BİLGİ TOPLUMU
BİLGİ TOPLUMU
ALPEREN GÜRBÜZER
Bilgi toplumu; çağın meselelerine vakıf olan ve aynı zamanda olayları kritik edebilen toplumdur. Bilmek kıyas etmektir zaten. Önce kendimizi tanımalı sonra başka ülkelerle nasıl yarışabiliriz diye bunun derin muhasebesini yapmalı..
Batıcılarımız, batıyı da tanımıyor aslında. Oysa batının ne var ne yok aynısını almak yerine yenilikleri kendi gerçeklerimize uydurmak daha makul olanı olsa gerek. Bu uğurda bilgi toplumu olabilmek için gereken ne varsa yapılmalıdır.
İbn-i Haldun körü körüne taklitçiliğin sebeplerini; ‘’Şuursuz hayranlık, psikolojik tatminsizlik ve galiblerin üstünlüğünün adet ve müesseselerinde arama’’ duygusuna bağlar.
Yaşadığımız çevremiz tam tekmil objektif ve subjektif bilgilerle donatılmış ise, o cıvardaki insanlar ister istemez ‘’bilgi toplumu” olma özelliği kazanacaktır. Gelecek nesillere vermemiz gereken de galiba ilmi zihniyeti aşılamak olmalıdır.
Mutlak Bilgi
Malum olduğu üzere objektif ve subjektif varlıklar, Yaratanın birer mesajlarıdır. O halde, asıl bilginin kaynağı Allah’a ait, ana temasını da kucağında yaşadığımız çevre oluşturur.. Madem Yaratan kullarına isimlerini öğretmiş o halde bütün mesele ‘’mutlak’’ı, kavrayabilmek ve elesti bezminde verdiğimiz sözü hatırlayabilmekte. Dünya fani olduğuna göre, o halde madde de ölümlü. Maddeyi ne kadar makroskobik yaparsak yapalım, ya da tam tersi ne kadar minimize edersek edelim madde sınırlı olmaya mahkumdur hep. Baki olan şüphesiz ‘’Mutlak varlık’’ ve ‘’Mutlak bilgi’’dir. Hem madem, ilim Allah’ın, o halde ilim öğrenmek şart. İnsan ilim öğrenip yaşadıkça subjektifleşebiliyor veya bütün objektif dünyanın geçici aldatıcılığına kapılmadığı sürece akıl çemberini kırarak vuslata ermeyi başarabiliyor da pekala.
Nasıl ki herhangi bir konu üzerinde övme-yerme-itidal tarzında üç çeşit düşünme tarzı () varsa, bilgi içinde başvuracağımız mutlak-objektif-subjektif denilen üç temel kaynak mevcut. Şurası unutulmamalıdır ki orta yol seçmek, bilgiden de kıymetlidir. Hele hele siyasi rekabetlerin ve hırsların çok aşındığı devirlerde itidallik hep arada kaynamıştır.. Siyasi uzlaşmazlıklar çok kere övme ya da yerme tarzında saf tuttukça artık itidal (uygunluk) elden çıkmış demektir. Ki, böyle bir ortamlarda ne kişilerin sultanlığı kalır ne de hainliği. Övgü yağdıranlar, övdüklerinin hatasını göremezler, Sövgü yağdıranlar da düşmanın doğrularını bile yanlış görürler. Orta yolu şiar edinenler ise hislerinin telkinlerine kapılmayarak olaylara analiz ve kritikçi yönden yaklaşırlar hep. Şayet Bilgi toplumu olmak istiyorsak, vakıalara analitik açıdan bakmak mecburiyeti var, aksi takdirde vakıaları kritik edemeyiz.İlmi zihniyetin temeli de araştırmaktır zaten.
İfrat-Tefrit
Bilgi müesseselerimizden olan medreseler konusunda ifrata (aşırıya) kaçanlar olduğu gibi, tefrite yani normalden aşağı görmeye varan beyanlarda bulunanlar da var. Bütün sorumlulukları medreselere yüklemek haksızlık olduğu gibi, hatalarını ve aksayan yönlerini görmemek de yanlıştır. Bu mevzuda, bir kere ön yargılı davrananların ekseriyatı statükocu kesimdir. Buna rağmen marjinal grupların hükümleri genelde afakidir. Diğer bir kesimde medreseliği herşeyin üstünde tutarlar ama, onlarda okul eğitimini kabul etmezler, yine bir başka cenahda ‘’okul’’lulardır, bunlar da medreselileri hor görürler. Oysa önyargılı bazı akademisyenlerimizin, medreseleri, son çöküntü noktasından değerlendirdikleri için hep hataya düşüyorlar. Tenkidlerinde kabul edilecek noktalar var elbette.. Fakat bütün olumsuzlukların kaynağı olarak medreseyi nitelemek de insafsızlık olsa gerek, bu durum objektif anlayışa gölge düşürmektedir.
Eğitim kurumlarımızda gösterilen matematik ve fen bilgisi derslerinde cüzide olsa İslâm bilginlerinin adlarına ve eserlerine pekala yer verilebilinirdi. Acaba bugün meşhur Türk matematikçisi Salih Zeki’nin ‘’Asar-ı Bakiyye’’ eserini temin etmiş kaç eğitimcimiz var? Maalesef Türk tıb tarihinin olabileceğini akıllarından bile geçirmeyen bir hayli doktorlarımız mevcut. Mesela Arapça ve Farsça düşmanlığının zirveye çıktığı devirlerde, Türk edebiyatı alanında tahlile ve analize gücü yeten kaç edebiyatçımız var? Türkçe’yi iyi bilen Cevdet Paşa gibi ender ilim adamlarımız tabiki bundan müstesna.
Tabiat bilimleri ile din ilimleri bir arada yürüyemez iddiasında bulunanlara sormak lazım. Acaba nasıl oluyor da Avrupa bunları birlikte yürütebiliyor? Bilindiği gibi Almanya’da din eğitimi ilkokuldan başlar. İngiltere’de eğitim papazların eşliğinde ve mecburi dini ayin ile başlar. İsrail Tevrat’ı baştacı görür. ABD’de diploma törenlerini İncil üzerine el basarak yemin eder. Tüm bu örnekler ortada iken, bunlar Albert Eınsteın’in sözlerine de mi kulak vermezler; ‘’Dinsiz ilim topal, ilimsiz din kördür. Ben Allahın bizden beklediğini öğrenmek istiyorum’’ diyor.
Medrese bugünkü manada üniversite demektir.Medrese kavramını ve medrese usullerini toptan itham, ilmen doğru değildir. Şurası bir gerçektir ki, Türkler’in, en büyük matematikçileri ve doktorları medreselerden çıkmıştır, hakeza Kur’an-ı Kerim’i tefsir edenler de medreseliler, Türkler’in tarihini en iyi yazanlar da medresililer, hukuku madde madde (Mecellede olduğu gibi) maddeleştirenler de medreseliler, yine Arap, Fars edebiyatının hüküm sürdüğü devrelerde Türk dilini en sade şekilde devlet dairelerinde muhafaza edenler de medreselilerdir. Ne olduysa Osmanlı’nın yükselişinden sonra Farabi, Razi, Biruni, İbn-i Sina, Gazali, İbn-i Rüşd ve İbn-i Haldun gibi bilgi insanların çıkmaması düşündürücüdür.
Muallim Cevdet, ‘’Eskinin her parçası fena değildir. Yeninin de her parçası iyi değildir. Hüner eski ile yeniyi te’lif edebilmektedir’’ diyor. Eski ve yeni konusunda ne ifrata ne de tefrite kaçmalı, itidalli olmak en iyisi.. İslâm medeniyeti selefiye denilen tekrarcıların elinde inşa edilmiş de değildir. Hakeza Batı medeniyeti de, Hıristiyanlık, Yunan felsefi ve Roma hukukunun tekrarlarıyla oluşmuş değildir. O halde bilgi çağında, bilgi toplumu olmanın ön şartı ne tekrarcı, ne taklitci, ne taassubcu ne de köksüzlük, ‘’Kökü mazide olan ati’’ olabilmektir.
Batıda gençler hayatın zorluklarına katlanacak tarzda yetiştirilir. Bizim medrese kültürümüzde talebe yemeğini kendi pişirip, elbiselerini kendisi temizler ve odasının tanzimini kendisi yapardı. Şimdi sormak gerekiyor; bugünün eğitim kurumları mı insanları hayatın çilelerine katlanacak tarzda yetiştiriyor, yoksa hor görülen medreseler mi? Üstelik okullarımızda şu anlayış hakim: ‘’Bütün bu işler efendi harcı değil, hademe işidir’’ diye. Bakınız, Thomas P.Rohlen japonlar için insan eğitiminin 4 safhada olduğunu belirtir:
1. Çileye karşı dayanıklılık uygulamaları,
2. Askeri üs ziyaretleri yaptırılarak vatan sevgisi aşılanma uygulamaları,
3. İş verilinceye kadar iş yerlerinde çalıştırma uygulamaları,
4. Sabır yürüyüşü tatbikatları..
Batı pedegoji formasyonu incelendiğinde, geçmişteki medreselerimizle benzerlik arzeder sanki. Şöyle ki medrese usulünde ‘’sen arzu ettiğin derse gir, istemediklerini sonraya bırak. Sevdiğin derse bütün kuvvetini topla’’ anlayışı vardı. Batı pedegoji formasyonunun temeli dayatmacı olmayıp, sevgiyi ön plana almak esastır. Bügün okullarımızda bırakın sevgiyi, sövüp-sayma, eroin kokain, suça teşvik vs. ne ararsan mevcut. Ders programları Batı’da talebeyi nefret ettirmeyecek şekilde dizayn edilmiştir. Ayrıca Japonlar’da olduğu gibi öğrencinin alın teriyle meslek sahibi olmaları uygulamalarına da önem verilir. Bugün batı üniversitelerinde eğitim görenler, günün yarısını eğitimle, diğer yarısını da piyasada hayatlarını kazanmak için geçirirler. Tarihi süreç içerisinde medreselerimizde batıdan daha da ileri bir uygulamayla dersler genellikle öğlene kadar, haftada iki gün tatil, tarım ve ticari aylarda yılın üç ayında serbest bırakan ‘’bilgi toplumu’’ olma zihniyeti vardı. Bugünkü eğitimimizde senelerce, binlerce genci sabahtan akşama kadar eğitime tabi tutan ve dışarıya vakit ayıracak zamanı kalmadığı için iç ve dış refleksleri zayıflamış nesil yetiştirilmektedir maalesef. Bu tür yanlış uygulamalarla öğrenci adeta piyasadan kovulmuştur.
Dersler ‘’basitten karmaşığa’’ doğru bir proğrama göre ayarlanmalıydı. Maalesef ders ünitelerinde lakaydlık, şişkinlik ve gereksiz bilgi yığınları ile dolu ağır proğramlar sözkonusu. Okullarımız, güya batı medeniyetinin öncü kurumları olarak kuruldu, ama geldiğimiz noktada Avrupa ile aramızda büyük tezadlar var. Böyle devam ederse hayata ‘’yenik’’, kendinden bezmiş genç nesillerler yetiştireceğiz demektir.
Eğitim gören gençlerimizi halktan kopuk yetiştirmemeli. Mevcut duruma, bakıldığında ailelerden uzak, topluma tepeden bakan ve milli şuurdan yoksun üniversiteli ‘’mezunlar’’ı çevremizde bolca görmek mümkün. Köyü ve halkıyla bağlılığı kesilmiş bir üniversitelinin, kanadı kırılmış bir kuş misali avare avare dolanması içler acısı bir durum. Tarihte medreselerimiz, talebeyi hayattan ve piyasadan ayırmıyordu. Şimdi ise tam tersi, yani bir üniversiteli genç halkla diyaloğa gitmeyi aşağılık kabul edecektir. Oysa bilgi toplumunda halkla eğitim kurumları sürekli iletişim içerisindedir. O halde bilgi toplumu olmak istiyorsak hayatla iç içe olacak tarzda eğitim proğramları yeniden hazırlanmalı ve uygulanmalı. Batı’da toplum kademeleriyle içiçe bulunan bilgi yayan unsurlar; ‘’halkı aydınlatan gönüllüler’’ olarak addedilir. Selçuklular sırf siyasi ve askeri kuvvetin yeterli olmayacağını anlayarak hızla ‘’Nizamiye Medrese“sini , yani günümüzün en büyük üniversitesi ayarında diyebileceğimiz aydınlık ocağını kurmuşlardır. Kurulan bu aydınlık müesseseleri sayesinde Selçuklu medeniyetinde;
1. İlim, kültür, sanat ve ticaret,
2. Şehirlerde sermayedar sınıf,
3. 100,000 dinara varan havale senetleri,
4. Çek usulü tatbikatları vb. uygulamaları görülmüştür. Prof. Dr. Osman Turan; ‘’Selçuklular ve İslâmiyet’’ adlı eserinde bu konularda geniş bilgi verdikten sonra, çek usulü tatbikatlarını, bugünkü modern bankacılığın temeli olarak ilan eder.
Bilgi çağında yürütülen programa şiddetle bağlılık ne kadar kötü ise, programsızlık da bir o kadar fenadır. Ülkemizde ister istemez resmi program tatbik edildiğinden dolayı,yürütülen eğitim öğrencinin seviyesine göre değil yürütülen programın çerçevesine göre ayar çekiyoruz. Dolayısıyla eğitime resmiyet hakim olunca araştıma ruhu yerine tekrarcılık ve hazır kalıplar sunuluyor öğrenciye. Sonra da ahü-vahlar, sızlamalar veya ‘’bizde araştırmacı yetişmiyor’’ gibi serzenişlerde bulunuyoruz. Oysa teorik ağırlıklı programlarla bilgi toplumu olmak havanda su dövmek gibidir, boşuna zaman kaybetmektir. Uygulanan eğitim proğramlarında laboratuvar, deney ve gözlemler teorinin gerisinde olduğu sürece bilgi tıkanıklığı devam edecek, böylece gerekli sıçramayı bir türlü gerçekleştiremiyeceğiz demektir. İslâm’da tecrübenin (deneyim) adı ‘’hakkel yakin’’dır. Gözlem ‘’Aynel yakin’’, teorik bilgi ise ‘’İlmel yakin’’ olarak nitelenir. Yine kitaplar aracılığı ile elde edilen bilgilere de ilmel yakin denilir. İslâmiyet deney ve gözleme çok önem verir çünkü. Bir gün İmam-ı Azam atıyla giderken, birisi ordan atın kaç ayağı olduğunu sorar. Ebu Hanife atından iner ve atın ayaklarına bakarak şu cevabı verir;
‘’Atın ayağı dörttür’’ der,adam şaşırsa da İmam-ı Azam büyük bir alim, böylece ‘’hakkel yakin’’ örneği mesajını vermiştir insanlığa.
Osmanlı ilk kuruluşunda ilmin gücünü bildiği için hemen bilgi toplumu anlayışıyla hareket edip ilk iş olarak, İznik ve onun peşi sıra Bursa Medreselerini açmak olmuştur.
Fatih Sultan Mehmet sadece gözünü İstanbul’un fethine dikmedi, beyinleride aydınlatmaya odaklandı ve bilgi toplumu olma yolunda ‘’Fatih Medreselerini’’ kurdu. Bu medreselerde şer’i ve akl’i ilimlerin okutulmasını şart koştuğu gibi, telif eser verecek tarzda nesiller yetişmesini de sağladı. Günümüzde yayınlanan eserlere baktığımızda teliften çok tercüme niteliğinde. Yani bilgi üretmiyoruz, naklediyoruz. Bilgi toplumu oluşturmak için ‘’bilgi üretme seferberliği’’ni başlatmak mecburiyetindeyiz oysa. Osmanlı kurulduğunda tamamen de Selçuklu’yu kopya etmeyip, Türk dilini hakim kıldılar, Türkçe nizamnameler ve Türkçe eserler yazdılar. Sadece orta öğretimde Arapça’ya yer verdiler. Fatih Sultan Mehmet müziğe, resme, matematiğe, fen bilimlerine, tarihe ve edebiyata istekli bir lider, aynı zamanda Rumca, Latince’ye aşine bir padişah. O teknik bilgilerle, imani bilgileri arasındaki dengesizliği eğitimden kaldırarak adeta çağ açmıştır.
Kanuni döneminin o ihtişamlı aydınlanma ışıltısı ise hiç şüphesiz Süleymaniye üniversiteleridir. Süleymaniye Medreselerinin ağırlıklı noktası riyaziye (matematik) ve tıp ilimleriydi. Hakeza Evliya Çelebi, II. Beyazid devrinde sinir ve ruh hastalarının musikiyle tedavi edildiğinden bahseder. Kelimenin tam anlamıyla Türkler 17. asırda ‘’bilgi verici’’ durumda iken 18. asırda ‘’bilgi alıcı’’ durumuna geçmiştirler. Bugün ise insanımızı düşünmekten alıkoymak için önüne birçok tuzaklar kurulmasına rağmen, düşünen ve inanan insanların sayısı günbe gün çoğalmaya başlıyor ve yeniden ümitleniyoruz.
