AKŞAM SEFAMIZ AY DEDE

AKŞAM SEFAMIZ AY DEDE

ALPEREN GÜRBÜZER

Yüce Allah; “Onlarda ay’ı bir nur yapmış, güneşi de bir kandil olarak asmıştır”(Nuh,16) ayetiyle ay nuruna dikkatimizi odaklamaktadır. Bilirsiniz belki, akşamsefası o güzel çiçeklerini geceleyin açmaktadır. Niye açmasın ki adı üstünde akşam sefası.. Düşünsenize geceleyin gökyüzünde bizi selamlayan ay dedemizi temaşa etmek adına hafif esen bir rüzgâr ve çiçeklerini açmış akşamsefası eşliğinde evimizden dışarıya çıkmak ne güzel bir duygu olsa gerektir. Gerçekten akşamları gökyüzünde ayla birlikte sefamız bir bambaşkadır. Hele hele onun dolunay hali var ya, izleyenleri adeta mest eder. Hatta seyrine doyum olmazda. Bu yüzden sevenler sevimli ve iç ferahlatıcı dolunaya mehtap demişlerdir. Çocuklar ise ay dede derler. Çünkü mehtaplı akşamlarda ay gülümseyen yüzü ile piri fani dede olmayı gerçekten hak etmiştir. Edebiyata konu olan, aynı zamanda dillere destan olan ayın gülümseyen parlak yüzü Astronotları bile heyecanlandırıp, aya çıkılmaz tabusunu yıkmaya yetecektir. Nitekim ay yolculuğu 8 gün 3 saat, 17 dakikada gerçekleşerek dünya aldığı bu haberden dolayı sevinç çığlıklarına sahne olmuştu. İnsanların sevinç çığlıkları atmosfer sayesinde yeryüzünde duyulurken, astronotların aya ilk adım atar atmaz attığı zafer çığlıkları ayda duyulmuyordu. Kendi aralarında iletişim ancak taktıkları gaz maskesi altına yerleştirilmiş radyo dalga verici yoluyla yapabiliyorlardı. Çünkü ayda atmosfer yoktu. Madem havanın bulunduğu alanlarda ses dalgaları yayılabiliyor, o halde her tarafta kızılca kıyamette kopsa hava (atmosfer) yoksa seste yok demektir. Neyse ki Ay dedemiz üzerine yağan meteor taşlarınca delik deşik olmasına rağmen bombardımanlardan etkilenmemekte. Çünkü dünyamız gibi koruyucu atmosfer şemsiyesi olmadığı için onu rahatsız edecek ne bir ses ne de bir tılsım duymak mümkün. Sadece korkunç bombardımanın ardından geriye kalan taş yığınları, kayalıklar, çorak, susuz ve kurak araziden ibaret bir alan vardır. İlginçtir ayda ayrıca çok miktarda oksijen de mevcuttur. Fakat burada ki oksijen hayat oksijeni değil, bilakis serbest halde bulunmayan, yani mineral bileşiklerine tutulmuş oksijendir.
Ayın nasıl meydana geldiği konusunda çeşitli görüşler mevcut. Kimilerince ay tıpkı dünyamız gibi sıcak bir gaz küre halden meydana gelip, zamanla soğuyarak bu günkü halini almıştır. Kimilerine göre ise Ay başlangıçta dünya ile bitişikken zamanla ondan koparak dünyanın etrafında elips şeklinde yörünge çizen bir uydu haline gelmiştir. Özellikle bu son görüş yabana atılır cinsten değil. Zira ayın şu an itibari ile bile dünyadan gittikçe uzaklaşması, yeryüzünün büyük kısmının sularla kaplı olması, diğer arta kalan 1/3’ün Pasifik okyanusunun doldurduğu derin çukurun varlığı veya Pasifik Okyanusun geri kalan bölümünü oluşturan granit tabakasının noksanlığı bu fikri güçlendirmektedir. Aynı zamanda astronotlardan Apollo’nun aydan getirdiği kaya parçalarının yeryüzündeki elementler ve kompleks minerallerin yaş bakımdan dünyadakilerle hemen hemen aynı, fakat yapı bakımdan tam olarak birebir eşleşmese de bu hipotezi doğrular gibi. Şurası muhakkak astronomi, kimyanın element bazında adeta âlemşümul bir bilim olduğunu itiraf etmektedir. Gerçektende dünyada bütün okyanuslarda benzer bir yapı söz konusu olduğu halde, Pasifik okyanusu bundan istisnadır. Nitekim Gamow, bu durumu ay yüzeyi üst kabuğunun granit, alt tabakasının ise bazalt olmasından hareketle “Dünyamızın Hayat Hikâyesi” adlı eserinde; “Okyanustaki bir sürü ada üzerinde tek bir granit parçasına rastlanılmaz. Pasifik alanının dibi sadece bazalt kayalardan meydana gelmiş olduklarından şüphe yok gibidir. Sanki kozmik bir el, bu geniş alanın her tarafından granit tabakasını kaldırıp götürmüştür. Şu halde Pasifik Okyanusun şimdi kapladığı alan, Ayı meydana getiren madde yığınının koptuğu yerin ta kendisidir” tarzında izah eder.
