anılan kan kanseri karşımıza çıkacaktır. Kemik iliği bu kadarla sınırlı değil elbet. Bunun eritroblast ve myelosit gibi safhaları da var. Şöyle ki; eritroblastlar:
—Basofil,
—Polikromatofilik,
—Normoblast olmak üzere üç tiptirler.
Basophyl hücresi normal kan hücrelere en yakın tip olup, şekilce ameboid değildir. Fakat üç günde olgunlaşma kabiliyetine sahiptir. Aynı zamanda basofiller mitoz bölünmeyle çoğalırlar, ancak yaşlandıkça sayıları azalma seyri gösterir.
Polikromatofilik, erken devrede çekirdekli olup (memelilerden deve ve lama hariç) yaşlılarda çekirdeksiz yapıdadır.
Normoblastlar, eozinofil boyasıyla boyandığında eritrositlerden biraz daha büyük olduğu ve kanama hallerinde çoğaldıkları gözlemlenmiştir. Aslında sayıca eritrosit sayısının %1'inden daha azdırlar, ama hemoglobin bolca bulunur. Olgunlaşmamış olanlarında ise normal hemoglobin görülmez, sadece ömür safhası kısa olan bir Prohemoglobin bulunur. Bu arada Normoblastlar vitamin B12 ile nükleosit sentezi ve megalosit yapımına da iştirak ederler.
Myelositler
Değişim ve dönüşüm sadece sosyal hayata mahsus kavram değil tabii. Zira hücre âleminde her salise değişim ve dönüşüme şahit olmak mümkün. Nitekim myelositler tipik kemik iliği hücreleri olup başlangıçta promyelosit (ilk hücre) şeklindedir, daha sonraki safhalarda ise myelosite dönüşürler. Hatta stoplazmik bazofilin %20–30’u myelositler tarafından taşınır. Peki, myelosit neye dönüşür derseniz, onlarda mitozla çoğalıp olgunlaşarak metamyelositlere dönüşür. Ayrıca metamyelositlerin myeloblast yapımı sağlayan bir görevide söz konusudur.
Anlaşılan savunma sisteminin temeli kemik iliğidir. Bilhassa kemik iliğinin en gözde elamanı sayılan mezanşim hücreleri lökosit (akyuvar) üretmektedir. Hatta lenfositleri bile mezanşim hücreleri imal eder. Üstelik imal edilen her bir lenfosit göğüs kemiğinin altında bulunan timus bezinin kontrolünde eğitilir. Zaten eğitilmeleri de gerekir. Çünkü vücuda giren yabancı maddeleri daha önce kendisine yüklenen şifreler sayesinde tanıyacaktır, şayet tanıyamazsa lenfosit bu sefer kendini yok etme durumda kalacaktır. Bunun anlamı kendisinin bir anlamda intiharı demektir ki; bu noktada doku nakli, organ nakli denilen tedaviler devreye girmek zorundadır. Dolayısıyla lenfositlere bir başka gözle bakarız, değim yerindeyse onlar vücudumuzun kontrol amirleridir. Öyle anlaşılıyor ki sıradan bir hücre sandığımız savunma hücreleri, kan hücreleri üretebiliyorlar. Neyse ki akyuvar üretiminde kırmızı kemik iliği yalnız değil, bu iş için karaciğer, dalak ve bademcik gibi lenf dokularda akyuvar üretimine katkıda bulunurlar. Derken üretilen akyuvarlar, çeşitli yollarla kana geçip edilgen (pasif) halden aktif konuma terfi ederler. Mesela aktif hale gelmiş bir lökositin asıl birincil fonksiyonu fagositoz eyleminde bulunup bakteri imha etmek olacaktır. Özellikle Akyuvarların bir cinsi var ki büyük parçaları bile imha edebilecek güçte yaratılmışlardır. Bu cins elbette ki monocytten başkası değildir. İşte bu yüzden monositlere makrofaj denmiştir. Nötrofiller ise fagositik (yutma) kabiliyeti biraz daha az olan hücrelerdir. Bu arada lenfositler de fagositoz yaparlar, ama onların yutma işlemi diğerlerine göre daha sınırlı ölçüde gerçekleşir. Genellikle fagositoz özellik içeren alyuvarlar bünyesinde boyanabilen birçok hidrotik enzim ihtiva eden granüller bulundurur. İşte söz konusu enzim sayesinde birçok düşmanın üstesinden gelebiliyorlar. Ayrıca akyuvar bünyesinde enzimin dışında öldürücü bakterisit maddelerde mevcuttur. Mesela granülosit içerisinde ki hidrojen peroksitin (oksijenli su) varlığı bunun tipik misalidir.
Şurası muhakkak iltihabı durumlarda bakteri ve diğer irritantlar (iltihap) vücuda girince organizmada permeabilite artmaktadır. Yani bakteriler plazma yoluyla bir yandan doku ve doku aralarına geçerken diğer taraftan nötrofiller boş durmayıp kapiller damarlardan dokuya geçiş yapmaya çalışarak bakteriyel iltihaplara yol açan yabancı cisimleri fagosite etme teşebbüsünde bulunacaktır. Ancak doku aralarında kalan bakteriler habire toksin saldıkları için kapiller yoluyla sızmaya çalışan nötrofillerin bu teşebbüsü fiyaskoyla sonuçlanıp kapı dışarı edileceklerdir. Bu durumda krem kıvamında yeşilimsi gri renkli ölü nötrofil toplulukları oluşup bunlar Tıp dilinde cerahat veya Pü adını alır.
Lökositler kan içerisinde 6 değişik tip polimorf şekillerde olup, enfeksiyonlara karşı emniyet görevi yapan çekirdekli hücreler olarak bilinirler. Dolayısıyla lökositler çekirdek yapılarına göre:
—Eozonofil,
—Bazofil,
—Nötrofil,
—Monosit,
—Lenfosit,
—Plazma hücreleri diye tasnif edilirler. Ayrıca eozonofil, bazofil ve nötrofil çekirdeklerinin tanecikli olmaları hasebiyle her üçü bir arada granülosit adını alırlar.
Konuyu biraz daha açacak olursak; kan içerisinde farklı bir şekilde değişikliğe uğrayarak hem alyuvarları hem de akyuvarları meydana getirme kabiliyetine haiz hücrelere hemositoblast denmektedir. Hemositoblast bir yapıdan alyuvara dönüşüm safhasına kadar ki bölümün ara kademelerini teşkil eden hücreler ise proeritroblast, eritroblast (normoblast), normositer ve retikülosit olarak kategorize edilir. Hatta bu ara seride az da olsa ilk hemoglobin sentezi eritroblast safhasında başlar. Neyse ki sonraki kademelerde Hb teşekkülü gitgide artış gösterebiliyor. Normosit ve daha evvelki safhalara baktığımızda kan hücrelerinde nükleus mevcut olup, retikülositlerde nükleusun ancak kalıntısı görülmektedir. Eritrositlerde ise malum nükleus hiç yoktur.
Polimorf çekirdekli lökosit ve monositler kemik iliğinden yapılırlar. Lenfosit ve plazma hücreleri ise lenfoid organ veya dokularda yapılırlar. Şurası muhakkak akyuvar üretimi için devamlı B kompleks vitaminlere ihtiyaç vardır. Çünkü X ışınları, radyoaktif ışınlar, birtakım ilaçlar ve bir kısım zehirli maddeler akyuvar üretimine zarar verebiliyor. Ki; bu durumda ister istemez vücudun savunma sistemi olumsuz etkilenip hasta olmamıza neden olacaktır.
Bilindiği üzere lenfoid doku ve organların lenf düğümleri (özellikle bağırsaklarda ve çeşitli organlardaki lenfler), dalak, timus tonsilla (bademcik) gibi lenfoid yapılar teşkil eder. Lökositlerin bir kısmı özellikle granülositlere ihtiyaç duyuncaya kadar kemik iliğinde depo edilmiş halde kalırlar. Böylece ihtiyaç hâsıl olduğunda granülositler depolardan salınarak kan dolaşımına geçerler. İşte bu durum lökositlerin kandaki hayat sürelerinin kısa olduğunu işarettir. Şöyle ki granülositlerin kandaki ömrü yaklaşık 12 saat olup, enfeksiyon esnasında ise 2–3 saattir. Monositler ise aylarca kan ve dokularda dolaşabiliyor, ancak herhangi bir iltihabı durumlarda hayatları sona erdiği gözlemlenmiştir.
Akyuvarlar (lökositler)
Kemik iliğinde bir miktarda olsa muhtemel tehlikelere karşı yedek kuvvet olarak akyuvarlar konuşlandırılmış durumdadır. Bu yüzden akyuvarlar (lökositler) tıpkı bir amip gibi büyük damarların iç cidarından yapışık kalmış ve her an mevzisinden çıkmaya hazır, vücuda bir şekilde sızmış mikropları zararsız hale getirebilecek güçte askeri timlerimiz olarak anılırlar. Dolayısıyla lökositler mikropların korkulu rüyası sayılıp, 1 mm3 kanda 4–10 bin sayı civarındadırlar. Bu arada akyuvarların kanda ki ömürleri 10 günle sınırlı olup, ardından ölen hücrelerin yerine yenileri gelmektedir. Bilindiği gibi vücutta bir hastalık tehlikesi belirdiği anda akyuvarlar kılcal damar çeperine doğru hareket ederek hızla çoğalıp hazır ol duruma geçerler. İyi ki de çoğalıyorlar, aksi takdirde bu savaş alanında her an kurda kuşa yem olmakta var. Bu yüzden lökositler ameboid hareketlerle yabancı maddeleri sindirdiklerinde, bu duruma fagositoz denmektedir. İşte bu sindirme olayına bağlı olarak kan içerisinde arta kalan artık maddeler özellikle plazma veya alyuvarlar içerisinde yer alırlar. Nitekim lenfositlerin bir mikrobu yutma, yani fagositize etme olayı 38,5 derecede cereyan eder. İşte bu noktada ateşin artması mücadelenin başlaması manasınadır. Bu nedenle başlangıç noktası itibarı ile 38,5 derecelik ateş büyük bir nimettir. Dolayısıyla bilinçsizce ateşi hemen düşürmeye kalkışmamalı. Aksi takdirde savunma mekanizmasının aksi yönde işlemesine yol açabiliriz. Farz-ı muhal bir mikrobun bir saatte 15 milyon sayıda ürediğini düşünürsek o vücudu neler beklediğini siz hesap edin. İster istemez böyle bir durumda vücudun normal ateşi tırmanıp tıpkı tüberküloza yakalanan hastalarda olduğu gibi bir anda akyuvar sayısı 30.000’i bulabiliyor. Demek ki düşmanla karşılaşan akyuvarlar önce mevcut hacmini büyütüp makrofaj vaziyetine dönüşür, sonra hem kendi etrafında hem de mikrobun etrafında suratlı bir şekilde dönmeye başlar. Daha sonra da yalancı ayaklar çıkararak fagositoz bir eylemle mikrobun etrafını sarıp onu yutmaya başlayacaktır. Yuttuktan sonra ise son derece ileri bir seviyede tahrip gücü fazla bir teknolojik donanım devreye girip bir yandan mikrop sindirilir öte yandan mikrobun kana saldığı zehri tesirsiz hale getirici maddeler salgılanır. Böylece vücuda bağışıklık kazandırılır. Şöyle ki lökositler damar endotelinden geçerek dokuya sızarlar. Şayet ortamda salgılanan bir kimyasal madde varsa kemotaksis bir refleksle bu maddeleri bulmaları gerekir, bulamazlarsa çekilirler. Derken akyuvarların hareket istikametini belirleyen kemotaksis yoluyla hastalıklara karşı korunmuş oluruz. İşte bu yüzden gerek yabancı madde artıkları, gerekse bakteri ölüleri veya toksinlerin akyuvarı cezp etmesi sonucunda gerçekleşen refleks olayına kemotaksis denmiştir. Kelimenin tam anlamıyla akyuvarlar yıkıcı ajanlara karşı vücudumuzun hareket komandolarıdır.
Peki, akyuvar komandoları vücuda giren bu yıkıcı ajanları nasıl tanıyor derseniz, gayet kolay. Akyuvarların negatif yüklü, yıkıcı ajanların da pozitif yüklü olması ona düşmanını teşhis etme avantajı verir. Zira fizikte bir kural var zıt yükler birbirini çeker diye. O halde zıt yüklü yabancı ajanlar her halükarda yakayı ele vermekten kurtulamayacaklardır. Hadi yakayı ele vermediklerini farz etsek bile vücut şah eserimizde dolaşan gizli istihbarat elemanları ne güne duruyor. Nitekim birtakım istihbarat elemanlar sayesinde yabancı ajan derhal kodlanıp akyuvarın bir noktada işini daha da kolaylaştırdığı gözlemlenmiştir. Mesela nötrofil alkali ortamda 5–25 düşmanı bertaraf ederken, monocytler ise asit ortamda 100’ü aşkın ajanı bertaraf edecek güce sahiptirler. Bu durum bilim adamların zihninde bir ufuk açmış olacak ki birtakım laboratuar analiz çalışmaları sonucu hastada var olan cerahatin teşhis edilmesiyle birlikte artık asit veya alkali tedavi yöntemleri yapılabiliyor. Genellikle pratikte cerahat üzerine tükürüldüğünde sapsarı olursa asidiktir, bu durumda bol limon yeme tavsiye edilir. Şayet kahverengi ve kırmızı renk veriyorsa baziktir, bu durumda o bölgenin suyla yıkanmasının yanı sıra sulu yemek yenilmemesi tavsiye edilir.
Vücudun yabancı bir cisme karşı gösterdiği reaksiyon ültimatom niteliğinde olup, genelde bu tür reaksiyonlar birçok hormon ve hücrenin cevabı niteliğinde bir olay olarak ta değerlendirilir. İşte bu durum Tıpta vücudun bağışıklık kazanması manasına immün sistem diye tarif bulur. Bu sistem sayesinde organizmaya yabancı kalan hem büyük moleküllü karbonhidratlar hem de proteinler antijen meydana getirirler. Lenfatik dokuda yapılan gama globülinler ise antikor adını alırlar. Tariften anlaşıldığı üzere antikorlar kan ve lenfte spesifik gamma globülinlerin sentez edilmesi sonucu meydana gelirler. Hatta antikorlar genelde antijenlerin kana girmesiyle birlikte ortaya çıkarlar. Fakat şurası muhakkak bir organizma kendi antijenlerine karşı antikor üretmez. Yani vücut hücresinin tanımadığı durumlarda ancak antikor yapımı söz konusu olabiliyor.
Akyuvarlar tüm hıncıyla bakterilere karşı savaşırken, öte yandan hasar görmüş dokuları tamir maksadıyla histamin salgılamayı da ihmal etmezler. Aslında salgı olayı hasar görmüş dokunun şişmesi, su toplaması ve kızarması olayının ötesinde vücutça alınan bir tedbirin bir işareti sayılmaktadır. Belki de vücut bu tedbiri almasa hasar görmüş bölgede bakteri ve toksinler hızla çoğalıp geniş bir alana sirayet edeceklerdi. Bu yüzden bu tip yaralanmalarda doktorlar iltihap bölgesindeki şişmeden ötürü hastaya histamin gibi damar genişleticiler vererek hem antikor- antijen birleşmesine yardımcı olurlar, hem de akyuvarların rahat nefes alma imkânına kavuşması sağlanmaktadır. Fakat bu tip ilaçlar her an otoimmün (bağışıklık) hastalıklar grubu içerisinde allerjik reaksiyon verebiliyor. Zira allerji halinde eozonophyl sayısının arttığı gözlemlenmiştir. Ayrıca parazit hastalıklarında eozonofillerin antikor yapımında hazırlayıcı rol oynadıkları tespit edilmiştir. Şayet mikropların yayılmasına engel olunamazsa bu sefer lenf sistemi devreye girecektir. Zaten guddelerde şişmelerin nüksetmesi olaya lenf sisteminin el attığı anlamına gelir. Oldu ya mikroplar bura da durdurulamadı, artık bu noktadan sonra mikroplar açısından kana karışmak çok zor olmayacaktır. Böylece vücut daha büyük çapta enfeksiyonla karşı karşıya kaldığını ilan edecektir
Değim yerindeyse akyuvarlar vücudun sağlık görevlisi, alyuvarlar ise vücudun beslenmeye yönelik ambar görevlisidir. O halde birazda ambar görevlisinden bahsedebiliriz.
Alyuvarlar(eritrositler)
Ambar görevlisi alyuvarlar genellikle kemik iliğinde üretilip bu mekândayken çekirdek haldedir. Bu yüzden kemik ilikleri üretim hane olarak anılırlar. Kemik iliği aynı zamanda içerisi mükemmel bölmelerin bulunduğu kanal sistemiyle donatılmıştır. Öyle ki kanalcıklar arasında endotelial sistem denilen savunucu ve kan yapıcı bir tek hücreden her çeşit hücre imal edilebiliyor. Hatta bunlara eritrositte dâhildir. Alyuvarlar (eritrositler) ne zaman ki çocukluk ve gençlik dönemlerini bitirip olgunlaşma evresine gelirler, işte o vakit çekirdeksiz disk şeklinde hücre yapısına dönüşmesiyle birlikte dolaşıma geçip vücut için ab-ı hayat olurlar. Belli ki çekirdeksizlik avantaj olup damar içerisine geçişte elastiki kolaylık sağlamaktadır. Kaldı ki elastikiyet bir yana çekirdeksizlik oksijen nakli açısından da büyük bir kolaylıktır. Dolayısıyla iyi planlanmış bir tasarımın gereği milyarlarca hücre oksijensiz kalmamaktadır. Bu yüzden kaynak yatağında (kemik hücrelerinde) çekirdekli halde bulunan alyuvarlar aşırı kan kaybı durumları hariç olgunlaşmalarını tamamlamadan asla kana karışmalarına müsaade edilmeyecektir.
Bilindiği üzere 1 mm3 kan içerisinde ortalama 4–5 milyon civarında alyuvar bulunup, bunlar mezanşim hücrelerinin imal ettiği oksijen paketlerini ihtiyaç sahibi doku ve doku hücrelerine götürme vazifesiyle donatılmışlardır. Zaten alyuvar ihtiyacını belirleyen unsur doku oksijen ilişkisidir. Oldu ya dokular bir şekilde oksijensizlikten alarm vermeye başladı, bu durumda ister istemez alyuvar üretimi hız kazanacaktır. Peki, alyuvarlar dokuların oksijensiz kaldığını nereden bilecek derseniz, dokuları yaratan elbet bu durumu haberdar edecek sistemi kurmuş olacaktır. Nitekim bu iş için eritroprotein denen hormon görevlendirilmiş. Böyle bir sistem kurulmasa oksijensiz kalan vücudun çökeceği muhakkak. Ayrıca şu bir gerçek alyuvarlar dokulara oksijen nakletme başarısını hemoglobine borçludur. Zira eritrositlerin yapısında bulunan demir içeren kırmızı boya türünden “hem” faktörü ile bir protein olan globin’in birlikteliğinden doğan hemoglobin maddesi kolaylıkla oksijen ve karbondioksitle birleşecek kabiliyette olduklarından kana bir yandan kırmızı renk vermekteler, diğer yandan karbondioksitin dokulardan temizlenmesi için akciğerle işbirliği yaparlar. Bu yüzden eritrositler çekirdeksiz ve küremsi tanımlamanın ötesinde bütün vücuda besin, O (oksijen) ve CO2 taşıyan hücreler olarak bilinirler.
