KROMOZOM DÜNYASI
KROMOZOM DÜNYASI
ALPEREN GÜRBÜZER
Kromozomlar birbirini takip eden nesil boyunca genetik özellikleri taşıyan bir bağ teşkil ederler. Şöyle ki bir canlının temeli over (yumurta hücresi) ve spermatozoidin bir araya gelip tek hücreli zigot oluşturmakla atılmakta, akabinde bu tek hücrenin bölünmesiyle birlikte milyon, milyar ve hatta trilyonlarca hücreye dönüşen bir yapı ortaya çıkar. Düşünsenize bu kadar bölünmüş sayıda hücre kendine güzergâh belirleyip hiç şaşırmadan konuşlanacağı mekânlarda oluşturacağı organlara hayat vereceklerdir. Belki de kromozom gerçeğini iyi anlarsak hayat kimyasının nasıl çalıştığını daha da iyi anlamış olacağız o an. Mesela kromozom morfolojisini anlamak açısından bu konuda en uygun safha metafaz ve anafaz safhaları bulunmaz bir fırsat gibi gözükmektedir. Zira bu devrede kromozomlar üzerinde 1 veya 2 boğum vardır. Boğumlardan bir tanesinin içerisinde bir tanecik bulunur ki, tanecik ihtiva eden bu boğuma primer boğum, diğerine sekonder boğum denmektedir. Sekonder boğumlar uzun veya kısa olup, kromozomların tanınmasını sağlar.
Bazı sekonder bölgeler nükleolus yapımı ile ilgili olup, bu tip bölgelere nükleolus yapıcı kromozom veya nükleolar kromozom denir. Bir kromozomun primer boğum içerisinde yer alan iki kromatidin birleştiği noktada çekme kancasına benzer taneciğe ise sentromer ya da kinetokor ad alır.
Kromozomların şekli bilhassa sentromerin durumu ile ilgilidir. Sentromeri ortada olan kromozomlara metasentrik, sentromeri bir uca yakın olan kromozomlara submetasentrik, sentromerleri tümüyle bir uçta bulunanlara akrosentrik denir. Akrosentrik aynı zamanda telosentrik diye tanımlanır.
Kromozomlar metafaz safhasında çekirdek zarının erimesiyle birlikte adeta bir yıldız gibi doğan sentromer vasıtasıyla iğ ipliklerine takılıp her biri 23 kromozomlu olacak şekilde kutuplara doğru çekilirler. Böylece 23 kromozomlu iki kardeş hücre teşekkül etmiş olur.
İnsan bedeni yukarıda bahsettiğimiz üzere başlangıçta esasen tek bir hücreden halk olmuştur. O tek hücre yumurta hücresinden başkası değildir elbet. Ki; 13 yaşına gelen genç bir kızın yumurta hücresi yumurta kanallarından aşağılara doğru geçiş yapar. Hakeza ergenlik yaşına ayak basmış bir erkeğin testisleri (erkek organ) tıpkı kız çocuğunun yumurtalıklarında olduğu gibi benzer işlev görüp sperma üretmek için seferber olur. Dahası döllenme olayı söz konusu bir erkek ve dişi hücrenin izdivacı sonucunda meydana gelmektedir. Derken döllenen dişi yumurta hücresi döl yatağı denilen rahim duvarına yapışıp, orada neşvünema bulmasıyla birlikte tek hücrede birleşirler. Böylece tek hücrenin bölünmesi sonucunda çoğalan binlerce hücre nur topu doğacak çocuğun taslağı diyebileceğimiz bir ceninin ortaya çıkmasına vesile olurlar. Zira embriyo bir aylık olduğunda yaklaşık 4–6 mm uzunluğa erişmektedir. Öyle ki anne karnında embriyo göbek bağı kanalıyla tüm ihtiyaçları giderilecek şekilde ana rahminde muhafaza altına alınıp, dokuz aylık sürecin son dönemlerine gelindiğinde çocuğun vücudu 1–2 trilyon hücreye ulaşacak hale gelir. Hatta doğum sonrası bebek ana rahminden ayrılsa bile beden hücreleri boş durmayıp gelişme ve çoğalma işlemleri devam eder de. Yani göbek bağı kesilen bir bebek artık ailenin asıl üyesi olmaya hak kazanmış demektir. İşte bu noktada Kur’an’ın 1400 yıl öncesinden müjdelediği insanın bir damla sudan yaratılış mucizesi yerini bulmuş olur.
Hücre bölünmesi bilindiği üzere mitoz ve bölünme diye iki kategoride cereyan eder. Mitoz esasen bölünen hücrenin yaklaşık 20–30 çeşit atom kullanımı sonucunda aynı özellikte iki kardeş hücre verme olayıdır. Belli ki bu tariften de anlaşıldığı üzere enteresan bir durumla karşı karşıya olduğumuzu fark ediyoruz. Düşünebiliyor musunuz mitoz bölünmeyle bir hücre hem bölünüyor hem de kendisiyle aynı birebir iki hücre üretiyor. Üstelik meydana gelen her iki hücre başlangıçtaki 46 kromozomluk sayısını koruyacak şekilde konumlanıp çoğalmakta.
Ya mayoz bölünme nasıl? Malum bu bölünme eşeysel yolla çoğalan canlıların somatik hücrelerde değil gamet hücreler için gerçekleşen bir üreme biçimi olup, mitoz bölünmeden en belirgin farkı başlangıçtaki 46 kromozomlu ana hücreden meydana gelen iki yavru hücrenin 23 kromozoma indirgenmesidir. Böylece iki yavru hücrenin birleşmesiyle zigot oluşarak insan soyunun devamı gerçekleşir. Yani hem sperm hem de yumurtadaki kromozomlar karşılıklı eş seçip, döllenmiş yumurtadan 2n kromozomluk zigot oluşur. Daha doğrusu yarı anneden yarı babadan gelen allel kromozomlardan söz ediyoruz. Anlaşılan doğacak çocuğun cinsini cinsiyet allel genler belirlemekte. Mesela yumurtadan gelen X kromozomu spermanın X kromozomu ile birleşirse doğacak bebeğin kız olacağı muhakkak. Şayet X kromozomu erkeğin Y kromozomu ile birleşirse erkek olacak demektir. Ayrıca bilimsel çalışmalar sonucunda asit ortamda X, bazik ortamda ise Y kromozom ihtiva eden spermaların daha aktif olduğu belirlenmiştir. Zaten ilahi irade doğacak çocuğun hangi cinsten olmasını murad etmişse o ortam hazırlanmakta. Bu durumda bir doğum sancısının ardından ister kız, isterse erkek olsun anne ve babaya nur topu çocuk bahşeden Allah’a hamd edip, amenna saddak demek düşer bize.
Anlaşılan bu mükemmel matematik program olmasaydı ortada ne nesil kalırdı ne de insan kalırdı. Üstelik öyle bir program ki insanın azalarını oluşturan tüm hücrelerin şifre kodları nesilden nesile muhafaza edilerek devam ettiriliyor. Nitekim Mayoz bölünme süreci şu evrelerle tamamlanır.
1-)Profaz
Bu safha uzun olup şu evreler görülür.
1a) Leptoten:
Bu evrede kromozomlar çok ince ve narin iplikçikler halinde olup belli belirsiz yapıdadırlar. Dahası cisimcikler olarak kendilerini hissettirirler.
1b) Zigoten:
Bu safhada erkek ve dişiden gelen eş kromozom çiftleri belirginleşme istidadı gösterirler. Hatta her kromozom çiftinden dört kromatid belirip dörtlü yapı halde birbirlerine tutunurlar.
1c) Pakiten:
Bu evrede eş kromozomların çiftleşme süreçleri tamamlanır. Evre sonunda ise eş kromozomlar uzunlamasına ortadan ayrılıp, her eş kromozomda dört kromatit oluşur. Böylece oluşan kromatitler yeni yerlerine odaklanırlar.
1d) Diploten:
Bu safhada çiftleşmiş kromozomlar birbirinden ayrılarak karşılıklı gen değişiminde bulunacakları noktada birbirlerine bağlanırlar.
2-)Metafaz I:
Bu safhada kromozomlar hücrenin ekvator kısmına dizilirler. Hatta her bir eş kromozom çifti metafaz safhasında sentromer vasıtasıyla iğ ipliklerine takılıp bu sayede kutuplara doğru çekilirler.
3-)Anafaz:
Bu safhada kutuplara çekilen kromozomlar üzerinde adeta fay yarıklarına benzer kırılmalar başlar, ama ayrılan kromozomlar ilk yapılarını muhafaza edemezler. Çünkü buluşma noktalarında kromozom parçaları değişimi gerçekleşip meydana gelen gamet hücrelerinin her birinden yeni bir hücre doğar.
4-)Telofaz I ve sonraki II. Mayoz bölünme evresi:
Kromozomların karşılıklı kutuplara zirve yaptığı safhadır. Nitekim Telofaz I safhasının sonunda I. Mayoz aşaması biter ve yepyeni iki yavru hücre teşekkül eder.
II. Mayoz bölünme kısa süren bir Profazla start alıp bitiminde Metafaz II’ye geçilir. Bu safhada ekvatorda dizilen kromozomlar sentromerler bölününce eş yavru kromatidler karşılıklı kutuplara çekilerek anafaz II safhası zuhur eder. Derken buradan telofaza adım atılır. Böylece başlangıçta mayozla başlayan normal kromozomlu bir eşeysel hücre sürecinden normal kromozomun yarısı kadar kromozom ihtiva eden 4 yeni hücre oluşumu gerçekleşir. Derken II. Mayozun sonunda her cinse ait cinsiyet ana hücreleri dediğimiz erkekte 4 adet spermatid, dişide ise ovum ve 2. kutup cisimciği taslağı oluşur. Taslak hücrelerin olgunlaşıp gelişecekleri yer hiç kuşkusuz cinsiyet organları olup, sperm ve yumurta birikimi buralarda gerçekleşir. Şöyle ki; erkekte spermatogonium (sperm ana hücresi) seminifer tüpleri içerisinde, dişi de ise oogonium (yumurta ana hücresi) yumurtalıklarda birikir. Ta ki bu iki hücrenin bir araya geleceği vuslat gününe kadar dünyaya gelecek çocuğun program kodları yaklaşık 20–25 yıl ebeveynlerin vücudunda beklemeye alınırlar. İşte özetle sunmaya çalıştığımız bu evreler bizlere tasavvufta aşama aşama gerçekleşen “Hamdım-yandım-piştim” evrelerini hatırlatır.
Genellikle her nükleolusta bu özel bölgeye sahip iki kromozom vardır. Bir başka ifadeyle insan genomunda kromozomlar çift halde bulunurlar. Dolayısıyla var olan kromozom serisinden bir başka seri kromozom meydana gelebilmesi için bayağı bir yoğun faaliyet gerekir. Ki; öyledir zaten. İşte bu yoğun hummalı çalışmanın sonucunda dünyaya gelen çocukların hiçbiri birbirine tıpa tıp benzememektedir. Değim yerindeyse tek yumurta ikizler hariç her doğan çocuk kendi mührü ile hayata merhaba der. Bu yüzden bu tip kromozomlara nükleolar kromozom denmektedir. Şayet döllenmiş bir yumurta normal bölünmenin aksine erken bir evrede yarım bölünmeyle gelişme kayd edip tek bir yumurtaya dönüşürse doğacak çocuklar bilin ki dış görünüş itibariyle birbirine benzer tek yumurta ikizler olacaktır. Ya da ikizler ayrı ayrı yumurtalardan embriyolojik gelişimini tamamladığında doğacak çocuklar çift yumurta ikizi olup birbirlerine benzemeyen fertler olarak sahne alacaklardır.
İlginçtir bu genler kromozom içerisinde değişik kombinasyonlarla yer değiştirebiliyor. Tabiî ki her değişim aynı zamanda değişik karakterlerin doğması demektir. Hatta bunun yanı sıra genler çeşitli kimyasal maddeler, X ışınları, ültraviyole gibi ışınların etkisine bırakıldığında enine kopmalar meydana gelebiliyor. Bu kopan parçalar kopan kısma ya da bir başka kopmuş kromozoma yapışırlar. Fakat herhangi bir kromozomun sağlam ucuna yapışmazlar. Çünkü her bir telomer özel bir polariteye (kutuplaşma) sahiptir. Bu nedenle kromozom parçalarının yapışmasını engelleyici tavır sergilerler. İşte arızı kopmalara bağlı olarak genler üzerindeki istisnai diyebileceğimiz bu tür değişiklikler biyoloji de mutasyon diye tanımlanır. Ancak bugün bazı kesimler X ışınına maruz kalan kromozomlar üzerindeki genetik değişimi evrime delil olarak sunma içerisindedirler. Oysa burada söz konusu değişim bir karakteristik değişme olmayıp, aksine genetik karttaki bir noktayı bertaraf etme operasyonudur. Nitekim bu tür değişimlerle bugüne kadar bir canlıdan başka bir canlıya dönüşüm şeklinde bir vaka tezahür etmemiştir. Maalesef her şeye rağmen aklını evrimle bozmuş olanlar sabah uyandıklarında huylu huyundan vazgeçmez misali kendi bildiklerini okumaya devam ediyorlar habire.
Bazı hücrelerde çok büyük yapıda, hem nükleusun hem de hücrenin artmasına neden olan devasa nitelikte kromozomlar görülebiliyor. İşte bu tip kromozomlara dev kromozomlar denir. Dev kromozomlar politen kromozom ve lamba fırçası kromozomlar olmak üzere 2 şekilde bulunurlar.
Lamba fırçası şeklindeki dev kromozomlar politen kromozomlardan daha uzun olup, daha çok omurgalı ve omurgasız hayvanların oositlerinde veya mayoz bölünmenin diploten safhasında görülürler. Aynı zamanda lamba fırçası dev kromozomlar 4 kromatid ve bir nükleotid eksen üzerine oturmaktadır. Bu yüzden lamba fırçası kromozomları diploten sonrası küçülme eğilimi gösterir.