Birzamanlar aile yapımızda, dikiş, dokuma, yemek yapma, çocuk bakımı ve ev ekonomisi bilgisi, kızlarımızda daha evlenmeden önce mevcut idi. Bugün ise gündüzün evi boşalmış ailelerin bunları yapacak zamanı kalmamış. Cemil Meriç: ‘’Feminizm, kadına pazarda iş bulma davası’’ derken ne kadar haklıymış meğer.
Bu yüzden de, sosyal huzursuzluklar bitip tükenmek bilmiyor. Bu tür meseleler çocuklar için de geçerli. Daha çocuklara yönelik hikayeler, çocuk gelişimi teknik metodlarını keşfedememişiz. Acaba yüzlerce kreş bir araya gelse bir annenin çocuğuna vereceği sıcak sevgisini karşılayabilirler mi? Sadece yok olan aile, çocuklar mı, gençlerde gidişattan muzdarip bir hayli. Gençler ise, kendilerine örnek alacak şahsiyetler hep arar dururlar, ama boşuna, çünkü örnek insan tipi bin elin beş parmağını geçmez.. Siz onlara örnek veremezseniz, onlar kendilerine örnek kişiler bulacaklardır.
Kimlik meselesi denilen problemle boğuşup duruyoruz. Körü körüne Darwinci, Durkheimci, Bergsoncu, Marksçı, Adam Smithci tipler üretiyoruz. Oysa her ülkenin model insanları var elbette, tarihin şeref sayfalarında yer alan bunca örnek şahsiyetlerimiz varken kökü dışara örnek tip aramak niye?. Bunlar arasında ortak evrensel esaslar varsa onlardan istifade edilebilir. Fransız, Alman, İngiliz milletlerinden her hangi birinin konuları, eğitimi aynen diğerine uymaz. Elbette teknolojik gelişimleri elde etmede batı metodlarını almaya muhtacız, o metodlar ilmidir ve beynelmileldir. Resûlüllah (S.A.V.) ‘’İlim Çin’de dahi olsa alınız’’ buyuruyor çünkü.
Osmanlı’nın yükseliş devrindeki, yani 1264’ten evvelki medreseleri hem alim hem de iyi yönetici yetiştiren müesseseler olarak telakki edebiliriz. İnhitat (gerileme, çöküş) döneminde görülen dejenerasyonun medreselerde görülmesi gayet tabiidir. Bünyeye mikrop girmeye görsün, bütün azalar rahatsız olmaya mahkumdur. Yükselme devrinde Süleymaniye ve Selimiye mimarimizin yıldızları, yazıda da tuğra ve fermanlar gurur kaynaklarımız, hakeza Musiki’de Mehter ve Dede Efendiler ise mana köklerimizin ruhunu yansıtır.
Fatih ilk mektep öğretmeni olacaklara fıkıh dersi koymamıştır. Düşünmüş olacak ki ilk öğretmene değil, bu ders idari adli mekanizmada görev alacaklara uygundur. Aynı zamanda Fatih Medreseleri etrafında 286 dükkaarak kurulması, medrese ile hayatın ayrılmaz bir bütün olarak düşünülmesindendir. Yada bir başka ifade ile Osmanlı’da medreselerin(üniversitelerin), çarşıya, pazara yakın hatta bitişik ol medrese ile hayatın ayrılmaz bir bütün olarak düşünülmesindendir. Fatih medreseleri ilginç özelliklerinden biri de, icazet alacak durumda olan öğrencilerin aşağı sınıflardakilere ders verme zorunluluğu idi. Kademeli ilerleme ve tekrarların bu şeklini uygulayan bu eğitim sistemi ne kadar müthiş. İbn-i Haldun, ‘’Birşeyi öğrenmenin en iyi yolunun tedric ve çokça tekrarlamak’’ olduğunu belirtir. Fatih medreselerinde lise ayarında öğretmen olacaklara fıkıh, hadis ve tefsir verilerek pedegojik formasyonun tamamlanması sağlanır. Yüksek eğitim kısımlarında, Fizik, Astronomi, Jeoloji , Botanik, Zooloji, İnsan Anatomisi ve Metafizik vs. dersleri görülürdü. Fatih’in engin seviyesi, asrın seviyesinden çok yüksekti. Aristo ve Muhiddin-i Arabi’nin fikirleri Sultan Orhan zamanında Kayserili Davut Efendi sayesinde yayılmıştır. Bizde matematiğin yayılması Sultan Hüdavendigar devrinde Musa Efendi’yle gerçekleşir. Kadızade ismiyle anılan Musa Efendi sayesindedir ki, kozmografya ve geometri dersleri edebiyat ve şer’i ilimlerin yanında yer alabilmiştir.
Meşhur alimlerden İbn’i Hacer’in, ‘’Bu zamanda geçerli olan bütün fen bilimlerine aşinadır’’ diye övdügü Fenerli Şemseddin de Yıldırım Beyazid devrinin ışığıdır.
Kanuni devrinden sonra, edebiyatçılar, fıkıhçılar ve nakliyatçılar, akli ilimleri adeta bastırdılar. Böylece akli ilimler en son plana atılmış, hatta hor görülmeye başlanılmış. Dolayısıyla yükseliş devrindeki ‘’bilgi toplumu’’ yerine ‘’taassupçu toplum’’ sürecine adım atmış olduk ve metodumuz ‘’Nakilcilik akılcılıktan önce gelir’’ prensibine dayandı. Yükselişten, gerilemeye yelken açmakla batıdan akıl almaya başladık hep.
İnhitatla, deney ve gözlemden uzak eğitim sürecine girdik. Medeniyetin zirvesinde olduğumuz dönemde, eğitimin bütün basamaklarından geçenler ihtisasını tamamlıyorlardı. İhtisaslaşma sayesinde ya sadece fıkıh, ya edebiyat, ya tefsir, ya da felsefe vs. dersi veriliyordu. Nitekim ders proğramları dogmatik tarzda değil, karşılıklı diyalog ve tartışma ile öğrenciye aktarılıyordu. Ne olduysa, Kanuni’nin ihtişam devrinden sonra çöküş başladı. Çöküş sebebini yükseliş sonrası padişahların nizam ve usulleri bozmalarından arayabiliriz. Avrupa o sıralarda gelişme evresine girdi, biz ise taassubun kucağına itildik.
Katip Çelebi ders verme usulünü islaha çalışmış, zaman ve hayat israf eden medreselere itiraz etmiştir. O yabancı lisanın gavurluk sayıldığı bir devirde, korkmadan Latince tahsil edebilmiştir. Hiçbir Avrupalı yok ki, Katip Çelebi’yi ve kamusunu tanımasın. Eserleri, Avrupa’da basılmıştır. Türklere kendi dilleriyle bahriye tarihini yazan muhteşem bir alimdir. Hatta Bizans tarihini de latinceden tercüme eden O’dur. Katip Çelebi, ‘’Bilgi toplumu’’ olmanın ancak muhakemeye önem vermek, deney ve gözlemlerinin kanunlara bağlanması, ilim kanunlarının örneklerle aydınlanmasını sağlayacak eğitimle olacağını izah eden bir şahsiyet. ‘’Keşfüz zünün’’, ‘’Mizanü’l Hak’’, ve ‘’Cihannüma’’ gibi önemli eserleri vardır. Çelebi, medreselerden akli ilimlerin dışlanmasını felaket saymıştır ve coğrafya ve tabii bilimlerin resimsiz fayda vermeyeceğini taassub ehline haykıran zattır. Çelebi, pozitif ilimleri genelde Mustafa Efendi’den, sosyal ilimleri de Veli Efendi’den almıştır. O, hem almış hem de vermiştir. Çelebi, Avrupa’da olduğu gibi, eğitimi bölümlere ayırmıştır. Nakliyat (edebiyat ve şer’i vs.) ve akliyyat (matemetik fen vs.) şeklinde. Sosyal ve pozitif ilimlerin hepsini birden kavrayan alimler azdır, zira, o kadar ki Katip Çelebi fıkıh eğitimini alan müftülerin, matematik bilmediklerinden yakınır. Hatta Kadızade gibi parlak hatip bile, pozitif ilimlerden mahrum yetişiyor. Neticede malum olduğu üzere minareyi bidat sayan zihniyet türüyor.
Asya’nın çöküşü diye bir şey yok. Avrupa’nın uyanışı diye bir harika olay var. Batı olayı, 17. asırda kekeleyen, 18. asırda konuşan ve 19. asırda haykıran bir süreçtir. Avrupa, İstanbul’un fethine kadar bizi taklit ederken, fethi müteakip, rönesansı gerçekleştirdiler. Katip Çelebi, yeni coğrafya ve atlasıyla Türkiye’de ilk ilmi uyanışı doğuran alimdir. Ne yazık ki, o’nun çabaları çöküş dönemindeki medreselerimizi ayağa kaldıramamış, bir ara medreselerimiz belini doğrultacak gibi olsalarda , bu defa da körü körüne batıya hayranlık hastalığına yakalanmamız buna engel olmuştur. Oysa Japonlar milli benliğinden taviz vermeden, Batıdaki ilimleri topraklarına taşımışlar, biz ise deri üstü yenilikleri kopya etmekle ‘’modernizm’’i yakalayacağımızı sanmışız. Sonuçta bugün Japonya süper devlet, biz ise geri kalmışlık çemberinden hala çıkmış sayılmayız.
Katip Çelebi, Şeriat adamıdır. Ama taassuptan uzak şeriat adamı. Son derece geniş fikirlidir. Kanuni’den sonra, tabiat ilimleriyle uğraşmak, Allah’ın işine karışmak olarak algılanmış ve Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi alimler dışlanmıştır. Yükseliş devrimizde Heraklit, Sokrat, Eflatun, Aristo, Zenon gibi düşünürler Türk medreselerinde fikirlerinin müzakere edelemesinde sakınca görülmemiştir. Ancak Aristo’nun birkaç teorisi reddolunmuş, birkaç inançsız felsefecilerin de Hakkı inkar eden görüşleri dışlanmıştır, bugün de Batı geldiği nokta itibariyle bu anlayıştadır zaten .
Kültürümüzün mimarlarından olan Nesimi, Fuzili, Baki, Nefi, Nedim, Şeyh Galip vs.ler Arap ve Fars edipleriyle yürümekten çekinmezler. Türkçe’yi ihmal etmezler ve eserlerini Türkçe vermişlerdir çünkü.
Medreselerimiz şu son asrımıza kadar kapılarını çağın ilimlerine nasıl kapalı tuttuysa, bugünkü okullarımız da, doğuya ait ne var ne yok hepsine kayıtsız kalmışlardır. İki tutum da yanlıştır. Bilgi toplumu iddiasındaki ülkeler hem kendi değerlerine, hem de çağdaş bilgilere açık olmak zorundadırlar. Avrupa prensiplerini, programlarını harfi harfine kopya etmenin de kimlik krizine ve gelişmeye olumsuz etkiler bırakacağı aşikardır. Körü körüne taklitçilik, bilgi üretme yolunda en büyük engeldir diyebiliriz. Bilgi toplumu olmanın azami ölçüsü, araştırma, deney ve gözleme dayalı eğitimden geçer.
İdari mekanizmada ve terbiye eğitimimizde ya askeri disiplinle hareket ederiz ya da talebeyi ‘’bırakınız ne halleri varsa görsünler, bırakınız sınıf geçsinler,’’ umursamaz boşvermişlikle davranırız. Oysa itidali olanı, öğrencinin istek ve ihtiyacına göre, ya da kabiliyeti ölçüsünde eğitime tabi tutmalı. İfrat ve tefrit uygulamaları buhran doğurmuştur her devirde. Geçim buhranı, sağlık buhranı, düşünce buhranı, siyaset buhranı gibi problemler eğitimisizlikten kaynaklanan marazlar aslında..
Bugünkü eğitimimiz, öğrenciye nefes aldırmayacak programlarla yüklü olduğundan, öğrenciyi piyasadan soyutlamış ve gelinen noktada geçim problemi doğurmuştur. Üstelik eğitim kurumlarında eğitim araçları olarak resmi ders kitapları öngörüldüğünden dolayı, gazeteler, dergiler, ilmi kitaplar eğitim dışı görülmüş ve böylece bilgisizlik kök salmıştır. Tüm bunlara ilaveten dinin, terbiye eğitiminde en önemli faktör olduğu gerçeği gözlerden uzak tutulmuş, dolayısıyla muzır neşriyat genç dimağları gafil avlamıştır. Bu şekilde köklerimizden koparılarak ruhumuzu avladılar!
Biz matbaayı, Avrupa’dan üçyüz sene kadar sonra alabildik. Şayet Yirmisekiz Mehmet Efendi’yle İbrahim Müteferrika’nın girişimleri, ya da Damat İbrahim Paşa ve Şeyhül-İslâm Abdullah Efendi’nin desteklemeleri olmasaydı matbaanın coğrafyamıza gelmesi daha da gecikecekti. Bu arada tabiki Matbaanın geç gelmesinin, toplumun ekonomik yönüyle de ilgisi var, yani bu meselenin teknolojiye kapalılıkla yakından uzaktan alakası yok.
Yerli zenginlerimizin çeşme, köprü, okul, yol, sokak, imar vs. yaptırmak hususunda girişimlerinin yerine, herşeyin devlet eliyle yapılması gerektiği döneme girmekle kapalılığı tercih etmiş olduk aslında.. Düşüş dönemiyle halkın ‘’sivil insiyatifi’’nden mahrum zihniyetle, medeniyet hamlemiz körelmiştir. Halk birzamanlar her türlü sosyal, iktisadi ve kültürel faaliyetlerde bulunabiliyordu. Ne zaman ki, devlet her işe burnunu sokmaya başladı, en ufak mahalli temizlik işleri bile devletin üstlenmesi gerektiği anlayışı doğunca toplum aslı işini ihmal etmeye başlamıştır. Böylece kitleler teşkilatsız kalarak kahve köşelerine mahkum olmuştur.. Aslında çöküşümüzün nedenini hepten de halkın tembelliğine bağlamak yanlış. Milletimiz miskin değil, örgütsüzlük ve teşkilatsızlığın kurbanıdır oysa.
Bilgi üretemememizin sebebi eski kanaatlar değil, bütünü görememekten kaynaklanır. Tarihimizi Cengaverlik olarak nitelemek bedbahlıktır. Acaba onlar, Fatih’ın Rum alimi Yorgi Amirukisi’yi dünya haritası yapmaya görevli kılmasını, İtalyan ressamı G.Bellini’ye de elinde gülle resimlemesini ve güzel tablolar yaptırmasınıda mı görmezler? Devrin alimlerinden Kemal Paşazade atını sürerken atın ayağından sıçrayan çamurların Yavuz’un kaftanına bulaştığında Yavuz’un o kaftanı ilme hürmeten muhafazaya aldırdığınıda mı bilmezler? Ebussuud Efendi’nin fetvalarıyla, Sultan Süleyman devrinin kanun ve nizam devri olarak yükselmesine renk katmasındaki inceliğide mi idrak edemezler? Müslümanların dünyanın yuvarlak olduğuna dair coğrafi bilgileri sayesinde C. Colomb Hindistan’a Batıdan dolaşarak varmayı düşünmüş, böylece Amerika’nın keşfi gerçekleşebilmiştir, bu durumu kaç genç biliyordur acaba?
Allah Rasulü ev idaresi nasıl olur, ticaret nasıl yapılır, ordu teşkilatı nasıl kurulur, aile hukuku nedir? gibi soruların cevabını bizatihi kendi hayatında yaşayarak gösterdiği gibi sosyal hayatta tatbik edilebilecek kuralları da ortaya koyuyordu. Hz. Peygamberimiz bütün zamanını ibadete mi ayırmış dersiniz? Elbette hayır. Mali, adli, edebi, lisani ve bütün herşey O’nun hayatında var. İslâmiyet hayat dinidir çünkü. Bilhassa Avrupa bile Endülüs yoluyla müslümanlardan bilgiler alarak maddi planda ilerlediler ve İslâm alemini esir aldılar böylece.