Kemik iliğinde yaklaşık ayda 400–500 mikro litre eritrosit yapımı gerçekleşmekle birlikte teşekkül hızı ise kandaki oksijen basıncına bağlı olarak değişebiliyor. Mesela yüksek rakımlı yerlerde anormal bir şekilde vücutta eritrosit yapımı çoğalabiliyor. Çünkü yüksek rakımlı yerlerde oksijen oranı az olup, bu durum beyne gelen oksijen miktarını azaltarak aşırı kalp atışlarına sebep olabiliyor. Dolayısıyla aşırı kalp atışları neticesinde polisitemi hastalığı vuku bulacaktır. Yine bu ve buna benzer bir başka olay koşma halinde görülmektedir. Malumunuz halk arasında “Harekette bereket var” denilse de koşmakla dokuların oksijen ihtiyacı hız kazanıp, dalağımız ister istemez kasılarak dolaşıma kan vermek zorunda kalacaktır. Hatta çoğu kez koştuğumuzda sol böğrümüzde (yanımızda) hep ağrı hissederiz ya, işte o sızı dalağın kasılmasıyla ilgili durumdan başka bir şey değildir. Bu arada dalaktan başka kanın oksijen seviyesini ayarlayan bir diğer mühim organımız böbreğin ortaya koyduğu faaliyetleri de unutmamak gerekir. Çünkü böbrekler, böbrek üstü bezlerin salgıladıkları eritropin hormonu sayesinde gerektiğinde alyuvar üretimi noktasında kemik iliklerini uyarıp vücudumuz zinde tutulmaya çalışılır. Belli ki sistemin en ufak dalgınlığa tahammülü yoktur, her şey olabilecek hataya meydan verilmeden en ince ayrıntısına kadar hesaplanıp uygulamaya konulmuş durumdadır.
Eritrositler kanda az olduğunda aneminin (kansızlık) yanı sıra alyuvarın sayıca artmasına paralel Hb (Hemoglobin) birikmesi gibi arızalar belirebiliyor. Madem 100 mililitre kanda ortalama değer 14 gram hemoglobin bulunması gerekir, o halde bunun üstü de tehlikeli altı da. Üstüne çıktığında Hemokromatoz hastalıklar, altına düştüğünde ise halk dilinde kansızlık diye tabir edilen anemi hastalığın çıkması kaçınılmaz olacaktır. Hatta Hemokromatoz esnasında fazla miktarda ki demirin karaciğere bağlanmasıyla siroz, kalbe yerleşmesiyle kalp yetmezliği, pankreasa odaklanmasıyla da şeker hastalığı şeklinde sahne alabiliyor. Bir başka gerçek var ki; o da B12 vitaminin kemik iliğinin özü mesabesinde olmasıdır. Dikkat edin öz diyoruz üvey değil. Tabi işin şakası bir yana 'öz' sadece akrabalık ilişkileri için zikredilmiyor, biyolojide menba (kaynak) manasına kullanılır. Yani her şeyin bir özü var, öz bozulursa biranda dengeler altüst olabiliyor. Dolayısıyla B12 vitaminin eksikliği kansızlık doğurmaktadır. Yine de her şeye rağmen kanımızın rengini tayin eden hemoglobin maddesi bu açığı kapatmak adına bütün enerjisini eritrosit yapımına adamayı ihmal etmemektedir. Anlaşılan hemoglobin molekülü sıradan bir molekül olmayıp, aksine bileşiminde başta dört atomluk demir olmak üzere toplam 10.000 atomdan meydana gelen bir ünitedir.
Anlaşılan anemi kemik iliğinin azalması, demir ve B12 vitamini eksikliğine bağlı olarak ortaya çıkabilen bir hastalıkmış. Hatta gama radyasyonunun etkisine maruz kalan insanlarda kemik iliğinin harap olmasıyla birlikte öldürücü anemi ortaya çıkabiliyor. Görüyorsunuz kana renk katan eritrositler can demek, bu canın azlığı kansızlığa neden olmakta, böylece bir kez daha “Kan demek can demek” sözü aklımıza kazınmış oluyor.
Kemik iliği fabrikasında yaratılış birçok safhalardan geçmek suretiyle gerçekleştirilir. Bu safhalardan sonra kana geçen alyuvarların her birine verilen 100–120 günlük ömür süresi içerisinde vazife gördükten sonra akıbetleri ölümle sonuçlanır. Yani alyuvarlar 120 gün içerisinde oksijen taşıyıp akabinde yaklaşık 1 milyondan fazla eritrosit hayata veda ederler. Bu durumda vücut, kandaki alyuvar sayısını korumak için yeni alyuvarlar üretmeli ki ölenlerin yerine yenileri devreye girebilsin, zaten vücut üretir de. Dile kolay eritrositler küçük damarlardan geçişi sırasında incelip uzarken ister istemez enerji sarf etmekteler. Fakat enerji temin eden enzimler kullanıldıkça ömür sınırları azalmakta, derken eritrositler damardan geçerken incelip uzayamadıklarından parçalanıp mevta olurlar, yerine yenileri devreye girer. Nihayet “Her dem yeniden canlar tazelenir” misali kanda bile haşir olayı gerçekleşir. Dahası yeni doğanlar hayata göz kırpıp emrin gereği iş başı yaparlar. Tabii bu durum sinir hücreleri için geçerli değildir. Zira sinir hücrelerinde kaybolanın yerine yenisi gelmez, üstelik bu eksiklik ömür boyu devam eder bile. Yani sinir hücreleri canlının yaşama ömrü ile sınırlıdır.
dedekorkut1
21 Ocak, 2012 - 19:59
Kalıcı bağlantı
KAN DEMEK CAN DEMEKTİR -2
KAN DEMEK CAN DEMEKTİR -2
ALPEREN GÜRBÜZER
Evet, eritrositlerin 120 günlük bir hayatından söz ettik. Peki, bu sınırın istisnası yok mu derseniz, elbette var. Şöyle ki; belki orak hücreli anemi hastalarını duymuşsunuzdur. Bu hastaların tipik özelliği doğuştan alyuvarlarının arızalı olmasıdır. İşte bu arızalı orak hücreli alyuvarlar kan içerisinde 120 günü dolduramayan cinsten hücre olduklarından görevlerini yerine getirememek gibi bir takım sıkıntı yaşarlar. Mesela bu sıkıntıların başında alyuvar eksikliği gelip, bunun adı hepimizin bildiği anemi demektir. Yine bir başka anemi türü Talasemi denen Akdeniz anemisi ise çapça küçük kolayca yırtılabilir olması hasebiyle görevini yapamamaktadır. Dolayısıyla buda ister istemez bir tür kalıtsal kan hastalığına neden olmaktadır. Hakeza birde Aplestik denen bir anemi var ki, içlerinde en büyük tehlike arz eden bu olsa gerektir. Çünkü bu tür hastaların kemik iliği alyuvar üretemediklerinden artık ölüm onlar için kaçınılmaz bir alın yazısına dönüşmektedir. Öyle anlaşılıyor ki tüm anemi vakalarının ortak bir paydası damarlardan dolaşan kanın ihtiyaçtan az olmasına paralel dokuların az miktarlarda oksijenle buluşturulması sonucunda bir takım organların verimi düşmesine yol açan hadisenin yaşanmasıdır. Kanda aşırı derecede alyuvar sayısı fazla olursa, bir kez daha hatırlatmakta fayda var polisitemi hastalığı nüksedip, bu vaka damarlarda kan tıkanıklığı ve kan yapıcı organların tümörleşmesine sebebiyet verecektir.
Trombositler (kan pulcukları)
Trombositler kemik iliği kök hücrelerinden teşekkül edip, kanın pıhtılaşmasını sağlayan 2–4 mikron çapında renksiz kan pulcuklarımızdır. Bunlar 1mm3 kanda 200–400 bin kadar bulunup, daha çok hasar görmüş doku bölgelerinde tıkaç oluşturmakla görevlidirler. Gerçekten de hasara uğramış bir dokunun önce şiştiği, sonra giderek yaygın halde çıkıntılar oluşturduğu ve daha sonra yapışkan hale geldiği gözlemlenmiştir. Dikkat ettiyseniz özellikle yapışkan diyoruz, ama ne yapışkanı. Herhalde piyasada satılan bildiğimiz yapışkan maddeler değil. Belli ki bu yapışkan madde bizim bilmediğimiz, fakat uzmanların çalışmaları sonucunda fark edilen mukopolisakkarit içerikli, ipliksi, protein içeren ve hücreler arası bağlantıyı kurabilecek nitelikte kollogen liflerdir elbet. Hatta yapıştırma işlemleri esnasında yalnız değildir, iş bölümü gereği ADP salgısı salgılanıp gerektiğinde diğer takviye kuvvetleri de göreve çağrılır. İşte bu noktada olay yeri bir anda eski ekip yeni ekip buluşmasına tanık olur. Derken gelen ekip trombositle birlikte yarayı tıkamak adına tampon güç oluştururlar. Tıkaç işleminin inşası biter bitmez bu sefer trombin salgılanıp tamponlanan bölge daha da mantolaştırılarak (sertleştirilip) pıhtılaşmayla ilgili işlemler tamamlanmış olur.
Anlaşılan o ki trombositer hormonunun olay yeriyle ilgili ikazları anında karşılık bulup trombosit kuvvetlerini harekete geçirmeye yetebiliyor. Yani talimatın gereği “Evet, mesaj alınmıştır” denilip, kanda sıvı halde bulunan fibrinojen fibrine dönüştürülür. Böylece trombositler, trombositer hormonu veya bünyesinde bulunan fibronejen madde sayesinde kanamalar anında durdurulmuş olur. Fibrin burada bir nevi yara sarıcı iplik veya yapıştırıcı madde rolü üstlenmiştir. Özellikle fibrin iplikleri damar kavşağının önüne duvar örmesi sonucunda (yumakçık-kan pıhtısı) kan plazmasının damar içerisine geçişine izin vermezler. Nasıl ki bir yırtılmış su kırbası dikiş veya yapıştırıcı ile tamir edilmediğinde içerisinde su kalmazsa, aynen öyle de vücudumuzun herhangi bir yeri travma sonucu delindiğinde önlem alınmaz ya da pıhtı faktörler devreye girmezse dolaşım sistemimizin kansızlıktan tarumar olacağı muhakkak. Dolayısıyla iplik deyip geçemeyiz, belli ki pıhtılaşmayla ilgili tüm faktörlerin kan kaybına tahammülleri yoktur. Bu yüzden onlar bizim cansiperane çalışan can yeleğimiz unvanını çoktan hak ettiler bile.
Demek oluyor ki trombositler olmasaydı vücudun herhangi bir yerinden meydana gelebilecek kan kaçağı sonucu ölüm kaçınılmaz olacaktı. Bu yüzden irfan sahibi bir bilim adamı incelediği trombositlere Yüce Allah tarafından vücuda tayin edilmiş pansuman uzmanları gözüyle bakmaktadır. Bu söz konusu uzmanlar küçük pulcuk yapıda renksiz cisimler olup, görünüm itibariyle yuvarlak veya disk şeklindedir. Çapları ise ortalama 3 mikro litredir. Dolayısıyla 1mm3 kanda ortalama 250.000 kadar trombocyt bulunmaktadır. Trombocytler aynı zamanda boyanma durumuna göre; erguvani renkte olanlar granülomer, soluk mavi olanlar ise hyalomer adını alır. Tabii bu konu burada bitmedi, dahası var. Şöyle ki trombocytler glikojen depo ettiklerinden yapışkandırlar. Yani yapılarında serotomin (damar büzücü) bulunduğu için kan kaybının önüne hızla geçilebiliyor. Nitekim damarların yırtık yerlerinde plak yapıp tıkaç (pıhtılaşma rolü ) rolü üstlenmelerinin yanı sıra ayrıca tromboplastin enzimi yapımında da bulunurlar.
Şayet trombocytler kan içerisinde normal bulunması gereken sayının dışında, ya da düşük seviyelerde seyrediyorsa pıhtılaşma defekti (bozukluk) oluşup purpura meydana gelecektir. Zaten kemik purpuranın en temel tipik özelliği kanın damar dışa çıkmasıyla birlikte doku araları veya lenf damarı içerisinde birbirlerine yapışık kümeler oluşturmasıdır. Dolayısıyla bu durum lenf damar tıkanıklığı, dokuda su birikmesi veya trombosit ödeme neden olacaktır.
Fibrin fibrinojenden teşekkül edip, üç fazdan oluşmaktadır. Mesela ön fazda yer alan protrombinaz pıhtılaşmayla alakalı 13 faktörden ilk dokuzunu (protromblastin sistemi) protrombine çevirdiğinden “protrombin–2” olarak tanımlanır. Yani trombin trombinazdan neşvünema bulmaktadır. Ki; trombosit sayının düşük olması veya trombinazın yokluğunda trombositopeni hastalığı (hemofili-kanama) ortaya çıkabiliyor. Bu yüzden bunun önüne geçebilmek adına son fazda fibronejen katı haldeki protrombini fibrine çevirme işlemini gerçekleştirerek büyük bir efor sarf etmiş olur. Yani trombin fibrin dönüşmesinde fibrinojen etken faktör olup, Tıpta bu etken maddeye efektif faktör (etkili faktör) denmektedir. Şayet etken faktöre rağmen hala kanamalar devam ediyorsa bu tip hemofili bir hastaya kan verilmesi gerekecektir.
Peki, kanın durdurulmasına yönelik pıhtılaşma işlemleri böyle yürürken bunun tam tersi kanın pıhtılaşmaması için ne gibi işlem yürütülmektedir? Her şeyden öte vücutta kanda pıhtılaşmayı önleyen antitrombin sistem bu iş için vardır. Özellikle bu sistem içerisinde heparin içeren plazma proteinleri çok büyük rol oynarlar. Heparin asit bir madde içerdiğinden, pıhtılaşmayı ancak heparin albümin kompleks donanımı sayesinde durdurmaktadır. Ayrıca heparin formaldehit bazik boyaların bulunduğu ortamda trombini inaktive edebiliyor. Hakeza bu sistemin fibrin eritici plazma özelliği de vardır, olması da gerekir. Çünkü herhangi bir kazaya maruz kalan hastanın periyodik bakım esnasında pıhtılaşma süreci devam etmektedir. Dahası, iyileşme aşamasına kadar pıhtı faktörü üzerine düşen görevi yaptıktan sonra orada kalmanın zarar vereceğini bilmişçesine kendi kendini yok edebiliyor. Zaten kendini ortadan kaldırmasa damarların tıkanmasına yol açıp risk oluşturacaktır. Zira buna meydan vermemek için 1–2 gün içerisinde birtakım aktivatör maddelerin etkisiyle fibrin eritici plazmonejen plazmine dönüşür. Böylece plazmin fibrini parçalayarak protein eritici (proteolitik) misyon yüklenmiş olur. Bu arada sistemi komple düşündüğümüzde bu iş içerisinde sitrat, oksalat, florür, Ca gibi birçok faktörlerin bile devrede olduğunu fark ederiz. Öyle anlaşılıyor ki plazminin biricik vazifesi fibrin üzerinde etki yapıp pıhtıyı eritmek olacaktır. Bu noktada akyuvarların görevi ise eriyen pıhtı artıklarını tahliye edip yaralanmış dokuda iz kalmamasını sağlamaktır. Görüldüğü üzere pıhtılaşma olayı rasgele işlemiyor, son derece planlı bir yapı söz konusudur. Elbette bazı istisnai durumlar olacaktır, oluyor da. Mesela plazma içerisinde aminoasitler, vitaminler, hormonlar, enzimler, şekerler, metabolitler, ilaçlar, aminoasitler, peptitler, glikopeptitler, laktik asit, hippurik asit, organik tuzlar, keton cisimleri, üre, ürik asit, NH3, safra boya maddeleri, bazı pigmentler, lipaz ve amilaz oluşan pıhtının rejenerasyonunu (yenilenmesini) güçleştirebiliyor. Hakeza pankreas hastalıkları esnasında artmakta olan amilazın kanın pıhtılaşmasını önlediği bilinmektedir. Bu durumda hastaya amilazın fazlasını dışarı atmak için idrar söktürücü ilaç veya serum verilmektedir.
Anlaşılan gerek vücut dokularında gerekse kan içerisinde bulunan yaklaşık 30 değişik türden maddenin pıhtılaşma olayıyla yakından ilgisi var. Söz konusu 30 değişik maddenin bir kısmı pıhtılaşmayı kolaylaştırırken diğer kısmı engelleyebiliyor. Aslında burada tez antitez ilişkisine dayalı bir olay fark edilip, bu bize bir kez daha denge olayını hatırlatmaktadır. Zaten normal bir kan içerisinde pıhtılaşmayı engelleyici faktörlerin baskın olması gayet tabiidir. Aksi takdirde kan dolaşımı pıhtı faktörlerinin kuşatmasına maruz kalıp normal yatağında akıp gidemeyecektir. Ayrıca bunlardan başka pıhtılaşmayı önlemeye yönelik damar iç yüzeyince emilmiş negatif yüklü protein tabakasının varlığı da apayrı bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani bu tabaka sayesinde kandaki pıhtı faktörü damar yüzeyince itilerek pıhtılaşmanın önüne geçilmiş olunur.
Evet, bir yandan normal durumlarda kan dolaşımının pıhtılaşmaması için tüm fonksiyonlar devreye girmesi sağlanırken, öte yandan olağan üstü durumlara özgü hasar görmüş dokuların tamiri için pıhtılaşma faktörleri aktif hale gelebiliyor. Böylece vücut şehrimizin virane olmasının önüne geçilmektedir. İşte bu yüzden Allah’a sonsuz hamd-ü senalar olsun diyoruz. O halde Yüce yaratıcının vücudumuza yerleştirdiği kanın pıhtılaşmasına etki eden faktörleri şöyle kategorize edebiliriz.
1- )Protromboblastin faktörler
—Fibronojen,
—Protrombin,
—Tromboblastin,
—Ca,
—Ac-globülin,
—Accler globülin,
—Prokonvertin vs.
2-) Stabilize faktörler
—Antihemofilik faktör,
—Antihemofilik globülin faktör,
—Antihemofilik B faktörü,
—Ca-kofaktör diye tasnif edilir.
Görüldüğü üzere pıhtı olayında pek çok faktör devreye girmekte, hatta K vitamini bile pıhtılaşma olayında etken faktördür.
İşte herhangi bir nedenle damar cidarlarında zayiat verildiği zaman, söz konusu bu sıraladığımız faktörler olaya el koyup derhal onarım işlemini başlatırlar.
Hâsılı kelam bir damla kan deyip işi tabiata havale edemiyoruz. Bakın Mevlana sanki bir damla kanı hatırlatırcasına şöyle demiş; “Gerçi bir katreyim, fakat bende umman gizlidir. Bir zerreyim, fakat bende güneşler gizlidir.”
Şimdi Mevlana'nın bu sözüne ne ekleyebiliriz ki, bırakın eklemeyi bize edep gereği susmak düşer.
Plazma proteinlerin sentezi
Plazma ve bazik lökositler bazı değişiklik mekanizmalarıyla yakından ilişkili olup
büyük çoğunluğu karaciğerde sentez edilir. Hatta bir kısım sentez olayının bağırsaklarda meydana geldiği tahmin edilmektedir.
Plazma proteinlerinin azalması durumlarında:
—Doku harabiyeti,
—Ödem oluşması,
—Kanamalara bağlı kan kayıpları,
—Plazma hacminin artması,
—Protein sindiriminin azalması gibi haller görülür.
Şurası muhakkak plazma proteinlerinin azalmasına paralel böbrek, karaciğer ve kalp hastalıkları açığa çıkıp ödeme neden olmaktadır. Bir protein cinsi olan albümin ise kandaki molekül ağırlığının azlığı sebebiyle osmotik basınç yönünden globüline nazaran daha fazla etkendir. Özellikle kan albümini;
“—İç kanama nüksetmesi veya ascites hallerinde,
—Karaciğer yetmezliğinde,
—Plazma değişikliklerine bağlı olarak dehidratasyon olayında,
—Dış kaynaklı kanamalarda” azalma gösterir. Zaten idrar analizinde albüminin artması kayıp verdiğine işarettir.