Politen kromozomlar daha çok diptera(çift kanatlı) larvalarının trake, tükürük ve yağ hücrelerinde bulunurlar. Bu kromozomların büyüklüğü normal somatik hücrelerinden iri olduğu gözlemlenmiştir. Mesela Drosophila melanogaster’de politen haldeki dördüncü kromozom normal haldeki aynı kromozomdan 100 katı kadar daha büyüktür. Zaten politen çok iplikli anlamına gelip, laboratuar analiz çalışmaları sonucunda politenlerin çok sayıda iplikten meydana geldiği belirlenmiştir. Aynı zamanda bu ipliklerin kromozom zincirini oluşturan nükleotidler olduğu tespit edilmiştir. Hakeza mayoz bölünmenin profaz safhasında görülen gen bölgeleri üzerinde düğüm benzeri kısımlar ise nükleotidler oluşturmaktadır. Böylece gelinen nokta itibariyle bugün genlerin kromozom zinciri üzerinde yer aldığı belirlenmiştir.
Şu da bir gerçek hücre bölünmesi olmadığı veya çekirdek zarı erimediği halde normal bir hücrenin kromozomunda yer alan kromonemalar arka arkaya defalarca bölünebiliyor. Dolayısıyla kromonemaların (kromatin iplikleri) uzunlamasına defalarca bölünmesine endomitoz denir. Bu arada endomitoz sırasında meydana gelen iplikler ayrılmayıp bir arada kalmasıyla birlikte bantlar oluşur. Bu yüzden iki bant arasında kalan kısım interbant diye tanımlanır. Kromozomunkine eşit çapta veya dar olan yuvarlakça bir cisim ise satellit adını alır. Satellit kromozoma flament adı verilen iplikle bağlanmıştır. Bu yüzden satellit ihtiva eden kromozomlara sat kromozomlar denir. Yukarıda da belirttiğimiz üzere kromozom uç kısımları ise telomer olarak adlandırılır.
Herhangi bir organizmanın kromozom sayısı, şekli ve büyüklüğü onun karyo tipini ortaya koyar. Şöyle ki kromozomlar metafaz ve anafaz safhasında iken sıcak su, asit buharı, alkolik çözeltiler ve potasyum siyanür gibi maddelerle muamele edildiğinde, kromozom yapısının spiral şeklinde olduğu görülecektir. İşte büyük ve küçük spiral şeklinde görünen bu teşekküller kromozom zinciri olarak sahne alırlar. Mesela büyük spirallerin dönüm sayısı 10–30 kadar olup, küçük spirallerin dönüm (kıvrım sayımı) sayısı nispeten daha fazlacadır.
Yine bir kromozom içerisinde temel yapı taşları diyebileceğimiz genler mevcuttur. Yani dişi olsun, erkek olsun tüm hücrelere damgasın vuran etken genlerdir. Bir başka ifadeyle canlının tüm özelliklerine tek etki yapan faktör gen olmaktadır. Öyle ki genler tüm canlıların soyağacı özelliklerini bünyesinde barındırır. Zaten bu bilgiler saklı tutulmasa çocuğun annesi ve babasıyla olan münasebeti ortaya çıkamayacaktı. Belli ki genlere yön veren bir güç böyle murad etmektedir. Demek ki kromozomlar protein yapısında genetik bilgilerin depolandığı yerler olarak dikkat çekmekte. Aynı zamanda genetik bilgiler DNA üzerinde kayıtlı olup lüzumu halinde kullanılmak üzere veri tabanında saklı tutulurlar. Mesela tek bir nörona(sinir hücresi) takriben 50 bin sayfalık devasa bir külliyat sığdırılmış olup, bu kapasiteye sahip her bilgi veri tabanında mevcut bulunabiliyor. Nitekim sinir hücrelerini tüm üniteleri binlerce giriş çıkış kabloları ile donatılmıştır. Bu arada belirtmekte fayda var; bu kayıt işlemi tek bir kromozom için sınırlı olmayıp, tüm kromozomları kapsayacak bilgi ağı söz konusudur. Madem tüm hücrelerimizi oluşturan kromozom sayısı 10.000 gen ihtiva ediyor, o halde sadece bir kromozom için bilgi bellek sayısı 10.000 x1 0.000 = 1.000.000.000 (1 milyar) olacak demektir.
Velhasıl; Protoplazma içerisinde en büyük faaliyet sergileme şerefi kromozom ve DNA’ya ait bir özellik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Vesselam.
http://www.facebook.com/pages/Alperen-G%C3%BCrb%C3%BCzer/141391522610124
dedekorkut1
20 Haziran, 2022 - 19:31
Kalıcı bağlantı
KROMOZOM DÜNYASI
KROMOZOM DÜNYASI
SELİM GÜRBÜZER
Hücrenin temel yapıtaşlarını oluşturan kromozomlar genetik özelliklerini nesiller boyu dölden döle beraberinde taşır hep. Şöyle ki canlının temellerini ovaryum denen yumurta hücresi ile spermatozoon denen erkek üreme hücresinin bir araya gelip diploit (2n) zigot oluşturmasıyla atılmakta. Temeli atılan zigotla birlikte dokuları ve organları oluşturacak olan milyonlarca hücre toplulukları bu kez birbiri ardı sıra bölünmeler eşliğinde embriyolojik bir yapı ortaya çıkarır. Düşünsenize böylesi bir yapı içerisinde milyonlar rakamlarla ifade edilecek sayıda hücre oluşumları milim sapmaksızın adrese teslim bir şekilde kendisinin konumlayacağı mekânlarda doku ve organ oluşumunu gerçekleştirebiliyorlar. Nitekim embriyo oluşumunun ardından fetüs safhasına geçişle birlikte canlı oluşumunun tüm uzuvları tamamlanmış olur.
İşte görüyorsunuz insanoğlu anne rahminde hücre safhasından embriyolojik safhaya, embriyolojik safhasından fetüs ve cenin safhasına geçişler yaptığında tüm bunlardan hiçbir şekilde haberdar olmaksızın dokuz aylık bir sürecin sonunda kendini dünyaya atıvermiş olmakta. Ta ki insanoğlu dünyaya adım atıp sonrasında akil baliğ olur, işte o zaman ya birilerinin anlatımıyla ya da embriyoloji kitaplarında ne olup bittiğini öğrenmek suretiyle ancak anne karnında ki geçirmiş olduğu safhalardan haberdar olabiliyor. Merak bu ya, hele birde insanoğlu embriyolojik safhanın başlangıcı olan hücre âleminin temellerini oluşturan kromozom dünyasının derinliklerine dalıp izini iz sürdükçe vücut azalarının nasıl meydana geldiğinden de haberdar olmuş olur. Madem işin içinde kendi vücut azalarımızı tanıyıp durum vaziyetten haberdar olmak var, o halde daha ne duruyoruz derhal hücre âleminde olan biteni daha iyi kavramak açısından anatomik kaynak taramalara hız verip kromozom dünyasına atacağımız ilk adımda ilk önce hücrenin bölünme safhalarından başlayaraktan kromozom dünyasının izini sürmek gerektir. Hiç kuşkusuz kromozom dünyasının izini sürerken de bizim kendi vücut yapımızı kavramamız açısından metafaz ve anafaz safhaları bu iş için en ideal safhalar olacaktır. Nitekim bu söz konusu safhaların izini sürdüğümüzde adeta bir binayı oluşturan kiriş ve kolonlar gibi birbirlerine kenetlenmiş V şeklinde ki kromozomlarla karşılaşmamız an meselesidir diyebiliriz. Derken V şeklindeki kromozomları birbirine bağlayan sentromer (kinetokor) denen çekme kancasına benzer yuvarlağımsı yapılarla birlikte vücut binasının inşa edildiğini görürüz. Öyle ki söz konusu inşa yapısı 1 ya da 2 boğumlu kollarıyla kendini gösterip bunlardan birincisi primer boğum olarak adından söz ettirirken, diğeri de sekonder boğum olarak adından söz ettirir. Malumunuz primer boğum hemen hemen tüm kromozomlarda çengel kolon görevi ifa ederken sekonder boğumda bazı kromozomlarda uca yakın kısımlarında çengel kolon görevi ifa etmiş olur. Böylece kromozom morfolojisi bir noktada sekonder boğumların uzun veya kısa oluşuna göre anlam kazanmış olur. Hatta bu anlam bütünlüğü içerisinde kromozomların yuvarlak halka şeklindeki bölümleri biyoloji literatüründe uydu yapılar olarak tanımlanırken kromozomların içinde kendine yer edinecek kadar kısalmış ve dahi kalınlaşmış kromatin ipliksi yapılarda kromonema olarak tanımlanır. Bu arada kromozomun birer kromonema içeren yarımları ise kromatid olarak ad alır. Malum iki kromatitin bir araya gelmesiyle de kromozom oluşur.
Aslında kromozomlar bünyesinde barındırdığı sentromerin aldığı pozisyona göre de kategorize edilmekte. Şöyle ki sentromeri ortada olan kromozomlara ‘metasentrik’ denirken, sentromeri bir uca yakın olan kromozomlara da ‘submetasentrik’ denir. Ve sentromerleri tümüyle bir uçta bulunanlara ise ‘akrosentrik’ (telosentrik) denip böylece kromozomlar sentromerin bulunduğu pozisyona göre bu isimlerle de kategorize edilmiş olurlar. Bu şekilde kategorize edildikleri şundan besbellidir ki mesela kromozomlar metafaz safhasında çekirdek zarının erimesinin akabinde bir yıldız doğmuş gibisine bir sentromer yıldız oluşumuyla birlikte iğ ipliklerine takılıp kutuplarda sentromer sayesinde kollarını açmış iki kromatid kardeş hücre şeklinde, yani 23 kromozom olacak şekilde kutuplara doğru çekilmiş halde pozisyon almış olurlar.
İnsan vücudu yukarıda bahsettiğimiz üzere başlangıçta esasen sperm hücresiyle yumurta hücresinin birleşiminden meydana gelen tek bir zigot hücreden halk olmuştur. Ki; 13 yaşına gelen genç bir kızın yumurtaları yumurta kanallarından ilerleyerekten uterusa doğru geçiş yapar. Hakeza ergenlik yaşına ayak basmış bir erkeğin testisleri (erkek organ) de tıpkı kız çocuğunun yumurtalıklarında olduğu gibi benzer işlev görüp sperma üretmek için seferber olur. Malumunuz döllenme olayı evlenecek çiftlerin izdivacıyla gerçekleştiğinde döllenen dişi yumurta hücresi döl yatağına (rahim duvarına) yapışıp burada embriyonik gelişim safhalarına geçiş yapılır. Böylece zigotun kendi içinde birbiri ardınca bölünmeler eşliğinde embriyolojik gelişimini tamamlayıp doğacak olan nur topu bebeğin taslağı hükmünde fetüs safhasına geçiş yapılır. Düşünsenize nerden nereye diyebileceğimiz noktada, ana rahminde yaklaşık 4 ila 6 milimetre uzunluğunda bir aylık embriyon safhasındaki bir canlı taslağı uzuvlarına kavuşmuş halde fetüs safhasına geçiş yapıp 9 aylık sürecin sonunda dünyaya nur topu bebek olarak gelivermiş olmakta. Öyle ki anne karnında iken embriyo göbek bağı kanalıyla tüm ihtiyaçları giderilecek şekilde muhafaza altına alınıp doğuma ramak kala diyeceğimiz noktada çocuğun vücudu 1 ila 2 trilyon arası hücreye ulaşacak seviyelerde tamamlanmış olur. Derken doğum sonrasında da hücre faaliyetleri hız kesmeyip dünyada yaşadığı sürece beden hücreleri sürekli olarak kendi kendini yenileyip gelişimini devam ettirir de. Nitekim göbek bağı kesilen bir bebeğin artık embriyon ve fetüs safhalarındaki geçirdiği hayat serüveniyle ilişkisi kesilip bu kez konuk olacağı dünyada hem ruhen hem de bedenen ilişkisini devam ettirecek yeni bir gelişim evresi devreye girecektir. Öyle ki Kur’an’ın tâ günümüz 1400 yıl öncesinden müjdelediği insanın bir damla sudan yaratılış mucizesi dünyada son nefesine kadar içeceği ab-ı hayat su ile müsemma bir mucizevi bir hayatla buluşmuş olunur.
Hücre bölünmesi bilindiği üzere mitoz ve mayoz bölünme başlıkları altında iki kategoride cereyan eder. Mitoz esasen bölünen hücrenin yaklaşık 20 ila 30 çeşit atom kullanımı sonucu aynı özellikte iki kardeş hücre verme olayıdır. İşte bu tariften de anlaşıldığı üzere enteresan bir durumla karşı karşıya olduğumuzu fark ederiz. Düşünebiliyor musunuz mitoz bölünmeyle hem hücre bölünme safhaları gerçekleşir hem de kendisiyle aynı birebir iki hücre üretimi gerçekleşmiş olur. Üstelik iki hücre oluşumu başlangıçtaki 46 kromozomluk sayısını koruyacak şekilde konumlanarak çoğalıp yoluna devam edecektir.