Batı haçlı seferleri sayesinde, İslâm medeniyetini tanışma fırsatı yakaladı aslında. Bu yüzden gerçekleştirdikleri rönesansını müslümanlara borçludurlar. Batılılar, Yunan medeniyetini de müslümanlar sayesinde öğrendiler. Şu halde İslâm alemi ve bilhassa Osmanlı, bugü hala varlığını devam ettiren batı medeniyetinin doğuşuna hizmet etti. Ortaçağ, Batının ilimden uzak karanlık günleriydi, ama batı 12.nci ve 15.nci asırlarda İslâm’dan aldığı aşılarla güç kazandılar. Piri Reis ‘’Kitab-ı Bahriye’’sinde; Avrupalıların denizcilik ilminde çok yazıp çok okuduklarını ve bu ilmi doğudan almış bulunduklarını söyler. İbn-i Haldun’un; Avrupalılar Akdeniz’de bir tahta parçası dahi yüzdüremediklerinden bahisle ortaçağ karanlığına gömülmüşlerken, gerçekten biz ihtişamımızı yaşıyorduk o devirlerde. Bruno’yu engizisyon mahkemesinde yaktıran, Galile’yi fikirlerinden dolayı hapis cezasına çarptıran ve Sokrat’ın düşüncesinden dolayı ölüme mahkum eden Ortaçağ Avrupa’sının asla alnında silemiyecekleri kara bir lekedir. Ne zaman ki, Batı Kessler’in ifade ettiği: ‘’Bir halkın fikir hayatı ne kadar serbest ise hareket ve fikir akımları da o kadar zengin olur’’ anlayışına yaklaştı, o zaman taassup bataklığından çıkarak ‘’bilgi toplumu’’ olma özelliğini yakalayabilmişlerdir. Avrupa kendi ortaçağında Rönesansını gerçekleştirirken, biz de kendi yükselişimizde çökümüşümüzü hazırladık maalesef.
Asrı İslâm ışığında idrak edemediğimizden ‘’bilgi toplumu’’ olamıyoruz birtürlü. Hâlâ çağın idrakinde İslâmi anlamaya çalışıyoruz. Oysa İslâm çağlar üstü ve çağların İslâm’ı anlamaya ihtiyacı var. İslâmiyet bir idare, bir ahlâk, bir duygu ve bir kalp olduğu gibi, aynı zamanda bir medeniyettir ve ilimdir. Günümüzde eksik olan yanlız din duygusu değil, modern çağın en üst seviyesine gelebilecek bilgi yoksunluğu meselesidir. Bir elimizde Kur’an, bir elimizde bilgisayar olmadıkça dirilişimiz hayal.
Ne zaman ki atın üzerinde kılıç sallamanın destanî hüviyetinden kurtulup, bilgisayarın tuşlarına dokunup ve makinayı çalıştıracak ilmi zihniyeti yakalarsak, o zaman ‘’bilgi toplumu’’ olmaya hak kazandık demektir. Doğu’ya da kapalı olmayan Batı’ya da açık olan zihniyet yarınımızın güvencesidir, vesselam.
dedekorkut1
11 Aralık, 2020 - 09:28
Kalıcı bağlantı
BİLGİ TOPLUMU
BİLGİ TOPLUMU
SELİM GÜRBÜZER
Bilgi toplumu; çağın meselelerine vakıf olan ve aynı zamanda olayları kritik edebilen toplumdur. Bilmek kıyas etmektir zaten. Madem öyle, önce kendi iç dinamiklerimizi tanımalı sonra başka ülkelerle nasıl yarışabiliriz bunun derin muhasebesini yapmak gerekir.
Aslında çağdaşlıktan dem vuran batıcılarımız da, batıyı tanımıyor. Tanısaydılar batı'nın ne var ne yok aynısını almak yerine yenilikleri kendi iç dinamiklerimize uyarlayıp bilgi çağını yakalamış bambaşka bir Türkiye ile karşılaşabilirdik. Gerçekten de bilgi toplumu olabilmek için gereken ne varsa o yapılmalıydı. Bakın İbn-i Haldun körü körüne taklitçiliğin sebeplerini sıralarken; şuursuz hayranlık, psikolojik tatminsizlik ve galiplerin üstünlüklerini adet ve müesseselerinde arama duygusuna bağlamaktadır. O halde yaşadığımız çevremizi objektif ve sübjektif değerlerle donatıp, “bilgi toplumu” olma yönünde adımlar atmakta fayda var. Dahası gelecek nesle vermemiz gereken miras ilmi zihniyeti aşılamak olmalıdır.
Mutlak Bilgi
Malum olduğu üzere objektif ve sübjektif varlıklar, Yaratıcı gücün birer mesajlarıdır. Dolayısıyla bilginin asıl kaynağı Allah’tır, kaynaktan kök salan kollarını ise kucağında yaşadığımız çevre oluşturur. Madem Yüce Allah kullarına isimlerini öğretmiş, o halde mutlak bilgiyi kavrayabilmek ve elestü bezmi'nde verilen sözü hatırlamak icap eder. Dünya fani olduğuna göre, madde ölümlü demektir zaten. Maddeyi ne kadar büyültürsek büyütelim, ya da tam tersi ne kadar minimize (küçültürsek) edersek edelim madde eninde sonunda sınırlı kalmaya mahkûmdur. Şüphesiz baki olan Mutlak varlık ve Mutlak bilgidir. Hem madem, ilim Allah’ın, o halde ilim öğrenmeyi dert edinmelidir. İnsan ilim öğrenip yaşadıkça sübjektifleşebiliyor. Bir başka ifadeyle insanoğlu tüm objektif dünyanın geçici aldatıcılığına kapılmadan akıl çemberini kırmak suretiyle vuslata erebiliyor.
Nasıl ki bir insan herhangi bir konu üzerinde fikir ortaya koyarken 'övme-yerme-itidal' tarzında üç değişik düşünce biçimi geliştirilebiliyorsa, bilgi içinde ‘mutlak-objektif-sübjektif bilgi’ adı altında üç temel kaynağa başvurup pekâlâ bilgi üretilebilir. Ancak bilgi üretirken mümkün mertebe itidal bir yol takip etmeyi de ihmal etmemek gerekir. İcabında itidalliği elden bırakmamak bilgiden de kıymetli olabiliyor. Hele hele siyasi rekabetin ve hırsın tavan yaptığı devirleri hatırlayıp bilginin aşırı uçların elinde telef edildiğini görünce itidalliğin (orta yol takip etmenin) önemi bin kat daha da artmış olur. Aksi takdirde siyasi uzlaşmazlıklar çok kere övme, ya da yerme tarzında saf tutmasıyla birlikte akıl çoktan karaya vurmuş olacaktır. Hak getire böyle ortamlarda artık itidal elden çıkmış olduğundan kişiler sultan da olabiliyor hain de. Övgü yağdıranlar, övdüklerinin hatasını görmezlikten gelirken sövgü yağdıranlar da düşmanın bile doğrularını yanlış görme alışkanlığına kapılırlar habire. Elbette ki bizim tavrımız itidallikten yanadır. Nitekim orta yolu şiar edinenler hislerinin telkinlerine kapılmayıp olaylara analiz ve kritikçi yönden yaklaştıkları gözlemlenmiştir. Şayet bilgi toplumu olmak veya vakıalara analitik açıdan bakmak diye bir derdimiz varsa bunu yapmaya mecburuz, aksi takdirde vakıaları kritik edemeyiz. Zaten ilmi zihniyetin temeli de analitik zihniyete sahip olmaktır.
İfrat-Tefrit
Bilgiye müessese açısından baktığımızda ise; medreseler konusunda fikir beyanında bulunanlar arasında ifrata (aşırıya) kaçanlar olduğu gibi, az olsun benim olsun düşüncesinden hareketle tefrite (normalden aşağı) sarılanlarda var. Anlaşılan ortada bütün kabahati medreselere yükleme veya aksayan yönlerini görememek denen bir illet var. Bir kere bu mevzuda ön yargılı davrananların çoğu statükocu kesimdir. Madem öyle, onları kaale almadan hükümleri afakîdir deyip geçmek gerekir. Aksi takdirde kıymetli zamanımızı boşa harcamış oluruz. Diğer bir kesimde malum medreseliği her şeyin üstünde tutan kesimdir. Ki; onlar da okullu olmayı kabul etmezler. Ancak günümüzde bu tip düşünceye sahip insan pek kalmadı diyebiliriz. Gündem daha çok medrese üzerine yoğunlaşmaktadır. Tabii medresenin lehine değil, aleyhine yönelik oluşturulan bir gündemdir bu. Belli ki bir takım akademisyenlerimiz medreseleri, son çöküntü noktasından değerlendirdikleri için büyük bir yanılgı içerisindedirler. Elbette ki tenkit ettikleri noktalarda haklı oldukları hususlar vardır. Fakat bir takım istisnai cins örneklerden hareketle tüm olumsuzlukların kaynağında medreseyi suçlu ilan etmek el insaf dedirttirecek bir yaklaşımdır. Kaldı ki topyekûn reddetme anlayışı objektif bakış açısıyla bağdaşmaz.
Şurası muhakkak; günümüz okullarında fen, matematik derslerinin ağırlıklı olarak verilmesi güzel bir yaklaşım, ama bu alanda (matematik, fen, astronomi vs.) geçmişte emek sarf etmiş İslâm bilginlerinin gerek biyografisi, gerekse ortaya koydukları yazılı eserlerinden söz etmemek veya müfredata koymamak bu güzelliğe gölge düşürmektedir. Doğrusu merak ediyoruz, acaba bugün kaç eğitimcimiz meşhur Türk matematikçisi Salih Zeki’nin “Asar-ı Bakiye” eserinden haberdardır. Ya da bize ait Türk İslam Tıp tarihinin olabileceğini akıllarından geçiren kaç doktorumuz mevcut. Böyle birileri yok, olmaz da. Zira bir zamanlar Arapça ve Farsça düşmanlığının zirveye yaptığı dönemlerden yetişip bugünlere gelen bir kadrodan başka ne beklenir ki. Hadi matematik ve fen alanından vazgeçtik, edebiyat alanında ki yoksulluğa ne demeli. Maalesef Türk edebiyatı alanında da Cevdet Paşa gibi nadir yetişmiş aydınlar hariç cehalet doruk noktadadır.
Bu arada tabiat bilimleriyle din bilimi bir arada yürümez iddiasında bulunanlara sormakta fayda var. Acaba nasıl oluyor da Avrupa her ikisini birlikte yürütebiliyor? Bakın Almanya’da din eğitimi tâ ilkokuldan başlamakta. İngiltere’de eğitim papaz öncülüğünde ve dini ayin eşliğinde start almakta. İsrail Tevrat’ı baş tacı görür. ABD ise İncil üzerine el basarak tan yemin edip diploma töreni gerçekleşir. Hadi bu örneklerden vazgeçtiğimizi varsaysak bile, peki şu meşhur bilge insan Albert Einstein’in; “Dinsiz ilim topal, ilimsiz din kördür. Ben Allah'ın bizden beklediğini öğrenmek istiyorum” diye sarf ettiği akıl dolu sözlere de mi kulak vermezler.
Malum, medrese bugünkü manada üniversite demektir. Dolayısıyla medrese kavramını ve usullerini topyekûn reddetmek ilmen doğru bir tespit değildir. Kaldı ki, en meşhur matematikçi ve doktorlar medreselerden çıkmıştır. İşte Cebir, işte İbn-i Sina gibi bilge şahsiyetlerin varlığı bunu teyit ediyor. Hakeza yine Kur’an-ı Kerim’i tefsir eden ulemamız, tarihi belgeleri önümüze koyan tarihçilerimiz, kanunları madde madde (Mecellede olduğu gibi) sıralayan hukukçularımız da medreselilerdir. Yine Arap, Fars edebiyatının hüküm sürdüğü devrelerde Türk dilini en sade şekilde devlet dairelerinde muhafaza edenler de medreselilerdir. Ta ki Osmanlı’nın yükselişten gerilemeye yüz tuttu, işte o gün bugündür Farabi, Razi, Biruni, İbn-i Sina, Gazali, İbn-i Rüşd ve İbn-i Haldun gibi bilge insanları arar olduk. Günümüzde böyle meşhur bilge şahsiyetlerin çıkmaması gerçekten düşündürücü bir durumdur.
Bakın, Muallim Cevdet; “Eskinin her parçası fena değildir. Yeninin de her parçası iyi değildir. Asıl maharet eski ile yeniyi telif edebilmektedir” diyor. Anlaşılan eski ve yeni konusunda ne ifrata, ne de tefrite kaçmalı, itidal kalabilmek en doğrusu. Çünkü İslâm medeniyeti selefiye ekolünden gelen tekrarcıların elinde yükselişe geçmiş değildir. Hakeza batı medeniyeti de Hıristiyanlık, Yunan felsefi ve Roma hukukunun tekrarıyla oluşmuş değildir. O halde bilgi çağında, bilgi toplumu olmanın ön şartı ne tekrarcı, ne taklitçi, ne taassupçu, ne de köksüzlüktür, “Kökü mazide olan ati” olabilmek esastır.
Batı teknolojik gelişmişliğine rağmen gençler hayatın zorluklarına katlanacak tarzda yetiştirilir. Her çilenin sonu aydınlık derler ya aynen bizde de medreseler de yetişen talebeler yemeğini pişirip elbiselerini temizler ve odasının tanzimini kendisi yapardı. Şimdi sormak gerekiyor; günümüz eğitim kurumlarında mı hayatın çilelerine katlanacak tarzda öğrenci yetiştiriliyor, yoksa medreselerde mi? Belki de sormaya da gerek yoktur. Baksanıza okullarımızda: “Bütün bu işler efendi harcı değil, hademe işidir” denilip, yerine hantal anlayış hâkim kılınmaya çalışılıyor habire. Oysa Thomas P. Rohlen Japonlar için insan eğitiminin 4 safhada tamamlandığını belirtip şöyle tasnifler:
-Çileye karşı dayanıklılık uygulamaları,
- Askeri üs ziyaretleri yaptırılmak suretiyle vatan sevgisi aşılanma uygulamaları,
- Meslek sahibi oluncaya kadar iş yerlerinde çalıştırma uygulamaları,
- Sabır yürüyüşü tatbikatları..
Kaldı ki, batı eğitim sisteminde pedagoji formasyon incelendiğinde, geçmişteki medreselerimizle benzer uygulamaları görmek mümkün. Şöyle ki; medrese usulünde “sen arzu ettiğin derse gir, istemediklerini sonraya bırak. Sevdiğin derse bütün kuvvetini topla” anlayışı hâkimdir. Yine batı pedagoji formasyonunun temelinde sevgiyi ön plana almakta vardır. Bugün okullarımızda bırakın sevgiyi, sövüp sayma, eroin kokain, suça teşvik vs. her ne ararsan mevcut. Oysa bugünkü batı’da eğitim sistemi öğrenciyi okuldan nefret ettirmeyecek şekilde dizayn edilmiştir. Hatta batıda tıpkı Japonlarda olduğu gibi öğrencinin alın teriyle meslek sahibi olmaya yönelik uygulamalara benzer programlarda yer alır. Nitekim batı üniversitelerinde eğitim gören öğrenciler günün yarısını eğitimle, diğer yarısını da birçok sektörde çalışarak geçirirler. Malum bir zamanlar medreselerimizde bugünkü batıdan daha da ileri seviyede diyebileceğimiz bir uygulamayla dersler öğlene kadar olup, haftanın iki günü ise tatildi. Bu da yetmez, tarım ve ticari hayatın yoğun olduğu aylarda öğrenci yılın üç ayı serbest bırakılırdı. İşte böyle “bilgi toplumu” olma zihniyeti vardı. Maalesef bugün eğitimimize baktığımızda, sabahtan akşama kadar bindirilmiş yüklü programlar altında ezilen binlerce gencin dışarıya vakit ayıracak zamanları kalmadığı iç ve dış refleksleri zayıflamış halde görürüz. Değim yerindeyse bu tür yanlış uygulamalarla öğrenci adeta piyasadan kovulmuş haldedir. Basitten karmaşığa doğru bir program takip etmek varken bunca eziyet niye, doğrusu anlamakta zorlanıyoruz. Sadece ağır ders programların altında ezilme olsa gam yemeyiz, bunun yanı sıra ders ünitelerinde işlenen aşırı lakaytlık, şişkinlik ve gereksiz bilgi kırıntılarıyla oyalamacı programlar da söz konusu. Okullarımız, güya batı medeniyetinin öncü kurumları olarak kuruldu, ama gel gör ki geldiğimiz noktada Avrupa'yla aramızda büyük tezat oluşmuştur. Böyle devam ederse hayata yenik, kendinden bezmiş genç nesiller yetiştireceğiz demektir.
Her şeyden önce ileride ülkeyi emanet edeceğimiz gençleri halktan kopuk yetiştirmemeli. Şöyle etrafımıza dönüp baktığımızda ailesinden kopmuş, topluma tepeden bakan ve milli şuurdan yoksun üniversite mezunu bir sürü başıboş insan görmek mümkün. Elbette ki köyü ve halkıyla bağlılığı kesilmiş bir üniversitelinin, kanadı kırılmış bir kuş misali avare avare dolanması içler acısı bir durum. Tarihe şöyle bir bakın medreselerimiz, talebeyi ne doğup büyüdüğü topraklardan, ne de sosyal ve ekonomik hayattan koparıyordu. Şimdi tam tersi bir durum oluşmuştur. Hatta üniversiteli gençler halkla diyaloga girmeyi aşağılık kabul eder hale gelmiştir. Oysa bilgi toplumunda halkla eğitim kurumları iç içedir. Şayet bilgi toplumu olmak diye bir derdimiz varsa sosyal hayatla iç içe olacak tarzda eğitim programlarını uygulamaya geçirmemiz icap eder.