Evet, bu görüş bugün hale geçerliliğini korumaya devam etmektedir. Anlaşılan o ki; ay dünyamızdan kopmuş olduğunu kabul etsek bile, şurası da bir gerçek hayat denilen mucize şimdilik dünyamızda mevcut. Ayda ise maalesef hayat kıpırtısı zerresine bile rastlanılamamıştır. Hatta Apollo seferlerinde aydan getirilen kaya parçalarının hiçbirinde eser miktarda da olsa suya rastlanılmadığı gibi hayat emaresi diyebileceğimiz bir tek fosile dahi bulunamamıştır. Bundan dolayı ayda hayat olmadığı kesinlik kazanmıştır. Dahası hayat nasıl olsun ki bir kere ay yüzeyi yaklaşık 120 santigrat dereceye demir atmış durumda. Elbette ki bu kadar yüksek derecede bir canlı yaşayamaz. Zira dünyamız kendi ekseni etrafında dönmesini 24 saatte tamamladığı halde, ay da bu dönme 15 gündüz 15 gün gece olacak şekilde yavaş dönmelerle turlar tamamlanır. Yani bir tarafı devamlı karanlıkken diğer tarafı tam tersi devamlı sıcaklığa maruz kalacağından çok büyük sıcaklık farkların doğmasına yol açmaktadır. Ayrıca kütle bakımdan ay dünyamızdan 81 kat daha küçük olmakla beraber diğer gezegenlerin uydularından hem hacimce hem de kütlece daha büyüktür. O halde biz ona küçük inci uydumuz diyebiliriz. Öyle ki o; Amerika kıta’sı ile Avrupa ve Afrika kıta’larının arasına sığacak kadar küçük paremizdir. İyi ki de küçükmüş. Çünkü ayın dünyadan kütlece küçük olması aynı zamanda dünyaya nispeten çekim gücünü de azaltmakta, böylece med-cezir olayları ile dünyamız sıkça çalkalanmamaktadır. Çekim gücünün bir diğer ispatı da dünyada 80 kilogram gelen bir insan ayda 12 kilogram gelmesidir.
Ay dedemizi nurlu kılan hiç şüphesiz güneştir. Dolayısıyla bu noktada ay güneşten gelen ışınları dünyaya yansıtarak şanına şan katmaktadır. Yansıtırken görünüş safhaları kendine hayran bırakmaktadır. Ay bir bakıyorsun hilal haline gelmekte, bir bakıyorsun küçülüyor, bir bakıyorsun büyüyor, bir bakıyorsun kararıyor, derken kendi içerisinde geçirdiği dönüşümlerle ruhumuzu dalgalandırmaktadırlar. Dönüşümlerin ilk safhası ‘Yeni ay’la başlayıp, bu safha ayın dünya ile güneş arasında olduğu zamanlarda ortaya çıkmaktadır. Sonra ayın dünyaya bakan yönü güneş tarafından aydınlandığında tarihi remzimiz ‘Hilal’ görünümü safhasına kavuşur. Akabinde ay üzerindeki güneş ışınları yarım daire haline gelinceye kadar hacimce büyür ki buna ‘Yarım ay’ safhası deriz. En nihayet ayın bütün yüzeyinin aydınlık olması safhası yaşanır ki bu görünümüne de ‘Dolunay’ denmektedir. Derken bu döngüler 29,5 günde bir tekrarlanır. İşte her ne kadar havasız, susuz, bulutsuz ve hayatsız olsa da onun evre evre değişik görünümler sergilemesi veya büyük bir hayranlıkla seyredenleri cezb etmesi tüm olumsuzlukları bir anda silebiliyor. Allah-ü Teala; “Gökte burçlar yaratan, onların içinde bir çerağ ve nurlu ay barındıran Allah-ü Teala’nın şanı ne yücedir” (Furkan,61)diye beyan buyurmaktadır
Ay maalesef dünya gibi iki ayrı zırhla korunmuş değil. Dolayısıyla Ay korunaksız olduğundan üzerine sağanak halde yağan taşlar yüzünden yüzey kısımları delik deşik olduğundan krater alanları bolcadır. Hatta metrelerce derinliklerde çukurluklar vardır.