Acaba anne karnında durum nasıldır? Şöyle ki fetüs gamma globulin üretememe noktasındadır, ancak kendisi için gerekli olan globülini plasenta yoluyla anneden temin etmektedir. Derken yeni doğan çocuklarda anneninki kadar gamma globülin birikebiliyor. Fakat 12–16 haftalık dönemde %17'den %0,1'e kadar mütemadiyen düşüş kaydetmektedir. Böylece bebek düşüş seyrinde ister istemez enfeksiyona yakalanabiliyor. Neyse ki bebek 8–12 aylıkken normal seyrine kavuşup, gerçek anlamda protein sentezi bu safhada start almaktadır.
Plazma proteinlerinin parçalanması
Plazma proteinlerin parçalanması bağırsak lümenlerinde olduğu tahmin edilmektedir. Dahası plazma proteinlerin elektrikli sahada taşıdıkları şarj nispetinde hareket ettikleri belirlenmiştir. Dolayısıyla pnömoni (akciğer enfeksiyonu) ve ateşli hastalıklarda alfa globülin artmakta olup, antikor teşekkülü hallerinde ise gamma globulin çoğalmaktadır. Albümin ve fibrinojenin tamamını ise karaciğer yapmaktadır. Ancak karaciğer kanseri, siroz, virütik hepatit ve beslenme bozuklukları gibi vakalar da serum azalma gösterir.
Başlıca serum ve plazma proteinleri
Plazmanın kendine özgü özel proteini olup, bunlar bildiğimiz fibrinojen ve fibrin maddeleridir.
Fibrinojen
Fibrinojen uzun elips çomak şeklinde olup molekül ağırlığı 40.000'dir. Ayrıca fibrinojen serum içerisinde erimiş halde bulunduğunda sulu kesim plazma adını alır. Zaten fibrinojenin fibrine dönmesi plazmanın serum haline geçişi demektir.
Serum Total Proteinleri
Plazmada fibrinojen ayrılınca serum içerisinde adına serum total protein(albümin ve globülinler) yer almaktadır. Elektrofazla yapılan plazma total protein fonksiyon analizleri sonucunda elde edilen yüzdelik (%'lik) dağılım oranları aşağıdaki gibidir:
—Albümin % 57
—Alfa globülin % 5
—Alfa 2 globülin % 7,5
—Gamma globülin % 11
—Beta globülin % 12
—Fibrinojen % 6,5'tur.
Globülinler
Fe, Cu ve Zn gibi bir takım metallerle birleşmiş çeşitli proteinlerin yanı sıra Alfa ve Beta globülinler de lipoprotein ve glikoprotein yapısına girerler.
Proteinler molekül yapılarına göre bir karşılaştırma yapılınca en küçük albümin 69.000, en büyük fibrinojen 400.000 kadar olduğu görülecektir. Daha sonra sırasıyla hemoglobin, Beta globülin, Alfa lipoprotein, Beta lipoprotein, Gamma globulin ve fibrinojen gelir. Şimdi adından söz ettiğimiz bu elemanlara kısa bir göz atabiliriz. Şöyle ki;
Gamma globülin; bağışıklık maddesidir.
Beta globülin; lipoprotein, protrombin ve aglutinin(antikor) teşekkülünde görev yapar.
Fibronojen; kan pıhtılaşması görevi yapar.
Albümin; plazma taşıyıcısı olup, kan osmo regülâsyonu temin etmenin yanı sıra organizmanın protein rezervini teşkil eder. Hatta birçok maddelerle reversibl bağlantı yaparak onları transport eder.
Globülin(lipoprotein); yağ, stereoid ve fosfolipitleri oluşturur.
Hiroksene bağlanan protein; seratonoidler ve tyroxin nakli sağlar.
Haptoglobülin; parçalanan eritrositlerin serbest hemoglobin'lerini temin eder.
Ceruloplazmin; Cu naklini temin eder.
Antiotensinogen; kan basıncında görevlidir.
Globülin (metal ihtiva edeni); transferin ve siderofilin Fe taşırlar.
Globülin; antikor ve komplementlerini teşkil eder.
Bunlardan ayrı plazma proteinlerin arasına transimanaz, dehidrogenaz, peptidaz, fosfataz, aldoz, amilaz ve diğer enzimler de dâhil edilir.
Bazı kan proteinlerinin yapılarına iştirak eden elementler:
Fe: Mesela Transferin, stokromlar, periksodazlar demir içerirler.
Cu: Ceruloplazmin bakır madeni için tipik bir örnek teşkil eder.
Zn: Dehidropeptidoz, karboksipeptidaz, ürikaz, karbonik anhidraz, insülin çinko yönünden zengindirler.
Mg: Klorofil içeren hayvansal organizmalarda bulunup daha henüz tam fonksiyonu netlik kazanmamıştır.
Tuzlar (elektrolitler) ve organik kristaloitler kapiller damarların cidarından basınç yoluyla kolayca geçebiliyorlar. Özellikle kapiller damarların dış kısmında hidrostatik basınç gerçekleşip, iç kısımda ise osmotik basınç etkindir. Dolayısıyla plazma proteinlerinin geçişi için toplamda 28 mmHg osmotik basınç uygulanıp bunun 10 mmHg basıncı İnterstiyel sıvı için, 18 mmHg basıncı ise plazma proteinler için efektiftir(etkili). Ancak bu efektif değerler arter ve vena damarda değişiklik gösterebiliyor. Mesela arter bölgesinde hidrostatik basınç osmotik basınçtan daha fazla uygulanır. Yine mesela kan proteinlerinde azalma olduğunda efektif osmotik basınç düşüp, buna paralel kapillerden arter damar içine sıvı akışı gözlenecektir. Böylece sıvı akışıyla birlikte ara dokuda sıvı miktarı artıp ödem oluşacaktır. Keza kemik hastalıkları ve tıkanma sarılıklarında kandaki alkalen fosfataz enziminin artış kaydetmesi de böyledir. Zira alkalen fosfataz; osteoblast ve bağırsakta imal olunmaktadır.
Kanda grup faktör tayini
Evet, bir damla kan adeta dev bir ansiklopedi külliyatı hükmünde paha biçilmez değere sahip bir hazine. Her hangi bir ansiklopedinin bütününde tek harfin karşılığı ne ise insan vücuduna denk gelen bir damla kanın karşılığı da odur. Öyle görülüyor ki bir damla kan sadece içerisinde bulunan şekilli elemanlarıyla sınırlı değil, bunun ayrıca grup faktör tayininde karşılığı olan A, B, AB, O antijenlerin varlığı da söz konusudur. Nitekim anne karnında cenine özgü grup faktör kimliği vardır. Dolayısıyla çocuğa ait kan grup faktörü ve hücrelerinin tamamını anneden alması söz konusu değildir. Cenin aynı zamanda plasenta sayesinde kendi alyuvarlarını kendisi imal edebiliyor. Fakat bu noktada demire ihtiyaç vardır. Neyse ki bu noktada plasenta anneden gelen alyuvarları parçalayarak açığa çıkan demiri cenine aktarabiliyor. Yani plasenta bir nevi karaciğer fonksiyon işlevi görmektedir. Hatta bununla kalmayıp lenf sistemi görevi de üstlenmiş durumdadır. Anlaşılan plasenta anneden gelen bir kısım antikorları kabul etse bile bir kısmını da kendisi karşılamakta. Değim yerindeyse plasenta cenin için ekmek, su, iş demek olup yapışık ikiz gibidirler. Onsuz gelişmesi mümkün değil zaten.
Bilindiği üzere insan kanında birbirinden farklı A ve B tipinde iki tür antijen var olup bir sonraki kuşaklara kalıtsal olarak geçerler. Dolayısıyla dünyaya gelen her bir insan söz konusu antijenlerin ya bir tanesine ya da her ikisine de sahip olabiliyor. Veyahut ta hiçbirine sahip olmayabiliyor. Bu yüzden hiçbirinden mahrum kalanlar mevcut bu iki tip antijene karşı vücudunda spesifik reaksiyon gösteren antikor bulunmaktadır. Böylece A ve B tipi antijenler aglütinasyon olayında tetikleyici unsur olarak adından söz ettirecektir.
Bilindiği üzere kanda grup faktör tayini (A), (B), (AB) ve (O) olarak dört ana başlıkta incelenir. İşte grup faktör tayininde eritrosit membranında yer alan antijenlerin kanda bulunup bulunmamasına göre;
—İçerisinde şayet A ve B aglutinojen yoksa grup faktör 0 grubu,
—İçerisinde şayet sadece A aglutinojeni varsa grup faktör A grubu,
—İçerisinde şayet her iki aglutinojen(hem A, hem de B aglutinojen) de varsa grup faktör AB grubu adını alır. Ayrıca bu gruplara ilave olarak M, N, P ve Rh gibi alt grup faktörler de vardır.
Bilindiği üzere plazmada(serumda) yer alan proteinlere aglütinin, eritrositlerin bağrında var olanına ise aglutinojen denmektedir. Dolayısıyla bir şahsın eritrositlerinde A aglutinojeni yoksa plazmasında anti-A aglutinini var demektir. Şayet eritrositinde B aglutinojen yoksa plazmasında anti-B aglütinini mevcuttur. Dolayısıyla A grubu kanda A aglutinojeni ile anti-A aglütinini bulunur. 0 grubu kanda ise aglutinojen olmayıp sadece anti-A ve anti-B aglutininler (antikor) vardır. Keza AB grubu kişiler de A ve B aglutinojenlere sahip olmakla birlikte plazmalarında aglütinin bulunmamaktadır. Dolayısıyla doğumdan hemen sonra bebeğin plazma içerisindeki aglutinin miktarı sıfır olduğu belirlenmiştir.
Kan naklinde önemli reaksiyon oluşturabilen antijenler A-B-O ve Rh faktörü başlığı altında değerlendirilir. Madem böyle bir sistem söz konusu, o halde kan transferi işlemlerinde önce bir sistem dâhilinde alıcı ve verici uygunluğu belirlenmeli, sonra kan transfüzyonu gerçekleştirilmelidir. Yani önce tespit sonra uygulama esastır. Mesela A ve B antijenleri bir insanda olmayabileceği gibi sadece bunlardan biri ya da her ikisi pekâlâ bulunabiliyor. Bu yüzden verici ile alıcı arasında uyumluluk şartı aranır. Şayet verici alıcı arasında kan uyuşmazlığına rağmen kan transfüzyonu yapıldıysa alıcı ve verici alyuvarları birbirlerine bağlanıp yapışık kümeler oluşturacağından bu durum aglütinasyona (çökmeye) yol açacaktır. Yani verici ve alıcı kan uyuşmazlığına bağlı olarak adeta aralarında soğuk rüzgârlar esmesiyle birlikte anti-A veya anti-B taşıyan aglütinin kroslaşması cereyan edip akabinde aglütinasyon (parçalanma-pıhtılaşma-çökelme) oluşur. Kelimenin tam anlamıyla bu çökme hadisesinde; önce aglütininler eritrositlere bağlanır, sonra tek bir aglütinin iki veya daha fazla eritrositi birbirine bağlayıp kılcal damarlarda tıkanmalar, daha sonra kalp koroner damarlarının tıkanması ve ardından kalp krizine kadar varacak bir dizi vakalar yaşanır. Anlaşılan her şey birkaç dakika içerisinde fagositik eritrosit ve epitel sistemin aglutine olmuş hücrelerinin hemoglobini plazmaya vermesiyle başlayıp, sonrasında damar tıkanıklığı gibi bir takım istenmeyen vakaların ortaya çıkmasıyla son bulmaktadır. Ortaya çıkan bu problemli vaka Tıpta organik oto terapi (kemik tedavi) yoluyla giderilmeye çalışılsa bile Normokromik normosit anemi (özel bir kansızlık) sonucu ölüm vuku bulabiliyor.
(0) grubu adı üzerinde sermayesiz sıfır durumda, yani eritrositi aglutinojen ihtiva etmediğinden anti-A ve anti-B serumu ile reaksiyon oluşturmayacaktır. AB grubu ise bünyesinde bulunan mevcut A ve B sermayeden (aglutinojen) dolayı aglütinasyon meydana gelecektir. Bu yüzden 0 grubu genel verici özelliği ile cömert kan olarak(bütün gruplara kan vermekle) dikkat çekmektedir, ancak kendi dışında kan alamamaktadır. AB grup faktörü ise genel alıcı kan olması hasebiyle tüm gruplardan kan alma konusunda tüm kapılar ardına kadar açık, fakat kendi dışında hiçbir grup faktörüne kan verememektedir.
Yukarıda bahsettiğimiz üzere ABO sisteminden başka Rh faktörü, Mm, Nn, Pp, Ss faktörler de vardır. Mesela Mm, Nn, Pp, Ss faktörler özellikle Adli Tıp çalışmalarında çok önem arz etmektedir. Biz sadece şimdilik sadece Rh faktöründen bahsedeceğiz.
İnsanların % 85’inin kanında Rh faktörü mevcut olup, geriye kalan %15’inde bu faktör olmadığından bu gruptaki insanlar Rh negatif(-) kesimi temsil etmektedirler. Şayet Rh pozitif (+) bir kan, Rh (-) kişiye enjekte edilirse yavaş yavaş anti- Rh aglütininleri oluşup takriben 2–4 ay sonra maksimum konsantrasyona ulaşabiliyor. Fakat bu cevap çok kimsede olumlu değildir. Mesela Rh negatif(-) bir anne ile Rh pozitif(+) bir babanın evlendiğinde doğacak çocuğun bir halini düşünün. Söz konusu evlilikle bebek babasından Rh pozitif (+) alacağından anne ile çocuk arasında Rh faktörü yönünden ister istemez uyuşmazlık doğacaktır. Böylece fetüsten anne kanına geçen antijene karşı reaksiyon (antikor) oluşacaktır. Neyse ki ilk çocukta yeteri kadar antikor titresi oluşmayacağı için bu noktada tehlike teşkil etmeyecektir. Fakat ikinci ve üçüncü doğumlarda antikor titrelerin yükselmesine paralel çocukta kuvvetle muhtemel eritroblastosis fetalis hastalığının ortaya çıkmasına neden olacaktır. Demek ki; Rh negatif (-) bir annenin aglütininleri fetüsün eritrositlerinde aglütinasyona neden olmakla kalmayıp, birkaç doğum sonrası aglütinasyon seviyesine göre çocuğun ölümüne yol açabiliyor. Dolayısıyla ölüme bile yol açabilen bu hastalığa Tıp dilinde eritroblastosis fetalis denmektedir. Yani ilk evvela Rh pozitif (+) kana sahip bir babanın birinci çocuğu vasıtasıyla annenin Rh negatif (-) kanı duyarlaştırılır, daha sonra ikinci hamilelikte duyarlılık daha da hız kazanarak ikinci çocuğun kanında aglütinasyona neden olabilecek aşama gerçekleşir. Derken yaşanan bu aşamalar eritroblastosis fetalis(aşırı kansızlık veya sarılıkla kendini gösterenbir hastalık) hastalığının ortaya çıkmasına neden olabilecektir. Hatta herhangi bir Tıbbi önlem alınmazsa 1–2 aya kalmaz çocuğu ölüme sürükleyecektir. Bu arada şunu unutmamak gerekir bu tip kan gruplarına sahip her evli çifte ait çocuklarının bu hastalığa %100 yakalanacak diye kesinleşmiş bir kural yoktur, zaten ihtimal dâhilinde diyoruz. Kaldı ki günümüz Tıp dünyasının gelişmesiyle birlikte bu hastalığın pençesine yakalanan çocuğun kanı derhal antikorsuz bir kanla değiştirilerek bu mesele bir çırpıda çözülebiliyor.
Şimdi gelelim can alıcı soruya. Deniliyor ki Hz. Âdem ve Hz. Havva Anamız bu dört grubu bir arada nasıl toplayabiliyor. İlk bakışta bu soru doğru kabul edilse de genetikte baskın ve çekinik genlerin varlığı biran olsun unutulmuş gözüküyor. Çünkü (0) grubu geni hem A hem de B genlerin yanında çekinik halde bulunabileceği gibi tam tersi iki çekinik (0) genin bir arada bulunmasıyla baskın halde (0) grubu olarak karşımıza çıkabiliyor. Yani yarı anne ve yarı babadan gelen grup faktörü genler 2n2 formülü gereği bu dünyadan göç etmiş, ya da yeni doğan ve gelecek kuşaklar sayısınca taksim edilip pay edilebiliyor. Hakeza Rh faktörü de öyledir. Bir başka ifadeyle Rh faktörü baskın genle kontrol edildiğinde pozitif, çekinik genle kontrol edildiğinde negatif diye tanımlanacaktır. Kaldı ki insanlar farklı deri renklerinden dolayı ırklara nasıl ayrılıyorlarsa kan yapıları itibariyle de farklı grup faktörlerine ayrılması gayet tabiidir. Bugün dünyada en çok (0) grubu mevcut olup, bunu sırasıyla A ve B grupları takip etmektedir. Mesela Kızılderililer ve Eskimolarda saf (0) grubu bulunurken Türkiye’de ise en çok A grubunun olduğu belirlenmiştir. Belli ki ilk insanın kanı O, A ve B birlikte orijinal halde bulunup daha sonra insanoğlunun çoğalmasıyla birlikte farklı grup faktörüne sahip popülâsyonların ortaya çıktığı anlaşılıyor. Dolayısıyla Hz. Âdem ve Hz. Havva insanlığın şifresini bir soy ağacında toplayan özetidir diyebiliriz. Mesela insanlığın yaşadığı avcılık döneminde, yani yabani hayvanlarla beslenen insanlar (0) kan grubuna sahiptiler, bu yüzden çok küçük alanlarda yaşayan insanlara nispeten bu grup faktörü avcı kan grubu olarak nitelendirilir. Fakat sonradan nüfus artışına paralel göçler artmış bunun sonucunda yerleşik hayatın simgesi olan doğurgan toprağın keşfi ve bitkiyle beslenmenin devreye girmesiyle birlikte A grup faktörü Asya veya Orta doğuda ivme kazanmıştır. Dolayısıyla bu gruptakilerin ataları ilk vejetaryen atalar olarak isimlendirilip, bugün bu faktör daha çok çiftçi kanı olarak bilinmektedir. Bilhassa B gurubu Himalaya bölgesinden start alıp sonradan özellikle Pakistan ve Hindistan’da görülmesi hasebiyle buna göçebe kanı denmiştir. AB grup faktörü ise malum, hem A, hem de B gruplarını bağrında taşıması sonucu en nadir görülen grup faktörü olarak sahne almaktadır. Dahası Mendel kanunlarını birazcık incelemek sanırım bu konuda yeterli bir fikir verecektir. Bu konuda benim Botanik Hocam Prof. Dr. Adem Tatlı'nın bize derslerde öğrettiği aşağıda detayını sunduğum tespitine bakmanız meseleyi açıklığa kavuşturmaya yetiyor artıyor da. Şöyle ki:
“AA, AO, BB, BO, AB ve OO. O geni, A ve B genlerine göre çekinik (resesif) bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla AA genleri A kan grubunu verdiği gibi, AO genleri de A kan grubunu verecektir. Aynı şekilde BB ve BO genleri, B ve AB genleri AB ve OO genleri de O kan grubunu hâsıl edecektir. Bir başka ifade ile kan grubu A olan bir kimsede bu kan grubunu tayin eden genler, ya AA veya AO şeklindedir.
Hz. Âdem'de AO ve Hz. Havva'da, BO genleri olması halinde, aşağıdaki durum ortaya çıkar: Şemada görüldüğü gibi, Hz. Âdem'de A, Hz. Havva'da da B kan grubu heterozigot genetik yapıda olması halinde, günümüzde 4 kan grubu da meydana gelebilecektir.
Hz. Âdem (A.S.) ve Hz. Havva'nın kanlarında A, B ve O genlerinin bulunması dahi, günümüzdeki kan gruplarının ortaya çıkması için yeterlidir.” (Bkz.Prof. Dr. Âdem Tatlı, Gerçeğe Doğru Serisi, Cilt 2, Sayı:17, İstanbul, 2000, ss. 22–24.)