Biz ki halkla iç içe bulunan bilge insanları “halkı aydınlatan kandiller” olarak bilip onları günümüzün en büyük üniversitesi ayarında diyebileceğimiz Nizamiye Medresesi gibi birçok medreselerin başına oturtmuş milletiz. O halde aslımıza dönüp kökleriyle barışık bilge akademisyenlerimizin öğretileriyle yeniden üniversitelerimizi aydınlık meşalesine dönüştürebiliriz pekâlâ. Selçuklu bunu başarmış, bugün neden başarmayalım ki. Bakın kurulan medreseler sayesinde Selçuklu medeniyetinde;
- İlim, kültür, sanat ve ticaret,
- Şehirlerde hatırı sayılır sermayedar bir sınıf,
- 100.000 dinara varan havale senetleri,
- Çek usulü tatbikatları vb. uygulamalar görülmüştür. Nitekim Prof. Dr. Osman Turan; “Selçuklular ve İslâmiyet” adlı eserinde bu konularda geniş bilgi verdikten sonra, çek usulü tatbikatlarını bugünkü modern bankacılığın temeli olarak ilan etmiştir.
Bilgi çağında yürütülen programa şiddetle bağlılık ne kadar sıkıntı bir durum oluşturuyorsa, programsızlıkta bir o kadar sıkıntı oluşturur. Ülkemizde devlet öncülüğünde resmi program tatbik edildiğinden dolayı, yürütülen eğitim öğrencinin seviyesine göre değil yürütülen programın çerçevesine göre ayar çekilmektedir. Dolayısıyla eğitime resmiyet hâkim olunca araştırma ruhu yerine ezberci bir eğitim anlayış ön plana çıkıp öğrenciye hazır kalıplar sunuluyor. Sonrası malum; ahlamalar, vahlamalar, sızlamalar gırla gidip “bizde araştırmacı yetişmiyor” türünden serzenişine dönüşüyor her iş. Yediden yetmişe her kes şunu iyi bilir ki; teorik ağırlıklı programlar bir işe yaramamakta, zira boşa zaman kaybıdır. Uygulamaya yönelik bir eğitimde deney ve gözlem esas olduğundan ezberci anlayışı yerle bir edeceği muhakkak. Bu yüzden İslâm’da tecrübe bilgi (deney) hakkel yakin, gözleme dayalı bilgi; aynel yakin, teorik bilgi ise ilmel yakin olarak karşılık bulur. Keza kitaplar aracılığıyla elde edilen bilgilerde ilmel yakin kapsamında değerlendirilir. Bu tasniflemelerden anlaşıldığı üzere İslâmiyet deney ve gözleme çok önem vermektedir. Misal mi isterseniz, işte İmamı Azam karakteri bunun en bariz misali. Şöyle ki;
Bir gün İmam-ı Azam atıyla birlikte yoldan geçerken, birisi atın ayağı kaç olduğunu sorar. Ebu Hanife atından inip ayaklarını saydığında;
“-Atın ayağı dörttür” cevabını verir. Tabii adam şaşıracaktır. Nasıl şaşırmasın ki, İmam-ı Azam büyük bir âlim, nasıl olur da bilmez diye aklından geçse de, aslında o büyük imam böyle demekle tüm insanlığa “hakkel yakin” bilgi mesajı vermiştir. Hakeza Osmanlı ilk kuruluşunda ilmin gücünü bildiği için ilk iş olarak İznik'te medreseyle başlayıp bunu takiben Bursa Medreselerini açmak olmuştur. İyi ki açmışlar, ilerisinde Fatih Sultan Mehmet’te bilgi toplumu olma yolunda Fatih Medreselerini kuracaktır. Fatih her ne kadar İstanbul’un fethiyle anılsa da, aslında o enerjisinin büyük bölümünü ilme harcamıştır. İlginçtir birbiri ardına açılan bu medreselerde sadece şer’i ve akli ilimler okutulmamış bunun yanı sıra telif eser verecek düzeyde nesil yetişmesini sağlayacak programlara da yer verilmiştir. İşte görüyorsunuz Fatih Sultan Mehmet'in o engin seviyesi nere, biz nere. Günümüz insanı modernlikten dem vura dursun gerçek şu ki; bugünün entelektüelleri telif eserden çok, tercüme eser ortaya koyabiliyor. Yani bilgi üretmiyor, sadece bilgi naklediliyor. Oysa bilgi toplumu olabilmenin ön şartı bilgi üretmektir. Malum; Osmanlı Selçuklu’nun devamı sayılan bir devlet olmasına rağmen bir önceki uygulamaların tamamını bire bir kopya etmemiştir. Nitekim Osmanlı kuruluşunun akabinde devlet olduğunda Türk dili hâkim kılınmıştır. Sadece orta öğretimde Arapçaya yer verilmiştir. Bu da yetmez Türkçe nizamnameler ve Türkçe eserler yazılmıştır. Bakın Fatih Sultan Mehmet müziğe, resme, matematiğe, fen bilimlerine, tarihe ve edebiyata da merak salmış bir hakanımızdır, hatta Rumca, Latinceye aşına bir padişahımız olması hasebiyle kendisinden sonra tahta oturacaklara da ışık olmuştur. Zaten kendisi böyle bir donanımla yetiştiği içindir ki teknik ve itikadı bilgileri birlikte yürütüp adeta yeni bir çığır açmıştır.
Kanuni dönemine geldiğimizde ise aydınlık ocağı olarak karşımızda Süleymaniye üniversitelerini görürüz. Hiç kuşkusuz bu medreselerde fen bilimlerine de kayıtsız kalınmayıp, bilakis ağırlıklı olarak eğitim programı riyaziye (matematik) ve tıp ilimleri üzerine kuruluydu. Bu yüzden Evliya Çelebi, II. Bayezid devrinde sinir ve ruh hastalarının musikiyle tedavi edildiğinden söz eder. Tabii bunlar güzel hoş şeyler, ne var ki Türkler XVII. asırda “bilgi verici” durumda iken XVIII. asırda “bilgi alıcı” konuma geçmişlerdir. İşte o gün bugündür bilgi fakiriyiz dersek yeridir. Hele hele günümüz Türkiye’sinde bilhassa ihtilal dönemlerinde insanımızı düşünmekten alıkoymak için her neye ihtiyaç varsa eğitim programına dâhil edilmiştir. Neyse ki 28 Şubat post modern darbenin açtığı yaraların sarılmasıyla birlikte yeniden düşünen ve düşündüğünü uygulayan inançlı insanlar gün yüzüne çıkabilmiştir. Derken yeniden diriliş hamlesi yaşayacağımız günlerin muştusunu yüreğimizde hisseder olduk.
Nasıl bu hisse kapılmayalım ki, bakın bir zamanlar aile yapımız içerisinde, dikiş, dokuma, yemek yapma, çocuk bakımı ve ev ekonomisi gibi birçok bilgiler tatbiki olarak uygulandığından, kızlarımız baba ocağından koca evine uğurlanırken iyi bir yuva kurabilecek donanıma haiz olabiliyordu. Madem öyle, bugün aynı donanım neden olmasın ki. Bakın Allah Resulü ev idaresi nasıl olur, ticaret nasıl yapılır, ordu teşkilatı nasıl kurulur, aile hukuku nedir gibi soruların cevabını bizatihi kendi hayatında yaşayarak gösterdiği gibi sosyal hayatta nasıl tatbik edilebileceğini gösteren kuralları da ortaya koymuştur. Hz. Peygamberimiz bütün zamanını ibadete mi ayırmış dersiniz? Elbette ki hayır. Devlet idaresinde tutunda dünyevi alanda birçok şey O’nun hayatında vardı. Zira İslâmiyet hayat dinidir. Maalesef günümüzde yuva kurmanın aynı zamanda bir okul kurmak olduğunu unutmuş gözüken bir takım aklı evveller ana yüreğinin çocuk üzerinde oluşturduğu sinerjik gücü görmezlikten geliyorlar. Meğer Cemil Meriç: “Feminizm, kadına pazarda iş bulma davası” derken ne kadar haklıymış. Yaşadığımız çağda ana yüreği, şefkat, sevgi gibi değerler hak getire, varsa yoksa tek değer tüketim çılgınlığıdır. Artık durum öyle bir hal almış ki; gündüzün iş telaşıyla çoluk çocuk hep birlikte cümbür cemaat ev dışındalar. İşte evini boşaltmış aileler istese de bunları yapacak zamanı kalmayacaktır. Bu yüzden, sosyal huzursuzluklar bitip tükenmek bilmiyor. Düşünsenize çocuklara yönelik sunacak hikâyelerimiz yok denecek kadar azdır, hadi hikayeden vazgeçtik çocuk gelişimine yönelik elle tutulur doğru dürüst metodoloji ortaya koyamamışız. Meseleyi kreşle halledeceğimizi düşünüyoruz hep. Acaba tüm çocuk kreşleri bir araya gelse bir annenin çocuğuna vereceği sıcak sevgiyi karşılayabilir mi? Sadece kıyılan aile ocağı veya çocuklar mı, bu gidişattan gençlerde bir hayli muzdarip durumda. Zavallı gençler de kendince habire örnek alacak şahsiyetler arar durur, ama boşuna. Çünkü ortada örnek alınacak insan tipi kalmadı ki. Şayet gençlere örnek şahsiyet ortaya koymakta gecikirsek, onlar kendince örnek lider bulacaktır elbet. Tabii bu riskli durumdur, bulum derken Marks'ın, Lenin'in, Stalin'in, Mussoli'nin, Hitler'in kollarında kendini bulmakta var. İşte kimlik problemlerin temelinde zaten bu tip maraz arayışlar vardır.
Evet, kimlik meselesi denilen problemle habire boğuşup duruyoruz. Körü körüne Darwinci, Durkheimci, Bergsoncu, Marksçı, Adam Smithci tipler üretiyoruz. Oysa her ülkenin gençlere sunacağı model insan tipleri var, bizde de var elbet, ama bizim farkımız varken yokluk yaşıyor olmamızdır. Gülesin mi ağlayansan mı bilinmez ama, tarihin şeref sayfalarında yer alan bunca örnek şahsiyetlerimiz varken kökü dışarıda örnek tip aramak niye? Elbette ki bizim dokumuzla barışık dış modellere de açığız, onlardan istifade edilebilir de. Bu yaklaşımımız bilge insan açısından da öyle, eğitim açısından öyledir, fark etmez, birebir kültür aktarımı olmadıktan sonra risk teşkil etmez. Bakın Fransız, Alman ve İngiliz’in yürüttükleri eğitim sistemi bir diğerine uymaz, sadece teknolojik metotlar ortaktır. Ortak olması da gayet tabiidir. Çünkü teknoloji belirli bir alanla sınırlı değil, evrensel nitelik taşır, bu yüzden dinimiz “İlim Çin’de bile olsa alınız” düsturunu ortaya koymuştur. Osmanlı’nın yükselişindeki sır bu düsturda gizli. Bu yüzden yükselme devrinde Süleymaniye ve Selimiye mimari alanda ne anlam ifade ediyorsa yazıda da tuğra ve fermanlar bir bambaşka anlam ifade eder. Hakeza musiki’de öyle olup Mehter ve Dede Efendiler bir başka ruhu yansıtır. Ortak olan nokta hepsinin medreseden kök salmasıdır. Bu yüzden 1264’ten evvelki medreseleri hem âlim, hem de iyi yönetici yetiştiren müesseseler olarak telakki ederiz. Ancak inhitat (gerileme, çöküş) dönemine ait medreseler için aynı şeyi söylemeyiz. Hele bünyeye mikrop sirayet etmeye dursun, bütün azaların rahatsız olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla düşüş dönemlerinde medreselerde bir takım arızaların görülmesi gayet tabii bir durumdur.
Fatih sultan Mehmed ilkokul öğretmeni olacaklara fıkıh dersi koydurmamıştır. Düşünmüş olacak ki bu ders öğretmene değil, idari ve adli alanda görev alacaklara uygundur. Bu arada Fatih Medreselerinin etrafında 286 dükkân kurdurmayı bile ihmal etmemiştir. Bundan maksat besbelli ki medrese ve ticari hayat birbirinden ayrılmaz parçalar olmasından ötürüdür. Fatih medreselerinin bir başka dikkat çeken özelliklerinden biri de, icazet alacak durumda olan öğrencilerin bir aşağı sınıftakilere ders verme zorunluluğudur. İşte görüyorsunuz eğitimde kademe kademe ilerleme bu çağa mahsus değilmiş, o yıllarda uygulanan bir yöntemmiş. Kaldı ki; İbn-i Haldun böyle bir eğitim sistemini, “Bir şeyi öğrenmenin en iyi yolunun tedrici ve çokça tekrarlamak” diye ifadelendirmiş te.
Tabii bitmedi, dahası var. Fatih medreselerinde lise öğretmeni olacaklara fıkıh, hadis ve tefsir verilmenin yanı sıra pedagojik formasyon da tamamlattırılırdı. Malum, yüksek eğitimde ise, fizik, astronomi, jeoloji, botanik, zooloji, insan Anatomisi ve metafizik vs. dersler görülürdü. Belli ki; Fatih’in o engin seviyesi, asrın seviyesinin çok üstünde. Belki de o engin seviyeyi köklerde aramak icap eder. Zira köklere inildiğinde bilginin temelinde Orta asya var, Selçuklu var, Osmanlının kuruluş mayası var. İşte bu kökler sayesinde Aristo ve Muhyiddin-i Arabî’ye ait fikirlerin Sultan Orhan zamanında Kayserili Davut Efendi vasıtasıyla yayıldığını görürüz. Elbette ki Muhyiddin-i Arabî deyip geçmemek gerekir, o öyle bir bilge şahsiyet ki Futuhât eserinde en mükemmel geometrik şeklin küre olduğuna vurgu yapıp bundan hareketle dünyanın ve diğer yıldızların da küre şeklinde olduğuna işaret edilmiştir. Zaten bu işaretler olmasa belki de Sultan Hüdavendigar devrinde Musa Efendi vasıtasıyla ortaya konan matematik bu denli yeşermeyecekti. İşte Kadızade ismiyle anılan bu Musa Efendi sayesinde medreselerimizde edebiyat ve şer’i ilimlerin yanı sıra kozmografya ve geometri dersleri de yer almıştır. Hakeza yine meşhur âlimlerden İbn’i Hacer’in, “Bu zamanda geçerli olan bütün fen bilimlerine aşinadır” diye övdüğü Fenerli Şemseddin'de köklere dalıp Yıldırım Bayezid devrinin bir başka ışık aracı bilge şahsiyet olarak dikkat çekmiştir. Ne var ki; Kanuni devrinden sonra, köklerden uzaklaştıkça edebiyatçılar, fıkıhçılar ve nakliyatçılar, akli ilimleri bastıran role bürünmüşlerdir. Böylece akli ilimler arka plana atılmış, hatta hor görülmeye başlanılmış bile. Dolayısıyla yükseliş devrindeki bilgi toplumu olma ruhu yerine koyu taassup içerisinde kıvranan toplum sürecine adım atmış olduk. Derken eğitim metodumuz “Nakilcilik akılcılıktan önce gelir” prensibine göre yapılandırılmıştır. Zaten yükselişten, gerilemeye düşmeye dur, o zaman yeni akıl hocamızın batı olacağı muhakkak. Dikkat edin akıl hocası dedik, deney gözlem demedik. Zira batı akıl verir ama deney ve gözlemi kendine saklar. Nitekim inhitatla (düşüşle), deney ve gözlemden uzak bir eğitim sistemi takip ettik. Oysa medeniyetin zirvesinde olduğumuz dönemlerde, eğitim ve öğretimin tüm basamaklarından geçenler ancak ihtisas sahibi olabiliyordu. İşte bu ihtisaslaşma olmasa fıkıh, edebiyat, tefsir, felsefe dersi verecek kadrodan yoksun kalınacaktı. Belli ki o dönemlerde ders programları dogmatik tarzda değil, karşılıklı diyalog ve tartışma eşliğinde öğrenciye aktarılıyordu. Ne olduysa, Kanuni’nin ihtişam devrinden sonra çöküş sürecine giriverdik. Belki de çöküşe sebebiyet veren yegâne etken unsur yükseliş sonrası padişahların nizam ve usulleri bozmalarından kaynaklanmaktadır. Onlar boza dursun Avrupa o sıralarda gelişme evresine girdi, biz ise taassubun kucağında kendimizi bulduk.