Allahü Teala; “Güneş’de, Ay’da hesapladır” (Errahman–5) beyan buyurmaktadır. Ayeti kerime astronomik hesaba dikkat çekmekte, en ufak ay hareketlerinde değişiklik başta insan olmak üzere tüm hayatı altüst etmeye yetecekti elbet, ama bu olumsuzluğa geçit vermeyecek şekilde belli ki ona da ayar çekilmiş. Bilindiği üzere yerin hem güneşe uzaklığı hem de aya olan uzaklığı ince bir ayar üzerine kuruludur. Bu ince hesap sayesinde her üç kürede birbirleri arasında çekimin dengelenmesi sağlanmakta, böylece yılda iki defa deniz kabarmalarına neden olan med-cezir (gel-git) dalgalarının yanı sıra ısı, ışık, magnet, iyonik olayların her biri de denge planı içerisinde yer almaktadır. Yani ayla dünya arasındaki uzaklık takriben 384.000 kilometredir. İşte ay ışığını bunca kilometreleri yaklaşık bir saniyelik anlık salise dilimini kat ettikten sonra dünyaya yansıtabilmektedir. Bu mesafe rasgele seçilmiş bir mesafe değil elbet. Es kaza bu mesafenin azcık hedefinden şaşması med-cezir hadiselerinin sıkça tekrarlanmasını beraberinde getirip deniz dalgalarının dünyayı istila etmesi demek olacağından hayatımız kâbusa dönüşecekti. O halde yaratılış öncesi dünya ile ay arasındaki uzaklığın ortalama 38.000 kilometrelik ayara konumlanmış olması karşısında ne kadar şükretsek azdır diyebiliriz. Üstelik ayında diğerleri gibi kendine has birtakım hareketleri olmasına rağmen, bu hareketler herhangi bir karışıklığa mahal bırakmadan bu mesafe korunabilmektedir. Nitekim gerek güneş etrafındaki hareketi, gerek diğer gezegenlerin çekim gücüne (gravitasyon) bağlı olarak nükseden birtakım yörünge farkları, hakeza güneş sisteminin bütünü itibariyle gerçekleşen hareketlerden kaynaklanan değişiklikler ister istemez Ay’ı doğrudan doğruya etkileyerek kendine özgü bir döngü oluşturmaktadır.

AKŞAMSEFASI AY DEDE
SELİM GÜRBÜZER
Yüce Allah (c.c); “Allah’ın yedi göğü birbiri ile nasıl uyumlu yarattığını görmüyor musunuz? Ay’ı, bunlar içinde bir nur yaptı ve güneşi bir kandil haline getirdi” (Nuh,16) diye beyan buyurmakla ay ışığının bir ışık nuru, güneşi de aydınlık kandili kıldığını biz aciz kulların dikkatine sunup tefekkür etmemizi murad ediyor. Mademki Yüce Allah (c.c) gündüzümüzü aydınlık kılan Güneş ile gecemizi nurlandıran Ay’ı tefekkür etmemizi diliyor, o halde konu başlığımızın gereği olarak çocukların ‘Ay dede’ gözüyle baktıkları, yetişkinlerinse batmakta olan Güneşin ardından gelen akşamsefası gözüyle baktığı Ay ışığımızı yüce şanına layık bir şekilde kalemimize dökerekten tefekkür etmek düşer bize.