Yukarıdaki şekilde görüldüğü gibi Hz. Âdem’de A, Hz. Havva’da B grubu heterozigot genetik yapıda olması halinde günümüze kadar kuşaktan kuşağa aksamadan dört ana başlıkta toplanan kan grubu gen kombinezonu yoluna devam edecektir.
Velhasıl; kan can demektir.
dedekorkut1
26 Ocak, 2023 - 19:43
Kalıcı bağlantı
KAN DEMEK CAN DEMEK
KAN DEMEK CAN DEMEK
SELİM GÜRBÜZER
Belli ki Şair; “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır” derken boşa söylememiş. İşte bu mısralar eşliğinde her defasında göndere çekilen bayrağımıza şan katan kırmızı renge mest oluruz bile. Öyle ki nice yiğitler bayrak uğruna şehit düşüp toprağın bağrını kanla boyarlar da. Zaten al bayrağımıza rengini veren de toprağın bağrına düşen şehit kanlarıdır. Bu yüzden denilir ki gecenin karanlığında şehit kanları üzerine düşen hilal ve yıldızın yansımasından ötürü o gün bugündür ay yıldızlı bayrağımız sembolümüz olmuştur. Öyle ya, mademki ay yıldızlı bayrağımız şehit kanlarıyla anlam kazanmış durumda, o halde birde al bayrak üzerindeki hilal ve yıldız motifleri yerine vücutta yaklaşık 13 litre civarında bulunan kanın mikroskobik incelemesini bir bakalım acaba hangi şekilli elemanlarla karşılaşacağız bir görmüş olalım:
Bilindiği üzere damardan alınan bir sıvı kanın konik tüpe konulduktan bir süre sonra kanın pıhtılaştığını gözlemlediğimizde pıhtılaşan kanın üst fazında yer alan hafif sarı renkli sıvı serum olarak addedilirken içerisinde %90 su ve geri kalan %10’u protein, yağ, karbonhidrat içeren birtakım biyokimyasal maddeler de kan plazması olarak addedilirler hep. Plazmanın altında kalan kısım ise kırmızı görünümlü olup, içerisi kanın şekilli elemanlarının bulunduğu bir mekân olarak karşılık bulur. Şurası muhakkak plazmanın dış görünümüne bakarak içerisinde ne var ne yok bilmemiz mümkün değil, ama birtakım biyokimyasal tetkikler sonucunda içeriğinin protein, tuz (elektrolit), glikoz, amino asit ve diğer birtakım önemli hayati maddelerden ibaret olduğunu fark ederiz. Hakeza kanın şekilli elemanları da öyle olup bunları da ancak ve ancak sadece mikroskop altında izleyerekten varlıklarını fark edebiliyoruz. Şöyle ki; K3EDTA’lı bir tüpe alınan sıvı kanın lam üzeri periferik yaymayla birlikte hazırlanan preparatların mikroskobik görüntülerine baktığımızda:
“ -Akyuvarlar (lökositler- kandaki toplam sayısı 25-100 milyardır),
-Alyuvarlar (eritrositler- kandaki toplam sayısı 25 trilyondur),
- Kan pulcukları (trombositler)” denen üç ana elamanın varlığına şahit oluruz.
Peki, kan yapımı nasıl gerçekleşiyor, ya da biyolojik açıklaması nasıl derseniz, şimdilik aşağıda satırları bir izleyelim görelim derim.
Dalak
Dalak kan yapıcı ve yıkıcı lenf organı olup, içerisinde lenf sıvısı yerine kan sıvısı vardır. Ancak burada ki kan daha çok hemolenfe benzemektedir. Dalağın başlıca misyon özelliği ise;
-Vücudun korunmasında rol oynaması,
-Vücudun en büyük lenf dokusu olması,
-Kan süzüm işlemi yapması (filtre organı olarak iş görmesi),
-Demir depolama, hormon yapımı, makrofaj yapımı, antikor yapımı, lipit depolama, hormon yapımı ve lipit depolama gibi faaliyetlerde bulunmasıdır.
Tabii her organın üslendiği görev sonsuza dek ilelebet değil elbet. O da her fani gibi, kan hücrelerinin de geçireceği hayat süreci belli bir sınıra kadardır. Nasıl mı? Mesela bir alyuvar hücresi biyokimyasal faaliyet sürecini 120 günde tamamlıyor olması bunun en tipik örneğini teşkil eder. Neyse ki yaşlanan alyuvarlar yıkıldıklarında bünyelerinde taşıdıkları hemoglobin molekülünü heba etmeyip, kendinden sonraki kuşaklara devr edebiliyor. Devredilen bu değerli miras, derhal akyuvarlar vasıtasıyla retikulo endotial sisteme (savunma örgüsüne) dâhil edilip böylece mevcut sistem içerisinde karaciğer tarafından demirin ayrışma işlemi gerçekleşir. Ayrışan demir de malum bağlandıktan sonra lüzumu halinde alyuvar üretiminde kullanılmak üzere muhafaza altına alınır. Bu arada artık maddeler da safraya girdiğinde yeşil renk alırken idrar yoluna taşındığında da sarı renkli bir sıvı hale dönüşür.
Peki, 120 günlük olan alyuvar hücresinin son ebedi istirahatgâhına uğurlanışı iyi hoşta bu uğurlanışı nasıldır derseniz, hiç kuşkusuz tıpkı insanın kabre uğurlanışında olduğu gibi alyuvarlarda kan dolaşım sistemi mezarlığına uğurlanarak süreç tamamlanmış olur. Bu mezar tahmin etmişsinizdir dalaktan başkası değildir elbet. Nasıl ki toprağın bağrında çürümüş bedenler harmanlanıp ayrıştırılıyorsa, kırmızı pulpa filtreden geçen yaşlı alyuvarlarda dalağın bağrında parçalanmak suretiyle ayrıştırmış olur. Böylece her gün göç eden yüz milyonlarca hücre haşir hayatında olduğu gibi canlar yeniden tazelenmiş olur. Yani ortalama 70 yıllık insan ömrü boyunca kan ve hücre yapıları 300 defa değişime uğrayıp yenilenmektedir.
Öyle anlaşılıyor ki, yeniden diriliş hücrelerimiz içinde geçerlilik arz eden bir durumdur. Nitekim dalakta beyaz pulpa ve kırmızı pulpa diye anılan süzgeç dokular sadece yaşlı alyuvarları parçalamakla kalmayıp gerektiğinde lenf ve kan üretimi gerçekleştirmekle de adeta durmak yok yok yola devam denilmekte. Her ne kadar dalağın rengi normal pembe ve üzeri kan damarlarıyla örtülü olsa da yangı, anemi ve lösemi gibi kan bozukluklarında pulpalar arası büyük değişiklikler nüksedebiliyor. Yani bu tür arızı değişikliklerde pembe rengin koyulaşmasıyla birlikte icabında dalağın alınmasını beraberinde getirecektir. Ancak bu noktada dalak alınmadan önce hastaya muayyen aralıklarla hormon tedavisi uygulanması gerekir. Dalak alım öncesi tedaviden amaç dalağın yapacağı görevi diğerlerinin sırtına yüklemek içindir. Böylece ön tedavi sonrası hastadan dalak alınsada (splenektomi) dalağın görevini bu kez kemik iliği, ilişik lenf düğümleri ve karaciğer makrofajları (büyük yiyiciler) devreye girerek üstlenmiş olurlar. Madem öyle bu yedek mekanizmalardan biraz bahsetmekte yarar vardır elbet.
Kemik iliği ve kan hücrelerinin yapımı (Hematopoiesis)
Bilindiği üzere kan hücreleri normal erginde iki grup halinde bulunup, bunlardan:
-Lenfositt ve Monosit: lenfoid doku veya kemik iliğinde yapılır.
-Eritrosit ve Granulositle ise; plazma değişikliklerine bağlı olarak kırmızı kemik iliği tarafından yapılıp myeloid elemanlar olarak bilinirler. Hakeza bir takım patolojik durumlara karşı da myeloid elemanlar dalak, karaciğer, lenf düğümleri gibi dokularda üretilmekteler.
Bir insan düşünün ki; 70 kg ağırlıklı bir vücuda sahip, elbette ki bu insanın kemik iliğinin 2600 gr (vücut ağırlığının % 4,5) olması son denece gayet tabiidir. Malum, yeni doğan bir çocukta ise iki yaşına kadar hem aktif kemik iliği (kırmızı kemik iliği) hem de inaktif kemik iliği (sarı kemik) var olup yaş ilerledikçe ilik rengi sarıya dönüşerekten zamanla renkler eşitlenmiş olur. Anlaşılan ilahi güç tarafından kanımızın her damlası yaratıldığı kaynak yatağında plazma, mineral, besin ve diğer hücre elamanlarınca bu şekilde üretilip servis edilmiş durumda. Böylece bu mükemmel donanımlı hayat pınarından vücuda her 10 saniyede bir eritrosit mamulü üretilmek suretiyle vücudumuzun en uç noktalarına kadar servis edilmiş olur. Hiç kuşkusuz bu tükenmez memba kaynak pınarın adı; kemik iliğinden başkası değildir. Kemik iliği sadece kırmızı kan hücrelerinin değil hemen hemen tüm kanın tüm şekilli elemanlarını (lökosit, trombosit vs) kapsayacak derecede bir hayat kaynağı olup değim yerindeyse hepsi bu pınardan doğup beslenerek kan dolaşım sistemine zenginlik katmakta. Aynı zamanda kırmızı kemik iliğinin %70'i yağdan meydana gelmekte olup, ancak soğuk bölgeler bundan istisnadır. Çünkü buralarda yağ depolama ve eritrosit tüketimi çok daha hızlıdır. Malumunuz uzun süre açlık ve bazı hastalıklarda myeloid miktarı (kemik iliği miktarı) azalacağından doku süngerimsi yumuşak bir vaziyet alıp yağ depolama işlemi sekteye uğrayabiliyor. Ayrıca Lenf doku içerisinde serbest hücreler diye bilinen bir grup hücre daha vardır ki, bunlar % 30-50 arasında lenfe iştirak edip daha çok patolojik hallerde çoğalmaktalar. Normal halde bu hücreler kan dolaşımında görülmezler. Zaten görülmemeleri de icap eder. Zira kanda görüldükleri zaman akut myelogenous leukemia (öldürücü lösemi) diye bilinen kan kanseri karşımıza çıkacaktır. Kemik iliği bu kadarla sınırlı değil elbet, bunun eritroblast ve myelosit gibi safhaları da var. Şöyle ki; eritroblastlar: “Basofil, Polikromatofilik ve Normoblast” olmak üzere üç tiptirler.
Bazofil, normal kan hücrelere en yakın tip olup, şekilce ameboid değildir. Fakat üç günde olgunlaşma kabiliyetine sahiptir. Aynı zamanda basofiller mitoz bölünmeyle çoğalırlar, ancak yaşlandıkça sayıları azalma seyri gösterir.
Polikromatik (veya polikromatofilik), erken devrede çekirdekli olup (memelilerden deve ve lama hariç), yaşlı olanları çekirdeksiz yapıdadır.
Normoblastlar (eritrobalst), eozinofil boyasıyla boyandığında eritrositlerden biraz daha büyük olduğu ve kanama hallerinde çoğaldıkları gözlemlenmiştir. Aslında sayıca eritrosit sayısının %1'inden daha azdırlar, ama hemoglobin bolca bulunur. Olgunlaşmamış olanlarında ise normal hemoglobin görülmez, sadece ömür safhası kısa olan bir hemoglobin bulunur. Bu arada normoblastlar vitamin B12 ile nükleosit sentezi ve megalosit yapımına da iştirak ederler.
Myelositler
Değişim ve dönüşüm sadece sosyal hayata mahsus kavram değil elbet. Zira hücre âleminde her salise değişim ve dönüşüme şahit olmak mümkün. Nitekim myelositler tipik kemik iliği hücreleri olup başlangıçta promyelosit (ilk hücre) şeklindedir, daha sonraki safhalarda ise myelosite dönüşürler. Hatta bazofillerin sitoplazmik granüllerinin %20 ila 30’u myelositler tarafından taşınır. Peki, myelosit neye dönüşür derseniz, onlarda mitozla çoğalıp olgunlaşarak metamyelositlere dönüşür. Ayrıca metamyelositlerin myeloblast yapımı sağlayan bir görevi söz konusudur.
Evet, hiç kuşkusuz savunma sisteminin temeli kemik iliğidir. Bilhassa kemik iliğinin en gözde elamanı sayılan mezenşim hücreleri habire lökosit (akyuvar) üretmektedir dersek yeridir. Hatta lenfositleri bile mezenşim hücreleri imal etmekte. Üstelik imal edilen her bir lenfosit göğüs kemiğinin altında bulunan timus bezinin kontrolünde eğitilmiş olurlar da. Zaten eğitilmeleri de gerekir. Çünkü vücuda giren yabancı maddeleri daha önce kendisine yüklenen kodlamalar sayesinde tanıyacaktır, şayet tanıyamazsa lenfosit bu sefer kendini yok etme durumda kalacaktır. Bunun anlamı kendisinin bir anlamda intiharı demektir. Ki; bu noktada doku nakli, organ nakli denilen tedaviler devreye girmek zorundadır. Bu nedenledir ki dolaşım sistemi ağımızda lenfositlere daha bambaşka gözle bakarız hep, hem nasıl öyle bakmayalım ki değim yerindeyse onlar bizim vücudumuzun kontrol amirleridirler. Öyle anlaşılıyor ki; sıradan bir hücre sandığımız savunma hücreleri, kan hücreleri bile üretebiliyorlar. Neyse ki akyuvar üretiminde kırmızı kemik iliği yalnız değil, bu iş için karaciğer, dalak ve bademcik gibi lenf dokularda akyuvar üretimine katkıda bulunaraktan destek olmaktalar. Derken üretilen akyuvarlar, çeşitli yollarla kana geçip edilgen (pasif) halden aktif konuma terfi etmiş olurlar. Nasıl mı? Mesela aktif hale gelmiş bir lökosidin asıl birincil fonksiyonu fagositoz eyleminde bulunup bakteri imha etmesinin tipik örneği sayılır. Özellikle akyuvarlardan dikkatleri üzerine çeken bir akyuvar türü daha vardır ki; bizatihi büyük parçaları bile imha edebilecek güçte yaratılmıştır. Tahmin etmişsinizdir bu akyuvar türü monositten başkası değildir elbet. İşte monositlerin kendine has bu özelliğinden dolayıdır ki makrofaj olarak da addedilir. Nötrofiller ise malum fagositoz (yutma) kabiliyeti biraz daha az olan hücrelerdir. Bu arada lenfositler de fagositoz yaparlar, ama onların yutma işlemi diğerlerine göre daha sınırlı ölçüde gerçekleşir. Genellikle fagositoz özellik içeren alyuvarlar bünyesinde boyanabilen birçok hidrolitik enzim ihtiva eden granüller bulundururlar. İşte söz konusu bu enzim sayesinde birçok düşmanın üstesinden geline biliniyor. Ayrıca akyuvar bünyesinde enzim dışında öldürücü bakterisit maddelerde mevcuttur. Mesela granülosit içerisinde ki hidrojen peroksitin (oksijenli su) varlığı bunun bariz bir göstergesidir.
Şurası muhakkak iltihabı durumlarda bakteri ve diğer irritantlar (tahriş edici iltihap) vücuda girince organizma üzerinde permeabilite artmaktadır. Yani bakteriler plazma yoluyla bir yandan doku ve doku aralarına geçerken diğer yandansa nötrofiller boş durmayıp kapiller damarlardan dokuya geçiş yapmaya çalışarak bakteriyel iltihaplara yol açan yabancı cisimleri fagosite edecektir. Ancak doku aralarında kalan bakteriler habire toksin saldıkları için kapiller yoluyla sızmaya çalışan nötrofillerin bu teşebbüsü fiyaskoyla sonuçlanıp kapı dışarı edileceklerdir. Bu durumda krem kıvamında yeşilimsi gri renkli ölü nötrofil toplulukları oluşup, bunlar Tıp dilinde cerahat veya Pü adını alır.
Lökositler kan içerisinde 6 değişik tip polimorf şekillerde olup, değim yerindeyse enfeksiyonlara karşı emniyet sübabı görevi yapan çekirdekli hücreler olarak bilinirler. Bu arada lökositler çekirdek yapılarına göre de: “Eozonofil, Bazofil, Nötrofil, Monosit, Lenfosit ve Plazma hücreleri” diye tasnif edilirler. Ayrıca eozonofil, bazofil ve nötrofil çekirdeklerinin tanecikli olmaları hasebiyle her üçü bir arada granülosit olarak adlandırılır. Hakeza kan içerisinde farklı bir şekilde değişikliğe uğrayarak hem alyuvarları hem de akyuvarları meydana getirme kabiliyetine haiz hücreler ise hemositoblast olarak adlandırılırken, hemositoblast bir yapıdan alyuvara dönüşüm safhasına kadar ki bölümün ara kademelerini teşkil eden hücreler ise proeritroblast, eritroblast (normoblast), normositer ve retikülosit olarak adlandırılıp kategorize edilirler. Hatta kategorize edilen bu serinin ilk hemoglobin sentezi az da olsa eritroblast safhasında start almakta. Neyse ki sonraki kademelerde hemoglobin teşekkülü gitgide artış gösterebiliyor. Normosit ve daha evvelki safhalara baktığımızda da kan hücrelerinde tüm çıplaklığıyla nükleus yapı gözükürken retikülositlerde sadece nükleusun ancak kalıntısı bir görünüm vardır. Eritrositler hücrelerinde ise değil nükleusun kalıntısı, zaten nükleusun kendisi ortada yoktur.
Polimorf çekirdekli lökosit ve monositler kemik iliğinden yapılırken, lenfosit ve plazma hücreleri de lenfoid organ veya dokularda yapılırlar. Şurası muhakkak akyuvar üretimi için devamlı B kompleks vitaminlere ihtiyaç vardır. Çünkü X ışınları, radyoaktif ışınlar, birtakım ilaçlar ve bir kısım zehirli maddeler akyuvar üretimine zarar verebiliyor. Ki; vücudun savunma sistemi bu durumdan olumsuz etkilenip kişinin hasta olmasına yol açabiliyor.
Bilindiği üzere lenfoid doku ve organların lenf düğümleri (özellikle bağırsaklarda ve çeşitli organlardaki lenfler), dalak, timus tonsilla (bademcik) gibi lenfoid yapılar teşkil eder. Lökositlerin bir kısmı özellikle granülositlere ihtiyaç duyuncaya kadar kemik iliğinde depo edilmiş halde kalırlar. Böylece ihtiyaç hâsıl olduğunda granülositler depolardan salınarak kan dolaşımına geçerler. İşte bu durum lökositlerin kandaki hayat sürelerinin kısa olduğuna işarettir. Şöyle ki granülositlerin kandaki ömrü yaklaşık 12 saat olup, enfeksiyon esnasında ise 2-3 saattir. Monositler ise aylarca kan ve dokularda dolaşabiliyor, ancak herhangi bir iltihabı durumlarda hayatları sona erdiği gözlemlenmiştir.