Anlaşılan Kâtip Çelebi bu durumlardan rahatsızlık duymuş olsa gerek ki ders verme usulünü ıslaha çalışmış, sosyal hayattan kopmuş medreselere itiraz etmiştir. O yabancı lisanın gâvurluk sayıldığı bir devirde hiç çekinmeden Latinceye vakıf olabilmiştir. Hiçbir Avrupalı yok ki, Kâtip Çelebi’yi ve kamusunu tanımasın. Eserleri Avrupa’da basılmış bile. Hatta Bizans tarihini Latince tercüme eden de o’dur. Sadece Avrupa mı, elbette ki hayır, Türk dünyasına kendi diliyle bahriye tarihini yazan muhteşem bir âlimdir. Kâtip Çelebi, “Bilgi toplumu” olma yolunda muhakeme, deney ve gözlemin önemini kavrayan biri. İşte böyle bir eğitimin teoriyle değil ilmi kanunlarla izah edilmesinden yanadır, haklı da. Öyle ya, madem tabiatta var olan kanunlar deney ve gözleme dayalı bir eğitim sistemiyle ortaya çıkıyor, o halde nakilcilikte ısrar etmenin anlamı ne. Zaten onun ortaya koyduğu “Keşfü'z-Zunun”, “Mizanü’l-Hak” ve “Cihannüma” gibi eserler bu tür zihniyetin demode olduğunu göstermeye yeter artar da. Nitekim o, Cihannüma eseriyle Amerika’nın keşfinden bahsetmiş, Keşfüz-Zunun’la ilim ve edebiyat bölümlerinin kapılarını aralamış, Mizanü’l Hak eseriyle de adalet terazisine işaret etmiştir. Dahası o, medreselerden akli ilimlerin dışlanmasını felaket saymakla kalmamış coğrafya ve tabii bilimlerin resimsiz fayda vermeyeceğini taassup ehline haykıran bir bilge şahsiyettir. Çelebi, pozitif ilimleri genelde Mustafa Efendi’den, sosyal ilimleri de Veli Efendi’den almıştır. O, hem almış hem de vermiştir. Hatta o, Avrupa’da olduğu gibi, eğitimi bölümlere ayırmıştır. Yani nakliyat (edebiyat ve şer’i vs.) ve akliyat (matematik fen vs.) şeklinde tasniflemiştir. Öyle ki o, Avrupa'da Hacı Kalfa diye anılıp Gustav Flugel tarafından Keşfü'z-Zunun eseri batı insanının hizmetine sunulmuştur. Maalesef Sosyal ve pozitif ilimlerin hepsini birden kavrayan onun gibi âlim pek çıkmaz. Bu yüzden Kâtip Çelebi fıkıh eğitimini alan müftülerin, matematik bilmediklerinden dert yakınmıştır. Düşünsenize Kadızade gibi parlak hatip bile, pozitif ilimlerden mahrum yetişiyor, ama netice malum minareyi bidat sayan zihniyet türüyor.
Bu ara da belirtmekte fayda var, sakın ola ki matbaayı, Avrupa’dan ancak 300 sene sonra aldık diye geçmişimize karanlık dönem olarak bakmayasınız. Bizde biliyoruz Yirmisekiz Mehmet Efendi’yle İbrahim Müteferrika’nın girişimleri, ya da Damat İbrahim Paşa ve Şeyhü'l İslâm Abdullah Efendi’nin desteği olmasa matbaanın coğrafyamıza gelmesi çok daha uzun zaman alabilirdi. Belli ki matbaanın geç gelmesinin arka planında, toplumun ekonomik dengeleriyle ilgili bir yönü var. Asla teknolojiye kapalılıkla alakalı bir durum söz konusu değildir.
Aslında Asya’nın çöküşü diye bir şey yok. Avrupa’nın uyanışı diye bir olay var sadece. Nitekim batı olayı; 17. asırda kekeleyen, 18. asırda konuşan ve 19. asırda haykıran bir süreçtir. Avrupa, İstanbul’un fethine kadar bizi taklit ederken, fethi müteakip gelişmiş çağlarımızda Rönesans’ını gerçekleştirmiştir. İşte geldiğimiz noktayı çok iyi sezen Kâtip Çelebi, yeniden ilmi uyanışı canlandırmaya çalışmıştır. Ne yazık ki, onun bu çabası çöküş dönemindeki medreselerimizi ayağa kaldıramamıştır. Sanki bir ara medreselerimiz belini doğrultacak gibi olsa da, bu defa da körü körüne batıya hayranlık hastalığına yakalanmamız buna engel olmuştur. Oysa Japonlar kendi kültürel değerlerden taviz vermeksizin, batının pozitif bilimini kendi coğrafyasına taşıyabilmişlerdir, biz ise satıh üstü yenilikleri kopya etmekle modernliğe erişeceğimizi sanmışız. Sanmakla ne oldu ki, bakın Japonya süper devletler yarışır konumda, biz ise hala gelişmişliği tam olarak gerçekleştirmiş sayılmayız.
Kâtip Çelebi, Şeriat adamıdır, ama taassuptan uzak bir şeriat adamı. Kendisi son derece engin fikirlidir. Maalesef Kanuni döneminden sonra, tabiat ilimleriyle uğraşmak, Allah’ın işine karışmak gibi algılanmış, hatta Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi âlimler dışlanmıştır. Yükseliş devrimizde bu tür örnekleri pek göremeyiz. Zira yükseliş devrindeki medreselerimizde Heraklit, Sokrat, Eflatun, Aristo, Zenon gibi düşünürlere ait fikirlerin müzakere edilmesinde sakınca görülmemiştir. O devirlerde sadece Aristo’nun birkaç teorisiyle birkaç inançsız felsefecilerin Hak Teâlâ’yı inkâr eden görüşleri dışlanmıştır. Bugün Batı geldiği nokta itibariyle bizim yükseliş döneminin medrese anlayışına yakın bir tutum izlemektedir. Bir kere onlar kendi klasiklerine bakıp bugünkü bilgileri kıyaslayabiliyorlar. Şöyle ki, bugün makine teorisi olarak bilinen sibernetik kavramı Eflatun’un idare etme sanatı manasına kullandığı Yunanca kökenli kübernetes kavramından mülhem bir kavramdır. Nitekim o kübernetes (Latince Gobernare) derken sadece ruh olarak düşünmemiş aynı zamanda bu kavrama geniş anlam yükleyip beden ve birçok maddi eşyayı da kapsadığını belirtip birçok tehlikelerden koruduğunu işaret etmiştir.
Nasıl ki medreselerimiz düşüş dönemlerinde kapılarını pozitif ilimlere kapalı tuttuysa, bugünkü okullarımızda, doğuya ait her ne var ne yok hepsine kayıtsız kalmıştır. Her iki tutum da yanlıştır. Bilgi toplumu iddiasındaki ülkeler hem kendi değerlerine, hem de çağdaş bilgilere açık olmak zorundadır. Avrupa kriterlerini harfi harfine kopya etmenin kimlik krizine yol açacağı muhakkak. Bir takım aklı evveller utanmasalar edebi eserleri bile sırf batıya yaranmak adına yabancı dille yayınlatacaklar. Bakın kültürümüzün mimarlarından olan Nesimî, Fuzuli, Baki, Nef'î Nedim, Şeyh Galip şahsiyetler Arap ve Fars edebiyatçıların varlığından dolayı eserlerini Türkçe vermekten çekinmemişlerdir. Anlaşılan körü körüne taklitçilik, bilgi üretme yolunda en büyük engel olmuştur. Oysa bilgi toplumu olmanın yolu hem kültürel alanda hem de araştırma, deney ve gözleme dayalı eğitimden geçmektedir. Şayet ekonomik buhran, sağlık buhranı, düşünce buhranı, siyaset buhranı yaşamamak istiyorsak buna mecburuz. Aksi takdirde ya askeri disiplinle yetişmiş, ya da bırakınız ne halleri varsa görsün, bırakınız sadece sınıf geçsinler havasında bir öğrenci ordusuna ülkeyi teslim etmiş oluruz. Makul olan, öğrencinin istek ve ihtiyacına göre, ya da kabiliyeti ölçüsünde eğitime tabi tutmak esastır.
Maalesef bugünkü eğitimimiz, öğrenciye nefes aldırmayacak programlarla yüklü olduğundan, öğrenciyi piyasadan soyutlamış ve gelinen noktada iş, aş problemi doğmuştur. Sadece mesele iş, aş olsa yine gam yemeyiz, eğitim kurumlarında resmi ders programın dışında gazete, dergi, ilmi kitaplara yer verilmemesi de apayrı bir açmazımızdır. Keza yine dinin, gençleri üzerinde ahlaki yetişmesinde etken faktör olduğu görmezlikten gelmekte öyledir. Dolayısıyla bu tür uygulamalar hem bilgisizliğin kök salmasına hem de ahlaki erozyon doğurmaktadır. Gerçekten de tabiat boşluk tanımıyor, şayet ahlak karın doyurmaz deyip maneviyata önem verilmese birilerinin bu boşluktan istifade muzır neşriyatla genç dimağları gafil avlaması zor olmayacaktır. İşte köklerimizden koparılan gençliğin ruhu bu boşluktan dolayı avlanmıştır.
Ekonomik alanda sıkıntımız sanıldığın aksine bir lokma bir hırka anlayışından kaynaklanmıyor, bilakis yabancı ideolojilerin ülke yöneticilerini doğrudan etkilemesinden kaynaklanır. Asıl bu noktada ideoloji karın doyurmaz demeli. Komünizm ve sosyalizmle hangi ülke abad olmuş ki bizde abad olalım. Kaldı ki; yerli zenginlerimizin çeşme, köprü, okul, yol, sokak, imar vs. faaliyetleri hususunda girişimlerine destek varmak varken her şeyin devlet eliyle yapılması gerektiği düşüncesinin önü açılıp kapalılığı yeğlemişiz. Özellikle düşüş dönemlerinde halkın sivil inisiyatifinden bihaber zihniyetlerin köşe başlarında bulunması, medeniyet hamlemizi köreltmeye yetmiştir. Oysa halk bir zamanlar her türlü sosyal, iktisadi ve kültürel faaliyetlerde bulunabiliyordu. Ne zaman ki, devlet her işe el atmaya başladı, en ufak mahalli temizlik işleri bile devletin üstlenmesi gerektiği anlayışı doğdu, işte o zaman toplum aslı işini ihmal etmeye başlamıştır. Böylece kitleler teşkilatsız kalıp kahve köşelerine mahkûm kalmışlardır. Bu yüzden çöküşümüzün nedenini hepten halkın miskinliğine bağlamak abesle iştigaldir. Milletimiz asla miskin değil, bilakis örgütsüzlük ve teşkilatsızlık kurbanıdır. Öyle ki; insanın içinden “hani nerede o ahi teşkilatımız” diyesi geliyor.
Bilgi üretemeyişimizin sebebi eski kanaatler değil elbet, bütünü görememekten kaynaklanan sapkın düşüncelerdir. Tarihimize sadece cengâverlik yönüyle bakarsak gelişmişlikten söz edebilir miyiz? Kaldı ki böyle sığ düşünceye sahip insanlar bir gün olsun merak edip tarihin sayfalarını çevirdiklerinde;
-Fatih’in Rum âlimi Yorgi Amirukisi’yi dünya haritası çizmesi için görevlendirdiğini, İtalyan ressamı G. Bellini’ye elinde bir gül ile kendini resimlettirdiğini ve güzel tablolar yaptırdığını görmezler mi?
-Kemal Paşazade bir bilge şahsiyetin atını sürdüğünde sıçrayan çamurun Yavuz’un kaftanına bulaştığında, hemen çamurlu kaftanı ilme hürmeten muhafazaya aldırdığını görmezler mi?
-Ebussuud Efendi’nin fetvalarıyla, Sultan Süleyman devrinin kanun ve nizam devri olarak yükselmesine renk katmasındaki inceliği görmezler mi?
-Müslümanların dünyanın yuvarlak olduğuna dair coğrafi bilgiler sayesinde Kristof Kolomb bir anda Hindistan’a batıdan dolaşıp, Amerika’nın keşfini gerçekleştirdiğini görmezler mi?
Aslında Batı haçlı seferleri sayesinde İslâm medeniyetiyle tanışma fırsatı elde etmiştir. Bu nedenle Rönesans'ını Müslümanlara borçludurlar. Kaldı ki batılılar, Yunan medeniyetini de İslam bilginlerinin ortaya koyduğu tercüme edilmiş eser ve öğretilerinden öğrenmişlerdir. Bilhassa Endülüs yoluyla Müslümanlardan aldıkları birtakım bilgiler onların maddi planda ilerlemelerine yetmiştir. Bilerek ya da bilmeyerek fark etmez bir anlamda İslâm âlemi bugünkü batı medeniyetinin doğuşuna hizmet etmiştir. Malum Orta çağ denildiğinde ilk evvela batının ilimden bihaber geçirdiği karanlık yıllar akla gelmekte. Ne zaman ki; batı 12. ve 15. asırlarda İslâm dünyasıyla yüzleşti, işte bu yüzleşme sayesinde bizden aldığı aşılarla birlikte güç kazanmıştır. Bakın Piri Reis Kitab-ı Bahriye'sinde ne diyor; Yani o, Avrupalıların denizcilik ilminde çok yazıp çok okuduklarını ve bu ilmi doğudan almış olduklarını dile getirmiştir. Hakeza İbn-i Haldun’da; Avrupalılar Akdeniz’de bir tahta parçası dahi yüzdüremediklerinden bahisle onların Orta çağ karanlığına gömüldüğünü, bizim ise altın çağ yaşadığımıza vurgu yapmıştır. Gerçekten de Bruno’yu engizisyon mahkemesinde yaktıran, Galile’yi fikirlerinden dolayı hapis cezasına çarptıran ve Sokrat’ı düşüncesinden dolayı ölüme mahkûm eden Ortaçağ Avrupa’sı, Avrupa için asla silinemeyecek bir kara lekedir. Ne zaman ki batı dünyası Kessler’in ifade ettiği:“Bir halkın fikir hayatı ne kadar serbest ise hareket ve fikir akımları da o kadar zengin olur” anlayışına yaklaştı, işte o zaman taassup bataklığından çıkıp “bilgi toplumu” olma özelliği kazanmıştır.
Peki ya biz? Malum, Avrupa kendi orta çağında Rönesans’ını gerçekleştirirken, bizse kendi yükselişimizde çöküşümüzü hazırlamışız. Düşünsenize batı orta çağında dünyanın düz olduğu inancıyla oyalanıp dururken, Kur’an ayetlerinden ilham alan Seyyid Şerif Cürcani Mevâkıf kitabıyla, Saduddin Taftazani de Mâkasıd eseriyle dünyayı top (küre) şeklinde tarif ediyorlardı. İmam-ı Gazali de; “Kim dünyanın küre şeklinde olduğunu, dini korumak gayesiyle red ve inkâr ederse, dine karşı cinayet işlemiş olur ki bu bir hıyanettir” diye adeta ferman buyurmuştur. Keza Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.leri de Marifetname adlı eserinde İmamı Gazali’yi doğrularcasına; “Bu mevzuda tartışmayı dinin gereklerinden sayan kimse dini zayıf düşürdüğü gibi ona işlenen en büyük cinayettir” diye serzenişte bulunmuştur. Nitekim Reşid Rıza ise Menar Tefsirinde “Geceyi gündüzün üstüne, gündüzü de gecenin üstüne örtüyor” (Zümer 5) ayetini yükevvirü kelimesinin kökü olan baş gibi yuvarlak manasına gelen tekvir ibaresinin dünyanın yuvarlaklığına işaret diye yorumlamıştır. Ayrıca İmam-ı Gazali ay tutulmasını dile getirirken “Dünyanın ay ile güneş arasına girdiğini” beyan edip açıkça dünyanın döndüğüne dikkat çekmiş oluyordu.
Asrı İslâm ışığında idrak edemediğimizden bir türlü bilgi toplumu olamıyoruz. Hâlâ çağın idrakinde İslâmi anlamaya çalışıyoruz. Oysa İslâm çağlar üstüdür ve her çağın İslâm’ı anlamaya ihtiyacı vardır. İslâmiyet hem idare, hem ahlâk, hem duygu, hem kalp ilmi olduğu gibi aynı zamanda bir medeniyet ilmidir. Günümüzde eksiklik sadece dini yaşantıda değil, modern çağın en üst seviyesine sıçratacak bilgi yoksunluğu da bir başka eksikliktir. Kelimenin tam anlamıyla Bir elde Kur’an, diğer elde bilgisayar olmadıkça diriliş muştumuz hayalden öteye geçemeyecektir.