Malumunuz akşamsefası iki çeneklilerden bir otsu bitki türü olup o güzel küçücük kokulu çiçeklerini akşamleyin açmakla meşhurdur. İşte bizde bu meşhur güzel kokulu bitki çiçeklerini gündüz değil akşamleyin açtığı içindir ki isminden ilham alaraktan aynı şekilde güneş battığında nöbeti devralıp gecemizi nurlandıran ve çocukların Ay dede gözüyle baktıkları Ay için de akşamsefamız demekten kendimizi alamayız. Öyle ki birincisi bir bitki olarak akşam misk gibi kokan açan çiçeği ile ruhumuza ferahlık verirken ikincisi de adeta gece lambamız olarak gecenin karanlığında ışığıyla kalbimize ve gönlümüze nur saçıp huzur vermekte. Düşünsenize geceleyin gökyüzünde bir yandan bizi selamlayan Ay dedemizi temaşa ederekten her daim esenlik içerisinde kalırken diğer yandan da hafif esen bir rüzgâr eşliğinde çiçeklerini açmış akşamsefasını koklamakla bir ömre bedel diyebileceğimiz bir huzur yaşamaktayız. Gerçekten de Ay’ın şavkı gönlümüze ve kalbimize vurduğunda akşamları sefamız bir bambaşka olur. Hele bilhassa gökyüzüne Ay’ın şavkı Dolunaya dönüştüğü zamanki hali var ya, işte o anı temaşa edenleri kendinden geçirip kendine getirircesine seyrine doyum olmazda. Nitekim gönül abidesi ‘Dolunay’ın seyrine doyulamayan ışık saçan nur yüzlülüğünden dolayıdır ki adından ‘mehtap’ olarak söz ettirir de hep. Hatta bir bakıyorsun bu nur yüzlülüğünün etkisinden olsa gerektir nice edebiyatçılara ilham kaynağı olaraktan hakkında hikâyeler, masallar, destanlar yazdırtırken, nice şairlere de şiirler döktürtmektedir. Keza bir bakıyorsun nice müzisyenlere nağmeler, şarkılar ve Türküler söylettirirken nice mimarlara da birbirinden güzel hilal ve dolunay tasarımında köprü, han, kervansaray, kubbe, kümbet, mihrap, minber vs. türünden eserler yaptırtabiliyor. Tabii bu arada Astronotlar da boş durmayıp Ay’ın o ışıldayan şavkı karşısında aşka gelip Ay’a ilk ayak basanlardan olabiliyor. Bu öyle bir tutku aşktır ki; bir bakıyorsun 8 gün, 3 saat, 17 dakikalık süren ay yolculuğu gerçekleştiğinde yankısı tüm dünyayı saracak bir şekilde sevinç çığlıklarına sahne olabiliyor. Ama ne ilginçtir ki, astronotların Ay’a ayak bastıklarının haberini alan insanlar bulundukları ülkelerde sevinç çığlıklarını atmosfer tabakası sayesinde kendi aralarında paylaşıp dünya sathında duyulurken, Ay’a giden astronotların ise daha Ay’a ilk adım atar atmaz attıkları zafer çığlıklarını değil kendi aralarında, kendi kendilerine bile duyuramıyorlardı. Kendi aralarında ki iletişimi ancak başlarına taktıkları gaz maskelerinin altına yerleştirilmiş güçlü frekans dalgalı radyo vericilerle yapabiliyorlardı. Zaten dedik ya, Ay’da atmosfer yoktu, onun için iletişimin gaz maskesi altında radyo dalgalarıyla sağlamaları son derece gayet tabii bir durumdur. Kaldı ki, Ay dünya gibi iki ayrı zırhla korunaklı da değildir. Nitekim Ay’ın böylesi korunaklı zırhları olmadığından üzerine sağanak halde yağan taşlar nedeniyle yüzey kısımları delik deşiktir de. Zira Ay’da krater alanların bolca olması ve metrelerce derinliklerde ki çukurluklarla kaplı olması bunun bariz bir göstergesidir zaten. İşte o an yoğun meteor bombardımanları altında Ay’da bulunmuş olsak biliniz ki hiçbir gürültüyü kulaklarımızla duyuyor olamayacaktık.