Akyuvarlar (lökositler)
Kemik iliğinde bir miktarda olsa muhtemel tehlikelere karşı yedek kuvvet olarak akyuvarlar konuşlandırılmış durumdadır. Bu yüzden akyuvarlar (lökositler) tıpkı bir amip gibi büyük damarların iç cidarında yapışık kalmış halde her an mevzisinden çıkmaya hazır, vücuda bir şekilde sızmış mikropları zararsız hale getirebilecek güçte askeri timlerimiz olarak adından söz ettirirler. Dolayısıyla lökositler mikropların korkulu rüyası sayılıp, 1 mm3 kanda 4–10 bin arası civarında bir sayıdadır. Bu arada akyuvarların kanda ki ömürleri 10 günle sınırlı olup, ardından ölen hücrelerin yerine yenileri gelmekte. Bilindiği üzere vücutta bir hastalık tehlikesi belirdiği anda akyuvarlar kılcal damar çeperine doğru hareket ederek hızla çoğalıp hazır ol duruma geçerler. İyi ki de çoğalmaktalar, aksi takdirde savaş meydanında her an kurda kuşa yem olmakta var işin içinde. Bu yüzden lökositler ameboid hareketlerle yabancı maddeleri sindirdiklerinde bu duruma fagositoz denmektedir. İşte bu sindirme olayına bağlı olarak kan içerisinde arta kalan artık maddeler özellikle plazma veya alyuvarlar içerisinde yer alırlar. Nitekim lenfositlerin bir mikrobu yutma, yani fagositize etme olayı 38,5 derecelik sıcaklıkta cereyan eder. İşte bu noktada ateşin artması mücadelenin başlaması manasınadır. Aslında mücadelenin başında 38,5 derecelik ateş büyük bir nimet olup bu yüzden bilinçsizce ateşi hemen düşürmeye kalkışmamalı. Aksi takdirde savunma mekanizmasının aksi yönde işlemesine yol açabiliriz. Farz-ı muhal bir mikrobun bir saatte 15 milyon sayıda ürediğini düşünürsek o vücudu neler beklediğini siz hesap edin. İster istemez böyle bir durumda vücudun normal ateşi tırmanıp tıpkı tüberküloza yakalanan hastalarda olduğu gibi bir anda akyuvar sayısı 30.000’i bulabiliyor. Bu demektir ki; düşmanla karşılaşan akyuvarlar önce mevcut hacmini büyütüp makrofaj vaziyetine dönüşür, sonra hem kendi etrafında hem de mikrobun etrafında suratli bir şekilde dönmeye başlar. Daha sonra da yalancı ayaklar çıkararak fagositoz bir eylemle mikrobun etrafını sarıp onu yutmaya başlayacaktır. Yuttuktan sonra ise son derece ileri bir seviyede tahrip gücü fazla bir teknolojik donanım devreye girip bir yandan mikrop sindirilirken diğer yandan da mikrobun kana saldığı zehri tesirsiz hale getirici maddeler salgılanır. Böylece vücuda bağışıklık kazandırılır. Şöyle ki; lökositler damar endotelinden geçerek dokuya sızarlar. Şayet ortamda salgılanan bir kimyasal madde varsa kemotaksis bir refleksle bu maddeleri bulmaları gerekir, bulamazlarsa çekilirler. Derken akyuvarların hareket istikametini belirleyen kemotaksis yoluyla hastalıklara karşı korunmuş oluruz. İşte bu yüzden gerek yabancı madde artıkları, gerekse bakteri ölüleri veya toksinlerin akyuvarı cezb etmesi sonucunda gerçekleşen refleks olayına kemotaksis denmiştir. Kelimenin tam anlamıyla akyuvarlar yıkıcı ajanlara karşı vücudumuzun özel hareket timleridirler.
Peki, akyuvar komandoları vücuda giren bu yıkıcı ajanları nasıl tanıyor derseniz, bu durum elbette ki akyuvar için son derece kolay bir iş. Bikere akyuvarların negatif yüklü olmaları, yıkıcı ajanlarınsa pozitif yüklü olması ona düşmanını ta baştan alt etme avantajı sağlayabiliyor. Hani daha öncesinden lise yıllarında fizikte zıt yükler birbirini çeker babından öğrendiğimiz bir kural vardı ya, aynen öyle de zıt yüklü yabancı ajanlar içinde bu kural geçerli olup da kural gereği vücuda girdiklerinde her halükarda yakayı ele vermekten kendini kurtaramayacaklardır. Hadi yakayı ele vermediklerini farz etsek bile bu bir noktada kolaylaşmış olacaktır. Nasıl mı? Mesela akyuvar cinslerinden nötrofiller bir bakıyorsun alkali ortamda 5-25 düşmanı bertaraf etme kabiliyeti gösterirken, monositler ise asit ortamda neredeyse yüzde yüz başarı gösterecek bir bertaraf etme kabiliyetine haiz güç gösterirler. İşte bu tür güç gösterileri pek çok bilim adamının zihninde ufuk açmış olsa gerek ki, birtakım laboratuvar analiz çalışmaları sonucu hastada var olan cerahatin teşhis edilmesiyle birlikte yerine göre asit yerine göre alkali ortam şartları oluşturularak tedavi yöntemlerine yenileri eklenebiliyor. Mesela geleneksel yöntemde olsa pratik uygulama olarak eğer cerahat üzerine tükürüldüğünde sap sarılık bir durum ortaya çıkarsa asidik olduğu belirlenmiş olup böylece bu durumda hastanın bol limon yemesi tavsiye edilir. Şayet kahverengi ve kırmızı renk bir durum ortaya çıkarsa bazik olduğu belirlenip, bu durumda o bölgenin suyla yıkanmasının daha doğru olacağı ve asla ve kat’a sulu yemek yenilmemesi gerektiği hastaya tavsiye edilir.
Vücudun yabancı bir cisme karşı gösterdiği reaksiyon kesin uyarı niteliğinde olup, genelde bu tür reaksiyonlar birçok hormon ve hücrenin cevabı niteliğinde bir tepkisi olarak değerlendirilir hep. İşte bu durum Tıpta vücudun bağışıklık kazanması manasına immün sistem olarak anlam kazanır. Öyle ki yaratılış mayamızda var olan bu kurulu sistem sayesinde organizmaya yabancı kalan gerek büyük moleküllü karbonhidratlar gerekse proteinler antijen oluşturmak için var olurken, lenfatik dokular da gama globülin, yani antikor oluşturmak için var olurlar. Kelimenin tam anlamıyla antikorlar kan ve lenf sistemi içerisinde çok özel gamma globülinlerin oluşumu için var olmaktalar. Böylece antikorların vücutta var oluş nedeni antijenlerin kana karışmasının neticesinde tepkisini ortaya koymakla le zahir olmasıdır. Ancak şu da var ki, hiç bir organizma kendi antijenlerine karşı antikor üretememe durumu da konumunda olup, sadece kendi dışında vücuda bir şekilde girip de yabancı ve tanımadığı antijenlere karşı ancak ve ancak antikor üretimi oluşturabiliyor.
Akyuvarlar tüm hıncıyla bakterilere karşı savaşırken, öte yandan hasar görmüş dokuları tamir maksadıyla histamin salgılamayı da ihmal etmezler. Aslında salgı olayı hasar görmüş dokunun şişmesi, su toplaması ve kızarması olayının ötesinde vücutça alınan bir tedbirin bir işareti sayılmaktadır. Belki de bu tedbiri alınmasa vücudun hasar görmüş doku veya orgun bölgelerinde bakteri ve toksinler hızla çoğalıp geniş bir alana sirayet etmiş olacaklardı. Dolayısıyla doktorlar dezenformasyona uğramış bu tip bölgelerin şişmesine neden olan iltihaplanmaya karşı hastaya damar genişletici ve histamin türünden ilaç tedavisi uygulayaraktan hem antikor- antijen birleşmesine yardımcı olurlar, hem de akyuvarların rahat nefes alma imkânına kavuşması sağlanmaktadır. Fakat bu tip ilaçlar her an otoimmün (bağışıklık) hastalığın bir belirtisi olarak alerjik reaksiyon gösterip hastanın alerjik durumlarında eozinofil sayısının arttığı gözlemlenmiştir. Ayrıca parazit hastalıklarında eozinofillerin antikor yapımında hazırlayıcı rol oynadıkları tespit edilmiştir. Şayet mikropların yayılmasına engel olunamazsa bu sefer lenf sistemi devreye girecektir. Zaten dokuda gudde oluşumu veya şişmelerin nüksetmesi lenf sisteminin olaya el attığı anlamına gelir. Oldu ya, mikropların hakkında buralarda da baş edilemedi, artık bu noktadan sonra mikroplar açısından kana karışmak çok zor olmayacaktır. Böylece vücut daha büyük çapta enfeksiyonla karşı karşıya kaldığını ilan edecektir. Kelimenin tam anlamıyla akyuvarlar vücudun sağlık görevlisi, alyuvarlar ise vücudun beslenmeye yönelik ambarından sorumlu bir görevlidir. O halde birazda ambar görevlisinden bahsedebiliriz pekâlâ.
Alyuvarlar (eritrositler)
Ambar görevlisi alyuvarlar genellikle kemik iliğinde üretilip kaynağında iken çekirdek haldedir. Bu yüzden kemik iliklerine üretim hane gözüyle bakılır hep. Kemik iliği aynı zamanda içerisi mükemmel bölmelerin bulunduğu kanal sistemiyle donatılmıştır. Öyle ki kanalcıklar arasında retükulo endotelyal sistem denen savunucu ve kan yapıcı bir tek hücreden her çeşit hücre imal edilebiliyor. Hatta bunlara eritrositler de dâhildir. Alyuvarlar (eritrositler) ne zaman ki çocukluk ve gençlik dönemlerini tamamlar olgunlaşma evresine terfi ederler, işte o zaman çekirdeksiz disk şeklinde hücre yapısına dönüşmesiyle birlikte dolaşıma geçip vücut için ab-ı hayat kaynağı olurlar. Belli ki; çekirdeksizlik avantaj olup damar içerisine geçişte elastikiyet sağladığı gibi çekirdeksizlik aynı zamanda oksijen nakli açısından da büyük bir kolaylıktır. Dolayısıyla iyi planlanmış bir tasarımın gereği milyarlarca hücre oksijensiz kalmamaktadır. Bu yüzden kaynak yatağında (kemik hücrelerinde) çekirdekli halde bulunan alyuvarlar aşırı kan kaybı durumları hariç olgunlaşmalarını tamamlamadan asla kana karışmalarına müsaade edilmez.
Bilindiği üzere 1 mm3 kan içerisinde ortalama 4 ila 5 milyon civarında alyuvar bulunup, bunlar mezanşim hücrelerinin imal ettiği oksijen paketlerini, mümkün mertebe tez elden ihtiyaç sahibi doku ve doku hücrelerine götürme vazifesiyle donatılmışlardır. Zaten alyuvar ihtiyacını belirleyen ana etken unsur doku oksijen ilişkisidir. Oldu ya, dokular bir şekilde oksijensizlikten alarm vermeye başladı, bu durumda ister istemez alyuvar üretimi daha da bir artış kaydedecektir. Peki, bu noktada alyuvarlar dokuların oksijensiz kaldığını nereden bilecek derseniz, dokuları yaratan yaratıcı güç elbet bu durumu haberdar edecek sistemi yaratılış mayasına kodlamış durumda zaten. Nitekim bu iş için eritroprotein hormon görevlendirilmiş bile. Böyle bir sistem vücut iklimimizde kurulmamış olsaydı oksijensiz kalan vücudun bir anda çökmesi an meseledir diyebiliriz. Ayrıca şu bir gerçek alyuvarlar dokulara oksijen nakletme başarısını hemoglobine borçludur. Zira eritrositlerin yapısında bulunan demir içeren kırmızı boya türünden “hem” faktörü ile oksijenen bağlanmasında ve taşınmasında rol oynayan bir protein içerikli globinin birlikteliğinden doğan hemoglobin maddesi bir yandan kanın kırmızı renk almasını sağlarken diğer yandan karbondioksitin dokulardan temizlenmesi için de akciğerle işbirliği yapmış olurlar. İşte bundan dolayıdır ki eritrositler çekirdeksiz ve küremsi yapılar olarak tanımlamanın ötesinde bütün vücuda besin, O (oksijen) ve CO2 taşıyan hücreler olarak da tanımlanırlar.
Kemik iliğinde yaklaşık ayda 400-500 mikro litre arası eritrosit yapımı gerçekleşmekle birlikte teşekkül hızı kandaki oksijen basıncına bağlı olarak değişebiliyor. Mesela yüksek rakımlı yerlerde anormal bir şekilde vücutta eritrosit yapımı çoğalabiliyor. Çünkü yüksek rakımlı yerlerde oksijen oranı az olup, bu durum beyne gelen oksijen miktarını azaltarak aşırı kalp atışlarına sebep olabiliyor. Dolayısıyla aşırı kalp atışları neticesinde polisitemi hastalığı görülebiliyor. Yine bu ve buna benzer bir başka olay koşma halinde görülmektedir. Malumunuz halk arasında “Harekette bereket var” denilse de koşmakla dokuların oksijen ihtiyacı hız kazanıp, dalağımız ister istemez kasılarak dolaşıma kan vermek zorunda kalacaktır. Hatta çoğu kez koştuğumuzda sol böğrümüzde (yanımızda) hep ağrı hissederiz ya, işte o sızı dalağın kasılmasıyla ilgili durumdan başka bir şey değildir. Bu arada dalaktan başka kanın oksijen seviyesini ayarlayan bir diğer mühim organımız olan böbreğin ortaya koyduğu faaliyetleri de unutmamak gerekir. Bilhassa böbrekler, bu noktada böbrek üstü bezlerin salgıladıkları eritropoetin hormonu sayesinde gerektiğinde alyuvar üretiminde kemik iliklerini uyarıp böylece bu sayede vücudumuz zinde tutulmaya çalışılır. Belli ki sistemin en ufak bir krize tahammülü yoktur, her an olası çıkabilecek bir krize meydan vermemek için hemen her şey en ince ayrıntısına kadar hesaplanıp ona göre alarm sistemi veya krizi yönetecek masa kurulmuş durumdadır. Mesela kriz durumlarında eritrositlerin kanda azlığı bir anda anemik durum (kansızlık), alyuvar sayısının artmasına paralel hemoglobin birikmesi gibi arızalar nüksedebiliyor. Öyle ya, madem 100 mililitre kanda ortalama değer 14 gram hemoglobin bulunması gerekir, o halde bunun üstü ölçüm değeri hem de altındaki ölçüm değer vücut için risk teşkil etmesi kaçınılmaz bir durum ortaya koyacaktır. Yani laboratuvar analizleri neticesinde ortaya çıkan hemoglobin ölçümü normal değerlerin üstüne çıktığında Hemokromatoz hastalıklar, altına düştüğünde ise halk dilinde kansızlık diye tabir edilen anemi hastalığı vuku bulacaktır. Hatta hemokromatoz esnasında fazla miktarda demirin karaciğere bağlanmasıyla birlikte siroz, kalbe yerleşmesiyle birlikte kalp yetmezliği, pankreasa sirayet etmesiyle birlikte de şeker hastalığı nüksedebiliyor. Bir başka gerçek daha var ki; o da B12 vitaminin kemik iliğinin özü mesabesinde olmasıdır. Dikkat edin öz diyoruz üvey değil. Tabii işin şakası bir yana 'öz' sadece akrabalık ilişkileri için kullanılan bir sözcük değil elbet, biyoloji bilim literatüründe memba (kaynak) manasına da kullanılır. Hele bir şeyin özü bozulmaya bir görsün biranda dengeler altüst olabiliyor. Dolayısıyla B12 vitaminin eksikliği kansızlığa yol açabiliyor. Yine de her şeye rağmen kan rengini tayin eden hemoglobin maddesi bu açığı kapatmak adına bütün enerjisini eritrosit yapımına adamayı ihmal etmez. Anlaşılan hemoglobin molekülü bileşiminde başta dört atomluk demir olmak üzere toplam 10.000 atomdan meydana gelen bir ünite olarak dikkat çekmekte. Nasıl dikkat çekmesin ki, baksanıza bu ünitenin azlığında kan sistemi alarm durumuna geçebiliyor. Nitekim kemik iliğinin azalması, demir ve B12 vitamini eksikliği gibi nedenlere bağlı olarak ortaya çıkan anemi hastalığı bunu doğruluyor da. Hatta gama radyasyonunun etkisine maruz kalan insanlarda kemik iliğinin harap olmasıyla birlikte öldürücü anemi ortaya çıkabiliyor. Görüyorsunuz kana rengini veren eritrositler bir yandan cana can suyu olurken diğer yandan da bu can suyunun azlığında kansızlık olarak karşımıza çıkabiliyor. İşte bu nedenledir ki bu can suyunun önemine binaen bir kez daha “Kan demek can demek” sözü bizim açımızdan büyük bir anlam kazanmış olur da. Hem nasıl anlam kazanmasın ki; bikere kemik iliği fabrikasında yaratılış birçok safhalardan geçmek suretiyle gerçekleştirilmekte. Malum bu safhalardan sonra kana geçen alyuvarların her birine verilen 100 ila 120 günlük arası bir ömür süresi içerisinde vazife gördükten sonra akıbetleri ölümle sonuçlanır. Yani alyuvarlar 120 gün içerisinde oksijen taşıyıp akabinde yaklaşık 1 milyondan fazla eritrosit hayata veda etmiş olurlar. Bu durumda vücut, kandaki alyuvar sayısını korumak için yeni alyuvarlar üretmeli ki ölenlerin yerine yenileri devreye girebilsin, zaten vücut üretir de. Dile kolay eritrositler küçük damarlardan geçişi sırasında incelip uzarken ister istemez enerji sarf edeceklerdir. Fakat enerji temin eden enzimler kullanıldıkça ömür sınırları azalmakta, derken eritrositler damardan geçerken incelip uzayamadıklarından parçalanıp mevta olup yerine yenileri devreye girmiş olur. Değim yerindeyse “Her dem yeniden canlar tazelenir” misali kanda bile haşir olayı gerçekleşir. Dahası yeni doğanlar hayata göz kırpıp Yücelerden gelen emrin gereği iş başı yaparlar. Tabii bu durum sinir hücreleri için geçerli değildir. Zira sinir hücrelerinde kaybolanın yerine yenisi gelmez, üstelik bu eksiklik ömür boyu devam eder bile. Yani sinir hücreleri canlının yaşama ömrü ile sınırlıdır.
Evet, eritrositlerin 120 günlük bir hayatından söz ettik. Peki, bu sınırın istisnası yok mu derseniz, elbette var. Şöyle ki; orak hücreli anemi hastaların tipik özelliği doğuştan alyuvarların arızalı olmasıdır. İşte bu söz konusu arızalı orak hücreli alyuvarlar kan içerisinde 120 günü tamamlayamayan cinsten hücre olduklarından görevlerini yerine getirememek gibi bir takım sıkıntılar doğururlar. Mesela bu sıkıntıların başında alyuvar eksikliği gelip, bunun adı hepimizin bildiği anemi demektir. Yine bir başka problem alyuvar tipi ise çapça küçük kolayca yırtılabilir olması hasebiyle görevini yapamıyor oluşudur. Dolayısıyla buda ister istemez bir tür kalıtsal kan hastalığa, yani Talasemi'ye (Akdeniz anemisi) neden olmaktadır. Hakeza birde Aplastik denen bir anemi türü daha var ki, icabında en büyük tehlike arz eden anemi türüdür dersek yeridir. Çünkü bu tür hastaların kemik iliği alyuvar üretemediklerinden artık ölüm onlar için kaçınılmaz bir alın yazısı olabiliyor. Öyle anlaşılıyor ki; tüm anemi vakalarının ortak problemi damarlarda dolaşan kanın ihtiyaçtan az olmasına paralel dokuların düşük oranlarda oksijensiz kalması sonucu bir takım organlarda verimin düşmesine yol açan hadisenin yaşanmasıdır. Peki, kanda aşırı derecede alyuvar sayısı fazla olursa ne olur derseniz, bu durum polisitemi'ye yol açıp, oluşan bu vaka damarlarda kan tıkanıklığı ve kan yapıcı organların tümörleşmesine sebep teşkil etmesi demek olacaktır..