Peki, mayoz bölünme nasıl gerçekleşir? Malum bu bölünme şekli eşeysel yolla çoğalan canlıların somatik hücrelerin bünyesinde değil, gamet hücreleri içerisinde gerçekleşen bir üreme biçimidir. Dahası mitoz bölünme şeklinden en belirgin farkı başlangıçtaki 46 kromozomlu ana hücreden meydana gelen iki yavru hücrenin 23 kromozoma indirgendiği bir bölünmenin vuku bulmasıdır. Derken böylesi bir bölünme sayesinde iki yavru hücrenin birleşmesiyle oluşan zigottan insan soyunun devamı gerçekleşir. Öyle ki homolog (eş) kromozomların aynı lokuslarında sperm ve yumurtadaki genler karşılıklı olarak kendine eş seçip böylece döllenmiş yumurtadan 2n kromozomlu zigot oluşumu vuku bulur. Hatta mayoz bölünmeden beklenen maksat hâsıl olup bu arada yarı anneden yarı babadan gelen allel genlerin vücut bulup bu arada doğacak olan çocuğun cinsini belirleyen cinsiyet geni denen amelogenin geni de sahne almış olur. Nasıl mı? Mesela, eğer yumurtadan gelen X kromozomu spermanın X kromozomu ile birleşirse doğacak bebek kız olacak demektir, yok eğer X kromozomu erkeğin Y kromozomu ile birleşirse doğacak olan bebek erkek olacak demektir. Ayrıca bilimsel çalışmalar sonucu asit ortamda X, bazik ortamda ise Y kromozom ihtiva eden spermaların daha aktif olduğu belirlenmiştir. Zaten ilahi irade ve yaratıcı güç doğacak çocuğun hangi cinsten olmasını murad etmişse o ortamın şartları da beraberinde yaratılmış olmakta. Bu durumda ortam şartlarının tamamlanmasıyla birlikte doğacak olan çocuğun cinsiyet ayırımı yapmaksızın 9 aylık sürecin akabinde ister kız ister erkek doğmuş olsun hiç fark etmez, bu noktada Allah’a hamd edip amenna ve saddakna demek düşer bize. Hem nasıl tasdik etmeyelim ki, sağlıklı doğduğumuza şükretmek yetmez mi? Düşünsenize ortada doğum öncesi anne karnında öyle mükemmel matematik program işlemekte ki dünyaya sağ salim gelebiliyoruz. Ortada böyle mükemmel program olmasa hak getire, kim bilir halimiz nice olurdu, hatta halimizin nice olmasına bile fırsat kalmadan hiç şüphesiz insan ortada ne insan nesli kalırdı ne de yaratık. Gerçekten de insan nesli yaratılışından kıyamete dek öyle mükemmel programlanmış ki; insanın yaratılış fıtratı gereği zaten programsızlığı kabul etmez de. Ki; insanın azalarını oluşturan tüm hücrelerin şifre kodları nesilden nesile muhafaza edilerek devam ettiriliyor. Nitekim bu süreci mayoz bölünmenin safhalarına tek tek baktığımızda net bir şekilde görmek pekâlâ mümkün. Madem öyle bu söz konusu safhalar neymiş bir izleyip görelim:
1-) Profaz: Bu safha en uzun safhalardan olup kat ettiği safhalar şu isimler eşliğinde anlam kazanır;
- Leptoten:
Bu safhada kromozomlar çok ince ve narin iplikçikler halinde olup belli belirsiz yapıdadırlar. Daha çok cisimcikler olarak kendilerini gösterirler.
- Zigoten:
Bu safhada erkek ve dişiden gelen eş kromozom çiftlerinin belirginleşmesi yönünde eğilim gösterirler. Hatta her kromozom çiftinden dört kromatid belirip dörtlü yapı halde birbirlerine tutunurlar.
-Pakiten:
Bu safhada eş kromozomların çiftleşme süreçleri tamamlanır. Safhanın tamamlanması akabinde ise eş kromozomlar uzunlamasına ortadan ayrılıp her eş kromozomdan dört kromatit teşekkül etmiş olur. Böylece oluşan kromatitler kendilerine yeni bir yurt edinerek konumlanmış olurlar.
- Diploten:
Bu safhada çiftleşmiş kromozomlar birbirinden ayrılarak karşılıklı gen değişiminde bulunacakları noktada birbirlerine bağlanırlar.
2-)Metafaz I: Bu safhada kromozomlar hücrenin ekvator kısmında dizilim gösterirler. Derken bu dizilimde her bir eş kromozom çifti metafaz safhasında sentromer vasıtasıyla iğ ipliklerine takılıp bu sayede kutuplara doğru çekilişi gerçekleşir.
3-)Anafaz:
Bu safhada kutuplara çekilen kromozomlar üzerinde adeta fay yarıklarını andırır kırılmalar başlar, ama ayrılan kromozomlar ilk yapılarını muhafaza edemezler. Çünkü buluşma noktalarında kromozom parçaları değişimi gerçekleşip meydana gelen gamet hücrelerinin her birinden ise yeni hücre oluşumları teşekkül etmiş olur.
4-)Telofaz I ve sonraki II. Mayoz bölünme Safhası:
Kromozomların karşılıklı kutuplarda zirve yaptığı safhadır. Nitekim Telofaz I safhasının I. Mayoz aşama süreci tamamlanır tamamlanmaz hemen akabinde ortaya yepyeni iki yavru hücre teşekkülü meydan gelmiş olur.
II. Mayoz aşamasında ise malum kısa süren bir profaz safhasıyla start alıp devamında Metafaz II’ye geçiş yapılır. Geçiş yapılan bu safhanın ekvator kısmında dizilen her bir kromozomun sentromerleriyle birlikte bölününce devamı aşamada bu kez adına eş yavru kromozomlar denen kromatitleri oluştururlar. Böylece oluşan kromatitler karşılıklı kutuplara çekildiğinde önce anafaz II safhasına sonrasında da telofaz safhasına geçiş yapılır. Derken mayoz yapılanmasıyla başlayan normal sayıda kromozomlu eşeysel hücre oluşumunun yarı sayısı kadar kromozomlu bir yapılanmaya evrilip 4 yeni hücre oluşumu vuku bulmuş olur. Bir başka ifadeyle II. Mayozun sonunda her cinse ait cinsiyet ana hücrelerinden erkek için 4 adet spermatid oluşurken, dişi içinde ovumla birlikte ikinci kutup cisimciği taslağı meydana gelmiş olur. Taslak hücrelerin olgunlaşıp gelişecekleri yer hiç kuşkusuz cinsiyet organları olup, sperm veya yumurta birikimi ait oldukları haznelerde veya kanallarda depolanırlar. Şöyle ki; erkekte spermatogonium (meni) seminifer tüpler içerisinde birikirken, dişi de ise oogonium (yumurta ana hücresi) dişinin yumurtalıklarında birikim gerçekleşir. Ta ki erkek ve dişi bireylerin bir araya geleceği vuslat gününe kadar bu iki hücreden sadır olacak çocuğun program kodları yaklaşık 20 ila 25 yıl ebeveynlerin vücudunda beklemeye alınırlar. İşte özetle sunmaya çalıştığımız bu söz konusu eşey hücrelerinin ait oldukları bireylerin üreme organlarında geçirmiş oldukları bölünme ve çoğalma evreleri aynı zamanda tasavvufi hayatta da aşama aşama gerçekleşen “Hamdım-yandım-piştim” evrelerini bize hatırlatan bir durumdur bu.
Genellikle her nükleolusta bu özel bölgeye sahip iki kromozom vardır. Bir başka ifadeyle insan genomunda kromozomlar çift halde bulunurlar. Dolayısıyla hâlihazırda mevcut kromozom serisinden bir başka seride kromozom meydana gelebilmesi için yoğun bir faaliyete gerek vardır. Ki; hücre içerisinde dur durak bilmeyen kromozom faaliyetleri her an her salise işlemekte zaten. Derken bu yoğun ve hummalı çalışmaların neticesinde tek yumurta ikizleri hariç tıpa tıp birbirlerine benzemeyen tipte, kendine özgü parmak izi ve kendine özgü DNA profili mührü ile anne karnından dünyaya nur topu bir bebek doğuvermiş olur. İşte böylesi kutlu doğuma mührünü vuran hücre çekirdeğinde bulunan cisimcik veya çekirdekçik anlamında bu tip kromozomlara “nükleolar kromozom” denmektedir. Şayet döllenmiş bir yumurta normal bölünmenin aksine erken bir evrede yarım bölünmeyle gelişme kayd edip tek bir yumurtaya dönüşürse doğacak çocuklar biliniz ki dış görünüş itibariyle birbirine benzer “tek yumurta ikizler” olacak demektir. Yok, eğer ikizler ayrı ayrı yumurtalardan embriyolojik gelişimini tamamlarsa doğacak olan çocuklar biliniz ki dış görünüş itibariyle çokta birbirine tıpa tıp benzemeyen “çift yumurta ikizler” olacak demektir. Böylece her iki durumda da ortak payda doğmuş olduklarında hayata merhaba diyecek olmalarıdır.
İlginçtir kromozom içerisinde yer alan genler değişik kombinasyonlarla, değişik atraksiyonlarda bulunaraktan yer değiştirebiliyor da. Tabiî ki bu tip kombinasyon ve atraksiyonlar aynı zamanda değişik tipte karakterlerin ortaya çıkması demektir. Aslında bu tip atraksiyonlara nadirde rastlansa sonuçta nükseden atraksiyonlar genetik olabileceği gibi dış kaynaklı atraksiyonlar şeklinde de olabiliyor. Hatta kromozomlar çeşitli kimyasal maddeler, X ve ultraviyole ışınları gibi bir takım dış kaynaklı etken unsurlara maruz bırakıldığında kromozomlar üzerindeki allel genlerin enine kopmasına neden olabildiği gibi kromozom üzerinde kopan parçaların yerine bir başka kopmuş kromozom parçalarının yapışması da söz konusu olabiliyor. Dikkat edin kopmuş olan yere yapışır dedik, bu demektir ki kromozomun sağlam olan kısmına veya ucuna yapışmaz manasına yapışma hadisesidir bu. Zira ökaryotik linear kromozomların uçlarında bulunan, aynı zamanda herhangi bir gen kodlamayan özelleşmiş heterokromatin yapılar denen telomerlerin bir takım polarite oluşumlara karşı adeta kendi önlemini alaraktan kromozomların rastgele çift zincir DNA kırılmalarından ve nükleolitik parçalanmalarından koruyabiliyor. Yetmedi icabında istenmeyen kromozom uçlarının birleşmesinden diyebileceğimiz kromozom parçalarının yapışmasını engelleyici tavırda sergileyebilmekteler. Ancak şu da var ki gelip geçici türden arızi kopmalara bağlı olarak, yani genler üzerinde istisnai diyebileceğimiz türden değişikliklerin olması da söz konusu olabilmektedir ki, bu durum biyoloji bilim dalında mutasyon hadisesi olarak karşılık bulur. Hiç kuşkusuz istisnai türden değişiklikler orijinalliğin dışında yeni bir yaratık ya da yeni bir tür orta koyamayacaktır. Fakat bu konuda gel gör ki bir takım dogma kafalar bu gerçeği ters yüz edip bugün olmuş gelinen noktada çeşitli kimyasal maddelerin, X ve ultraviyole ışınları gibi dış kaynaklı faktörler nedeniyle kromozomlar üzerinde mutagenik oluşumları tetiklediği bir takım sonradan nüksetmiş değişiklikleri evrime delil olarak sunmanın peşindedirler halen. Oysaki burada söz konusu değişiklik bir karakteristik değişiklik olmayıp, tam aksine genetik karttaki bir noktayı bertaraf etme operasyonudur. Nitekim bu tür arızi değişiklerin bugüne kadar bir canlıdan başka bir canlıya dönüşüm şeklinde bir vaka tezahür etmemiştir. Maalesef bu gerçeklere rağmen göz göre göre aklını evrimle bozmuş bu zavallılar akşam yatıp sabah uyandıklarında huylu huyundan vazgeçmez misali hep kendi bildiklerini okumaya devam etmekle kafa dağıtmaktalar.
İcabında hücre içerisinde çok büyük yapıda, hem nükleusun hem de hücrenin büyümesine neden olan devasa nitelikte kromozomlar da görülebiliyor. Ki, bu tip kromozomlar biyoloji bilim dalında “dev kromozomlar” olarak karşılık bulup aynı zamanda bu tip kromozomlar politen kromozom ve lamba fırçası kromozomlar olarak da 2 başlık altında kategorize edilirler:
- Lamba fırçası şeklindeki dev kromozomlar politen kromozomlara nispeten daha uzun olup, en çok omurgalı ve omurgasız hayvanlarda daha henüz döllenecek duruma gelmemiş dişi gamet hücrelerin oositlerinde veya mayoz bölünmenin diploten safhasında görülürler. Aynı zamanda lamba fırçası dev kromozomlar 4 kromatid ve bir nükleotid eksen üzerine konumlanıp, diploten safhası sonrası küçülme eğilimi gösterirler.
-Politen kromozomlar daha çok çift kanatlılar denen böcek takımından diptera adlı sinek larvalarının trake, tükürük ve yağ hücrelerinde bulunurlar. Bu tip kromozomların büyüklüğü normal somatik hücrelerden daha iri olduğu gözlemlenmiştir. Nasıl mı? Mesela meyve sineği veya sirke sineği olarak bilinen drosophila melanogaster böceğinde politen haldeki dördüncü kromozomu normal haldeki aynı kromozomdan 100 kat daha büyüktür. Dolayısıyla bu manada politen çok iplikli anlamına gelip, laboratuvar analiz çalışmaları sonucu politenlerin çok sayıda iplikten meydana geldiği belirlenmiştir. Aynı zamanda bu ipliklerin kromozom zincirini oluşturan nükleotidler olduğu tespit edilmiştir. Hakeza mayoz bölünmenin profaz safhasında görülen gen bölgeleri üzerinde düğüm benzeri oluşumlar da nükleotid oluşturmak için vardırlar. İyi ki de varlar, bu sayede genlerin kromozom zinciri üzerinde konumlandığını fark edivermiş olduk.
Şurası muhakkak hücre bölünmesi olmaksızın veya çekirdek zarı erimeksizin de normal şartlarda bir hücrenin kromozomunda kaba ve şekilsiz bir granül materyal içeren kromatin iplikleri yapıda kromonemalar bile ardı sıra bölünmeler geçirebiliyor. Dolayısıyla kromonemaların (kromatin iplikleri) uzunlamasına bu şekilde ardı sıra defalarca bölünebilme kabiliyeti gösterebilme hadisesi “endomitoz” olarak karşılık bulmuş olur. Derken endomitoz hadisesiyle birlikte meydana gelen iplikler birbirlerinden ayrılmayıp birlikte bantlar oluştururlar da. Malum bant oluşumlarda çeşit çeşittir, nitekim iki bant arasında kalan kısımlar “interbant” diye addedilirken, hâlihazırdaki kromozoma eşit çapta veya yuvarlakça görünümde olan cisimcik tarzı uydu bantlarda “satellit” olarak addedilir. Ve bu cisimcik tarzı uydu bantlar flament denilen iplikle kromozoma bağlanıp, böylece sekonder boğum kromozom kalınlığında satellit ihtiva eden bu tip kromozomlar “sat kromozomlar” olarak isimlendirilirken, kromozomun uç kısımları da “telomer kromozom” olarak isimlendirilir.