Öyle ya, ses dalgaları havanın bulunduğu alanlarda yayılıp duyulabiliyor olduğuna göre, bu demektir ki Ay’da büyük şiddette sarsılmalarda olsa, kızılca kıyamet kopsa da hava (atmosfer) yoksa gürültü denen bir hadiseden bihaber olunacaktır. Neyse ki yaratılışından bugüne onca üzerine yağan meteor taşlarıyla delik deşik olmasına rağmen, yine de Yüce Allah’ın huzurunda ‘kahrında hoş lütfunda hoş’ niyazıyla her türden bombardımanlar karşısında sesini çıkartmayıp nur yüzünü somurtmamayı başaran bir Ay dedemizdir o. Bizim açımızdan ise dünyamız gibi koruyucu atmosfer şemsiyesi olmadığı için bizi rahatsız edecek ne gürültüsüne maruz kalmaktayız ne de bombardımanına maruz kalmaktayız. Sadece bize görüntü olarak üzerine yağan meteor bombardımanların ardından geriye içi boş taş yığınları, kayalıklar, çorak, susuz ve kurak sahalar kalmakta. Yine de siz bizim Ay sathının içi boş çorak dememize bakmayın, sonuçta hatırı sayılır derecede çok miktarda oksijen mevcut ya, bu Ay dedemiz için elbette ki kayda değer lütuftur. Ancak bir nebzecik oksijenin varlığı hayatın olabileceğine işaret teşkil etmez, bilakis serbest halde olmayan mineral bileşiklerine tutunmuş halde oksijenin varlığına işaret teşkil eden bir durumdur bu. Kim bilir belki de oksijenin varlığı çocuklara şirin görünüp Ay dede olmak için vardır. Sadece çocuklara mı, biz yetişkinler içinse Ay’ın şavkı mehtaplı gecelerde gönlümüze kalbimize dokunup huzur kaynağı olmak için vardır elbet.
Her neyse asıl üzerinde durmamız gereken Ay’ın ışık saçan nur yüzlü olmasından ziyade bilim dünyasında ne ifade ettiği çok mühimdir. Malumunuz bilim dünyasında Ay’ın nasıl meydana geldiği konusunda çok çeşitli görüşler ortaya konulmuştur. Nitekim kimi bilim adamları Ay’ın tıpkı dünyamız gibi sıcak bir gaz küre halden zamanla soğuyaraktan bugünkü halini aldığını şeklinde görüş serdederken, kimi bilim adamları da Ay başlangıçta dünya ile birlikte bitişik halden zaman içerisinde birbirinden bir kütle halinde kopmasıyla birlikte dünyanın uydusu hale geldiği yönünde bir görüş serdetmişlerdir. İki ana görüşten hangisi daha kabul gören bir görüştür derseniz, Ay’ın dünyadan git gide uzaklaşma eğilimi göstermesi, dünyanın 2/3’ünün sularla kaplı olması, geriye kalan 1/3’lük kısmın ise Pasifik okyanusun doldurduğu derin çukurla kaplı olması gibi bir takım emareler ikincisinin daha kabul edilebilir ağırlıkta görüş olduğunu söyleyebiliriz. Bir diğer önemli emare ise Pasifik okyanusun geri kalan bölümünü oluşturan granit tabakasının yok denecek kadar bütünlüğünü yitirmiş olmasıdır. Bir başka ifadeyle granit oluşumunda ki eksiklik Ay’ın dünyadan koptuğunu kendiliğinden ele veren önemli bir göstergelerden biridir diyebiliriz. Hatta daha da önemli gösterge diyebileceğimiz emarelerden biride hiç kuşkusuz Ay’a ilk ayak basan astronotlardan Neil Armstrong ve Buzz Aldrin, Apollo 11 uzay aracıyla aydan getirdikleri kaya parçalarının yeryüzündeki kaya parçalarıyla karşılaştırması yapıldığında hem element ve mineral bakımdan benzer konumda oldukları hem de yaşça hemen hemen aynı olduğunun belirleniyor olmasıdır. Her ne kadar yapı bakımdan tam olarak birebir eşleşmese de bu hipotezi doğrular gibi. Şurası da muhakkak astronomi, adeta kimyanın element bazında âlemşümul bir bilim olduğunu ortaya koymakta. Gerçektende dünyada bütün okyanuslarda benzer bir yapı söz konusu olduğu halde, Pasifik okyanusu bundan istisnadır. Nitekim George Gamow “Dünyamızın Hayat Hikâyesi” adlı eserinde, bu durumu ay yüzeyindeki üst kabuğun granit, alt tabakasının ise bazalt içermesinden hareketle; “Okyanustaki bir sürü ada üzerinde tek bir granit parçasına rastlanılmaz. Pasifik alanının dibi sadece bazalt kayalardan meydana gelmiş olduklarından şüphe yok gibidir. Sanki kozmik bir el, bu geniş alanın her tarafından granit tabakasını kaldırıp götürmüştür. Şu halde Pasifik Okyanusun şimdi kapladığı alan, Ay’ı meydana getiren madde yığınının koptuğu yerin ta kendisidir” şeklinde bir görüş ifade ederek meseleye açıklık getirmiştir.