Trombositler (kan pulcukları)
Trombositler kemik iliği kök hücrelerinden teşekkül edip, kanın pıhtılaşmasını sağlayan 2 ila 4 mikron arası çapında renksiz kan pulcuklarımızdır. Bunlar 1mm3 kanda 200-400 bin arası kadar bulunup, daha çok hasar görmüş doku bölgelerinde tıkaç oluşturmakla görevlidirler. Gerçekten de hasara uğramış bir dokunun önce şiştiği, sonra giderek yaygın halde çıkıntılar oluşturduğu ve daha sonra yapışkan hale geldiği gözlemlenmiştir. Dikkat ettiyseniz özellikle yapışkan diyoruz, ama ne yapışkanı? Herhalde piyasada satılan bildiğimiz yapışkan maddeler değil elbet. Bilakis bu yapışkan madde bizim bilmediğimiz, fakat uzmanların çalışmaları sonucunda fark edilen mukopolisakkarit içerikli, ipliksi, protein içeren ve hücreler arası bağlantıyı sırasında tek başına da değildir, ADP salgısı salgılanmasıyla birlikte her an yanında iş bölümüne hazır takviye kuvvetleri olay mahalline gelerekten trombositle birlikte kanayan yaraya tampon güç oluştururlar. Tamponla kanayan yaranın durdurulmasının akabinde ise trombin enzimi devreye girip tamponlanan bölge daha da mantolanmak suretiyle pıhtılaşmayla ilgili işlemler tamamlanmış olur.
Hiç kuşkusuz trombositer kaynaklı hastalıkların nüksetmesiyle birlikte trombin enzimi aracılığıyla yapılan ikazlar karşılık bulup trombosit kuvvetlerini harekete geçirmeye yetebiliyor. Tabii emir yüksek yerden gelince el mahkûm talimat gereği değim yerindeyse “Evet, mesaj alınmıştır” şeklinde başım gözüm üstüne denilip, kanda sıvı halde bulunan fibrinojen fibrine dönüştürülüp böylece trombositler, trombositer hormonu veya bünyesinde bulunan fibrinojen madde sayesinde kanamalar anında durdurulmuş olur. Fibrin burada bir nevi yara sarıcı iplik veya yapıştırıcı rol üstlenmiş bir işlev görür. Özellikle fibrin iplikleri damar kavşağının önüne duvar örüp (yumakçık-kan pıhtısı) kan plazmasının damar içerisine geçişine de izin vermez. Nasıl ki bir yırtılmış bir su kırbası dikiş veya yapıştırıcı ile tamir edilmediğinde içerisinde su kalmazsa, aynen öyle de vücudumuzun herhangi bir kaza sonucu yaralandığında önlem alınmaz ya da pıhtı faktörü devreye girmezse dolaşım sistemimizin kansızlıktan tarumar olacağı muhakkak. Dolayısıyla lifli ipliksi fibrin deyip es geçemeyiz, belli ki pıhtılaşmayla ilgili tüm faktörlerin kan kaybına tahammülleri yoktur. Madem öyle pıhtı faktörleri hakkında bizim cansiperane can yeleklerimizdir dersek yeridir. Düşünsenize trombositler olmasaydı vücudun herhangi bir yerinden meydana gelebilecek kan kaçağı sonucu ölüm kaçınılmaz olacaktı. İşte bu nedenledir ki trombositler bizim için Yüce Allah’ın bir lütfu olarak vücudumuzun herhangi bir darbe karşısında yaralarımıza saracak pansuman uzmanlarımızdır dersek de yeridir. Bu söz konusu uzmanlar küçük pulcuk yapıda renksiz cisimler olup görünüm itibariyle yuvarlak veya disk şeklindedir. Çapları ise ortalama 3 mikro litredir. Dolayısıyla 1mm3 kanda ortalama 250.000 kadar trombosit bulunmaktadır. Trombositler aynı zamanda boyanma durumuna göre; erguvani renktekiler granülomer olarak addedilirken, soluk mavi olanlar ise hyalomer adını alır. Tabii bu konu burada bitmedi, dahası var. Şöyle ki; trombositler glikojen depo ettiklerinden yapışkandırlar. Yani yapılarında serotoninin (damar büzücü) bulunduğu için kan kaybının önü alınabiliyor. Nitekim damar yırtılmalarında derhal plak oluşturup tıkaç rolü (pıhtılaşma rolü) üstlenmelerinin yanı sıra ayrıca tromboplastin enzim üretimi de ihmal edilmez.
Şayet trombositler kan içerisinde normal değerlerin dışında düşük seviyelerde seyrediyorsa pıhtılaşma defekti (bozukluk) oluşup kırmızı mor renkli kanama odakları denen purpura meydana gelecek demektir. Zaten purpura oluşumların en temel tipik özelliği kanın damar dışına çıkmasıyla birlikte doku aralarında veya lenf damarı içerisinde birbirlerine yapışık halde odaklar, yani kümeler oluşturmasıdır. Dolayısıyla bu durum lenf damarı tıkanıklığına, dokuda ise su birikmesi ve trombosit ödemine neden olacaktır.
Fibrin, fibrinojenden teşekkül edip, üç fazdan oluşmaktadır. Mesela ön fazda yer alan protrombinaz pıhtılaşmayla alakalı 13 faktörden ilk dokuzunu (protromblastin sistemi) protrombine çevirdiğinden “protrombin-2” olarak tanımlanır. Yani trombin, trombinaz enzimiyle var olmakta. İyi ki varlar, aksi halde trombosit sayının düşmesi veya trombinazın yokluğunda trombositopeni hastalığı (hemofili-kanama) nüksedecektir. Bu yüzden bunun önüne geçebilmek adına son fazda fibrinojen katı haldeki protrombini fibrine çevirme işlemini gerçekleştirerek büyük bir efor sarf etmiş olacaktır. Yani trombin fibrin dönüşmesinde fibrinojen etken faktör olup, Tıpta bu etken maddeye efektif faktör (etkili faktör) denmektedir. Şayet etken faktöre rağmen hala kanamalar devam ediyorsa hemen acele bu tip hemofili bir hastaya kan verilmesi gerekecektir.
Peki, kanın durdurulmasına yönelik pıhtılaşma işlemleri böyle yürürken bunun tam tersi olarak kanın pıhtılaşmaması içinse ne gibi işlemlere ihtiyaç vardır? Hiç kuşkusuz bunun içinde vücutta kanda pıhtılaşmayı önleyen antitrombin sistem bu iş için misyon yüklenmiştir. Bilhassa bu iş için sistem içerisinde konuşlanmış heparin içeren plazma proteinlerinin çok büyük rolü vardır. Heparin asit bir madde içerdiğinden, pıhtılaşma faktörü heparin albümin karmaşık içeriğinin devreye girmesiyle ancak önü alınabiliyor. Hatta pıhtılaşmayı önleyici heparin maddesi formaldehit bazik boyaların bulunduğu ortamda da trombini inaktive edebiliyor. Hakeza bu sistemin fibrin eritici plazma özelliği de vardır, olması da gerekir zaten. Çünkü herhangi bir kazaya maruz kalan bir kişinin periyodik tedavisi süresince pıhtılaşma devam edebiliyor. Ta ki iyileşme aşamasına kadar pıhtı faktörü üzerine düşen görevi yaptıktan sonra ancak o zaman olay mahallinde kalmanın kendisine zarar vereceğini bilmişçesine kendi kendini yok edebiliyor. Zaten kendini ortadan kaldırmasa damarların tıkanmasına yol açıp hastanın ölümüyle sonuçlanabilecek çok büyük bir risk oluşturacaktır. İşte bu tür durumlara meydan vermemek için 1-2 gün içerisinde birtakım aktivatör maddelerin devreye girmesiyle birlikte fibrin eritici plazminojen, plazmine dönüşür de. Böylece plazmin fibrini parçalayarak protein eritici (proteolitik) misyon yüklenmiş olur. Bu arada mevcut sistemi tüm ayrıntılarıyla komple düşündüğümüzde bu iş içerisinde sitrat, oksalat, florür, Ca gibi birçok bileşenlerin de kan pıhtı faktör tayininde devrede olduklarını görürüz. Öyle anlaşılıyor ki plazminin biricik vazifesi fibrin üzerinde doğrudan etki yapıp pıhtıyı eritmek olurken, bu noktada akyuvarların görevi ise eriyen pıhtı artıklarını tahliye edip yaralanmış dokuda iz kalmamasını sağlamaktır. Görüldüğü üzere kanda pıhtılaşması denen hadise öyle sanıldığı kadar rastgele vuku bulan bir hadise değil, son derece birçok bileşenlerin devreyi girmesiyle birlikte vuku bulan planlı mucizevi bir hadisedir. Elbette ki ara sıra plan dışı istenmeyen bir takım istisnai durumlar da olacaktır, oluyor da. Mesela plazma içerisinde aminoasitler, vitaminler, hormonlar, enzimler, şekerler, metabolitler, ilaçlar, aminoasitler, peptitler, glikopeptitler, laktik asit, hippürik asit, organik tuzlar, keton cisimleri, üre, ürik asit, NH3, safra boya maddeleri, bazı pigmentler, lipaz ve amilaz gibi bileşenler oluşan pıhtının yenilenmesini güçleştirebiliyor. Hakeza pankreas hastalığı nüksettiğinde artmakta olan amilazın kanın pıhtılaşmasını önlediği bilinmektedir. Bu durumda hastaya amilazın fazlasını dışarı atması için idrar söktürücü ilaç veya serum verilir de.
Anlaşılan gerek vücut dokularında gerekse kan içerisinde bulunan yaklaşık 30 değişik türden bileşenin pıhtılaşma olayıyla doğrudan ilişkisi vardır. Söz konusu 30 değişik türden bileşenlerin bir kısmı pıhtılaşmayı kolaylaştırırken diğer kısmı engelleyebiliyor. Aslında burada tez antitez ilişkisine dayalı bir olay fark edilip, bu bize vücudumuzda otomatik işleyen homeostatik denge sistemimizi hatırlatır da. Hem nasıl hatırlamış olmayalım ki, baksanıza normal bir kan içerisinde pıhtılaşmayı engelleyici faktörler her an devreye girebiliyor. Malum yukarıda da belirttiğimiz üzere aksi durum söz konusu olduğunda kan dolaşımı pıhtı faktörlerinin kuşatmasına maruz kalıp pıhtı atması gibi birçok beyin kanaması gibi vakalarla karşılaşmak an meselesidir diyebiliriz. Ayrıca bunlardan başka pıhtılaşmayı önlemeye yönelik damar iç yüzeyince emilmiş negatif yüklü protein tabakasının varlığı apayrı bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani bu tabaka sayesinde kandaki pıhtı faktörü damar yüzeyince itilerek pıhtılaşmanın önüne geçilmiş olunur. İyi ki de birçok faktör devreye giriyor da bir yandan normal durumlarda kan dolaşımının pıhtılaşmaması sağlanırken, öte yandan olağan üstü durumlara özgü hasar görmüş dokuların tamiri için de pıhtılaşma faktörleri aktif hale gelmesi sağlanmakta. Böylece vücut şehrimizin virane olmasının önüne geçilmektedir. O halde bu noktada Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Bu arada Yüce Allah’ın vücudumuza yerleştirdiği kanın pıhtılaşmasına etki eden belli başlı faktörleri iki alt başlıkta şöyle kategorize edebiliriz de.
1-Protromboblastin faktörler:”Fibronojen, Protrombin, Tromboblastin, Ca, Ac-globülin, Accler globülin, Prokonvertin vs.”
2-Stabilize faktörler: “Antihemofilik faktör, Antihemofilik globülin faktör, Antihemofilik B faktörü ve Ca-kofaktör.”
İşte yukarıda basamak basamak sıraladığımız birçok faktörün görüldüğü üzere pıhtı olayında doğrudan etkisi söz konusu olup, hatta K vitamininin de bu noktada pıhtılaşma olayında etken faktördür diyebiliriz.
Evet, herhangi bir nedenle damar cidarlarında zayiat verildiği zaman, söz konusu bu sıraladığımız faktörler olaya el koyup derhal onarım işlemini başlatan faktörler olarak göz doldurmaktalar. Derken yaralandığımız zaman aman bir damla kanın akmasından ne olur ki deyip kendi halimize terk edilmiyoruz, bilakis vücudumuzda oluşabilecek gizli kanamalara karşı damarlarımızda dolaşan birçok faktör imdadımıza yetişebiliyor. Bakınız Mevlana Hzleri bir damla kanın kıymetinin bilinciyle ; “Gerçi bir katreyim, fakat bende umman gizlidir. Bir zerreyim, fakat bende güneşler gizlidir” demekten kendini alamamış bile. Madem bir damla kanda olsa “kan demek can demek”, o halde bu hadiseye birde plazma proteinleri açısından baktığımızda bu sözün önemi daha da bir ortaya çıkmış olacaktır. Bilindiği üzere plazma proteinlerin sentezinde, plazma ve bazik lökositler bazı değişiklik mekanizmalarıyla yakından ilişkili olup büyük çoğunluğu karaciğerde sentez edilir. Hatta bir kısım sentez olayının bağırsaklarda meydana geldiği tahmin ediliyor.
Plazma proteinlerinin azalması durumlarında malum: “Doku harabiyeti, Ödem oluşması, Kanamalara bağlı kan kayıpları, Plazma hacminin artması ve Protein sindiriminin azalması” gibi haller vuku bulabiliyor.
Şurası muhakkak plazma proteinlerinin azalmasına paralel ödem oluşup, böbrek, karaciğer ve kalp hastalıkları nüksedebiliyor. Malum albümin, kandaki molekül ağırlığı bakımdan düşük değerlerde olması hasebiyle osmotik basınç yönünden globüline nazaran daha fazla dikkatleri üzerine çeken protein cinsinden bir moleküldür. İşte bu noktada kan albüminini gerek iç kanama veya ascites hallerinde, gerek karaciğer yetmezliğinde, gerek plazma değişikliklerine bağlı dehidratasyon olayında, gerekse dış kaynaklı kanamalarda normal değerlerin altında azalış kaydederek karşımıza çıktığını görürüz. Zaten idrar analizinde albüminin artması birçok organ yapılarında kayıplar verildiğine işarettir. Peki, bu durum, anne karnında nasıldır derseniz bikere bu noktada fetüs; gamma globülin üretememe noktasındadır, ancak yine de kendisi için gerekli olan globülini bir şekilde plasenta yoluyla anneden ihtiyacını karşıladığı da bir vaka. Derken yeni doğan çocuklarda anneninki kadar gamma globülin birikebiliyor. Fakat 12-16 haftalık dönemde %17'den % 0,1'e kadar mütemadiyen düşüş kaydetmektedir. Böylece bebek yaşadığı bu düşüş aşamasında enfeksiyona yakalanabiliyor. Neyse ki bebek 8-12 aylıkken normal seyrine kavuşup, böylece bir takım enfeksiyonlarla baş edecek hale gelebiliyor. Zira protein sentezi bu safhada start almaktadır.
Peki ya, plazma proteinlerin parçalanması hadiseleri vücudumuzun nerelerinde vuku bulmaktadır derseniz bağırsak lümenlerinde olduğu tahmin edilmektedir. Dahası plazma proteinlerin elektrik yüklü bir ortamda taşıdıkları şarj nispetinde hareket ettikleri belirlenmiştir. Dolayısıyla pnömoni (akciğer enfeksiyonu) ve ateşli hastalıklarda alfa globülin artmakta olup, antikor teşekkülü hallerinde ise gamma globülin çoğalmaktadır. Albümin ve fibrinojenin tamamını ise karaciğer yapmaktadır. Ancak karaciğer kanseri, siroz, hepatit ve beslenme bozukluklarına bağlı vakalar da serum azalma gösterir.
Başlıca serum ve plazma proteinleri
Bilindiği üzere plazmanın kendine özgü özel proteini olup, bunlar bildiğimiz fibrinojen ve fibrin maddelerinden başkası değildir. Fibrinojen uzun elips çomak şeklinde olup molekül ağırlığı 40.000'dir. Ayrıca fibrinojen serum içerisinde erimiş halde bulunduğunda sulu kesim plazma adını alır. Zaten fibrinojenin fibrine dönmesi plazmanın serum haline geçişi demektir.
Öte yanda serum total protein durumlarına baktığımızda; Plazmada fibrinojen ayrılınca serum içerisinde serum total protein (albümin ve globülinler) yer almaktadır. Elektro fazla yapılan plazma total protein fonksiyon analizleri sonucunda elde edilen yüzdelik (%'lik) dağılım oranları aşağıdaki gibidir: “Albümin % 57, Alfa globülin % 5, Alfa 2 globülin % 7,5, Gamma globülin % 11, Beta globülin % 12 ve Fibrinojen % 6,5” olduğu görülür.
Globülinler
Fe, Cu ve Zn gibi bir takım metallerle birleşmiş çeşitli proteinlerin yanı sıra Alfa ve Beta globülinler de lipoprotein ve glikoprotein yapısına girerler.
Proteinler molekül yapılarına göre bir karşılaştırma yapılınca en küçük albümin 69.000, en büyük fibrinojen 400.000 kadar olduğu görülecektir. Daha sonra sırasıyla hemoglobin, Beta globülin, Alfa lipoprotein, Beta lipoprotein, Gamma globulin ve fibrinojen gelir. Şimdi adından söz ettiğimiz bu elemanlara kısa bir göz atabiliriz. Şöyle ki;
Gamma globülin; bağışıklık maddesidir.
Beta globülin; lipoprotein, protrombin ve aglutinin(antikor) teşekkülünde görev yapar.
Fibronojen; kan pıhtılaşması görevi yapar.
Albümin; plazma taşıyıcısı olup, kan osmo regülâsyonu temin etmenin yanı sıra organizmanın protein rezervini teşkil eder. Hatta birçok maddelerle reversibl bağlantı yaparak onları transport eder.
Globülin(lipoprotein); yağ, stereoid ve fosfolipitleri oluşturur.
Hiroksene bağlanan protein; seratonoidler ve tyroxin nakli sağlar.
Haptoglobülin; parçalanan eritrositlerin serbest hemoglobin'lerini temin eder.
Ceruloplazmin; Cu naklini temin eder.
Antiotensinogen; kan basıncında görevlidir.
Globülin (metal ihtiva edeni); transferin ve siderofilin Fe taşırlar.
Globülin; antikor ve komplementlerini teşkil eder.
Bunlardan ayrı plazma proteinlerin arasına transimanaz, dehidrogenaz, peptidaz, fosfataz, aldoz, amilaz ve diğer enzimler de dâhil edilir.
Bazı kan proteinlerinin yapılarına iştirak eden elementler:
Fe: Transferin, stokromlar, periksodazlar demir içerirler.
Cu: Ceruloplazmin bakır madeni için tipik bir örnek teşkil eder.
Zn: Dehidropeptidoz, karboksipeptidaz, ürikaz, karbonik anhidraz, insülin çinko yönünden zengindirler.
Mg: Klorofil içeren hayvansal organizmalarda bulunup daha henüz tam fonksiyonu netlik kazanmamıştır.
Tuzlar (elektrolitler) ve organik kristaloitler kapiller damarların cidarından basınç yoluyla kolayca geçebiliyorlar. Özellikle kapiller damarların dış kısmında hidrostatik basınç gerçekleşip, iç kısımda ise osmotik basınç etkindir. Dolayısıyla plazma proteinlerinin geçişi için toplamda 28 mmHg osmotik basınç uygulanıp, bunun 10 mmHg basıncı İnterstiyel sıvı için, 18 mmHg basıncı ise plazma proteinler için efektiftir(etkili). Ancak bu efektif değerler arter ve vena damarda değişiklik gösterebiliyor. Mesela arter bölgesinde hidrostatik basınç osmotik basınçtan daha fazla uygulanır. Yine mesela kan proteinlerinde azalma olduğunda efektif osmotik basınç düşüp, buna paralel kapillerden arter damar içine sıvı akışı gözlenecektir. Böylece sıvı akışıyla birlikte ara dokuda sıvı miktarı artıp ödem oluşacaktır. Keza kandaki alkalen fosfataz enziminin artış kaydetmesiyle ortaya çıkan kemik hastalıkları ve tıkanma sarılıklarında böyledir. Zira alkalen fosfataz; osteoblast ve bağırsakta imal olunmaktadır.