Belki aklımızdan şu geçebilir; kromozom dünyasında isimlendirme şart mıdır, şart olmasa da adını koymalı ki en azından herhangi bireye ait gerek kromozom sayısı hakkında, gerek şekli ve büyüklüğü hakkında tüm detaylarıyla birlikte karyotipi ortaya konulabilsin. Nitekim her bireyin karyotipini belirlemeye yönelik çalışmalarda mesela o bireyin kromozomlarının metafaz ve anafaz safhasında iken sıcak su, asit buharı, alkolik çözelti ve potasyum siyanür gibi maddelerle muamele edildiğinde, kromozom yapısının spiral şeklinde olduğu görülecektir. İşte böylesine büyük veya küçük spiral görünümlü yapılar kromozom zinciri biçiminde sahne aldıklarında karyotipi belirlenip sayılarla rakamlarla ya da pik görüntülerle isimlendirilmiş olur da. Nitekim karyotipin belirlenmesinde her bir pikin döngü sayısı çok önemli işaret taşları olup isimlendirmede mesela bir pik görüntüsünde büyük spirallerin dönüm sayısı 10–30 arası aralık bandında bir değerle isimlendirme yapılırken küçük spirallerin döngü (kıvrım sayımı) sayısı da büyük spirallere nispeten daha fazlaca olacaktır.
Hele bilhassa kimliklendirmeye yönelik çalışmalarda gen bölgelerinin isimlendirilmesi çok daha önem arz etmektedir. Hiç kuşkusuz bu isimlendirmenin asıl işaret taşları yukarıda da belirttiğimiz üzere bir kromozom içerisinde birbiri ardınca dizilim gösteren genlerden başkası değildir elbet. Ne diyelim, işte yukarıda anlatılanlardan da fark etmişsinizdir ya, ister kimliklendirme çalışmalarında ister dişi birey olsun, ister erkek birey olsun hiç fark etmez sonuçta tüm hücrelere damgasını vuran asıl ana etken unsur genlerdir. Bir başka ifadeyle canlının tüm özelliklerine büyük ölçüde katkı yapan ana unsur gen olmaktadır. Öyle ki; genler tüm canlıların karakteristik özelliklerini bünyesinde barındıran tek soyağacı kütüğüdür. Öyle ki böylesi soyağacı kütüğü içerisine bir bireye ait kodlanmış tüm bilgiler DNA belleğinde kayıt altına alınaraktan saklı tutulmasaydı ne çocuğun annesi ve babasının kim olduğunu belirlenebilirdi ne de çoğun karakteristik özellikleri ortaya konulabilirdi. Belli ki gen âlemine yön veren İlahi güç böyle murad etmektedir. İşte İlahi kaynaklı bu muradın gereği olarak kromozomlar protein yapısında genetik bilgileri depolarında saklı tutarlar da. Hatta sadece depolarda değil daha garantili bir yöntemle tüm genetik bilgiler lüzumu halinde kullanılmak üzere DNA veri tabanında kayıt altına alınır. Mesela tek bir sinir hücresi nörona takriben 50 bin sayfalık devasa bir külliyat sığdırılmış durumda olmanın yanı sıra hemen her bilgi veri tabanında saklı tutulabiliyor da. Belli ki sinir hücreleri bu amaç doğrultusunda tüm üniteleri binlerce giriş çıkış kabloları ile donatılmıştır. Bu arada belirtmekte fayda var; bu tip kayıt işlemleri tek bir kromozom için sınırlı kalmayıp, diğer kromozomları da kapsayacak kapasitede bilgi ağı donanımı söz konusudur. Öyle ya, mademki vücudumuzdaki tüm hücrelerimizde kodlu olan kromozom sayısı 10.000 gen sayıda kapasiteyle donatılmış, o halde sadece tek bir kromozom için bilgi bellek sayısının yapılacak olan bir hesaplama neticesinde 10.000x10.000 = 1.000.000.000 (1 milyar) gibi bir rakamı bulacak demektir.
Velhasıl-ı kelam; hücre âlem içerisinde anlaşılan o ki, bilgi enformasyonda en büyük pay sahibi kromozom dünyasına ve kromozom dünyasının başkanlığını yapan DNA’ya ait şeref olarak karşımıza çıkmaktadır.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/kromozom-dunyasi-5884-kose-yazisi
dedekorkut1
25 Haziran, 2022 - 09:37
Kalıcı bağlantı
HÜCRE İÇİNDE TEKNE TURU
HÜCRE İÇİNDE TEKNE TURU
SELİM GÜRBÜZER
Değişik türden canlıların hücre yapılarının içinde tekne turu yapıp kromozom sayısını incelediğimizde türden türe değişkenlik gösterdiğini pekâlâ görebiliyoruz. Örnek mi? Mesela insan genomunun birçok canlı türünden farklı olarak sayıca 46 kromozomlu olması bunun en tipik örneğini teşkil eder. Ve bu sayı eşey hücreleri yoluyla yarı yarıya pay edilip 23’ü anneden, 23”ü de babadan gelmek suretiyle sabit sayıda 46 kromozomlu vücut hücreleri oluşmuş olur. Dikkat edin sabit sayıda dedik, zira insan vücut genomunu oluşturan 46 kromozomlu yapının ne bir eksik ne bir fazlalığa evrilmesi asla söz konusu değildir. Belli ki her yaratılan canlı türünde olduğu gibi insanın yaratılışında da kromozom sayısı bakımdan belirli ölçü tayin edilmiştir. Rastgele tayin olmadığı gayet net bir şekilde ortada. Öyle ki, insan genomunu oluşturan cinsiyet hücrelerinin şayet kromozom sayıları mayoz bölünmeyle yarıya indirgenmemiş olsaydı 46 kromozoma sahip erkek ve dişi bireylerin birleşmesinden (44+XY) + (44+XX) = 88 + XXXY = 92 kromozomlu canlı oluşumunun ortaya çıkması gerekirdi. İşte bu gibi durumlara meydan vermemek için belli ki; Yüce Yaradan yarattığı her tür canlıya ta baştan bir ölçü tayin etmiştir. Dolayısıyla insan genomuna yönelik dışardan herhangi bir müdahaleyle ne kadar oynanırsa oynansın 92 kromozomlu bir canlı oluşumunun vuku bulması asla mümkün değildir. Hadi vuku bulduğunu varsaysak bile ikinci bir kuşak nesilde mevcudun iki katı diyebileceğimiz 184 sayıda kromozomlu bir tabloyla karşı karşıya kalınırdı ki; bu durum başlı başına insan genomunun sonunu getiren bir felaket tablosu olurdu. Derken böylesi bir felaket tablo karşısında ne bir sağlıklı bir bebeğin dünyaya gelmesinden söz edebilirdik ne de her hangi bir neslin kuşaklar boyu sürdürebilirliğinden.
Malumunuz günümüzde hızla gelişen teknolojiyle birlikte laboratuvar analiz çalışmalarıyla gelinen noktada hücre bölünmeleri çok yakından izlenebildiği gibi hücre bölünmeleriyle start alan kromatin ve kromonemanın oluşturduğu çok sayıda iplikten oluşan kromozomların keşfini de beraberinde getirmiştir. Tabii böylesi iplik ağıyla örülmüş kromozom dünyasının keşfi iyi hoşta bu sözü edilen iplikler acaba nasıl meydana gelmiştir sorusunun cevabını bulmak için de bir başka dalga boyunda tekne turuna ihtiyaç vardır. Tabii bunun içinde yine yola çıkıp günümüzün ileri düzeyde gelişmiş laboratuvar teknik metotlarının ortaya koyduğu doneleri de kendimize pusula yapmak gerekir ki bu amaç doğrultusunda yola çıktığımız hücre içi tekne turundan maksat hâsıl olsun. Nitekim laboratuvar analiz çalışmalarıyla belirlenen verilere baktığımızda her bir hücrenin kromozomundaki kromonemaların arka arkaya uzunlamasına birkaç kez bölünmesini gösterir tablo “endomitoz” olayı olarak karşılık bulduğunu görürüz. Öyle ki bu tabloda endomitoz hadisesi bölünmeler eşliğinde meydana gelen ipliklerle birlikte bant oluşturarak kendini gösterecektir. Değim yerindeyse söz konusu bant oluşumu iplik paketinden oluşan politen kromozomların kromonema ipliklerinde kromatinlerin birbiri ardı sıra dizilimi şeklinde sahne alınmış olur. Hele ki günümüzde genetik analizör cihazlarla kayıt altına alınan ve kromozom haritalarında yerleri gösterilen gen ve bant dizilimleri adeta sahnelip gözlemlenebildiği gibi bu bant diziliminde her bir şahsa ait lokus allellerinin diğer şahıslara ait lokus alelleriyle birebir karşılaştırılması yapılabiliyor da. Böylece bu yapılan birebir karşılaştırmalar sayesinde interbantların lokus haritaları çıkarılıp çok rahatlıkla her bir bireye ait lokus alleller tespit edilebildiği gibi nesep davalarında çocuğun ebeveynlerinin kim olduğu çok rahatlıkla belirlenip bir rapor halinde ilgili mahkemelere sunulmakta bile. Hele bilhassa Adli Tıp veya Kriminal laboratuvarlarda DNA izolasyon analiz çalışmaları ve PCR işlemleri sayesinde STR denilen kısa tekrar gen bölgelerini temsilen DNA üzerindeki fiziksel özel konumunu gösteren pik şeklinde lokus alellerin birebir karşılaştırmaları eşliğinde kimlik tespit işlemleri neticelendirilmiş olunmakta. İşte kimliklendirmeye yönelik çalışmalarla ortaya konan pik görüntülerin haricinde birde farklı branşta ki genetik çalışma alanlarında gözlemlenen lamba fırçası şeklinde görünüm sergileyen dev kromozomların varlığından da söz edilir ki, bu sözü edilen kromozomlar politen kromozomlardan daha uzun olup dört kromatit halde sahne alırlar. Hani her devasa oluşumun bir büyüleyici yanı olduğu gibi cüceleşme yanı da olur denir ya hep, aynen öyle de lamba fırçası kromozomların da diploten oluşumundan sonra küçülme eğilim içerisine girdiği gözlemlenmiştir. Her neyse kromozomlar ister devasa görüntü versin ister cüce görüntü, sonuçta kaynağında spiral halkalar şeklinde görüntü veren kromozomlar metafaz ve anafaz safhasındayken sıcak su, asit buharı, alkolik çözeltiler ya da potasyum siyanür türü maddelerle muamele edildiğinde bu kez irili ve küçüklü pikler şeklinde görüntü verecektir. İşte bu tür cihaz görüntüleri eşliğinde veya cihaz çıktısı olarak gözlemleyebileceğimiz her hangi bir şahsa ait DNA profilinin gen bölgelerinde bir büyük bir küçük olacak şekilde kromozomu temsilen dizilim gösteren her bir pik görüntüsü (lokus alleli) aslında kaynağındaki kromonema görüntülerinden başkası değildir. Hele PCR ve denatürason işlemlerinden sonra genetik okuyucu cihazlara yürütmek için konulan DNA örneklerinin ekran görüntülerine göz atıp monotörden kromonemaların yapısında yer alan küçücük spirallerin döngü sayısının (kıvrım sayısının) kısa tekrarlı diziler halde artış kaydettiklerini izledikçe büyük spirallere dik bir şekilde uzandıklarını gözlemlemiş oluruz da. Böylece bu sayede büyük spirallerin döngü sayısının da mayoz bölünmenin profaz safhasında kromonema üzerinde sıralanan genlerin düğüm benzeri kısımlarında tekrarlanan polimeraz zincir reaksiyonun DNA replikasyonunu olarak görüntü vermiş olduğunu fark etmiş oluruz.
Görüldüğü üzere sırf canlının temelini hücreler oluşturmaktadır demekle hücre içi tekne turumuzu tamamlamış saylımayız. Bikere hücre içi turumuzdan beklenen hedefe varmak için mutlaka “Bir ben vardır bende, benden içeru” diyen Yunus misali hücre içerisinin daha da dip dalgalarına yelken açmamız gerekiyor. Neyse ki artık gelinen noktada günümüz teknolojik laboratuvar uygulamaları sayesinde hücre âleminin derinliklerine artık girilebiliyor. Öyle ya, madem gelişmişlik yönünden iyi bir noktadayız, o halde daha ne duruyoruz tez elden hücrenin başkenti diyebileceğimiz çekirdeğin içerisine günümüz gelişen laboratuvar teknik metotlarını da en iyi bir şekilde kullanaraktan yelkenler fora deyip girmeli ki hücre yapılarının merkezden nasıl idare edildiğini daha da yakından gözlemleyebilmiş olabilelim. Hatta derya-i umman olarak nitelediğimiz hücre âleminin merkezinin de merkezine, çekirdeğinin de çekirdekçiğine dalıp tekne turumuzu devam ettirmeli ki hücre yapılarının beyni mesabesinden sayılan DNA’nın sırrına vakıf olabilelim. Nitekim tekne turumuzu devam ettirdiğimizde ilk etapta DNA’nın merdivenimsin spiral yapısını yakından gözlemlemiş oluruz da. Hele günümüz gelişen laboratuvar teknik uygulamaları sayesinde turladığımız hücre sarayının her bir durağında soluklayıp konakladığımızda biyolojik hayatın derin bir yapı üzerine kurulu bir yapının nasıl düzenli bir şekilde işlerlik kazandığını, hücrenin tüm elemanlarının hiç şaşırmadan rotasını nasıl belirleyip ne şekilde seyri âlem eylediklerini yakından gözlemleme fırsatı da bulmuş oluruz. Hücrenin derinliklerinde yetmedi sadece bir iki durak değil daha birkaç durak daha dalıp seyri âlem eylediğimizde rotamızın varacağı nokta yaratılış gerçeğini daha da yakinen idrak etmek olacaktır. Derken hücre âlem deryasına dalmaktan elde edilecek en güzel ecir “Allah” adını anmak olacaktır.