Evet, bu görüş bugün hale geçerliliğini korumaya devam etmektedir. Anlaşılan o ki; ay dünyamızdan kopmuş olduğunu kabul etsek bile, şu bir gerçek hayat denen mucize sadece dünyamızda mevcut. Öyle ki, Ay’a yapılan Apollo 11 seferlerinde aydan getirilen kaya parçalarının hiçbirinde eser miktarda bile olsa her daim insanların ab-ı hayat olarak tanımlanan suyun varlığına rastlanılmadığı gibi hayat emaresi diyebileceğimiz bir tek fosile dahi denk gelinememiştir. Şimdi böyle bir durumda elbette ki Ay’da hayatın varlığından söz edilemez. Hem hayat nasıl olsun ki, bir kere ay yüzeyi yaklaşık 120 santigrat derecelik ısıya sahip olması hasebiyle bu kadar yüksek derecede bir canlının hayatta kalması ne mümkün. Kaldı ki, Dünyamız kendi ekseni etrafında dönmesini 24 saatte tamamladığı halde, Ay ise tam aksine 15 gündüz 15 gece olacak şekilde turunu tamamlayabilmekte. Bu demektir ki, bu denli ağır aheste kendi ekseni etrafında yavaşçasın dönmekle bir yanı devamlı olarak karanlığa mahkûm kalırken diğer yanı da devamlı olaraktan apaydınlık kalınmakta. Böylece 15 gündüz, 15 gece şeklinde devridaim eylenen bir süreçte Ay’da çok büyük sıcaklık farklarının oluşmasına geçit verilmiş olunur. Ayrıca ay, kütle bakımdan dünyamızdan 81 kat daha küçük olmasına küçük ama diğer gezegenlerin uydularıyla mukayese ettiğimizde hem hacimce hem de kütlece daha büyük olduğunu gözlemlemiş oluruz. İşte bu gözlemimizle birlikte gökyüzüne baktığımızda dünyaya kıyasla onu küçük inci uydumuz gözüyle temaşa ederiz hep. Dikkat ederseniz dünyaya kıyasla küçük incimiz dedik, bundan maksat Amerika kıtası ile Avrupa ve Afrika kıtalarının arasına sığacak kadar küçük pare incimiz oluşudur. İşte görüyorsunuz Ay’ın dünyaya kıyasla kütlece küçük oluşu çekim gücü etkisinin azalmasına yarayıp, böylece bu sayede yaşanmakta olan bir iki med-cezir hadiselerin dışında dünyamızın sıkça çalkalanıp denge ayarlarının bozulmasının önüne geçilmiş olunmakta. Bu arada çekim gücünün etkisi mi olurmuş burun kıvıranlar sanırım şu kadarıyla, yani çekim gücünün etkisi Dünyada 80 kilogram gelen bir insanın Ay’da 12 kilogram gelmesinden besbellidir demek kâfidir.