Kanda grup faktör tayini
Evet, bir damla kan adeta devasa bir ansiklopedi külliyatı hükmünde paha biçilmez değere sahip bir hazinedir. Her hangi bir ansiklopedinin bütününde tek harfin karşılığı ne ise insan vücuduna denk gelen bir damla kanın karşılığı da odur elbet. Öyle görülüyor ki bir damla kan sadece içerisinde bulunan şekilli elemanlarıyla sınırlı değil, bunun ayrıca grup faktör tayininde karşılığı olan A, B, AB, O antijenlerin varlığı da söz konusudur. Nitekim anne karnında ki her bir ceninin kendine özgü grup faktör kimliği vardır. Dolayısıyla çocuğa ait kan grup faktörü ve hücrelerinin tamamını anneden alması söz konusu değildir. Cenin aynı zamanda plasenta sayesinde kendi alyuvarlarını kendisi imal edebiliyor. Fakat bu noktada demire de ihtiyaç vardır. Neyse ki bu noktada plasenta, anneden gelen alyuvarları parçalayarak açığa çıkan demiri cenine aktarabiliyor. Yani plasenta bir nevi karaciğer fonksiyon işlevi görmektedir. Hatta bununla kalmayıp lenf sistemi görevi üstlenmiş durumdadır. Anlaşılan plasenta anneden gelen bir kısım antikorları kabul etse bile bir kısmını da kendisi karşılamakta. Değim yerindeyse plasenta cenin için ekmek, su, peynir gibi aş demek olup yapışık ikiz gibidirler. Onsuz gelişmesi mümkün değil zaten.
Bilindiği üzere insan kanında birbirinden farklı A ve B tipinde iki tür antijen var olup bir sonraki kuşaklara kalıtsal olarak geçmekteler. Dolayısıyla dünyaya gelen her bir insan söz konusu antijenlerin ya bir tanesine ya da her ikisine de sahip olabiliyor. Veyahut da hiçbirine sahip olmayabiliyor. Bu yüzden hiçbirinden mahrum kalanlar mevcut bu iki tip antijene karşı vücudunda spesifik reaksiyon gösteren antikor bulunmaktadır. Böylece A ve B tipi antijenler aglütinasyon olayında tetikleyici unsur olarak adından söz ettirecektir.
Kanda grup faktör tayini (A), (B), (AB) ve (O) olarak dört ana başlıkta incelenir. İşte grup faktör tayininde eritrosit bünyesinde yer alan antijenlerin kanda bulunup bulunmamasına göre;
-İçerisinde şayet A ve B aglutinojen yoksa grup faktör 0 grubu,
-İçerisinde şayet sadece A aglutinojeni varsa grup faktör A grubu,
-İçerisinde şayet her iki aglutinojen(hem A, hem de B aglutinojen) de varsa grup faktör AB grubu adını alır. Ayrıca bu gruplara ilave olarak M, N, P ve Rh gibi alt grup faktörler de vardır.
Bilindiği üzere plazmada (serumda) yer alan proteinlere aglütinin denirken, eritrositlerin (kırmızı kan hücrelerinin) bağrında var olanına ise aglutinojen denmektedir. Dolayısıyla bir şahsın eritrositlerinde A aglutinojeni yoksa plazmasında anti-A aglutinini var demektir. Şayet eritrositinde B aglutinojen yoksa plazmasında anti-B aglütinini mevcuttur. Dolayısıyla A grubu kanda A aglutinojeni ile anti-A aglütinini bulunur. 0 grubu kanda ise aglutinojen olmayıp sadece anti-A ve anti-B aglutininler (antikor) vardır. Malum AB grubu kişilerde ise A ve B aglutinojenlere sahip olmakla birlikte plazmalarında aglütinin bulunmamaktadır. Dolayısıyla doğumdan hemen sonra bebeğin plazma içerisindeki aglütinin miktarı sıfır seviyelerde olduğu belirlenmiştir.
Kan naklinde önemli reaksiyon oluşturabilen antijenler A-B-O ve Rh faktörü başlığı altında değerlendirilir. Madem ortada böylesi bir kurulu sistem var, o halde kan transferi işlemlerinde önce vücudumuzun damarlarında dolaşan bu kurulu sistem dâhilinde alıcı ve verici uygunluğu belirlenmeli, sonrasında da kan naklini gerçekleştirmek olmalıdır. Yani önce grup faktör tayini sonra uygulama esas olmalıdır. Mesela A ve B antijenleri bir insanda olmayabileceği gibi sadece bunlardan biri ya da her ikisi pekâlâ bulunabiliyor. Bu yüzden alıcı ile verici arasında uyumluluk aranması şarttır. Şayet alıcı verici arasında kan uyuşmazlığına rağmen kan nakli yapıldıysa alıcı ve verici alyuvarları birbirlerine bağlanıp yapışık kümeler oluşturacağından bu durum aglütinasyona (çökmeye) yol açacaktır. Yani verici ve alıcı kan uyuşmazlığına bağlı olarak adeta aralarında soğuk rüzgârlar esmesiyle birlikte ortada anti-A veya anti-B taşıyan aglütinin çatışması cereyan edip akabinde aglütinasyon (parçalanma-pıhtılaşma-çökelme) hadisesi vuku bulacaktır. Kelimenin tam anlamıyla bu çökme hadisesinde; önce aglütininler eritrositlere bağlanır, sonrasında malum tek bir aglütinin iki veya daha fazla eritrositi birbirine bağlayıp sırasıyla kılcal damarlarda tıkanmalar, kalp koroner damarlarının tıkanması ve ardından kalp krizine kadar varacak bir dizi vakalar yaşanacaktır. Anlaşılan her şey birkaç dakika içerisinde fagositik eritrosit ve epitel sistemin aglutine olmuş hücrelerinin hemoglobini plazmaya vermesiyle başlayıp, sonrasında damar tıkanıklığı gibi bir takım istenmeyen vakaların ortaya çıkmasıyla birlikte ortaya üzücü bir durum yaşanacaktır. Ortaya çıkan bu problemli vaka Tıpta organik oto terapi (kemik tedavi) yoluyla giderilmeye çalışılsa bile Normokromik normositer (özel bir kansızlık) sonucu ölüm vuku bulabiliyor.
(0) grubu adı üzerinde sermayesi olmayan tüccar misali sıfır durumda, yani eritrositi aglutinojen ihtiva etmediğinden anti-A ve anti-B serumu ile reaksiyon oluşturmayacaktır. AB grubu ise bünyesinde bulunan mevcut A ve B sermayeden (aglutinojen) dolayı aglütinasyon meydana gelecektir. Bu yüzden 0 grubu genel verici özelliği ile cömert kan olarak(bütün gruplara kan vermekle) dikkat çekmektedir, ancak kendi dışında kan alamamaktadır. AB grup faktörü ise genel alıcı kan olması hasebiyle tüm gruplardan kan alma konusunda tüm kapılar ardına kadar açık, fakat kendi dışında hiçbir grup faktörüne kan verememektedir.
Yukarıda bahsettiğimiz üzere ABO sisteminden başka Rh faktörü, Mm, Nn, Pp, Ss faktörler de vardır. Mesela Mm, Nn, Pp, Ss faktörler özellikle Adli Tıp çalışmalarında çok önem arz etmektedir. Biz sadece şimdilik sadece Rh faktöründen bahsedeceğiz.
İnsanların % 85’inin kanında Rh faktörü mevcut olup, geriye kalan %15’inde bu faktör olmadığından bu gruptaki insanlar rh negatif (-) kısmı temsil etmektedirler. Şayet Rh pozitif (+) bir kan, rh (-) kişiye enjekte edilirse yavaş yavaş anti-Rh aglütininleri oluşup takriben 2 ila 4 ay sonra maksimum konsantrasyona ulaşılabiliyor. Fakat bu cevap çok kimsede olumlu değildir. Mesela rh negatif (-) bir anne ile Rh pozitif(+) bir babanın evlendiğinde doğacak çocuğun bir halini düşünün, illa ki bu evlilikten doğacak olan bebek, babasından Rh pozitif (+) alacağından anne ile çocuk arasında Rh faktörü yönünden ister istemez uyuşmazlık doğacaktır. Böylece fetüsten anne kanına geçen antijene karşı reaksiyon (antikor) oluşacaktır. Neyse ki ilk çocukta yeteri kadar antikor titresi oluşmayacağı için bu noktada birinci aşamada pek risk teşkil etmeyecektir. Fakat ikinci ve üçüncü doğumlarda antikor titrelerinin yükselmesine paralel çocukta kuvvetle muhtemel eritroblastosis fetalis hastalığının ortaya çıkmasına neden olacaktır. Bu demek oluyor ki; rh negatif (-) bir annenin aglütininleri fetüsün eritrositlerinde aglütinasyona neden olmakla kalmayıp, birkaç doğum sonrası aglütinasyon seviyesine göre şayet gerekli önlemler alınmazsa bu durum çocuğun ölümüne yol açabiliyor. Dolayısıyla olası ölüm riski taşıyan bu hastalığa Tıp dilinde eritroblastosis fetalis denmektedir. Yani ilk evvela Rh pozitif (+) kana sahip bir babanın birinci çocuğu vasıtasıyla annenin rh negatif (-) kanı duyarlaştırılır, daha sonra ikinci hamilelikte duyarlılık daha da hız kazanarak ikinci çocuğun kanında aglütinasyona neden olabilecek aşama gerçekleşir. Derken yaşanan bu aşamalar eritroblastosis fetalis (aşırı kansızlık veya sarılıkla kendini gösteren bir hastalık) hastalığının ortaya çıkmasına neden olabilecektir. Hatta herhangi bir Tıbbi önlem alınmazsa 1-2 aya kalmaz çocuğu ölüme sürükleyecektir. Bu arada şunu unutmamak gerekir; bu tip kan gruplarına sahip her evli çifte ait çocuklarının bu hastalığa %100 yakalanacak diye kesinleşmiş bir kural yoktur, zaten ihtimal dâhilinde diyoruz. Kaldı ki günümüz Tıp dünyasının gelişmesiyle birlikte bu hastalığın pençesine yakalanan çocuğun kanı derhal antikorsuz bir kanla değiştirilerek bu mesele bir çırpıda çözülebiliyor.
Şimdi gelelim can alıcı soruya. Deniliyor ki; Hz. Âdem ve Hz. Havva Anamız bu dört grubu bir arada nasıl toplayabiliyor. İlk bakışta bu soru doğru kabul edilse de genetikte baskın ve çekinik genlerin varlığı bir an olsun unutulmuş gözüküyor. Çünkü (0) grubu geni, hem A hem de B gurubu genlerin yanında çekinik halde bulunabileceği gibi iki çekinik (0) genin bir arada bulunmasıyla baskın halde (0) grubu olarak da karşımıza çıkabiliyor. Yani yarı anne ve yarı babadan gelen grup faktörü genler 2n2 formülü gereği bu dünyadan göç etmiş ya da yeni doğan ve gelecek kuşaklar sayısınca taksim edilip pay edilmiş olmakta. Hakeza Rh faktörü de öyledir. Bir başka ifadeyle Rh faktörü baskın genle kontrol edildiğinde pozitif, çekinik genle kontrol edildiğinde negatif diye tanımlanacaktır. Kaldı ki insanlar farklı deri renklerinden dolayı ırklara nasıl ayrılıyorlarsa aynen öyle de kan yapıları itibariyle de farklı kan grubu faktörlerine ayrılması son derece gayet tabiidir. Bugün dünyada en çok (0) grubu mevcut olup, bunu sırasıyla A ve B grupları takip etmektedir. Mesela Kızılderililer ve Eskimolarda saf (0) grubu kan daha çok bulunurken Türkiye’de ise en çok A grubu kanın daha çok görüldüğü belirlenmiştir. Belli ki ilk insanın kanı O, A ve B kan gruplarıyla birlikte orijinal halde bulunup daha sonra insanoğlunun çoğalmasıyla birlikte çeşitlenerek her birinden belirli oranlarda dağılım gösteren kan grubu faktörüne sahip popülâsyonların ortaya çıktığı anlaşılıyor. Dolayısıyla insanlık, aslında bir manada Hz. Âdem ve Hz. Havva anamızın taşıdığı kan grubu kodlarının özeti şeklinde yeryüzüne dağılmış durumdadırlar. Mesela insanlığın yaşadığı avcılık döneminde, yani yabani hayvanlarla beslenen insanlar (0) kan grubuna sahiptiler, bu yüzden çok küçük alanlarda yaşayan insanlara nispeten bu grup faktörü avcı kan grubu olarak nitelendirilmiştir. Fakat sonradan nüfus artışına paralel göçler artmış bunun sonucunda yerleşik hayatın simgesi olan doğurgan toprağın keşfi ve bitkiyle beslenmenin devreye girmesiyle birlikte A grup faktörü Asya veya Orta doğuda ivme kazanmıştır. Dolayısıyla bu gruptakilerin ataları ilk vejetaryen ataları olarak isimlendirilip, bugün bu faktör daha çok çiftçi kanı olarak bilinmektedir. Bilhassa B gurubu Himalaya bölgesinden start alıp sonradan özellikle Pakistan ve Hindistan’da görülmesi hasebiyle buna da göçebe kanı denmiştir. AB grup faktörü ise malum, hem A, hem de B gruplarını bağrında taşıması hasebiyle en nadir görülen grup faktörü olarak gün yüzüne çıkmıştır. Dahası Mendel çaprazlamalarına bakıldığında bu konuda ne demek istediğimiz ziyadesiyle meramımızı anlatmaya yetecektir diyebilirim. Hatta bu konuda benim Erzurum Atatürk Üniversitesinden Botanik Hocam Prof. Dr. Adem Tatlı'nın bize derslerde öğrettiği aşağıda detayını sunduğum tespitine bakmanız meseleyi açıklığa kavuşturmaya yeter artar da. Şöyle ki:
“AA, AO, BB, BO, AB ve OO. O geni, A ve B genlerine göre çekinik (resesif) bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla AA genleri A kan grubunu verdiği gibi, AO genleri de A kan grubunu verecektir. Aynı şekilde BB ve BO genleri, B ve AB genleri AB ve OO genleri de O kan grubunu hâsıl edecektir. Bir başka ifade ile kan grubu A olan bir kimsede bu kan grubunu tayin eden genler, ya AA veya AO şeklindedir.
Hz. Âdem'de AO ve Hz. Havva'da, BO genleri olması halinde, aşağıdaki durum ortaya çıkar: Şemada görüldüğü gibi, Hz. Âdem'de A, Hz. Havva'da da B kan grubu heterozigot genetik yapıda olması halinde, günümüzde 4 kan grubu da meydana gelebilecektir. Hz. Âdem (A.S.) ve Hz. Havva'nın kanlarında A, B ve O genlerinin bulunması dahi, günümüzdeki kan gruplarının ortaya çıkması için yeterlidir.” (Bkz.Prof. Dr. Âdem Tatlı, Gerçeğe Doğru Serisi, Cilt 2, Sayı:17, İstanbul, 2000, ss. 22–24.)
Yukarıdaki izahatta görüldüğü üzere Hz. Âdem’de A grubu, Hz. Havva’da B grubu heterozigot genetik yapıda olması halinde günümüze kadar kuşaktan kuşağa aksamadan dört ana başlıkta toplanan kan grubu gen kombinezonu yoluna devam edip böylece kan demek can demek olduğunun idrak etmiş olacağız,
Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/gunes-dogudan-dogar/636405.html&filter_name=selim+gurbuzer
dedekorkut1
4 Şubat, 2023 - 20:23
Kalıcı bağlantı
KAN DOLAŞIMI MUCİZESİ
KAN DOLAŞIMI MUCİZESİ
SELİM GÜRBÜZER
Malumunuz cenin anne karnında bir iki aylık dönemine girdiğinde dolaşım sistemiyle ilgili ilk emareler daha on dokuz günlükken oluşmaya başlayıp, bu arada cenin teşekkülü yaklaşık yarım santimken bile kendi öz kan dolaşımına kavuşmuş olur. Belli ki dolaşım sistemi cenin için son derece hayati öneme haiz bir yapı olarak damar ve kalpten önce teşekkül etmiş gözüküyor. Baksanıza kirli kanın atılma işlemleri de bir iki aylık aşamada başlamış gözüküp bu süreç içerisinde anneyle bebek arasında donatılmış damar ağları üzerinden plasentayla kontak kurulur da. Böylece bu sayede besin oksijen ve diğer maddelerin alışverişinde kirlenen kan anne karnında özel muameleye tabii tutularaktan temizlenip ve özellikli bu durum doğuma kadar sürer de. Derken dünyaya gelen bebek dışarda temiz havayla doğrudan temasa geçer geçmez akciğerler biranda işlerlik kazanmaya da başlar. Kelimenin tam anlamıyla dolaşım denen hadise anne karnında başlayan ve dünya hayatıyla birlikte gelişim kaydeden mucizevi dolaşım şebekesinin ta kendisi bir sistemin adıdır dersek yeridir.