Gerçekten de tekne turuyla hücre âleminin engin deryalarına daldığımız her bir durakta neler yok ki, mesela durakların birinde nükleik asitlerle yüzleştiğimizde, Deoksiribonükleik asit (DNA) ve Ribonükleik asitin (RNA) bünyesinde taşıdıkları iki tip şeker molekülüne göre (riboz ve deoksiriboz) 5 C’lu (beş karbonlu) şeker moleküllü bir yapıda olduğunu gözlemlemiş oluruz. Ancak her iki molekül arasındaki ayırımını yapabilmek için her ikisine daha da yakından baktığımızda ribozun aynı karbon atomuna karşılık gelen OH (hidroksil) grubu yerine deoksiribozun bir hidrojen molekülününe (H) karşılık geldiğini görürüz.
Aslında nükleik asitlerin hidrolizle ayrıştırılmasıyla birlikte 5’C’lu şekerli oluşumunun yanı sıra fosforik asit ve organik bazlarla da bir bütünlük arz eden iki esas molekül olarak sahne aldıklarını görürüz. Böylece organik bazlar pürin ve pirimidinler olarak karşımıza çıkıvermiş olurlar. Öyle ki, pirimidinler bir halkada sıralanan 4 C ve 2 N atomundan meydana gelmiş bir temel iskelet yapıyla karşımıza çıkarken, pürinler de çift halka şeklinde karşımıza çıkar. Öyle ki çift halkadan biri pirimidinlerle aynı olup ikinci halkası ise 2 N ve 1 C atomlu yapıdan ibaret bir halkadır. Derken bu temel iskelet yapının serbest temel bileşenlerine çeşitli atomların bağlanmasının ardından tıpkı sofilerin zikir halkasıyla özdeş diyebileceğimiz pürin ve pirimidin tarzında halka kurulmuş olunur. Ve bu halkada yer alan adenin, guanin bazları “pürin baz” olarak addedilirken, stozin, timin ve urasil bazlar ise “primidin baz” olarak addedilirler. Yani bu demektir ki, nükleik asitler nükleotidlerin kondansasyonu ile meydana gelmiş olup bu sayede nükleik asitler yapılarında bulunan şeker molekülleri ve organik baz durumuna göre halka kurulumu gerçekleşmiş olur. Netice itibariyle DNA’yı oluşturan ve yapısında deoksiriboz şekeri bulunan nükleotidler “Deoksiribonukleotid” olarak addedilirken, RNA’yı oluşturan ve yapısında riboz şekeri bulunan nükleotidler ise “Ribonükleotid” olarak addedilirler. Bu arada nükleotitler yapılarında bulunan organik baz durumuna göre de adenin, guanin, stozin ve urasil olarak adlandırılırlar. Değim yerindeyse “Adı güzel ismi güzel Muhammed aşkına” nükleotidleri yapısına göre şeker tadında bir isimlendirme yaptığımızda bunun adı Fen bilimlerinde “deoksiribonükleotit” olarak karşılık bulurken “Topraktan geldik toprağa döneceğiz aşkına” toprağın bağrındaki azot içerikli organik baz içeriğine göre toprak tadında isimlendirme yaptığımızda bunun adı bu kez “adenin nükleotid” olarak karşılık bulur. Madem hem şeker tadında hem de toprak tadında DNA bu denli beynelmilel Tıbbi isimlerle anılmakta, o halde hücrenin ana kumandan merkezine doğru rotamızı çevirip tekne turuyla dalış yapalım ki DNA’nın meşhurluğu neymiş yakından bir görmüş olalım:
Replikasyonlu Tekne Turu
DNA hem kimyasal özellikleri bakımdan hem de dölden döle hücre içerisinde sabit özgül ağırlığını sürdürmesi bakımdan hayati öneme haiz bir moleküldür. Belli ki DNA gerek gerek nitelik, gerekse nicelik bakımdan kaynağındakine benzer bir şekilde kopyalanaraktan çoğalmak mecburiyetindedir. Aksi halde dölden döle ve kuşaktan kuşağa yolculuğunu sürdüremeyeceği muhakkak. Dolayısıyla bu durumda DNA’nın kendine özgü proteinleriyle birleşmesinden oluşan kromozomlar, hücre bölünme ve çoğalma aşamalarında kendi orijinal formunu korumak adına bir uçtan diğer uca doğru boylu boyunca kendine eş bulmak için yola koyulur da. Derken yolculuğun başlangıcında DNA üzerinde saklı tutulan türe ve canlıya ait kalıtsal bilgiler kopyalanaraktan ikileşmeler vuku bulur ki bu durum biyoloji bilim dalında replikasyon (kopyalanma), duplikasyon (ikileşme) ve reduplikasyon (ikileme, çift olma) olarak kavramlaştırılır. Öyle ki, replikasyon olayının başlangıcında zayıf hidrojen bağları adeta açılıp kapanan fermuarı gibi işlev görüp böylece pürin ve pirimidin uçlarının açık halde serbest kalmasını sağlar. Peki, iyi hoşta, pürin ve pirimidin neden kollarını açmış halde serbest halde kalır derseniz, sebebi gayet basit ve açık. Çünkü hücrenin hammadde deposundan hareket etmek için yola çıkan nükleotidleri kendi pürin ve pirimidin uçlarına tutundurup kendi koduna uygun bir kodla eşleştirmek içindir elbet. Malum bu sayede fermuarın açılan kollarından ayrılan her bir nükleotid eşlerinin yerine hücrenin hammadde deposundan gelen yeni nükleotitlerle birebir eşleşmeler neticesinde ikili dizilim ortaya çıkar ki, bu ikinci dizilim birinci dizilimin tamamlayıcısı anlamına gelen komplementer gen dizilimi olarak isim alır. Hatta yolculuğun ikinci aşamasında vuku bulan bu türden ikileşmeler (çoğalmalar) semikonservatif (yarı saklı) dizilim olarak da tanımlanır. Tanımdan da anlaşıldığı üzere semikonservatif ikileşmeyle birlikte meydana gelen her bir çift iplikli DNA sarmalındaki halkalardan birinin kendi orijinal sarmal halkasından geldiği, diğerinin ise yeni sentezlenmiş olduğudur. Böylece fermuar misali açılıp kapanan dizilimler eşliğinde DNA sarmalının eski koluna yeni bir kol takılmış olur ki, böylece kol takılmasıyla birlikte replikasyon süreci tamamlanmış olur. Tabii bu tip ikileşmelerden farklı olarak bir başka ikileşmelerden söz edilir ki, bunlar konservatif (saklı) ve dispersif (parçalı) yapıda replikasyon dizilimlerinin oluşabileceğinden söz eden tezler olarak gündemde yerini alırlar. Nitekim eski sarmal nükleotid diziliminin aynı kalması şartıyla yepyeni bir çift sarmal dizilimin oluşacağından söz eden tez “konservatif (saklı) replikasyon (ikileşme)” olarak adından söz ettirmektedir. Hakeza orijinal ata zincirin kopyalanması esnasında nükseden kırılmalarla iki yeni çift sarmal dizilim içerisinde dağılan parçalar halinde eski veya yenisinden yeni bir DNA halkasının oluşacağından söz eden tez ise “dispersif (parçalı) replikasyon (ikileşme)” olarak adından söz ettirir. Tabii bu tür olası ihtimali tezler ileri sürmek iyi hoşta yine de önümüzde tıpkı üç bilinmeyenli denklem misali en karmaşık ve en zayıf tezler gibi durmakta. Her neyse genel kabul tezleri baz alsak bile tekne turumuza devam ettiğimizde aslında DNA replikasyonu denen hadise bize bir noktada şunu gösteriyor ki; DNA sarmalının iki yakasının nasıl açılıp nasıl kopyalandığı tam aydınlatılmış bir husus gibi gözükmüyor. Belli ki bu mesele daha çok su götürecek gibi gözüken bir araştırma konusu olarak önümüzde durmakta. Araştırma konusu olduğu şundan besbellidir ki bir bakıyorsun A. Kornberg ve arkadaşları DNA’nın sentezlemesinde rol oynayan enzim ve enzim benzeri maddelerin meydana çıkabileceğini ümit ederek, söz konusu maddelere ilaveten üç fosfatlı nükleotit trifosfat bileşiğini de aynı deney tüp içerisine koyaraktan bu işe girişmişler de. Derken bu tür girişimler bir noktada meyve verip her nükleotit biriminin canlı hücrelerdeki nükleotit biriminin pentoz, bir nükleosit oluşturmak için 1 numaralı karbon vasıtasıyla azotlu bağlanırken pentozun da 5 numaralı karbon atomu vasıtasıyla fosforik asite bağlanmaları neticesinde uzayıp sonunda bir nükleotid kadar boyu kadar DNA molekülleri oluşturulabildiği gözlemlenebilmiştir. Öyle ki giriştikleri her denekte bilhassa DNA’nın kendisini eşlemesini katalizleyen enzim olarakta E. Coli (koli basili) canlı hücre kullanılmıştır. Zira bu söz konusu bakterinin her 20 dakikada bir bölünerek hızla DNA meydana getirdiği gözlemlenmiştir.
Rekombinasonlu Tekne Turu
Bilindiği üzere canlıların genetik özelliğini tayin eden molekül DNA’dır. Elbette ki DNA bu özelliklerini yönetici konumda mensub olduğu canlı türüne katarken, bu arada bir takım işlemleri de devreye koymak zorundadır. Bu yüzden rekombinasyon’u tanımlarken soyaçekim kanununun bir gereği olarak iki ayrı kanaldan gelen DNA moleküllerinin birleşerek birbirlerine kattıkları yeni tip kalıtsal bir yapının adı olarak tarif ederiz. Dahası böylesi bir tanımlamanın muhatabı durumunda olan anne ve babalardan gelen soyaçekim karakterlerin bir araya gelmesiyle oluşan yeni genotipin (kalıtsal yapının) adı manasına gelen bir tanımlamadır bu. Ancak bu tanımlamadan hareketle bu demek değildir ki DNA rekombinasyon işlemleri oldubittiye getirilip sırf ben yaptım tarzında cereyan etmektedir. Bilakis tüm bu işlemler bir başlatıcı protein molekülünün öncülüğünde alev almasıyla birlikte rekombinasyon hadisesi vuku bulmaktadır.
Malum bakteriyofajlar çok özel olarak bakteriyi tanıyıp enfekte ederekten bakteriyi yiyen manasına gelen virüsler demek olup asla canlı değillerdir. Ancak canlılık kazanıp çoğalabilmesi için bir bakteriye ihtiyaç duyarlar ki, işte bu noktada rekombinasyon hadisesinin devreye girmesi lazım gelir. Nasıl mı? Mesela rekombinasyon hadisesi için en basitinden örnek verecek olursak, bikere genetik karakter bakımdan biraz akrabalık yönünden zayıf iki farklı bakteriyofaj suşunun aynı konak bakteriyi enfekte etmesinde sıkça karşılaştığımız hadise bunun en tipik örneğini teşkil eder zaten. Nitekim bir virüs ve bir konak hücrenin virüs partiküllerinin multipl enfeksiyona uğraması neticesinde rekombinasyon vuku bulabiliyor. Keza birbirine çok yakın iki yakın mikroorganizmanın genetik materyal kodları bir arada bulunduklarında da rekombinasyon gerçekleşmekte. Hatta mikro seviyedeki bir canlı türün DNA kodunda yer alan genlerden bir kısmının diğer mikro seviyede ki canlı türün DNA koduna transferi bile söz konusu olabiliyor. İşte tüm bu anlatılardan ve hücre içerisinde cereyan eden bir takım mikro düzeyde canlı türlerinin genetik kod örneklerinden çıkaracağımız ders şudur ki; bakteri genetiği öyle alelade basite alınabilecek türden bir dünya değildir. Bilakis böylesi bir genetik dünyanın oluşması için bikere her şeyden önce bir bakteri hücresinin diğer bir bakteri hücresiyle temasını sağlayacak DNA transformasyon araçlarından transdüksiyon ve konjugasyon gibi daha birçok genetik aktarımı yapacak araçların devreye girmesi gerekir ki rekombinasyon olayı gerçekleşebilsin. Hem kaldı ki biz istesek de istemesek de hücre içerisinde bu tür genetik rekombinasyon araçları devreye girip bir program dâhilinde her an, her salise yaşanmakta da zaten. Zira önceden planlanmış program gereği rekombinasyon sayesinde çokluk içerisinde birliktelik diyebileceğimiz türden ortaya çeşitlilik doğmuş olur. Ancak bu demek değildir ki ortaya çıkan bu çeşitlilikle birlikte genlerin orijinal kayıtları dışında yeni bir tür meydana getirmesi denen bir hadise vuku bulacaktır. Tam aksine aynı neslin, aynı türün başka bir türe veya başka bir nesle dönüşmeyecek şekilde devamlılığını sürdürecek türden bir çeşitlik hadisesi vuku bulacaktır. Maalesef gel gör ki bu gerçeklere rağmen, bir bakıyorsun evrimciler, en basitinden rekombinasyon hadisesinde bile sanki mal bulmuş mağribi gibi kendilerine pay çıkarıp evrime delil olarak sunma işgüzarlığında bulunabiliyorlar. Hiç boşa heveslenmesinler, basit bir hadisede olsa onlara asla zırnık bir pay çıkmaz. Çünkü canlıların yaratılışından bugüne rekombinasyon hadisesiyle ne orijinalinden farklı bir tür ortaya çıktı, ne de farklı bir canlı yaratık, zaten çıkmaz da.