Ne zaman ki at üzerinde kılıç sallamanın destanî hüviyetinden kurtulup, bilgisayarın tuşlarına dokunup ve makineyi çalıştıracak ilmi zihniyete erişirsek, işte o zaman “bilgi toplumu” olmaya hak kazandık demektir.
Hâsıl-ı kelam doğu’ya kapalı olmayan batı’ya da açık olan zihniyet yarınımızın güvencesidir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/bilgi-toplumu-makale,4519.html
dedekorkut1
11 Aralık, 2020 - 09:42
Kalıcı bağlantı
BİLGİ TOPLUMU
BİLGİ TOPLUMU
SELİM GÜRBÜZER
Bilgi toplumu çağın meselelerine vakıf, aynı zamanda olayları yerinde ve zamanında kritik edebilen toplum demektir. Bilmek kıyas etmektir zaten. Madem öyle, önce kendi iç dinamiklerimize vakıf olmalı sonra dış dinamiklerle nasıl baş ederiz bunun derin muhasebesini yapmak gerekir.
Şu bir gerçek bizim çağdaşlıktan dem vuran batıcılarımızın pek çoğu Batının cilalı boyalı uygarlığına göbekten bağlıdırlar, ama bu nasıl bağlılıksa Batı dünyasını da tam kavramış sayılmazlar. Şayet kavramış olsaydılar Batı’nın satıh üstü cilalı boyalı plastik yenilikleri yerine teknolojik donanımını alıp bilgi çağının gereklerini yerine getirmiş olmaları icab ederdi. Bakınız İbn-i Haldun körü körüne taklitçiliğin temel nedenlerini sıralarken; bilhassa şuursuz hayranlık, psikolojik tatminsizlik ve galiblerin üstünlüğünü onların görgü kurallarında ve müesseselerinde arama duygusuna bağlar. O halde bu tespitten hareketle bir an evvel bu güzel ülkemizin ufkunu objektif ve sübjektif bilgilerle donatacak ‘Bir elde Kur’an bir elde bilgi teknoloji” donanımlı neslin yetiştirilmesi gerekir. Yetiştirilsin ki, Bilgi toplumu olma yolunda emin adımlarla ilerleyip modern çağ dedikleri çağın en üst seviyelerine sıçrayabilelim. Mutlak Bilgi
Bilindiği üzere objektif ve sübjektif veriler, Yüce Yaratıcı’nın ezeli ilminden kullarına bahş ettiği bilgi yüklü mesajlardır. Hiç kuşkusuz ilk verilen mesajdan şu anlam çıkar: bilginin asıl kaynağının Allah olduğudur. Sonrasında ise bilgimizi içinde bulunduğumuz toplum oluşturur. Madem ilmin kaynağı Yüce Allah, o halde kulları üzerinde tecelli eden isimleri, yani Âdem’e kodladığı isimleri kavramak ve bezm-i eleste verdiğimiz söze sadık kalmamız icap eder. Hem madem Dünya fani ahiret baki, o halde geçici olan bilgilere değil ebediyete mal olacak bilgilere talip olmak gerektir. Ki, maddenin özünde nesnellik vardır, bu yüzden ebediyete mal olacak veri olmaktan acizdir, ölümlü olması kaçınılmaz bir gerçekliktir. Üstüne üstük maddeyi ne kadar büyültürsek büyütelim, ya da ne kadar minimize (küçültürsek) edersek edelim eninde sonunda yine sınırlı kalıp her daim yok olmaya mahkûmdur. Şüphesiz Yüce Allah’ın El-Âlim ismi hürmetine eşyanın tabiatına vakıf olabiliyoruz. Hatta El-Âlim isminin tecellisiyle fizik ötesi bilgilere de vakıf olunabiliyor. Kaldı ki bir mümin ilim öğrendikçe kulluğunun bilincine varabiliyor. Derken bu sayede dünyanın geçici olduğunu ahretin ise ebedi olduğunu idrak etmiş oluruz.
Şayet Allah’ın mutlak bilgisinin tecellisinde istifade etmek diye bir derdimiz varsa ilmede yönelmemiz gerekir. Fert fert kendimizi ilme adayalım ki, Erdemli Bilgi toplumu olmak yolunda hedefimiz hayalin ötesinde hakikatin ta kendisi olsun. Ancak bunun için ilk önce azim ve gayret gerekir sonrada itidal üzere yol almak lazım gelir. Nasıl ki bir fikir ortaya koyarken 'övme-yerme-itidal' tarzında üç değişik yöntem izleniyorsa, hakikat yolunda da ‘Objektif -Sübjektif - Mutlak ’ bilgi sacayağı üzerine itidal bir yol izlememizde fayda vardır elbet. Dikkat ettiyseniz fikri tartışmalar için üç değişik yöntem dedik, çünkü ortada itidallik olmayınca dünyevi olan için değişik türden familya demek durumundayız. Hele hele televizyon ekranlarında ve meydanlarda ateşli siyasi kısır çekişmelerin tavan yaptığını gördüğümüzde itidal üzere bir orta yol takip etmenin çok doğru bir yöntem olduğunu daha da fark etmiş oluruz. Siyasi uzlaşmazlıklar malum çoğu kez ya aşırı övme şeklinde ya da tam tersi aşırı yerme şeklinde kendini göstermektedir. Öyle ki, kurtlar sofrasında itidallik devreden çıkınca kimi kahramanlıktan dem vurmakta kimi de hainlikle dem vurabiliyor. İşte koyu cehalet ortamları bu ya, bir bakıyorsun övgü yağdıranlar kahramanının hatalarını görmezlikten gelirken sövgü yağdıranlar da hasmının doğrularını bile görmezlikten gelip hainlikle damgalayabiliyor. Oysa bilgi toplumu olmak veya vakıalara analitik açıdan bakmak diye bir derdimiz varsa bu tür övgü ve eksenli metotlarla bir arpa boyu yol alamayacağımız muhakkak, mutlaka itidalliği elden bırakmayaraktan analitik düşünce biçimi bir yol takip etmek mecburiyetimiz vardır. Zira ‘Bilgi Toplumu’ olmanın yolu ifrat ve tefritten uzak analitik düşünce tarzı bir usul geliştirmekten geçer.
İfrat-Tefrit
Bilgiye ulaşmayı müessese açısından baktığımızda ise bambaşka bir tabloyla karşılaşırız. Nasıl mı? Mesela bir bakıyorsun medreseler konusunda fikir beyanında bulunanlar içerisinde ifrata (aşırıya) kaçanlar olduğu gibi, az olsun benim olsun düşüncesinden hareketle tefrite (normalden aşağı) sarılanlarda var. Anlaşılan ortada bütün kabahati medreselere yükleme hastalığı veya aksayan yönlerini görememek denen basiretsizlik söz konusudur. Bikere bu mevzuda ön yargılı davrananların çoğu statükocu kesimden oluşmakta. Dolayısıyla ön yargılı kesimi fazla ciddiye almamak gerekir. Aksi halde kıymetli zamanımızı boşu boşuna harcamış oluruz. Diğer bir kesimde okullu olmayı kabul etmezler. Neyse ki günümüzde bu tip düşünceye eskisi kadar pek rağbet eden kalmadı, bu yüzden okul üzerinden tartışma yapılmamakta, daha çok medrese üzerinde tartışma yapılmakta. Ancak bu tartışma medreselerimizin lehine değil, maksadını aşacak aleyhine bir tartışmadır. Belli ki bir takım akademisyenlerimiz medreseleri son çöküntü noktasından değerlendirdikleri için bu hususta ifratta sınır tanımamaktalar. Elbette ki tenkit ettikleri noktalarda haklı oldukları hususlar vardır. Dahası medreseyi itibarsızlaştırmaya yönelik el insaf dedirttirecek türden bir ifrat yaklaşımdır bu. Oysaki topyekûn reddetme anlayışı objektif bakış anlayışla bağdaşmayacak bir yaklaşımdır. Kaldı ki ortada okullu olmaya karşıt tavır sergileyende yok.
Hele ki günümüz okul sisteminde fen, matematik derslerinin ağırlıklı olarak verilmesi yerinde bir yaklaşımdır. Okullarımızda eksiklik aranacaksa, o da malum geçmişte matematik, fen, matematik astronomi vs. alanlarında beyin fırtınası yapıp ter dökmüş emek sarf etmiş İslâm bilginlerinin biyografisine ve ortaya koydukları yazılı eserlerine yeterince yer verilmemesidir. Öyle ya, doğrusu bizde merak ediyoruz, acaba bugün kaç eğitimcimiz Türk matematikçimiz Salih Zeki’nin “Asar-ı Bakiye” eserinden haberdardır. Ya da Tıp Tarihin de Müslüman Tıpçılarımızın da olabileceğinin bilincinde olan kaç doktorumuz var acaba. Hiç düşünmeye gerek yoktur, bir zamanlar Arapça ve Farsça düşmanlığının zirveye yaptığı dönemleri hatırladığımızda bu bilinçte okullumuzun çıkmayacağı muhakkak. Peki ya, edebiyat alanında ki kısırlığımıza ne demeli. Geldiğimiz noktada Cevdet Paşa gibi şahsiyetler durum hariç hiçte iç açıcı değil, edebiyatımızın hal ve ahvali kelime hazinemizin yerlerde sürünmesinden belli, maalesef kısırlık doruk noktadadır.
Bu arada tabiat bilimleriyle din bilimi bir arada yürümez iddiasında bulunanlara sormakta fayda var. Acaba nasıl oluyor da Avrupa her ikisini birlikte yürütebiliyor? Bakınız Almanya’da din eğitimi tâ ilkokuldan başlamakta. İngiltere’de eğitim Papazların öncülüğünde ve dini ayin eşliğinde start almakta. İsrail Tevrat’ı baş tacı görür. ABD ise İncil üzerine el basaraktan yemin edip diploma töreni gerçekleştirir. Hadi verdiğimiz bu örnekleri yoksaysak bile, peki ya şu izafiyet teorisiyle adından söz ettiren Albert Einstein’in; “Dinsiz ilim topal, ilimsiz din kördür. Ben Allah'ın bizden beklediğini öğrenmek istiyorum” diye sarf ettiği akıl dolu sözlere de mi kulak asmazlar.
Malumunuz medrese bugünkü manada üniversite demektir. Dolayısıyla medrese kavramını ve usullerini topyekûn reddetmek doğru bir tespit değildir. Kaldı ki, en meşhur matematikçi ve doktorlar medreselerden çıkmıştır. İşte Cebir, işte İbn-i Sina gibi bilge şahsiyetlerin varlığı bunu teyit ediyor. Keza Kur’an-ı Kerim’i tefsir eden âlimlerimiz tarihi belgeleri bin bir emek sarf ederekten gün yüzüne çıkaran tarihçilerimiz, tıpkı Mecellede olduğu gibi kanunları madde madde tasnifleyerekten sistematik hale getiren hukukçularımız da medreselilerdir. Hatta Arap, Fars edebiyatının hüküm sürdüğü devrelerde Türk dilini en sade şekilde devlet dairelerinde muhafaza edip arşivleyenlerde medreselilerdir. Tâ ki Osmanlı’nın yükselişten gerilemeye yüz tutar, işte o gün bugündür Farabi, Razi, Biruni, İbn-i Sina, Gazali, İbn-i Rüşd ve İbn-i Haldun gibi bilge insanları mumla arar olduk. Günümüzde böyle meşhur bilge şahsiyetlerin çıkmaması gerçekten düşündürücü, bir o kadarda hazin bir durumdur elbet.
Bakınız Muallim Cevdet ne diyor; “Eskinin her parçası fena değildir. Yeninin de her parçası iyi değildir. Asıl maharet eski ile yeniyi telif edebilmektedir.” İşte bu müthiş sözlerden de anlaşılan o ki, eski ve yeni konusunda ne ifrata, ne de tefrite kaçmalı, en doğrusu itidal üzere olmaktır. Çünkü İslâm medeniyeti ne selefiye ekolünden gelen tekrarcıların elinde yükselişe geçmiştir ne de Batı düşüncesinin temellerini oluşturan “Hıristiyanlık- Yunan felsefi -Roma hukuku” üçlü sacayağını kopya ederekten yükselişe geçmiştir. Besbelli ki bilgi çağında Bilgi toplumu olmanın tek yolu körü körüne kopya etmekte değil “Kökü mazide olan ati” olmaktan geçmektedir. Kaldı ki tekrarcılık, taklitçilik, taassupçuluk ve köksüzlük asla bize yaraşmaz.
Bazı aklı evveller Batının teknolojik gelişmişliğine bakaraktan sanıyor ki batı insanı güle oynaya hayata tutunmakta, oysa orada ki gençlerde hayata sıfırdan başlayıp bin bir zorluklara katlanarak hayata tutunmaktalar. Hani her çilenin sonu aydınlık denilir ya hep, bizde de malum bir zamanlar medreselerimiz de yetişen talebeler aynı durumda hayata sıfırdan başlayıp öyle ilim yoluna koyulurlardı. Öyle ki medreselerde ilim tahsil ederken bile yemeğini kendileri pişirmenin yanı sıra elbiselerinin temizliğini ve odalarının tanzimini de kendileri yapardı. İşte hor görülen medreselerin hali buydu. Okulların haline baktığımız da ise çile mile hak getire, bahse konu olan tüm bu işler efendi harcı değil, hademe işidir denilmekte. Bakın Thomas P. Rohlen, Japonların eğitim sistemini incelediğinde orda ki eğitiminin 4 aşamalı süreçten geçerekten hayata tutunduklarını şöyle tasnifleyerek izah getirir:
-Çileye karşı dayanıklılık uygulamaları,
- Askeri üs ziyaretleri yaptırılmak suretiyle vatan sevgisi aşılanma uygulamaları,
- Meslek sahibi oluncaya kadar iş yerlerinde çalıştırma uygulamaları,
- Sabır yürüyüşü tatbikatları vs.
Hakeza Batı eğitim sisteminin pedagoji formasyonunu incelediğimizde bizim geçmişteki medreselerimizle benzer uygulamaları görmek pekâlâ mümkün. Şöyle ki; medrese usulünde “Arzu ettiğin derse gir, istemediklerini sonraya bırak. Sevdiğin derse bütün kuvvetini topla” anlayışı hâkimdir. Yine Batı pedagoji formasyonunun temelinde sevgiyi ön plana alan bir anlayışta vardır. Bugün okullarımızda bırakın sevgiyi, ağza alınmayacak argo tabirlerden tutunda eroin kokain, vs. her ne ararsan sirayet etmiş durumda. Oysa bugünkü Batı’da eğitim sistemi öğrenciyi okuldan nefret ettirmeyecek şekilde dizayn edilmiştir. Hatta Batıda tıpkı Japonlarda olduğu gibi öğrencinin alın teriyle meslek sahibi olmaya yönelik uygulamalara benzer programlarda yer alır. Nitekim Batı üniversitelerinde eğitim gören öğrenciler günün yarısını eğitimle, diğer yarısını da pratiklik kazanmak amaçlı birçok sektörde çalışarak geçirirler. Malumunuz bir zamanlar medreselerimizde bugünkü Batıdan daha da ileri seviyede diyebileceğimiz bir uygulamayla dersler öğlene kadar olup, haftanın iki günü ise tatildi. Yetmedi tarım ve ticari hayatın yoğun olduğu aylarda öğrenci yılın üç ayı serbest bırakılırdı. İşte bu tarz “Erdemli Bilgi toplumu” olma zihniyeti vardı. Maalesef bugünün eğitim müfredatına baktığımızda, sabahtan akşama kadar omuzlarına bindirilmiş yüklü programlar altında ezilen binlerce gencin dışarıya vakit ayıracak zamanları kalmadığı gibi iç ve dış reflekslerininse zayıflamış bir halde görürüz. Değim yerindeyse bu tür yanlış uygulamalar yüzünden öğrenci adeta piyasadan kovulmuş durumdadır. Basitten mükemmelliğe doğru bir program takip etmek varken onca yük bindirme, onca eziyet niye şaşmamak elde değil. Sadece yük bindirmeye yönelik ders programların altında ezilme söz konusu olsa belki bu denli eseflenmezdik, tüm bunların üstüne üstük birde ders ünitelerinde işlenen konuların hemen hepsinin aşırı derecede şişirilerekten bilgi kirliliğine kurban verildiğini gördükçe eseflenmemek ne mümkün. Okullarımız, güya Batı medeniyetinin öncü kurumları olarak kuruldu kurulmasına ama gel gör ki geldiğimiz noktada Avrupa'yla aramızda eğitim yönünden taban tabana çok büyük tezat teşkil edecek uçurumlar söz konusudur. Şayet hal vaziyet böyle devam ederse, şimdiden hayata yenik düşmüş, kendinden bezmiş genç nesilleri karşımızda bulacağız demektir.