Düşünsenize vücudumuz da on bin kilometreyi bulan uzunlukta bir dolaşım şebekesi hattıyla donatılmış bir halde dünyaya gelmişiz, belli ki bu söz konusu dolaşım hattının var oluş nedeni daha çok vücut şehrine kan nakli ve taşımacılık işlemlerini koordineli bir şekilde dağıtımını yürütmek için kurulan bir şebeke ağıdır bu. Öyle ki dolaşıma giren kanın bu şebekenin başından itibaren pompalanmasından tutunda dağıtımına kadar bir dizi süreçlerden süzüle süzüle vücudun hemen her zerre karesine kadar ulaşamadığı tek bir nokta yoktur diyebiliriz. Malumunuz vücuttaki kan dolaşım sisteminin karargâh merkezi kalp olması hasebiyle göğüs boşluğunun sol tarafında tıpkı kendini otomatiğe bağlamış bir şebeke sistemi gibi çalışıp ve bu sayede dakikada 70 defa ataraktan mucizevi bir şekilde kan pompalanması gerçekleşmiş olur. Dahası kalp hakkında morfolojik olarak sert bir kasla birbirinden ayrılan iki bölümden meydana gelen etten yapılmış emme basma tulumba diyebileceğimiz toplam dört gözenekli odacıklardan donatılmış merkezi santral şebekesidir dersek yeridir. İşte bu morfolojik tanımdan da anlaşıldığı üzere kalp kası diğer kas hücreleri gibi yan yana dizilerek meydana gelen bir doku parçası değildir, tam aksine tek başına da manevra yapabilen sert doku yapısından ibaret bir organımızdır. İşte bu yapı içerisinde kanın pompalanması kalp kasının otomatik olarak kasılma ve gevşeme manevraları eşliğinde damarlardan tüm vücuda yayılabiliyor. Ayrıca kalbin her iki yakasında altlı üstlü, sağlı sollu iki odacık daha vardır. Malumunuz kanın toplandığı kısma yani üsteki odacığa atrium (kulakçık) denirken, kanın pompalanmasını sağlayan kısma yani alttaki odacığa ise ventrikül (karıncık) denmektedir. Yetmedi bu odacıklar arasında yukarıdan aşağıya doğru açılıp kapanan mükemmel yapıda donatılmış kapakçıklar da vardır. İyi ki de bu kapakçıklar var da, bu sayede temiz ve kirli kan birbirine karışmayıp kalbin sağ cenahı daha çok vücuttan gelen oksijen bakımdan fakir kirli kanın dolaşımı için, sol cenahı da daha çok akciğerlerden gelen oksijence zengin temiz kanın dolaşımı için donatılmış durumda. Belli ki insanoğlu bu söz konusu kalp kapakçıklarından ilham olmuş olsa gerek ki her hidroelektrik santrali inşasında baraj kapakları yapmayı ihmal etmemiş gözüküyor. İyi ki de ihmal edilmemiş, baksanıza muhtemel sel baskınların ardından su taşkınların yol açacağı durumlarda bu kapaklar can simidi görevi yapmaktadır adeta. Hem nasıl ki barajlarda biriken su arıtma tesislerinden donatılmış su boruları eşliğinde evimizin musluklarından temiz içecek hale gelebiliyorsa aynen vücutta ki şebeke sisteminde yer alan kanın tüm dokularda dolaşımını tamamlayıp kıvrım kıvrım akan bir su misali sağ kulakçıktan kalbe döndüğünde yeniden akciğere pompalanmak suretiyle temiz berrak akar hale gelmekte. Ta ki, buradan devri daimini sürdürme aşamasında sağ kulakçıkla sağ karıncık arasındaki kapakçık kapalı kalıp kulakçık tamamen kanla dolar hale gelir, işte o zaman kapak açılıp buradan sağ karıncığa geçiş yapmış olur. Derken kanın doğal akışı içerisinde sağ kulakçıktan sağ karıncığa pompalanan kirli kan sağ karıncıktan çıkış yapan akciğer atardamarına (pulmoner arter damara) pompalanıp iletilmesi neticesinde kalpten çıkış yapan kirlenmiş kanın akış seyri akciğere gelerek buradan ilerleyerekten kılcallara (kılcal borulara) kaymış olur. Ve bu esnada karbondioksit kandan arındırılırken oksijende akciğer alveollerinden kana nakledilmiş olur. Yani bu demektir ki akciğer alveollerinde konaklayan kan tıpkı barajlarda su arıtma tesislerinin gördüğü muameleye benzer işleme tabii tutularaktan kandaki karbondioksiti dışarı atılıp yerine oksijen alınmak suretiyle arınma işlemi gerçekleştirilmiş olur. Derken akciğerde temizlenmiş olan kan akciğer toplardamarı (pulmoner ven) vasıtasıyla önce kalbin sol kulakçığına, sonra kalbin sol karıncığına geçip nihayetinde en büyük damar (aort damar) kapağının ayaklarında ki papiller kasın incecik perdelerinin (teller) titreşimi marifetiyle vücuda dağılmış olur. İşte bu noktada kalp atışı denilen olay, sağlı sollu kulakçık ve karıncıkların ardı sıra dolup boşalmaları esnasında kasılmalar ve itilmeler neticesinde vuku bulmakta. Allah korusun kan akışı sırasında emme basma-tulumba kuvvetler topluluğu arasındaki vuku bulan kasılma ve gevşeme ritminde herhangi bir aksama olsa buna paralel olarak ister istemez kan dolaşımı akışkanlığını yitirip kalp krizinin yaşanması an meselesidir diyebiliriz. Malumunuz yetişkin bir insanın kalbi, kan dolaşımdaki kanın normal akışı içerisinde mükemmel uyumluluğu sayesinde ancak dakikada 70 ila 80 defa atıp ritim kazanıp ve bu otomatik olarak koordinasyon merkezlerinin birinci ritmi aortun tabanında, ikincisi kulakçık duvarında, üçüncüsü de karıncık uzantıların ağ demetinde yer alaraktan yankı bulup devam eder. Seyrinde devam eden bu ritim sistol ve diyastol evrelerini kapsayan bir kalp döngüsü içerisinde her kalp atımında tekrarlanıp durur da. Üstelik bu kalp atımı sinir sisteminden bağımsız olarak kendine özgü uyarı iletim sistemi ya da aklımıza gelebilecek bir diğer fiziki ve ruhi faaliyetler eşliğinde kendi kalp kasının sahip olduğu özel uyarı merkezlerinden yankılanan elektromanyetik dalgalar eşliğinde bu iş cereyan ettiği düşünülmektedir. Bilim adamları düşüne dursunlar sonuçta günlük hayatta kurulan tesislerde olduğu gibi kalbi baraj ya da kalbi hidroelektrik santrali sayesinde vücuttaki kan dolaşımı kalp kasının ritim kazanması denen hadisede sistol (kasılma) ve diastol (gevşeme) evrelerini içeren bir kap döngüsü ile her kalp atımında ritmik olarak tekrarlanması bu şekilde gerçekleşmiş olur.
Öyle anlaşılıyor ki, kan damarlarını vücut şehrin su kanalları olarak işlev görmekte. Ama şunu da unutmamak gerekir ki; bu damarlar ne bir plastik boruyla, ne de elektrik kablosuyla karıştırmamak gerekir, insanlığın kendi elleriyle ürettiği borularla asla kıyas götürmez bir şekilde yaratılış mayamızda var olan tamamen kendine özgü mükemmel donatılmış borulardır. Dolayısıyla herhangi bir kan damarından enine kesit alıp incelediğimizde, damar sisteminin de kalp gibi iç içe dokulardan örülü üç tabakadan meydana geldiği görülecektir. Nitekim en içte bir sıcacık epitel tabakası, onun üstünde damarın asıl kalınlığını meydana getiren kas tabakası yer alır ki, işte bu iki tabakanın kasılıp gevşemesiyle birlikte kanın akış şiddeti ayarlanmış olur. Fakat kan damarlarında mevcut esnekliğin kaybolması halinde damar sertliği meydana gelir ki, bu durum ister istemez birtakım kalp hastalıklarına yol açacaktır. Ayrıca damar sisteminin tedrici olarak aktivitesini yitirmesi ihtiyarlığın bariz alametleri olarak görülebiliyor.
Aslında dolaşım sistemi sadece bugün değil, geçmişte birçok bilim adamlarının ilgisini çeken bir husustur. Bakınız Aristo; kanın karaciğerde teşekkül ettiğini, oradan kalbe gidip damarlar yoluyla vücuda yayıldığı şeklinde görüş bildirirken, Erasistratus da toplardamarlarla atar damarların farkını ortaya koyan bir isim olarak; “Ana damarlar bir çeşit hava veya ruh taşımaktadır” şeklinde görüş bildirmiştir. Galen de tam aksine; “Arterler hava değil kan taşımaktadır, dolayısıyla kan merkezi karaciğerdir” şeklinde başka boyuttan bakarak bir görüş bildirmiştir. Hakeza William Harvey ise bugünün bilgilerine yakın bir yaklaşımla kan dolaşımının kalp çırpınışları eşliğinde kalbin sol tarafından arterler vasıtasıyla vücudun en uç bölgelerine yayıldığını, böylece toplardamarlar yoluyla sağ tarafa dönüş yaptığından söz etmiştir. Hatta Harvey görüş bildirmekle kalmayıp kalbin bir saat içerisinde dört bin defa çarptığını, vücuttaki topyekûn kan miktarından daha fazlasını pompaladığını göstermeye çalışmış çalışmasına ama o yıllarda mikroskoptan yoksun olması hasebiyle maalesef kendisi de ömrü yetmediği için kanın atar damar ve toplardamar ağının geçtiği kılcal damarları görememiştir. Olsun yine de böyle kanalların olabileceğini düşünmesi ileriki yıllarda pek çok bilim adamına ufuk penceresi açmasına yetmiştir. Nitekim Marcello Malpighi bu düğümü William Harvey’in ölümünden birkaç yıl sonra kurbağalarla yaptığı deneyler sonucunda kılcal damarlar ağının varlığını ispatlayarak bu meseleyi bir çırpıda halledivermiştir.
İşte gelinen noktada bu tür çalışmalar sayesinde kalbin sol karıncığından çıkan temiz kanın bütün vücudu dolaştıktan sonra kirlenmiş halde kalbin sağ kulakçığa dönme süreci büyük kan dolaşımı olarak addedilirken, kalbin sağ karıncığından çıkan kirli kanın akciğerde temizlenip kalbin sol kulakçığına gelmesiyle tamamlanan süreç ise küçük kan dolaşımı olarak addedilir. Öyle ki kalbin sol karıncığından büyük atardamara (aort) geçmesinin akabinde atardamarlar tarafından pompalanan kan, vücudun kılcal damarlara kadar yayılıp, oralarda gerekli oksijen ve gıda alışveriş işlemlerinin tamamlanmasıyla birlikte kirlenmiş halde toplardamara geçmekle dolaşımını sürdürmekte. Akabinde toplardamarlar boyunca ilerleyen kan önce kalbin sağ kulakçığına sonra sağ kulakçıktan sağ karıncığa geçiş yaparaktan tekrar kalbe dönmüş olunur. Bu arada kalpte boş durmayıp kirlenmiş kanı temizlenmesi için ilgili atardamar kanalıyla akciğere pompalayarak devridaimini sürdürmüş olur. Derken akciğere pompalanan kan oksijenle pırıl pırıl temizlenmiş halde önce kalbin sol kulakçığına sonra sol karıncığa aktarılıp böylece kan sıvısı vücudumuzun en ücralarında her salise ölene dek dolaşımda varlığını sürdürmüş olur. Anlaşılan; ne kalpsiz kan ne de kansız kalp birbirinden ayrı bağımsız bir sistem olarak düşünülemez, tam aksine et tırnaktan ayrılmaz misali birlikte kan deveranını yürütmüş olurlar. Madem kalp ve kan el ele gönül gönülle verip ortaya mükemmel bir dolaşım sistemi koymuş durumdalar, o halde bakalım ortaya koydukları belli başlı görevleri neymiş bir görelim. Gerçekten de bu belli başlı görevlerine şöyle bir göz gezdirdiğimizde:
-Kılcal damarlar vasıtasıyla tüm doku hücrelerine gerekli olan besin maddeleri, madenleri ve hormonları ulaştırmak,
-Besinlerin yavaş yanma denilen bir olayla yakılması sonucunda enerjiye dönüştürülmesini sağlayacak olan oksijeni hücrelere ulaştırmak.
-Hücrelerde biriken CO2 (karbondioksit) ve artıkları hem böbreklere hem de akciğerlere nakletmek.
-Vücuda hariçten girip hastalığa yol açan mikroplara karşı savunma hattı oluşturmak,
-Vücudun iç kısımlarındaki fazla sıcaklığı yüzeye taşıyarak normal vücut sıcaklığı korumasını sağlamak gibi bir dizi faaliyetlerde bulunduklarını görürüz.
Kan damarlarında mevcut esnekliğin kaybolması halinde damar sertliği meydana gelir ki bu durum daha çok yaşlılarda görülür. Hatta bu tip arızi durumlar damar duvarlarında yağ ve aşırı derecede kalsiyum birikmesi neticesinde ortaya çıkar.
Belli ki kalbin kanı pompalaması boşuna bir iş değilmiş, işte sizde görüyorsunuz ya, kalbin aort damarından pompalan kan bel kemiği boyunca vücutta kılcal damarlar aracılığıyla bütün dokulara ulaşılması sonucunda kandaki oksijenin doku ve organlardaki hücrelere kadar taşınmasının yanı sıra besin alışverişi de gerçekleşmiş olur. Tabii ki bu gaz alışverişi öylesine sıradan al gülüm ver gülüm cinsinden bir ahbap çavuş ilişkisi değildir, bilakis atar ve toplardamarlar arasında yer alan her bir kılcal damar çeperinden süzülmek suretiyle kandaki besin ve oksijen ihtiyaç miktarınca dokulara adil bir şekilde pay edilerek gerçekleştirilen bir alışveriş sistemi ilişkisidir bu. Üstüne üstük kılcal damarlar marifetiyle kan ve doku arasında gerçekleşen madde alışverişi esnasında doku hücrelerinde biriken artık maddeler ve karbondioksit çöpe atılıp israf edilmez de. Tam aksine kılcal damarlarla dokular arasında filtrasyon ve difüzyon gibi madde taşınması mekanizmaları şeklinde ağlar oluşturulup tıpkı tıbbi atık olarak akciğerde solunum yoluyla temizlenmesi için tekrardan kalbe dönüşleri sağlanır. Böylece sıfır atık sisteminden maksat hâsıl olmuş olur da. Tabii bizde bu arada tıbbi atık sıfır atık derken atardamarların besin ve oksijen taşımasına karşılık toplardamarların da artık madde ve karbondioksit taşınma işlemlerini günümüz taşımacılık sektörüne taş çıkartacak derecede nakliyecilik işlemlerini de başarılı bir şekilde yürüttüklerini de idrak etmiş oluruz. Kelimenin tam anlamıyla böylesi mükemmel donatılmış taşımacılık sisteminde atardamarlar oksijen bakımdan zengin temiz kanın nakliyesini gerçekleştirirken toplardamarlarda karbondioksit bakımdan kirlenmiş kanın nakliyesini gerçekleştirmiş olur. .
Malumunuz yukarıda da belirttiğimiz üzere kalple akciğerler arasında cereyan eden apayrı bir dolaşım sistemi daha vardır ki, hepinizin bildiği gibi bu dolaşım sistemi küçük kan dolaşımı olarak adından söz ettirir hep. İyi ki de küçük kan dolaşımı sistemi var da bu sayede kanı toplardamar yoluyla kalbe gelen kirli kan akciğerlerde temizlenip tekrar kalbe dönmüş olmakta. Bakmayın siz öyle onun adının başına konan küçük ibaresine, adı küçük ama gel gör ki kan dolaşımını 18 saniyelik kısa bir zaman dilimi bir sürede bu işi gerçekleştiriliyor olması boyundan çok büyük işler çıkarması hasebiyle aslında cürmünün üstünde büyüklüğünü göstermeye yetmiştir. Hakeza kanın kalpten beyine ve beyinden tekrar kalbe dönüşünün 8 saniyede gerçekleşiyor olması ve yine kanın vücudun tamamında 23 saniyelik kısa bir sürede deveranının tamamlıyor olması da hacimce küçük görünse de muhtevası büyük türden kayda değer mucizevi işlerdir.
Birde meseleye mucizevi hadiseler yönüyle değil de sistem arızaları yönüyle baktığımızda mesela aortun (atardamarın) çıkış yerinde koroner adı verilen küçük bir atardamar daha vardır ki, bu damar herhangi bir sebeple tıkanması halinde göğüs anjinine (ağırsına) neden olurken, sıkışması halinde ise kalp spazmı ya da kan pıhtılaşmasına neden olacaktır. Hatta sık sık tekrarlanan kalp enfarktüsü de ölüme yol açabiliyor. Bilindiği üzere kan damarlarda dolaşırken damar çeperlerine muayyen aralıklarla uygulanan basınç hadisesi Tıp dilinde tansiyon olarak karşılık bulur. Normalinde bir insanda kan basıncı 12 ila 14 mm cıva basıncı arasında olması gerekir ki tansiyon dengesi sağlanabilsin. Nitekim Yüce Allah yaratılış kodlarımıza tansiyon dengemizi bu sınırlar içerisinde kodlamıştır. Kelimenin tam anlamıyla yaratılış kodlarımızdaki tansiyonumuz, Yaratıcı güç tarafından ayarlanmış göstergelerdir. Dolayısıyla dünyaya gelip gelişme çağlarında kan basıncının normalin üzerine çıkması durumunda damarların büzüşmesine neden olan birtakım olaylara kapı aralanması kaçınılmaz bir hal alacaktır. Yani damarların iç çeperinin sertleşmesiyle birlikte hipertansiyon (yüksek tansiyon) oluşacaktır. Daha doğrusu genel anlamda tansiyonu tanımlayacak olursak kalpten dokuya basınç yapıldığında büyük tansiyon olarak tanılanırken dokudan kalbe basınç yapıldığında da küçük tansiyon olarak tanımlanır. Elbette ki birinci tanımdan da anlaşılan o ki, kalbin en çok yorulmasına neden olan yüksek tansiyon, kanın doku vasıtasıyla yaptığı basınç türüdür. İkinci tanımdan da anlaşılan o ki şayet böbrekler kanı iyi filtre edemiyorsa, damarlar büzüşmüşse küçük tansiyonun yükselmesi kaçınılmaz olacaktır. Dolayısıyla büyük tansiyonun yüksek olması fazla kafaya takılacak durum olmasa da, asıl düşündüren küçük tansiyonun 100 mmHg sınırını geçmesi olayı olup, bu vücut için kırmızı alarm demek olacaktır. Ve bu kırmızı alarmdan en çok etkilenecek olan da böbrek ve damarlarımız olacaktır. Her ne sebeple olursa olsun sonuçta yüksek tansiyon böbrek ve damarları yiyip bitiren bir hastalıktır. Tansiyonun normalin altına düşmesi halinde ise damarların genişlemesine paralel hipotansiyon (düşük tansiyon) nüksedecektir. Hipotansiyon ister istemez kalbin hızlı atmasıyla birlikte kalp kasının gücünü kaybetmesine neden olup çarpıntıya yol açacaktır. Dolayısıyla yetişkinlerde 120 mmHg basınca denk düşen tansiyon normal olarak kabul görür. Şayet bir insanın tansiyonu normalin dışında seyrederse yemek yerken bile stres oluşturup mide damarlarının büzüşmesine yol açacaktır. Böylece o insanın strese bağlı olarak karışışına ülser olarak çıkacaktır. Öyle anlaşılıyor ki dolaşım sisteminin kısa bir süreliğine de olsa çalışmaması demek hayatımızı bir anda karartan bir takım tabloya dönüşebiliyor. Madem öyle, hayatımızı fazla stresle karatmadan en iyisi mi birazda işin moral ve motivasyon yönünden kalbimizin sesini duyup dinlemeye çalışalım ki kararan hayatımız gül bahçesine dönüşebilsin. O halde işe atomdan gezegene gezegenlerden insanlara indirgeyerek meseleye manevi boyut takabiliriz pekâlâ. Şöyle ki, atomun merkezi çekirdek, gezegenlerin merkezide güneştir. Zira gezegenler güneş etrafında dönerler. İnsan vücudunun merkezi ise kalptir. Kalpte Allah adı zikirle mana kazanırsa asıl o zaman vücut şehrimiz bir anlam kazanacaktır. Nitekim güneşin etrafında dönen gezegenler misali semazenlerin de belli bir ahenk içerisinde dönüşleri de ötelere akıp giden yolculuk bakımdan anlam kazanmakta. Böylece atomun çekirdeği etrafında deveran olan elektronlar hem Mevlana’yı hatırlatıyor hem de dervişlerin Mevla’ya giden yolda semah halkasını ispatlıyor. Sadece semah mı, elbette ki Hünkâr Hacı Bektaşi Velinin cem halkası da öyle olup anlam yüklü bir deveran hadisesidir.
Kalp sayesinde göz, kulak gibi organlarımız dünyada olan biteni görür, işitir ve hisseder. Dikkat ederseniz bilhassa hisseder dedik, çünkü bazen öyle durumlar olur ki hislerimiz galebe çaldığında gözyaşımıza sahip olamayız, bunun bir sebebi olmalı elbet. Belli ki dökülen gözyaşımız kalp önderliğinde vuku bulun hissi bir duygu salınımı olarak tezahür olurken, akıl melekemizde reseptörlerden (bağlayıcılardan) aldığı bu hissi uyarıları beyin merkezinde yorumlayıp değerlendirmekle ilgili organların nezdinde varlığını göstermekte. Yani birincisinde hissetmek vardır ikincisinde akl etmek vardır. Ki, gönlümüzün dile gelmesi kalp sayesinde gerçekleşmekte zaten. Hele Kur’an ayetlerini derinlemesine anlamaya ceht ettiğimizde Yüce Allah'ın (c.c) insan kalbini muhatap kabul ettiği görülecektir. Nitekim vahyi ancak kalp hissedip idrak etmekte. Böylece hem kalben hem de dille ‘Amenna ve saddakna' der ve Mevla’ya abd oluruz da. Bakın Dr. Haluk Nurbaki, Yüce Allah’ın Kuran’da “Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş, gözlerine bir perde inmiştir ve bunların hakkı azim bir azaptır”(Bakara, 17) diye beyan buyurduğu ayet-i celileyi: Allah-ü Teâlâ; sanat şaheserim olan bu kalbe imza attım. O’nu imanla ve sevgiyle doldurmazsanız mühürlerim anlamına gelebilecek şekilde yorumlayarak mealen dile getirmiştir. Gerçekten de Rabbü’l Âleminin (c.c) “Ben yere göğe sığmam Mümin kulumun kalbine sığarım” diye beyan buyurduğu hadis-i kutsinin de bu manaya gelebileceğini pekâlâ düşünebiliriz.
Vesselam.
https://www.bayburtpostasi.com.tr/edebiyat/selim-gurbuzer-in-ilk-kitabi-gunes-dogudan-dogar-h22102.html