Her neyse evrimciler hayali deliller peşinde koşa dursunlar, şu bir gerçek bir yerde alıcı varsa muhakkak verici de var demektir. Nitekim alıcı ve verici kavramlar sadece bilim literatüründe kullanılan kavramlar değil, atalarımızın “Veren el, alan elden üstündür” şeklinde dile getirdikleri atasözüyle de sosyal hayata geçmiş kavramlardır. Biyolojik hayatta da mesela iki bakteri arasında fiziksel temas ya da bir aracı olmaksızın gerçekleşen gen transferi olayında verici konumdaki hücre reseptörleri “donör” olarak kavramlaşırken, alıcı konumdaki hücre reseptörleri ise “resipient” olarak kavramlaşmış durumdadır. Madem alıcı ve verici reseptörler kavramlaşmış durumda, o halde sakın ola ki iki bakteri arasında resipient ve donör ilişkisini “al gülüm ver gülüm” tarzında sıradan bir iletişim ilişkisi olarak algılamayalım. Tam aksine nizami bir iletişim sisteminin göstergesi diyebileceğimiz sinyal transdüksiyonunda yer alan bir protein maharetine dayalı bir iletişim ilişkisi olarak algılamamız gerekir. Çünkü transdüksiyonla sağlanan iletişim sadece iki bakteri arasında cereyan eden sıradan bir iletişim ilişkisi değil aynı zamanda çeşitli bağırsak bakterileri, pseudomonas, bacillus, staphylococcus ve vibrio türü mikro canlıların dünyasında da görülen sistemsel bir sinyalizasyona dayalı bir iletişim ilişkisidir bu.
Bu arada hazır sözü alıcı ve verici ilişkilerden açmışken bu konuyla ilgili biyolojik tanımları ve kavramları maddeler halinde özetle şöyle sıralamakta fayda vardır elbet. Şöyle ki;
-Bilindiği üzere bakteriyi enfekte eden virüs diye bilinen bakteriyofajların litik ya da lizogenik şeklinde hayat döngüleri olabiliyor, bazılarında ise her ikisi birden olup virionun çoğalmasının hemen akabinde konak hücrenin parçalanmana ve ölümüne yol açan durum vuku bulmakta. Nasıl mı? Mesela T4 gibi öldürücü fajlar bunun en tipik örneğini teşkil ederler. Hele bakteriyofajlar her iki koldan hayat döngüsünü başlatmaya bir görsün hemen otonom olarak çoğalıp, sonrasında virionun çoğaldığı konak bakteri hücresini parçalayıp eritmesiyle birlikte sonu ölümle sonuçlanacak bir vukuat hadisesi bulur ki, böylesi mikro canlı açısından neticelenen acı sonlanma “virülan bakteriyofaj” hadisesi olarak karşılık bulur. Bu arada açığa çıkan virionlar, konak hücreye yaşattıkları acı sonlanmanın akabinde kendilerine yeni bir konak bulmaları gerekir ki yeniden çoğalıp parçalayıcı ve öldürücü etkisini sürdürebilsin.
-Bir virüs bir şekilde bakteriye dokunup RNA’sını da içeri enjekte ettiğinde adeta bakterinin rengine bürünüp özdeşleşebiliyor. Dolayısıyla böylesi transdüksiyon olayında (sinyal iletiminde) rol oynayan alıcı hücre (bakteri) lizogen konumda bulunurken, verici hücrenin (virüsün) genleri de kendine yeni karakteristik genetik kazanım edinmiş konumda bulunur. Bu bir bakıma bakteriyofaj aracılığıyla birlikte kromozom çoğalması diyebileceğimiz bir renge bürünmek şeklinde kazanım demektir. İşte böylesi bakterinin virüs RNA’sına bürünmesi şeklinde ortaya çıkan bu kazanımın adı “bakteri lizogenik” döngü olarak anlam kazanır. Ancak bu tür döngü kazanımda yukarıda ki ilk maddede bahsettiğimiz şekliyle konak hücrenin parçalanmasına neden olunmaz. İşte bu nedenledir ki böylesi birbirinde öldürücü şekilde parçalanmaya veya erimeye yol açmaksızın vuku bulan bu ve buna benzer şekilde lizogenik olabilen fajlar ılımlı fajlar manasına “temperate phage” döngü olarak tanımlanırlar. Hatta yine bu ve buna benzer gen naklinde viral genom konak genoma enjekte olduğunda zararsız bir şekilde eşleşip profaj olarak bakteri kromozomuna sokularaktan fajlanması gibi durumlarda “lizogenik” döngü olarak tanımlanır. Dahası böylesi tanımlamalar eşliğinde özetle şunu diyebiliriz ki bir başka konuk bakterinin bazı genetik özelliklerini bakteriyofaj yoluyla elde ettiği bu tür gen kazanımları “faj konversiyonu” veya “lizojenik konversiyon” olarak anlam kazanmış olur. Tanımlamalardan da anlaşıldığı üzere yeter ki konak hücre sağlık sıhhati yerinde olsun virüs bir şekilde sessiz sedasız bir şekilde hayatiyetini sürdürecek demektir. Ta ki konak hücrenin sağlık sıhhat şartları bozulmaya yüz tutar işte o zaman pusuya yatıp fırsat kollayan endojen fajlar (profajlar) hemen puslu havadan istifadeyle tıpkı insanlığın yakın dönemde geçirmiş olduğu pandemi dönemlerini hatırlatır diyebileceğimiz bir refleksle konak hücre parçalanmasıyla birlikte ölümüne yol açarda.
-İki bakteri arasında fiziksel bir birleşme veya bir bakteriyofaj aracılığı olmaksızın gerçekleşen genetik madde aktarımı genetik bilim dalında “transformasyon” kavramıyla ifade edilir. Dikkat edin kavramın sözlük anlamından da anlaşıldığı üzere genetik madde aktarımında veren el “donör” olarak addedilirken, alıcı el ise “resipient” olarak addedilir.
-İki bakteri arasında stoplazmik köprü vasıtasıyla birinden diğerine genetik madde transfer etme olayı “konjugasyon” diye tanımlanıp, konjugasyonda rol oynayan verici bakteri hücresi “erkek (F + (fertil)” olarak addedilirken, alıcı konumda F faktörü taşımayan bakteri hücresi de “dişi (F – bakteri hücre)” olarak addedilir. Ayrıca erkek bakterilerde bakteri kromozomundan farklı olarak adına seks faktörü denen F (fertilite=döllenme) faktörü daha vardır ki, tıpkı Koli Basili E.coli bakterisinde olduğu gibi verici özelliği ile bu faktör sayesinde bakteri kaynaşması vuku bulmakta. Nitekim erkek ve dişi bakteriler aynı ortamda bulunduklarında erkek bakteriden dişiye gen aktarılırken F faktörünün devreye girmeli ki bakteri kaynaşması vuku bulmuş olsun. Zira DNA aktarımında F faktörünün bir hücreden diğerine geçişi seks pilusların (fimbriumların) aracılığıyla gerçekleşmektedir.
-Kromozomlardan apayrı madde olarak değerlendirilen ve içerisinde bulunduğu bakteriye bazı özellikler katma özelliği el dikkat çeken bir diğer kromozomdan ayrı DNA parçaları faktörüne “plazmid” denip, konak organizmanın kromozom DNA’sıyla sentezlenip bütünleştiğinde “epizom” olarak anlam kazanır. Nitekim bunda F- faktörü plazmid oluşumunun tipik bir örneğini teşkil edip epizomlar olarak otonom çoğalabildikleri gibi kromozoma entegre olarak da çoğalmaktalar.
-Ebeveynlerin kromozomlarında bir takım değişikliklere paralel annelik ve babalık yönünden geçiş yapan DNA lokus allellerinin çocukta bir baz ileri ya da geri şeklinde bir takım değişikliklerin tezahür etmesi genetik bilim dalında “mutasyon” kavramışla karşılık bulur. Nitekim mutasyonlar genellikle ani değişiklikler olarak karşımıza çıkıp canlı organizmanın yapısında değişikliğe yol açan mutajenik etkilerin başında daha çok çevresel ve kimyasal faktörlerin yanı sıra ultraviyole veya iyonize olmuş ışınlar gibi bir dizi etken unsurlar gelmektedir. İşte bu nedenledir ki bir dizi etken unsurların etkisiyle oluşan mikroorganizmanın genetik yapısında dışa yansıyan fenotipik değişiklikler ”modifikasyon” olarak addedilip anlam kazanır. Bir başka ifadeyle bir mikroorganizma üzerinde oluşabilecek bir kısım arızi değişikliklerin kahır ekseriyeti yukarıda sıraladığımız etken unsurların oluşturduğu bir takım kırılmalara bağlı olarak tezahür etmekte. Her ne kadar sonradan nüksetmiş değişiklikler canlı için zararlı değişiklikler olarak karşımıza çıksa da şu da bir gerçek çok nadirde olsa faydalı mutagenik değişikliklerin olabileceği durumlar da söz konusu olabiliyor. Nasıl mı? Mesela bir bakteri düşünün ki o bakterinin işine yarayacak faydalı türden mutasyon oluşumu vuku bulabileceği gibi bakteri bünyesinde antimikrobik madde karşıtı dirençli mutantların teşekkül etmesiyle birlikte antibiyotiğe karşı daha az hassaslığı da söz konusu durum vuku bulmakta. Hatta mutasyon hadisesiyle birlikte bir bakıyorsun sırf bakterinin kendine özgü pigment, spor, kirpik gibi genetik karakteristik özellikleri bir anda pigmentsiz, sporsuz ve kirpiksiz mutant durumlar ortaya çıkabiliyor. Hatta ve hatta bir kısım mikroorganizmaların kromozomunda bulunan lokus allellerinin spontan veya mutagen etkilere eğilim göstermesi de genler üzerinde ani değişikliklerin ortaya çıkmasına yol açabilmekte. Öyle ki bu tip değişikliklerde bilhassa hücre çeperinin yapısında mutasyon kaynaklı bir arızi durum ortaya çıktığında ister istemez bakteri kolonisinin morfolojisinde, antijenik yapısında veya virulansı üzerinde birtakım değişmelerin görülmesi kaçınılmaz hal alabiliyor. Örnek mi? Mesela Diplococcus pneumoniae kapsüllü veya kapsül durumuna göre tiplere ayrılıp bunların kapsül oluşturma yeteneğini kaybetmeyen türlerinin mutant suşları deney hayvanları üzerinde hastalığa neden olan patojenik virülans bir durum oluştururken, kapsül oluşturma yeteneğini kaybeden R yabanıl ve Vestigial mutant soylarının ise tam aksine avirulantlık durumu oluşturur.
Escherichia colinin bazı bakteriofajları ve mikro DNA virüslerin (Parvovirüsü) DNA’sı tek zincirlidir. Orta büyüklükte virüsler (Reoviruslar) ve bazı bitki virüslerin genetik maddesi ise çift sarmallı parçalı yapıda bir RNA’dır. Fakat bakterilerde belirleyici özellikte genetik karakter DNA olup, haploittirler, yani n kromozomludur. Aynı zamanda bakterilerde konstitutif enzim diye tanımlan enzimler adına uygun davranıp bir şeyler oluşturmak üzere konuşlanmışlardır. Nitekim glikozun kullanılması ile ilgili enzimler de böyledir.
-Ortamda sadece indükleyicilerin varlığında (substrat) sentezlenen enzimlere “indüklenebilen enzimler” diye tarif edilir.
-Kolay ve çabuk kullanılabilen maddelerin ortamda bulunmasıyla birlikte bakterilerin metabolizmasına yönelik gerekli enzim sentezinin önüne geçilmesi olayı “katabolit represyon” kavramıyla ifade edilir. Keza yine birtakım biyokimyasal olaylar sonucu hücre içerisinde yeterli derecede ürün sentezi için gerekli enzim yapımının baskılanması işlemi de “son ürün baskısı” kavramıyla izah edilir. Zira bakterilerde enzim sentezi ile ilgili genlerin fonksiyon görmesi bir regülâsyona tabiidir. Fakat bu regülâsyon ancak bir takım genlerin kontrolü altında işlem görebiliyor. Nitekim bakteri ya da virüs genomunda herhangi bir biyolojik faaliyet için repressör (baskılayıcı) proteinleri bağlayan hemen yanı başındaki genin transkripsiyonunu kontrol eden, yetmedi DNA üzerinde ard arda dizilen genlerin önü sıra koşan enzimlerin fonksiyon görüp görmeyeceğini kontrol eden “operatör gen” bulunmaktadır. İşte bu tanımdan da anlaşılan o dur ki; DNA direktiflerinin mRNA vasıtasıyla ilgili yerlere ulaştırılması operatör genin öncülüğünde start almaktadır. Dolayısıyla genetik bilim dalında tek bir promotörün himayesi altında bir gen kümesi içeren ve operatör gen kontrolündeki enzim sentezi ile alakalı genlerden oluşan küme görünümü birime “operon” adı verilmektedir. Operon genin dışında veya DNA molekülünün bir başka kısmında ise düzenleyici (regülatör) gen bulunur ki, bu tip genlere regülatör gen denir. Hatta bunlar operon genin fonksiyon kazanmasında bile düzenleyici rol üstlenirler. Dahası birtakım enzimlerin sentezi regülâsyona tabii veya endeksli olduğu gibi bizatihi DNA ve RNA’da regülâsyona tabiidir. Anlaşılan protein sentezi için lüzumlu olan genetik şifreyi veya yazılımı DNA’dan ribozomlara götürüp, bu iş için özel protein enzim yapımını sağlayan RNA moleküllerinin oynadığı rol çok önem arz etmektedir. Bu arada protein sentezi esnasında birden fazla ribozomun mRNA üzerinde bağlanmasının akabinde oluşan yapı “polizom” kavramıyla ifade edilir.