Bilindiği üzere Ay dedemizin parlak yüzlü oluşunu her şeyden önce güneş ışınlarına borçludur. Böylece güneş sayesinde hem çocukların nurlu dedesi olmakta hem de güneşten gelen ışınları dünyaya yansıtmakla gece lambamız olmaktadır. Üstüne üstük gece lambamız tek tip bir lamba görünümünde de değildir, bilakis çok tiplidir. Nitekim bir bakıyorsun kimi akşamları ‘Yeni Ay’ halinde parlamakta, kimi akşamları ‘Hilal Ay’ halinde parlamakta, kimi akşamları ‘Yarım Ay’ halinde parlamakta, kimi zamanda ‘Dolun Ay’ halinde parlamakta. Hatta Ay, bu arada tıpkı sahne ışıklarında olduğu gibi ışıklarını bir bakıyorsun küçültüyor, bir bakıyorsun büyütüyor, bir bakıyorsun karartıp tekrardan açıyor şeklinde envaı türlü ışıklandırma dönüşümleriyle seyredenleri kendine mest edip ruh dünyalarını adeta dalgalandırmakta da. Malumunuz ruh dünyamızı dalgalandıran bu dönüşümlerin ilk safhası ‘Yeni ay’la başlayıp, bu safha Ay’ın dünya ile güneş arasında bulunduğu konumdayken ortaya çıkmakta. Ay’ın sonraki dönüşümünde dünyaya bakan yüzü güneş tarafından aydınlandığında ise bu kez ruh dünyamızda bize tarihi açıdan Osmanlı üç hilalimizi, şehit kanlarımızın rengine ışığıyla hilal kaşlı olarak akseden ay yıldızlı bayrağımızı ve dini ritüel olarak da on bir ayın sultanı Ramazan hilalimizi hatırlatan ‘Hilal’ görünümlü safhaya geçiş yaptığını gözlemleriz. Ve bu hilal yüzlü çehrenin akabinde Ay üzerindeki güneş ışınların yarım daire haline gelindiği aşamaya geçildiğinde ise hacimce büyüyerekten bu kez ‘Yarım ay’ görünümüne bürünür. Derken en nihayetinde Ay’ın bütün yüzeyinin aydınlık olmasıyla birlikte ‘Dolunay’ safhasına geçiş yapılır. Ve dahi tüm bu ruhumuzu dalgalandıran nurlu yüz çehresi dönüşümler periyodik bir şekilde 29,5 günde bir tekrarlanır da. Öyle ki o nurlu yüz çehrelerin her birini dönüşümlü olarak her seyreyleyişimizde iç dünyamızda yaşadığımız ruhi dalgalanmalar bizlere her daim ilaç gibi gelmesinin yanı sıra ışığıyla üzerimize sekinet yağarcasına çağımızın o amansız stres hastalığını üzerimizden atarız da. Bakınız yüce Allah (c.c) yarattığı gece lambamız Ay hakkında ne buyuruyor: “Gök de burçlar yaratan, onların içinde bir çerağ ve nurlu bir ay barındıran (Allah-u Teâlâ)’nın şânı ne yücedir!” (Furkan, 61).
Evet, Amenna ve saddakna. Yüce Allah’ın şanının yüce olduğu yarattıklarının hiçbirinin tesadüfi bir eser olarak meydana gelmediğinden besbellidir. Nitekim Allah-u Teâlâ bu hususta “Güneş’de, ay da bir hesap iledir” (Rahman, 5) diye beyan buyurmakla ister eskiden kullanılan gerek yıldızların yerlerini belirlemesiyle, gerek kıble yönünü tespit etmesiyle, gerekse gündüz ve gece saatlerini belirlemesiyle meşhur astronomik hesap aleti usturlap ile isterse günümüzde kullanılan modern astronomi aletlerle yapılan ölçüm hesaplamalara bakıldığında Güneş ve Ay’ın hareketlerinde milim sapmayacak derecede mükemmel bir ayar sisteminin varlığına işaret buyuruyor. Zaten ayarlarda en ufak bir hesap hatası olsa tüm canlı ve cansız âlemden asla söz edemeyecektik. Hele içinde bizatihi konuk olduğumuz dünyamızın evrende konumlandığı yörüngeye baktığımızda hem güneşe olan uzaklığının hem de Ay’a olan uzaklığı belli bir matematiksel hesaba dayalı ve beli bir formül üzerine kurulu olduğunu görürüz. Hiç kuşkusuz bu müthiş ince ayar üzerine kurulu sistem sayesinde Güneş, Dünya ve Ay’ın arasında ki mevcut çekim kanunlarının yaratılışından bugüne dünya dengelerimiz