Neydik edip bu tabloyla karşılaşmamak için illa ki halkla iç içe gençlik yetiştirmelidir. Şöyle etrafımıza dönüp baktığımızda ailesinden kopmuş, topluma tepeden bakan ve milli şuurdan yoksun üniversite mezunu bir sürü başıboş insan görmekteyiz. Elbette ki halktan kopuk vaziyette mezun olmuş bir üniversitelinin, aramızda kanadı kırılmış garip bir kuş misali avare avare dolanması içler acısı bir durumdur. Tarihe ki medreselerimize şöyle bir bakın talebeyi ne doğup büyüdüğü topraklardan ne de sosyal ve ekonomik hayattan ruhen koparıyordu, Şimdi ise tam tersi öyle bir haldeyiz ki artık üniversiteli gençler halkla iç içe olmayı bayağılık görür hale gelmiştir. Oysa gerçek anlamda ‘Bilgi toplumu’ demek halkla eğitim kurumlarının iç içe hemhal olması demektir. Şayet bilgi toplumu olmak diye bir derdimiz varsa sosyal hayatla iç içe olacak tarzda eğitim programlarını pratiğe döküp hayatın her alanında uygulaması icap eder.
Biz ki halkla hem hal olan nice Bilge şahsiyetleri “Halkı aydınlatan kandiller” olarak Nizamiye Medresesi gibi pek çok medreselerin başında baş tacı edinmiş ecdadın torunlarıyız, o halde bu günde aynı ruhla ‘kökü mazide ati’ ilkesini düstur edinmiş bilge akademisyenlerimizle yeniden üniversitelerimizi aydınlık meşalesi olarak şaha kaldırabiliriz pekâlâ. Öyle ya, ta Selçuklu döneminde bunu başarmışız, bu günde ecdat torunları olarak neden bizde başarmayalım ki. Nitekim böylesi bir ruhla kurulan medreseler sayesinde Selçuklu medeniyeti o günkü şartlarda;
- İlim, kültür, sanat ve ticaret,
- Şehirlerde hatırı sayılır sermayedar bir sınıf,
- 100.000 dinara varan havale senetleri,
- Çek usulü tatbikatları vb. uygulamalarla damgasını vurmuş bile. Bakınız Prof. Dr. Osman Turan “Selçuklular ve İslâmiyet” adlı eserinde bu konularda geniş bilgi vermenin yanı sıra çek usulü tatbikatların bugünkü modern bankacılığın temeli olduğunu da kitabında dile getirmiştir.
Şu bir gerçek Bilgi çağında statükocu programa şiddetle bağlılık ne kadar sıkıntı bir durum oluşturuyorsa, programsızlıkta aynı derecede sıkıntı oluşturmakta. Bilhassa 28 Şubat zihniyeti eski Türkiye’de tüm üniversitelerde malum resmi program tatbik edildiğinden dolayı, yürütülen eğitim öğrencinin araştırma ruhuna göre değil ezberci bir eğitim anlayışı çerçevesinde öğrenciye hazır kalıplar sunuluyordu. Sonrası malum; ahu vahlar, sızlamalar havada uçuşup “Bizde araştırmacı yetişmiyor” türünden serzenişine dönüşüyordu hemen her iş. Oysa araştırma ve uygulamaya yönelik bir eğitim modeli oluşturulmuş olsa deney ve gözlem esas olacağından ezberci anlayış rafa kaldırılmış olacaktı. Bakınız İslâm’da teorik bilgi ilmel yakin, gözleme dayalı bilgi aynel yakin, tecrübe bilgi (deney) ise hakkel yakin olarak karşılık bulur. Mesela kitap okumak ilmel yakin manasına teorik bilgi edinmektir, okuduğunu tatbik etmek ise hakkel yakin ilim manasına bilgi sahibi olmaktır. İşte bu tasniflemelerden de anlaşıldığı üzere İslâm sadece ibadete değil deney ve gözlemede çok önem veren Müberra bir dindir. Örnek mi? İşte İmam-ı Azam’dan vereceğimiz örnek bunun en bariz delili zaten. Şöyle ki;
Bir gün İmam-ı Azam atıyla birlikte yoldan geçerken birileri hemen oradan önüne atılıp atın ayağının kaç olduğunu sorar. Ebu Hanife atından inip ayaklarını saydıktan sonra o adama: -Atın ayağı dörttür cevabını verir. Tabii adam bu cevab karşısında şaşkın vaziyette dona kalır. Öyle ya, her ne kadar adamın koskoca İmam-ı Azam nasıl olur da atın ayağını bilmez diye aklından geçse de, haddizatında İmam-ı Azam atın üzerinden inip atın ayaklarını saymakla o adama deney ve gözleme dayalı “Hakkel yakin” bilgi mesajı vermiş olur. Hakeza Osmanlının kuruluş mayası Söğütte Şeyh Edebali ve Osman Gazi elinde ilim harcı ile yoğrulduğundan hemen akabinde ilk iş olarak İznik'te Medrese inşa etmek olmuştur. Daha ileriki aşmalarda ise Bursa Medreselerinin açılışı gerçekleşir. Derken bu sayede ilerisinde Fatih Sultan Mehmet’de bilgi toplumu olma yolunda Fatih Medreselerini açmakla damgasın vuracaktır. Öyle anlaşılıyor ki Fatih sadece İstanbul’un fethiyle ‘Fatih’ olmuş değildir, aynı zamanda çağı açıp çağ kapatan bilgi toplumu olma yolunda da öncü Fatihimizdir o. Öyle ki, Bilgi toplumu olma yönünde birbiri ardınca açılan bu medreselerde sadece şer’i ve akli ilimler okutulmamış aynı zamanda telif eser verecek düzeyde Bilgi toplumun oluşumunu sağlayacak programlara da yer verilmiştir. İşte görüyorsunuz Fatih Sultan Mehmed'in o engin ilim anlayışı zihniyet nere, bizim geldiğiz noktadaki ilmi zihniyet nere. Günümüz insanı çağdaşlıktan dem vura dursun gerçek şudur ki; bugünün entelektüelleri telif eserden daha çok tercüme eser ortaya koyabiliyor. Bu demektir ki bilgi üretilmiyor, daha çok bilgi naklediliyor. Oysa Bilgi Toplumu olmak ancak bilgi üretmekten geçmektedir. Malumunuz Osmanlı Selçuklunun bikrimi üzerine kurulmuş bir devlet olmasına rağmen bir önceki uygulamalarla yetinmemiş üzerine de kendi birikimini katarak cihanda kök salmıştır. Nitekim Osmanlı kuruluşunun akabinde devlet olduğunda Türk dili hâkim kılınmıştır. Sadece orta öğretimde Arapçaya yer verilmiştir. İleriki aşamalarda Türkçe Nizamnameler ve Türkçe eserler yazılmıştır. Derken Fatih Sultan Mehmed dönemine gelindiğinde müziğe, resme, matematiğe, fen bilimlerine, tarihe ve edebiyata da merak salaraktan yükselişimizi ilmi faaliyetlerle taçlandırmışız. Bilhassa Fatih’in Rumca, Latinceye aşına bir padişahımız olması hasebiyle kendisinden sonra tahta oturacaklara da ışık olmuştur. Zaten kendisi böyle bir donanımla yetiştiği içindir ki Osmanlı toplumuna hem itikadı yönden hem de teknik bilgiler bakımdan ufuk açıp Kızılelma’yı Ayasofya’dan bir bakıyorsun Edirne’den Filibe, Sofya’ya ve Niş üzerinden Belgrat’a, oradan Nazlı Budin’e ve en nihayet Roma’nın Saint Pierre kubbesine konduracak hamleleri başlattığını görürüz. Kanuni dönemine geldiğimizde ise Osmanlı’nın Bilgi toplumu olma yönünde daha da ilerleme kat etmesi için aydınlık ocağı olarak bu kez Süleymaniye Medreselerinin açılışına şahit oluruz. Üstelik bu açılan bu medreselerde Fatih medreselerinde olduğu gibi fen bilimlerine de kayıtsız kalınmayacaktır. Hatta daha da iş ileri seviyelere evrilip eğitim programları ağırlıklı olarak riyaziye (matematik) ve Tıbbi ilimler üzerine bina edilir. Derken bu tür Bilgi toplumu olma yolunda gayretlerin yansıması olarak bir bakıyorsun Evliya Çelebi’nin dilinden II. Bayezid devrinde sinir ve ruh hastalarının musikiyle tedavi edildiğine şahit oluruz. Tabii bunlar hoş gelişmeler, ancak sonradan bize ne haller oluyorsa bir bakıyorsun Türkler XVII. asırda tüm cihana “Bilgi aktaran” millet iken XVIII. asırda “Bilgi alıcı” konuma geriler duruma düşen millet olur. İşte o gün bugündür ilim irfan yönünden fakir toplumuz dersek yeridir. Hele ki Türkiye’de her on yılda tekrarlanan darbe süreçleri neticesinde insanımızı düşünmekten alıkoymak için elde avuçta he ne skolâstik öğreti varsa hemen hepsi eğitim müfredatına eklenmiştir. Neyse ki bin yıl sürecek dedikleri 28 Şubat post modern darbe zihniyetinin açtığı yaralar 2002 yılında toplumun kodlarıyla barışık iktidarın işbaşına gelmesiyle birlikte düşünen ve düşündüğünü uygulayabilecek Bilgi toplumu olma yönünde tüm engeller ortadan kaldırılabilmiştir. Örnek mi? Yıllardır kanayan yaramız olan başörtü yasağı kaldırılarak genç kızlarımızın eğitim mağduriyetleri bir çırpıda giderilebilmiştir. Keza eğitimde katsayı adaletsizliğin giderilmesi de eğitimde bahar havası esmesine ziyadesiyle yetmiştir. Derken y diriliş hamlesi yaşayacağımız günlerin muştusunu yüreğimizde hisseder olduk.
Nasıl böylesi bir hisse kapılmayalım ki, bakınız bir zamanlar aile yapımız içerisinde dikiş, dokuma, yemek yapma, çocuk bakımı ve ev ekonomisi gibi birçok bilgiler bizatihi sosyal hayatta tatbiki edildiği içindir ki kızlarımız baba ocağından daha koca evine varmadan çoktan iyi bir yuva kurabilecek donanıma sahip olabiliyorlardı. Madem öyle, bugünden tezi yok yeniden aynı niteliğe sahip yeni Saliha hatunlar yetiştirebiliriz pekâlâ. Hem neden olmasın ki. Bakınız Allah Resulü ev idaresi nasıl olur, helal ticaret nasıl yapılır, ordu teşkilatı nasıl kurulur, aile hukuku nasıl bina edilir tüm bunların cevabını kendi hayatında tatbik ederek gösterdiği gibi ashabına da adabı usulünce tatbik ettirmiştir. Belli ki Peygamberimiz (s.a.v) tüm zamanını sadece ibadete ayırmamış hiç kuşkusuz ibadetin yanı sıra Devlet idaresinde tutunda sosyal hayatın her alanında da hep var olmuştur. Zira İslâmiyet sosyal hayatı da ibadete dönüştüren Müberra bir dindir. Yeter ki bir mümin Peygamberimizin izini iz sürerekten yaptığı her işte halis niyetle Allah’ın rızalığını gözetsin tüm sosyal hayatı ibadet olur da.
Maalesef günümüzde yuva kurmanın aynı zamanda bir okul kurmak olduğunu unutmuş gözüken bir takım aklı evveller ana yüreğinin çocuk üzerinde oluşturduğu sinerjik gücü görmezlikten geliyorlar. Cemil Meriç bakın bu hususta “Feminizm, kadına pazarda iş bulma davasıdır ” tespitinde bulunurken aslında kanayan bir başka yaraya gönderme yapar. Nedir o kanayan yara derseniz, yaşadığımız çağda ana yüreği, şefkat, sevgi gibi değerlerin yerle yeksan olduğu gerçeğidir elbet. Baksanıza tüketim çılgınlığı almış başını gidiyor, aile ocağını tüttürmek hak getire. Artık ortalık öyle hazin bir hal almış durum vaziyette ki; gündüzün iş telaşıyla evleri boşalan aileler akşam geç vakitlerinde eve döndüklerinde yorgunluktan birbirleriyle daha iki kelam etmeden yatağa düşmekteler. Şimdi sormak gerekir; bu durumda gündüz iş hayatında, geceyi uykuda geçiren aile yapısından ne verim alınabilir ki. Tabii ki bu durumda aile ocağını tüttürmeye gücü yetmeyecektir. Bunun neticesi olarak da ailevi problemler ve sosyal huzursuzluklar baş gösterecektir. Düşünsenize öyle bir haldeyiz ki çocuklara artık anlatacak ne bir hikâyemiz var ne de anlatacak vaktimiz. Hadi vakit ayıramadık, çocuklarımızı kendi ellerimizle teslim ettiğimiz çocuk gelişim merkezlerinin yeterli donanımda olmadığı da apayrı bir kanayan yaramızdır. Meseleyi Batı tarzı kreşlerle halledeceğimizi düşünüyoruz hep. Oysa tüm çocuk kreşlerini bir raya toplasak acaba tek başına bir anne yüreğinin çocuğuna vereceği sıcak sevgiye denk gelir mi? Ne mümkün, kaldı ki bu durum sadece çocuklarla sınırlı değil, gençlerimizin hali de perişan durumda. Ah zavallı gençlerimiz başlarını bir arayış içerisinde taştan taşa vuraraktan koştururken birde bir bakmışsın kendilerini Marks’ın, Lenin'in, Stalin'in, Mussoli'nin, Hitler'in kollarına atıvermiş halde görürüz. İşte tamda kimlik problemi denen hadise bu verdiğimiz örnekte kendini göstermekte. Üstelik kucağına düştükleri ideolojiler bir vasıtalar bütünü olması gerekirken, günümüzde bilhassa gençleri zehirleyen ülkeleri de mandalaştıraraktan bölüp parçalayan bir silah olmuştur
Evet, kimlik meselesi denilen hadise tıpkı batıda olduğu gibi artık bizimde kanayan yaramızdır. Baksanıza bu meseleyle habire boğuşup duruyoruz da. Etrafımızda hızla çoğalan Darwinci, Durkheimci, Bergsoncu, Marksçı, Adam Smithci hayran gençler gördükçe de içimiz kan ağlıyor dersek yeridir. Şimdi diyebilirsiniz ki tarihin şeref sayfalarında bize örnek olacak nitelikte onca dehalarımız varken durup dururken yabancılara hayranlık duymak da nerden çıktı? Aslında cevabı gayet net açık, bikere yaşayan toplum; Kökü mazide olan ati toplumdur. Elbette ki köksüz kafayla gençliğin varacağı hedef insafsız avcının ağında sağa sola yalpa yapıp volta atmak olacaktır. Öyle anlaşılıyor ki kendi bilge dehalarımızı kendi öz kahramanlarımızı bu ülkenin gençlerine model olarak sunamayışımızın ceremesini ve sancılarını çekmekteyiz. Dolayısıyla başka sebepler aramaya hiçte gerek yoktur. Ancak bu demek değildir ki dışa açık olmayalım, bilakis Peygamberimiz (s.a.v)’in beyan buyurduğu vechiyle “İlim Çin’de bile olsa alınız” şeklinde bir açılıma ihtiyacımız vardır. Osmanlı’nın yükselişindeki sırda zaten bu açılımda gizlidir. Ki, yükselişimizin mimari simgesi ‘Süleymaniye ve Selimiye’ teknik alanda ne anlam ifade ediyorsa, hat sanatında da ‘tuğra ve fermanlar’ aynı ölçüde kültür ve edebiyat alanımızın simge ifadesidir. Hakeza musiki alanında da Mehter ve Dede Efendiler bir başka kültür dünyamıza anlam katan nağmelerimizdir. Öyle anlaşılıyor ki medreselerimiz iki koldan hareketle hem madden hem manen ışık olmuş üniversitelerimizdir. Hele bilhassa 1264’ten evvelki medreselerimizin durumuna baktığımızda hem âlim yetiştiren hem de iyi yönetici yetiştiren üniversiteler olduğu da gözlerden kaçmaz. Sonrasında ise malum bünyeye bir virüs girmeye görsün bu virüsten medreselerimizde üzerine düşen payını alıp artık ışık veremez hale gelmiştir. Şimdi gel de bu durumda Fatih dönemini arama, ne mümkün. Düşünsenize Fatih Sultan Mehmedimiz ilkokul öğretmeni olacaklara fıkıh dersi koydurmamıştır. Niye derseniz Peygamber övgüsüne mazhar olmuş o büyük kumandan gayet iyi biliyordu ki fıkıh dersleri öğretmen olacaklardan ziyade daha çok idari ve adli alanda görev alacak olanlara lazım olan bir derstir, bu yüzden koydurmamıştır. Nitekim bu maksatla Fatih Medreselerinin etrafında 286 dükkânlar inşa etmeyi ihmal etmez de. Besbelli ki bu uygulamadan maksat medrese ve ticari hayatın birbirinden ayrılmayacak derecede bir bütünlük arz etmesidir. Fatih medreselerinin keza bir başka dikkat çeken özelliklerinden biri de, icazet alacak konuma gelmiş öğrencilerin kendilerinden bir alt kademedeki medrese talebelerine ders verdiriyor olmasıdır. Böylece bu sayede mezuniyet basamaklarına ilerleme istidadı gösteren molla adayları stajlarını da yapmış oluyorlardı. Bu uygulamadan da anlaşılan o ki staj bu güne has bir uygulama değilmiş, ta o yıllardan günümüze gelen bir uygulamadır. Kaldı ki, o yıllarda ortada stajın ötesinde bilgilerin pekiştirilmesi de söz konusudur. Nitekim İbn-i Haldun bu tür uygulamaları şu ifadelerle açıklık getirir de: “Bir şeyi öğrenmenin en iyi yolunun tedrici ve çokça tekrarlamaktır.”