-DNA molekülü bir eksen etrafında minare merdiveni şeklinde heliks teşkil eden 2 spiral halkadan meydana gelir. Dolayısıyla minare görünümlü merdivenimsi spiral halkayı teşkil eden nükleik asitlere “nükleotit” denmektedir. Malum nükleotidin yapı elamanlarını ise fosforik asit, deoksiriboz ve dörtlü azot baz içeren; “adenin, guanin, timin ve sitozin “oluşturmaktadır. Derken DNA çift sarmal halka yapı içerisinde konumlanmış yapı elamanlarının spiral merdivenimsi basamaklarının bir halkasını (ipliğini) “pürin molekülleri” (adenin ve guanin bazları) oluştururken, diğer halkasını ise “pirimidin molekülleri” (sitozin ve timin bazları) oluşturmaktadır. Bu arada unutmayalım ki bir takım oluşumlar da mesela bakteri DNA moleküllerinde adenin yerine 6-amino pürin yer alırken, bazı bakteriyofaj oluşumlarında sitozin yerine 5-hidroksi metil stozin yer alır.
-Azot, mikroorganizmaların protein yapısında bulunabildiği gibi özellikle nükleik asitler, pürin ve pirimidinlerin yanı sıra çeşitli enzimlerin dünyasında da önemli konumda bulunurlar. Önemi şundan besbellidir ki bir takım bakteriler bilhassa bitki köklerinde nodüller halinde azot fiksasyonu görevi ifa etmek için vardır. İyi ki de varlar, genellikle baklagillerin köklerinde yaşayan havadaki azotu toprak altında tutan ismiyle müsemma azot bakterileri sayesinde azotlu bileşiklere dönüşümü vuku bulabiliyor. Ki; bu tip bakteriler yonca, bezelye ve fasulye gibi baklagillerin köklerinde her daim hazır aktif halde bu iş için konuşlanmışlardır. Hem pasif halde konumlanmış olsalar ne mümkün ki havadaki azot toprak içerisine alınaraktan azot bileşik oluşturulabilsin, ya da ne mümkün ki toprağa bağlanmış eriyik azottan mahrum kalan herhangi bitkinin doğup büyümesi gerçekleşebilsin. Hele bilhassa nadasa bırakılmayan tarlaların besleyici özelliğini kaybetmesi azotsuzluğa delalet sayılıp, işte bu yüzdendir ki çiftçiler belirli aralıklarla kendi belirledikleri mevsimsel dönemlerde tarlayı değişik ürünlerle tohumlarını ekmeyi yeğlerler. Neyse ki artık teknolojik gelişmeler eşliğinde atmosferden suni bileşik azot elde etme yolları keşfedilmesiyle birlikte problem gibi görünen bu mesele aşılabilmiştir. Bu arada açlık korkusu da bu uygulama sayesinde tarihe karışmış oldu.
İşte yukarıda maddeler halinde sırladığımız tanımlamalar eşliğinde hücre içerisinde yaptığımız tekne turunda görüldüğü üzere sırf olumlu manzaralarla karşılaşmış olmuyoruz, hiç kuşkusuz istenmeyen kazaların yol açtığı bir takım olumsuz manzaralarla da karşılaşmaktayız. Ama bu demek değildir ki bu olumsuz karşılaştığımız manzaralar süreklilik arz edecek ya da büsbütün bir başka türden bir manzaraya dönüşecek. Tam aksine her şey aslına dönmektedir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/hucre-icinde-tekne-turu-5901-kose-yazisi
dedekorkut1
12 Ağustos, 2022 - 20:23
Kalıcı bağlantı
RNA MUCİZESİ
RNA MUCİZESİ
SELİM GÜRBÜZER
RNA için hücre içi ve hücre dışı faaliyetlerde en önemli elçimiz dersek yeridir. Hatta eski tabirle veziri azam, yeni tabirle de Başkan yardımcısı dersek yine yeridir. İşte kendisine atfettiğimiz bu sıfatlardan da anlaşıldığı üzere genetik sistem sırf DNA üzerine kurulu bir sistemden ibaret değildir. Nasıl ki DNA, kimyasal açıdan 3 farklı molekülün (5 karbonlu şeker, azotlu baz ve fosfat) birleşmesiyle oluşan nükleotid polimerlerden meydana gelmiş bir yapıysa RNA’da kimyasal açıdan ribo nükleik asit nükleotid moleküllerinden oluşmuş bir polimer yapıdır. Üstelik bu yapı DNA başkanlığınca yürütülen sistem içinde enzimlerle de işbirliği içerisinde olan bir yapıdır. Zaten son derece kompleks yapı içerisinde RNA ile birlikte adeta harıl harıl makine gibi çalışan enzimlerin de işin içinde olması gerekir ki DNA tarafından gönderilen mesajlar yerini bulsun. Hem mesajların yerini bulup anlam kazanabilmesi içinde malum:
-Sistem içerisinde mRNA olmalı ki ilgili yerlere gönderilen şifreli mesajlar okunabilsin.
-Sistem içerisinde, ribozomlar da yer almalı ki gönderilen mesajlar protein sentezi olarak işlenebilişin.
-Sistem içerisinde tRNA olmalı ki ribozom limanı üzerinden protein sentezi olarak işlenecek amino asitler dizilimleri bir anlam kazanabilsin
-Sistem içerisinde katalizörlük işlemlerini gerçekleştirecek enzimler de olmalı ki sistemin çarkları hız kazanıp kendi kendini yenileyebilir bir şekilde döngüsünü tamamlayabilsin.
Tabiî yukarıda sıraladığımız sistemi oluşturan ana arter unsurların tümü icabında tek başına bir anlam ifade etmeyebilir. İlla ki sistemi oluşturan tüm bu unsurları bağrında barındıracak canlı vasat ortamının, yani hücre ortamının da olması gerekir ki sistem tüm unsurlarıyla birlikte işlerlik kazanmış olsun. Öyle ya, teşbihte hata olmasın ortada ekilecek biçilecek bağ bahçe ve tarla ortamı olmalı ki, yani hücre ortamı olmalı ki biyolojik hayat için gerekli olan karbonhidrat, yağ, protein, vitamin vs. gibi ürünler vücut iklimimizde meyve vermiş olsun.
İşte yukarıda maddeler halinde sunmaya çalıştığımız sistemi tüm unsurlarıyla bir arada ele aldığımızda; biyolojik hayatın yeşermesinde tarla vazifesi gören her bir hücre arazisi öyle sanıldığı kadarıyla birkaç çalı, birkaç kuru ottan ibaret donatılı araziler değildir, tam aksine bir dizi hücre organellerini bağrında barındıran kompleks yapılarla donatılmış arazilerdir. İşte böylesi komplek yapılarla donatılmış arazilerden herhangi bir canlının doku ve organlarıyla birlikte ete kemiği bürünmüş bir halde tesadüfen vücut bulduğundan dem vurmak akla ziyan bir tutum olsa gerektir. Düşünsenize, şayet bir adama sürdüğü arabanın tüm aksamlarının tesadüfen bir araya gelip arabayı oluşturması sayesinde arabayı sürebildiğini inandırabilirsek, vücut hücrelerinin de tesadüfen bir araya gelip dokularını oluşturduğunu, dokularının tesadüfen bir araya gelip organlarını oluşturduğunu ve bu sayede nefes alıp soluduğunu, yiyip içip beslenip hareket ettiğini de inandırmış olacağız demektir. Tabii işin şakası bir yana, maalesef tüm bu trajikomik tesadüfi iddialar karşısında bizde ister istemez ironi yapıp onlar hakkında trajikomik yorumlar yapmak zorunda kalıyoruz.
Her neyse bir kısım aklı evveller kendi tezlerini doğrulamak adına tesadüfler zincirlerine ümitlerini bağlaya dursunlar, şu bir gerçek vücut biyokimyamızın en önemli sacayaklarından RNA’mızda hiçbir şekilde tesadüfü zincirlerin her hangi bir halkasından kopup da ansızın ortaya çıkmış bir yapı değildir. RNA’mızda hiç şüphesiz tıpkı DNA gibi nükleotidlerden oluşmuş mükemmel donatılmış bir yapıdır. DNA ile aralarında nükleotid yapı bakımdan en belirgin fark; DNA’da ki timin yerine RNA’da urasil nükleotidi bulunmasıdır. Nitekim RNA’daki nükleotid dizilimi “adenin, guanin, sitozin ve urasil” diye bilinen 4 çeşit organik baz (nükleotid) üzerine kurulu bir zincir halkası olarak karşımıza çıkar. Böylece bu dizilimde Timin yerine Urasil’in devreye girmesiyle birlikte nükleotid eşleşmesi A-U, G-S şeklinde zayıf hidrojen bağları ile birbirleriyle bağlanıp RNA zincir halkasının basamaklarını oluşturmuş olurlar. Şu da bir gerçek RNA nükleotidleri tek bir zincir halkası boyunca dizilim göstermesine gösterir ama DNA’da olduğu şekliyle adenin miktarı urasile, guanin miktarı stozine eşit bir şekilde dizayn olmazlar. Yani bu demektir ki; RNA, DNA’daki gibi güçlü halkalı hidrojen bağlarıyla değil zayıf halkalı hidrojen bağlarıyla bağlı olduklarından zincir halkası her an kopmaya hazır bir dizilim göstermekteler. Değim yerindeyse kartlarını DNA’daki gibi çift kart üzerine değil tek kart üzerine oyunun kurallarını oynayarak hücre içerisinde etkinliğini göstermekteler. İşte tek kartlı bu yapı özelliğinden dolayıdır ki laboratuvar çalışmalarında DNA için uygulanan analiz ve izolasyon metotları, RNA için geçerlilik arz etmeyebiliyor.
Evet, anlaşılan o ki, RNA sadece yapı bakımdan değil üstlendiği görev bakımdan da DNA’dan farklılık arz etmekte. Görev icabı bir bakıyorsun RNA’nın %90’ı hücre sitoplâzmasında bulunup oradan da ribozomlara giciş yapıp her daim aktif halde bulunabiliyorlar. Aktif halde bulunmaları da gayet tabii bir durumdur. Zira merkezi idare DNA’ya özgü çekirdek bir alan, yerel idare de RNA’ya özgü sitoplazmik bir alandır. Ki, DNA’nın idari başkanlık konutu çekirdeğin tamda merkezinde yer almakta. Zaten yürütmenin başı olarak tamda merkezde bulunması icab eder. DNA adeta bir hükümdar edasıyla tahtının (çekirdekte ) başında emrine amade başta veziri RNA olmak üzere diğer alt birim kadrolarıyla birlikte hareket edip bir anda hücre içi faaliyetlerini hücre dışına da taşıyaraktan küresel boyut kazandırabiliyor da. Hiç kuşkusuz yürüttüğü tüm faaliyetlerde RNA moleküllerinin çok büyük destek payı vardır. Öyle ki RNA’nın omuzlarına binen yük, öyle sıradan yük olmayıp bilakis protein sentezine yönelik tüm aşamaları da kapsayacak türden sorumluluk gerektiren ağır bir yüktür. Nitekim sorumluluk gerektiren yükün altına girdiği içindir protein sentezi yönelik faaliyetlerde tek başına değildir, bilakis kendi uhdesinde ki kadroyla birlikte hareket etmekte olup teşkilat şeması da ona göre belirlenmiştir. Malum, kendi uhdesinde olan teşkilat şemasının en önemli sacayaklarını ise:
“-Kalıp RNA (mRNA-Messenger-RNA),
-Taşıyıcı RNA(tRNA- transfer),
-Ribozomal RNA (rRNA)” oluşturmaktadır.
İşte hücre nizam-ı âlem prosedürünün işlemesi açısından böylesi bir teşkilat şemasının üçlü sacayağı üzerine kurulu olması hücrenin selameti için zaruri bir durumdur. Ama gel gör ki, hücrenin selametini tesadüfün kollarına teslim edip tüm ümitlerini sihirli değneğe bağlayanlara bu üçlü sacayağının gerekliliğini ‘olmazsa olmaz şart’ hükmünde bir zaruriyet olduğunu anlatmak çok zordur. Onlara kalsa utanmadan sıkılmadan tıpkı urasil bazından timin bazının türediklerini iddiasında bulundukları gibi bu üç sacayağın aktörlerinin de birbirlerinden evrimleşerek türediklerini dile getireceklerdir. Hem kaldı ki tesadüfler zincirinden, başıboşluktan, dağınıklıktan beslenen kerameti kendinden menkul bu tip kafa yapısına sahip aklı evvel kişiler için teşkilat, organizasyon, hücre hiyerarşisi, hücre nizam-ı âlemi gibi kavramlar her daim yabancıdır zaten. Bikere zihin dünyaları algılarında canlı hayatı tesadüfü oluşmuş bir takım kümelerin üst üste binerek kör yığınlar olarak görmek vardır, yani hayata bakışları bu. İşte onlar bu nedenledir ki, hücre anarşizmin zıddı olan hücre Nizam-ı âleminden, hücre içerisinde kraldan çok kral kesilmenin zıddı DNA Başkanlığında ki işleyen katılımcı yönetim anlayışından pek haz etmezler. Haz ettikleri sadece nerede kanser hücreleri gibi başıboş oluşumlar var, nerede nizamsızlık içeren mutajenik yapılar var hemen oralara balıklamasına dalıp kırık dökük enkaz yığınlarından evrime delil teşkil edecek bir şeyler bulma sevdasındadırlar. Aslında onlarda gayet iyi biliyorlar ki yönetimin olduğu yerde intizamsızlığa başıboşluğa ve tesadüf oluşumlara yer yoktur, bu yüzden birtakım gerçekleri saklayıp baklayı ağızlarından mümkün mertebe çıkarmamaya çalışıyorlar. Onlara gerçekleri gizleye durun, oysaki ortada net bir şey var, o da malum yaratılışın orjinin de intizama, tertibe ve tevafuka yer vardır. Hem kaldı ki gerek makro âlem üzerinde, gerekse mikro âlem üzerinde yapılan çalışmalardan elde edilen verilere derinlemesine incelediğimizde olağan üstü şuurlu ve planlı bir yaratıcı elin devreye girip tüm yaratılış kanunların yönetiminde yaratıcı güç olarak varlığı sezilmektedir. Bu yüzden deriz ki, yönetimin olduğu bir yerde her şeyi tesadüfi oluşuma bağlamak hem akla ziyan bir düşünce olur, hem de abesle iştigal bir tutum olur. Hem bu hangi akla hizmetse bir bakıyorsun DNA başkanlığında ve Başkan Yardımcısı RNA ile birlikte belli bir hiyerarşik bir düzen içerisinde mükemmel işleyen böylesi bir sisteme tesadüf diyebiliyorlar. Hem yine bu hangi akla hizmet etmekse bir bakıyorsun DNA’nın idarenin başı olarak mRNA üzerinden ekip olarak yürüttüğü tüm hücre içi ve hücre dışı faaliyetleri görmezden gelebiliyorlar. Onlar görmeseler de biz görüyoruz ya, bu yetmez mi? Hatta bizimle beraber hücre içerisinde faaliyet gösteren her bir organelin olan biten hemen her şeyden haberdar oldukları da besbelli. Nasıl mı? Gayet net bir şekilde gözü kulakları hep DNA’dan gelecek talimatlar üzerine odaklanmış durumdalardır. Üstüne üstük bu durumda böylesi mükemmel bir hiyerarşik yapının başkanı DNA’nın çekirdek tahtından çıkmasına da gerek yoktur. Ne de olsa hücre organellerine talimatları gerekli yerlere ulaştıracak emrine amade mRNA vardır. Öyle ki emri yüklenen mRNA daha yola çıkmadan yolunu dört gözle bekleyen hücre organellerinden en sabırsız olanı vardır ki o da malum ribozomdan başkası değildir. Çünkü ribozom bir an evvel protein sentezini gerçekleştirmenin aşkı ve heyecanı içerisinde bir hücre organelidir.