sarsılmadan tamtakır işler halde bugünlere geldik diyebiliriz. Öyle ki, denizlerin dalga dalga kabarmasına yol açan med cezir (gel-git) olayı kütle çekim kanunlarıyla yılda iki kez dizginlendiği gibi çevrimsel bozulmalara neden olacak türden oluşacak bir takım fiziki hadiselerin belli bir hesap planı dâhilinde önüne geçilmekte. Bize her ne kadar ilk etapta deprem, sel gibi bir dizi hadiseler felaket gibi gelse de unutmayalım ki pek çok hadiselerin arka planında hayrımıza vesile olacak ortada ya bir enerji boşalması bir durum söz konusu ya da tabiat dengelerinin yerli yerine oturtulması denen bir programlama söz konusudur. Dolayısıyla bu ve buna benzer programlamaların varlığını düşünerekten dünya sathında olduğu gibi aynen gök kubbede de konumlanmış her bir gök cismi arasındaki denge ayarlarına ve birbirleri arasında ki mesafelere, yörünge trafiğine de bu gözle bakmakta fayda vardır. Nitekim insanoğlunun modern aletlerle yaptığı çalışmalar ve ölçümler neticesinde Ay ile Dünya arasındaki yol trafiği mesafenin takriben 384.400 kilometre olduğu hesaplanmıştır. Bu demektir ki, ay ışığının 384.400 kilometrelik mesafeden dünyaya gelişi bir saniyelik zaman diliminde gerçekleşmektedir. Bu mesafe asla rasgele dizayn edilmiş bir uzaklık değil elbet. Hele es kaza bu mesafenin azcık bir ileri ya da bir geri yerinden oynamış olsa dünyada med-cezir hadiseleri yılda artık bir iki kez değil hemen her gün sıkça tekrarlanıp deniz dalgalarının dünyamızı tsunami felaketine sürüklemesi kaçınılmaz alınyazımız olacaktı.
Öyle ya, madem kâinat nizamı insan ufkunun alamayacağı Yüce Allah’ın takdiriyle belli bir hesaba dayalı işler halde yürümekte, o halde tüm kâinat nizamı içerisinde bilhassa Ay ile Dünya arasındaki uzaklığın takriben 384.400 kilometrelik bir ayar üzere oturtulmuş olmasına çok şükretmemiz gerekir. Hem nasıl şükretmeyelim ki, baksanıza kilometrelerce ötede aramızda gerçekleşen döngü ayarlarımız en ufak bir kazaya ve karışıklığa meydan vermeksizin korunmaktadır. Üstelik tüm bu hesap ve plana dayalı ayarlamalar Ay’ında tıpkı diğer gök cisimleri gibi kendine özgü birçok döngü hareketlerini yapabilmesine kazasız belasız fırsat tanıyacak bir şekilde ayarlanmış durumdadır. Nitekim Ay’ın dünya ile birlikte eş zamanlı olarak gerek güneş etrafındaki 365 gün 6 saat olarak turlayışı gerekse diğer gezegenlerin çekim gücüne (gravitasyon) bağlı olarak güneş sisteminin bir parçası olarak kendi konumlandıkları yörüngelerinde turlayışları belli bir hesabın ve belli bir planın varlığını ve işleyişini ortaya koyan bariz göstergelerdir. Hakeza Ay’ın dünya ve Güneşin etrafında saatin ters yönünde batıdan doğuya doğru dönmesi de belli bir planın varlığını ve işleyişini ortaya koyan bariz bir göstergedir.
Velhasıl-ı kelam; akşamsefamız Ay Dede ışığımızı şu meşhur ilahimizle bağlayarak meramımızı şöyle dile getirebiliriz de:
Taleal Bedru Aleyna
Min Seniyyatil Veda
Vecebeş Şükrü Aleyna
Veda Alil Lehida
***
Ay Doğdu üzerimize
Veda Tepelerinden
Şükür gerekti Bizlere
Allah’a davetinden
***
Eyyühel Meb’u Süfina
Ci’te Bil Emril Mut’a
Ci’te Şereftel Medina
Merhaben Ya Hayra Da
***
Ey Bizden seçilen Elçi
Yüce Bir Davetle Geldin
Sen Bu Şehre Şeref Verdin
Ey Sevgili Hoş Geldin
***
Ente Şemsün Ente Bedrun
Ente Nurun Ala Nur
Ente Misbahus Süreyya
Ya Habibi Ya Rasul
***
Sen Güneşsin Sen Aysın
Sen Nur Üstünde Nursun
Sen Süreyya Işığısın
Ey Sevgili Ey Rasul

Vesselam.