Evet, mRNA elçi konumunda bir misyon şefidir. Bundan dolayıdır ki üçlü şifre denen bilgi kodonu dokunulmazlığı zırhıyla gittiği yerlerde aracı olarak ilettiği mesajları sorgulanmaz. Belli ki atalarımız “elçiye zeval olmaz” sözünü boşa söylememişler, hiç kuşkusuz bu söz mRNA içinde geçerlilik arz eden bir atasözüdür bu. Ancak mRNA’nın burada dikkat etmesi gereken kraldan çok kral kesilmeyip, kendisine nükleustan çıkışında ne emredilmişse onu sağ salim sitoplazmada protein sentezinin yapım yeri olan ribozomlara iletmek olmalıdır. Üstelik elçilik faaliyetlerini yürütürken de yalnız değildir, en azından kendi uhdesinde mesajlarını taşıyacağı tRNA, ribozomlar üzerinde protein sentezine yönelik işbirliği içerisinde bulunacağı rRNA gibi ekip elemanları vardır. Derken bu ekip çalışması ruhu sayesinde protein yapımı sürecinden beklenen maksat hâsıl olur da. Şöyle ki bu süreçte RNA polimerase enzimi mRNA molekülünün sentezlenmesini başlattıktan sonra zincir uzamasını tıpkı DNA replikasyonunda olduğu gibi tek iplikçi kol kısmında dizili haldeki bazların karşısına komplementer RNA nükleotidlerini konumlandırıp eşleştirmesiyle gerçekleştirir. İkinci aşamasına gelindiğinde de zincir uzaması terminatör sekans noktasında sonlanmış olacağından RNA polimerase enzimi, görevini yerine getirmenin mutluğuyla herhangi bir nükleotid dizilimine yönelik katalizör görevi yapmaksızın serbest halde kalır. Bu arada enzimle sentezlenen mRNA ise endoplazmik retikulum üzerine yapışaraktan ribozomlar üzerine mesajlarını düz bir hat şeklinde iletmek suretiyle bağlanmış olur. Bir başka ifadeyle mRNA DNA’dan aldığı genetik bilgileri protein sentezi yapımında kullanmak üzere ribozomlara taşıyaraktan kalıp görevini en iyi bir şekilde ifa etmiş olur. Artık ne de olsa DNA’daki üçlü şifreyi nükleustan sitoplazmaya geçirerekten ribozoma bağlayıp alnının akıyla görevini tamamlamış oldu, şimdi onun için geri dönüş hazırlıklarına koyulmak zamanıdır. Bunun içinde ilk yapması gereken kendi ürettiği feed-back (geriye doğru iletişim) mesajıyla mRNA üretimini durdurmak olmalı, ikinci yapması gerekense dönüşüne katalizör etki yapacak enzim üretimini gerçekleştirmek olmalıdır. Tavsiye etmek haddimize mi, gerçekten de bir bakıyorsun her şeyin gereğini yapmış bir elçi olarak DNA tahtından hücre içine gelişindeki muhteşemliği kadar dönüşü de muhteşem olur. Öyle ki başlangıçta bir gen tarafından protein sentezine yönelik üretilen bir cümlelik mRNA mesajı yerini bu kez ‘maksat hâsıl olmuştur’ şeklinde sabit bir cümlelik feed-back mesaja bırakmak suretiyle görevini tamamlamış olur.
Görevini en iyi şekilde nihayete erdiren mRNA’lar bilindiği üzere RNA’nın % 1 ila 2’sini oluştururlar. Molekül ağırlıkları ise birkaç yüz binlerden birkaç milyon rakamlarla ifade edilebilecek şekilde değişiklik gösterebiliyor. Değişiklik göstermesi de son derece gayet tabiidir. Çünkü mRNA’nın oluşumu DNA replikasyon olayındaki gibi belli bir sistematik dâhilinde sıralı artış gösteren bir kopyalanma hadisesi değildir. Nitekim DNA replikasyonunda yenilenen şeridin omurgası aynen eski şeritte olduğu gibi deoksiriboz ve fosfat yapısında ‘D-P-D-P-D-P’ şeklinde dizilim gösterirken, mRNA’da ise şeridin omurgası riboz, fosfat yapısında ‘R-P-R-P-R-P’ şeklinde bir dizilim gösterir. Kelimenin tam anlamıyla DNA, deoksiribonükleotid polimer omurga yapısında bir zincir oluştururken, mRNA ise ribonükleotid omurga yapısında bir halka oluşturur. Ancak şu da var ki, mRNA’nın omurga yapısı, deoksiribonükleotid omurgasına göre daha az dayanıklı yapıdadır. Bu nedenledir ki, RNA’nın ömrü DNA’dan çok kısa sürüp, bu süre yaklaşık 240 dakika ile sınırlıdır. Ömrü çok kısa sürse de sonuçta tüm bu elçilik faaliyetlerinin ortaya koyduğu şu bir gerçeklik vardır ki:
-Bir yandan DNA’nın tek iplikçi halkasında konumlanan genetik bilgilerin şifreler (kodlar) halinde tek iplikçi RNA halkasına taşınması “transkripsiyon” olarak anlam kazanıyor olması çok mühim bir hadise,
-Diğer yandan da bilgileri taşıyan RNA’nın “Messenger RNA” olarak anlam kazanıyor olması çok mühim bir hadisedir.
tRNA (Transfer – taşıyıcı RNA)
DNA’da sentezlenen tRNA’ların belli başlı iki görevi vardır:
-Birinci görevi sitoplazmada serbest halde bulunan kendi şifresine uygun amino asitleri kendine bağlamak ve onları ribozomlara taşımaktır.
-İkinci görevi kendine bağladığı amino asitleri mRNA’dan gelen mesaj doğrultusunda protein sentezinde aracılık yapıp sağ salim mesajları ilgili yerlere taşınmasını sağlamaktır. Malumunuz sosyal hayatta olduğu gibi hücre içi faaliyetlerde de taşıma sistemleri olmadan protein sentezi işlemleri gerçekleşemez. Bu yüzden protein sentezini kendine hedef edinmiş her bir aminoasidin kendine özgü tRNA’sının olması icab eder. Taşımacılıkta tRNA’nın cinsi acaba kamyon mudur, tır mıdır, otobüs müdür, otomobil midir türünden araç yapı biçimine baktığımızda; kendi içinde en az 40 çeşit cinsi olsa da genellikle çift iplikli bir yapıya sahip olduğu gözükmektedir. Ve bu yapının karşılıklı uçları gelen şifreye uygun “ A-U, G-S…” şeklinde sıralı halde eşleşerekten en az 20 farklı tRNA molekül oluşturacak şekilde dizilim gösterirler. Ki, eşleşen bu nükleotid çiftleri birbirlerine zayıf hidrojen bağlarıyla tutunmaktalardır. Derken nükleotid zincir halkası kıvrımlar yaparak 3 boyutlu bir şekil alıp ribozomlar üzerinde küçük veya büyük alt birimlere ayrılmış olurlar. Öyle ki büyük alt birimlerin üzerinde tRNA’ların tutunabildiği iki reseptörün bulunduğu varsayılır. Derken mRNA söz konusu küçük alt birimlere tutunup, böylece ribozomlar üzerinde protein sentezi işlemlerinde önemli görevler üstlenmiş olurlar. Her bir alt birim diğerlerinden daha küçük olup çoğunlukla 70 ila 80 nükleotidden meydana gelmiştir. Öyle ya, mademki hücre içerisinde 20 çeşit amino asit bulunmakta o halde her amino asit için en az 20 farklı tRNA molekülü bulunmak zorundadır. İşte böyle bir durumda tRNA hücrede erimiş halde bulunduğundan adına soluble RNA’da (sRNA) denmekte. Böylece adına uygun davranış sergileyen tRNA’ların küçük ve suda erir olması hücre içerisinde çok rahatlıkla difüzyon yapabilirliğine kapı aralar.
rRNA (ribozomal-RNA)
Adı üzerinde mesaj yüklü RNA ribozomların üzerinde konakladığında kendisine rRNA denilmektedir. Hele her mesaj yüklü RNA, taşıyıcı RNA aracılığıyla ribozomlar üzerine konmaya bir görsün, adeta barkod okuyucusundan geçerekten protein sentezi işleminde üstlendiği görev itibariyle ribozomal RNA olarak anlam kazanmış olur. Bir başka ifadeyle proteinlerle birleşip hemhal olmakla anlam kazanmış olur. Şayet ribozomlar üzerinde konaklayan RNA’lar ayrıştırılacak olursa ribozomlar görev yapamaz hale gelip hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Belli ki rRNA sadece tek nükleotid zinciri halkası bir yapıda olduğundan ribozom barkodundan geçip ribozomun yapısına bürünmek gibi bir görevi olduğu gibi mRNA ve tRNA’yı ribozomlara bağlama noktasında da yardımcı olmak gibi de bir görevi vardır.
Bu arada bakteriler üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda iki çeşit rRNA’nın varlığı tespit edilmiştir. Bunlar:
1-) 23 S rRNA= Ribozomlarda büyük alt birimi,
2-) 16 S rRNA= Ribozomlardaki küçük alt birimi şeklinde kategorize edilirler.
Her ikisinde de kategorize edilen S harfi ultrasantrifüj işlemleri sırasında çökelme katsayısını gösteren sembolik birimi olup bu söz konusu birime Swedberg (S) denmektedir. Böylece santrifüj sonrası çökelme katsayısının birim değeri 23 S rRNA için molekül ağırlığı 1,2x 10 üzeri 6 olup, 16 S rRNA için ise molekül ağırlığı 0,6x10 üzeri 6 olarak bir ölçüm olarak belirlenir. Öyle anlaşılıyor ki protein sentezinin birinci ayağındaki protein genetik bilgisi DNA üzerinden RNA üzerine kopyalanması, ikinci ayağını da RNA üzerinden ki bu bilginin işlenip okunması şeklinde tecelli etmekte, protein sentezinin son sacayağı da malum bu bilgiye uygun amino asitlerin birbirine eklemlenmesi şeklinde tezahür eder. Tüm bu sacayaklarını bütün olarak düşündüğümüzde bize bir anlamda insanın proteinlerden vücuda geldiğini göstermektedir. Hatta tüm bu sacayakları aynı zamanda bize insanın toprağın özünde yaratılış mayasıyla yoğrulduğu DNA’yı oluşturan moleküllerin bulunması hasebiyle protein oluşumunun başlangıcı olarak toprak DNA molekülüyle başlandığını göstermekte. Nitekim Yüce Allah (c.c) bu hususta “İnsanı yaratmaya çamurdan başladı” (Secde, 7) diye beyan buyurmasıyla çamurun insanın yaratılışındaki DNA molekülüyle başlangıç madde özelliği olarak özdeşleşmesi cihetiyle; DNA molekülünün protein sentezinin birinci sacayağının Başbuğ Başkanı olduğunu gösterir. Protein sentezinin ikinci sacayağını da vezir-i azam konumunda diyebileceğimiz RNA molekülün gösterir. Üçüncü ayağını da amino asit ve bileşenleri oluşturmaktadır.
Hâsıl-ı kelam RNA ile DNA arasında ki farkı aşağı da sıralayarak bu konuyu burada tamamlayabiliriz:
-DNA’da şeker olarak deoksiriboz bulunurken, RNA’da ise riboz bulunur,
-DNA’da “A, G, S, T” nükleotidlerinden ibaretken, RNA’da ise “A, G, S, U” nükleotidlerden ibarettir.
-Çoğunlukla DNA kalıtım görevi yaparken, RNA ise bazı virüslerde kalıtım görevi yapmakla birlikte hiç kuşkusuz asıl görevi protein sentezinde aktif görev yapmaktır. Bu demektir ki çekirdek ve çekirdekçik içerisinde yer alan DNA ile sitoplazma da yer alan RNA arasında yerleşiklik bakımdan birebir, yani 1:1 bir oranlama söz konusudur.
-DNA deoksiribonükleaz enzimi hidroliz olurken, RNA ise ribonükleaz enzimle hidrolize olur.
- Laboratuvar yöntemleri açısından ise genellikle DNA Feulgen boyalarla boyanırken RNA ise bazik boyalarla boyanır.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/rna-mucizesi-5996-kose-yazisi