Tabii bitmedi, dahası var elbet. Fatih medreselerinde bugünkü anlamda lise seviyesinde öğretmen olacaklara fıkıh, hadis ve tefsir dersi verilmesinin yanı sıra pedagojik formasyonda verilmiştir. Keza ön lisans ve lisans yüksek eğitim düzeyine yönelik ise tüm alınan derslere ilaveten Fizik, Astronomi, Jeoloji, Botanik, Zooloji, İnsan Anatomisi gibi dersler de buna dâhildir. Belli ki; Fatih’in o engin ufukluluğu asrın zekâ seviyesinin çok üstünde engin seviyedir. Dahası o engin seviyenin köklerine indiğimizde alt yapısında Orta Asya birikimi, Selçuklu birikimi ve Osmanlının kuruluş tecrübî birikimi yatmaktadır. Öyle ki köklerimizde var olan bu birikim Sultan Orhan dönemine gelindiğinde Kayserili Davut Efendinin özel gayretleriyle Aristo mantığına ve Muhyiddin-i Arabî’ye uzanan geniş bir düşünce ağını beraberinde taşıyıp Osmanlının düşünce dünyasına da yansıdığını görürüz. Hele Diriliş dizisinde izlediğimiz Muhyiddin İbn’ül Arabî portesine baktığımızda şimdi bunun daha da farkına varmış durumdayız. Sadece diziyle yetinmeyip şayet Futuhât adlı eserine göz attığımızda onun en mükemmel geometrik şeklin küre olduğuna dikkat çekerekten dünya ve diğer yıldızların da küre şeklinde olabileceğini öngörebilecek seviyeye erişmiş bir bilge şahsiyet olduğunu da fark etmiş olacağız demektir. İyi ki de böylesi bilgi küpü kitaplarımız var. Belki de o derya çapında dehalarımızın ortaya koyduğu eserler olmasaydı Sultan Murat Hüdavendigar devrine gelindiğinde bilhassa Musa Efendi’nin üzerinde titizlikle durduğu matematiğin bu denli önemi pek kavranamayacaktı. Derken Kadızade ismiyle meşhur Musa Efendi’nin bu titizliği kısa zamanda meyve verip bundan böyle medreselerimizde edebiyat ve şer’i ilimlerin yanı sıra kozmografya ve geometri derslerinin de baş tacı edilmesine yetmiştir.
Peki, sadece bu durum Sultan Murat Hüdavendigar dönemine has bir titizlik midir bu? Hiç kuşkusuz meşhur ilmiyle amil âlimlerimizden İbn’i Hacer’in “Bu zamanda geçerli olan bütün fen bilimlerine aşinadır” diye övdüğü ismiyle müsemma Fenerli Şemseddin'in de Yıldırım Bayezid dönemine ışık feneri olacak derecede etkisi olmuştur. Ancak Kanuni devrinden sonra böylesi bir hassasiyet eskisi kadar devam etmeyecektir. Nitekim köklerimizden uzaklaştıkça edebiyatçılar, fıkıhçılar ve nakilciler akli ilimleri dışlayan bir rol üstlenmişlerdir. Böylece akli ilimler hor görülüp arka plana atılmıştır. Dolayısıyla yükseliş devrindeki bilgi toplumu olma yönündeki heyecanımız sönmeye yüz tutup değim yerindeyse koyu taassup içerisine sürüklenecek bir toplum modeline evrilir. Böylece eğitim müfredatımız “Nakilcilik akılcılıktan önce gelir” ekseninde yapılandırılmış olur. Hele bir cihangir devlet altın çağından düşmeye bir görsün akıl verenimiz çoğalır da. Ancak bu akıl deney ve gözlemden uzak Batı’yı bire bir kopya etmeye yönelik şeklinde etkisini gösterecektir. Kelimenin tam anlamıyla kendimize ait olmayan kopya akıldır bu. Orijinali Batıda saklı tutulmak kaydıyla ancak ülkeler arasında kendilerine göbekten bağlı mandacı kafalar kanalıyla dolaşımına müsaadesi vardır. Tabii hal vaziyet böyle olunca ister istemez düşüşümüzle birlikte deney ve gözlemden uzak taklitçi bir eğitim modeline evrilir olmamız kaçınılmaz bir hal alır. Dahası ‘Neydik ne olduk’ diyecek noktadayız. Düşünsenize medeniyetin zirvesinde olduğumuz dönemlerde, eğitim ve öğretimin tüm basamaklarından geçenlerin her biri sahasında ihtisas sahibi bilge şahsiyetler olarak toplumumuza ışık oluyorlardı. O yıllarda asla kökü dışarıya dayalı kopya bilgilerle ihtisaslaşma söz konusu değildi. İşte böylesi bir ihtisaslaşma fıkıh, edebiyat, tefsir, felsefe vs. dersleri verecek düzeyde kadroların doğmasını da beraberinde getirmiştir. Kaldı ki yükseliş çağlarımızda ders programlarımız dogmatik ve kalıplaşmış bilgilerle değil, tam aksine karşılıklı diyalog ve tartışma eşliğinde öğrenciye aktarılıyordu. Dedik ya, Kanuni’nin ihtişam devrinden sonra o arada ne olduysa bir anda kendimizi her alanda çöküş sürecinin içerisinde bulduk. Maalesef Avrupa o sıralarda gelişme evresine girerken, biz ise taassubun kucağında kendimizi bulduk. Gerçekten de zaferlere alışmış millet olarak bizim açımızdan son derece rahatsızlık veren incitici bir durum vardı ortada. Nitekim Kâtip Çelebi bu incitici durumdan rahatsızlık duymuş olsa gerek ki ders verme usulünü ıslaha çalışmış, sosyal hayattan kopmuş medreselere itiraz etmiştir. Üstelik Kâtip Çelebimiz yabancı lisanın gâvurluk sayıldığı bir devirde Latinceye vakıfta bir bilge şahsiyettir. Bizans tarihini Latinceden tercüme eden de keza o’dur. Bu nedenle hiçbir Avrupalı yoktur ki, Kâtip Çelebi’ye ve kamusuna kayıtsız kalsın. Kayıtsız kalmadıkları şundan belli eserlerini Avrupa’da basılı halde görebiliyoruz. O sadece Avrupa’da mı ilgi odağı, hiç kuşkusuz buna Türk dünyası da dâhil olup kendi ana diliyle bahriye tarihini yazmakla ilgi odağıdır elbet.
Kâtip Çelebi
Evet, Kâtip Çelebi “Bilgi toplumu” olma yolunda muhakeme, deney ve gözlemin önemini kavrayan bilge abidemizdir. Dahası o, eğitimin teorik olarak değil deney, gözlem ve ilme dayandırılarak tedris edilmesinden yana bir karakter abidesidir. Öyle ya, madem tabiatta var olan kanunlar deney ve gözleme dayalı eğitim sistemiyle ortaya çıkıyor, o halde nakilcilikte ısrar etmenin ne anlamı var ki. İşte onun ortaya koyduğu ‘Keşfü'z-Zunun’, ‘Mizanü’l-Hak’ ve ‘Cihannüma’ adlı eserler bu tür köhnemiş alışkanlıkların terk edilmesi gerektiği noktasında bize ışık kaynağı olur da. Nasıl ışık kaynağı olmasın ki, Cihannüma eserinde Amerika’nın keşfini bahse konu etmiş, bunla yetinmemiş Keşfü’z-Zunûn’la eseriyle ilim ve edebiyatın kapılarını aralamış, daha da yetinmemiş Mizanü’l Hak eseriyle de adaletin tecellisine yönelik Hak hukuk terazisine dikkat çekmiştir. Hatta yeri geldiğinde çağdaşlarına medreselerde akli ilimlerin dışlanmasını bir felaket olacağını, aynı zamanda tabii bilimler ve coğrafya derslerinin resimsiz hiçbir fayda vermeyeceğinin öz eleştirisini de yapmış bir bilge şahsiyettir o. Dahası onun hakkında çift kanatlı bilge şahsiyet dersek yeridir. Genel itibariyle akli ilimlerde kendisine Mustafa Efendi ilham olurken nakli ve sosyal ilimlerde ise Veli Efendi ilham kaynağı olmuştur. Böylece bu çift kanatlılık sayesinde eğitime bakış açısı nakli ilimler (edebiyat ve şer’i vs. ilimler) ve akli ilimler (matematik, fen vs. ilimler) çerçevesinde olmuştur hep. İşte onun eğitime olan bu bakış açısı Gustav Leberecht Flügel’inde dikkatini çekmiş olacak ki, Keşfü'z-Zunûn’un ilk ilmi neşrini Latince tercümesiyle Batı dünyasına 7 cilt halinde aktararak hakkını teslim edecektir. Böylece asıl adı Mustafa olan Kâtip Çelebimiz Batı’da asırlar boyu Hacı Halife (Hacı Kalfa) lakabıyla adından söz ettirecektir hep. Söz ettirmesi de gayet tabidir. Zira kendisinin hem nakli hem de akli ilimlere vakıflığı söz konusudur. Öyle ki fıkıh eğitimini alan müftülerin matematik bilmediklerinden dert yakınmıştır. Kadızade zihniyetinde hatiplerin minareyi bidat telakki edenlerin düştüğü hale baktığımızda Kâtip Çelebiye hak vermemek haddimize mi, elbette ki akli ilimlere de açık olmamız gerekir. Bu ara da belirtmekte fayda var, matbaa üzerinde Osmanlı’yı itibarsızlaştırma kalkışanlara karşıda dikkatli olmamız icab eder. Hiç kuşkusuz matbaayı Avrupa’dan 300 sene sonra aldık diye geçmişimize karanlık dönem olarak bakamayız elbet. Bazı ard niyetli aklı evvellerin aksine şu bir gerçek şayet Yirmisekiz Mehmet Efendi ve İbrahim Müteferrika’nın girişimleri ya da Damat İbrahim Paşa ve Şeyhü'l İslâm Abdullah Efendi’nin bu yöndeki teşvikleri olmasaydı matbaanın coğrafyamıza gelmesi çok daha uzun zaman alacaktı. Belli ki matbaanın geç gelmesinin arka planında, toplumun ekonomik dengeleriyle ilgili bir yönü vardır. Ortada asla teknolojik yeniliğe karşıt olmakla alakalı bir tavır söz konusu değildir. Kaldı ki gelinen noktaya şöyle baktığımızda ortada Asya’nın çöküşü diye bir şey yoktu, sadece Avrupa’nın uyanışı diye bir hadise vardı. Kelimenin tam anlamıyla Batı denen hadise; 17. asırda kekeleyen, 18. asırda konuşan ve 19. asırda haykıran bir süreçtir. Daha düne kadar, yani İstanbul’un fethi ve fethin müteakibinde ki gelişmiş çağlarımızda bizi taklit eden Avrupa ta ki Rönesans’la ancak yükselişe geçebilmiştir. Biz ise ne acıdır ki o sıralarda yükseliş çağlarımızda düşüşe geçmişiz. İşte bu noktada ki düşüşümüzü çok iyi analiz edebilecek zekâya sahip Kâtip Çelebi zaaf yönlerimizi ortaya koyarak önüne geçmek için büyük çaba sarf etmiştir. Hatta onun onca çabası çöküş dönemindeki medreselerimizi sanki bir ara medreselerimiz belini doğrultacak gibi olsa da, bu defa da körü körüne Batıya hayranlık duyma hastalığına yakalanmamız dirilişimize engel teşkil edecektir. Oysa Japonlar kendi kültürel değerlerinden taviz vermeksizin, Batının bilimini teknolojisini alaraktan kendi coğrafyasına taşıyabilmişlerdir, biz ise satıh üstü yeniliklere hayran kalıp kopya etmekle modernliğe erişeceğimizi sanmışız. Neticede Japonlar süper güçlerle yarışır konuma erişirken biz ise daha yeni yeni kendimize gelir gibiyiz.
Kâtip Çelebi, Şeriat adamıdır, ama taassuptan uzak bir şeriat adamıdır. Kendisi son derece engin fikirlidir. Maalesef Kanuni döneminden sonra, tabiat ilimleriyle uğraşmak, Allah’ın işine karışmak gibi algılanmış, yetmemiş bu hususlarda Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi bilge şahsiyetler dışlanmıştır. Yükseliş devrimizde bu türden garabet örnekleri pek göremeyiz. Zira yükseliş devrindeki medreselerimizde Heraklit, Sokrat, Eflatun, Aristo, Zenon gibi düşünürlere ait fikirlerin müzakere edilmesinde hiçbir beis görülmemiştir. O devirlerde sadece Aristo’nun birkaç teorisiyle birkaç inançsız felsefecilerin Hak Teâlâ’yı inkâr eden görüşleri dışlanmıştır.
Batı ve Doğu Dünyası
Aslında batı batı dedikleri dünya geldiği nokta itibariyle tıpkı bizim yükseliş döneminin medrese anlayışına yakın bir tutum izleyerek uyanışa geçen bir dünyadır. Baksanıza gelinen noktada artık geçmişine hor bakmayaraktan, yani kendi klasiklerine dönüp bugün edindiklerin bilgilerin kaynağını kendi insanına aktarabiliyorlar. Nasıl mı? Mesela bugün makine teorisi olarak bilinen sibernetik kavramını Eflatun’un idare etme sanatı manasına kullandığı Yunanca kökenli ‘kübernetes’ kavramına dayandırarak elbet. Üstelik Eflatun kübernetes (Latince Gobernare) kavramını telaffuz ederken sadece fizik ötesi ruhi bir kavram olarak düşünmemiş aynı zamanda bu kavrama adeta gömlek giydirip eşya anlamı da yüklemiştir. Böylece bu kavrama yüklenen maddi ve manevi unsurlarla birlikte kendince bir bakış açısı geliştirerekten bir şekilde insanın bir takım tehlikelerden korunabileceğine dikkatleri çekmiştir.
Her neyse asıl konumuza döndüğümüzde, nasıl ki medreselerimiz düşüş dönemlerinde kapılarını akli ilimlere, yani bugünkü ifadelerle pozitif bilimlere kapılarını kapalı tuttuysa, bugünkü okullarımızda doğuya ait her ne var ne yok hepsine birden kapısını kapalı tutmuştur. Hiç kuşkusuz her iki kapalı kapının da savunulacak bir tarafı yoktur elbet. Hele ki bu güne geldiğimizde Bilgi toplumu olmayı kendine hedef edinmiş hangi ülke olursa olsun hem kendi değerlerine hem de çağın önümüze koyduğu Fenni ve teknolojik bilgilere açık olmak zorundadır. Ancak Avrupa’nın Fenni ve Teknolojik Biliminin dışında hemen her şeyini harfi harfine kopya etmenin de kimlik krizine yol açacağını göz ardı etmememiz gerekir. İçimizde ki bir takım Batı hayranı sözde aydınlar fırsatını bir bulsalar kendi paha biçilmez öz klasik kaynak eserlerimizi bile okullarımızda batıya şirin görünmek adına yabancı dile çevirip öyle okutturacaklardır. Oysa kültürümüzün mimarlarından olan Nesimî, Fuzuli, Baki, Nef'î , Nedim, Şeyh Galip gibi mümtaz bilge aydınlarımız kendi dönemlerinde ki Arap ve Fars edebiyatçıların çokluğuna rağmen eserlerini Türkçe vermekten hiç yüksünmemişlerdir. Anlaşılan o ki, körü körüne taklitçilik, bilgi toplumu olma yolunda ilerlememize engel teşkil edebiliyor. O halde neydik edip hem madden hem de manen kalkınma hamlelerine hız vermek gerektir. Bunun içinde hem kültürel alanda hem de araştırma, deney ve gözleme dayalı eğitime geçmemiz şarttır. Şayet ekonomik buhran, sağlık buhranı, düşünce buhranı, siyaset buhranı yaşamamak istiyorsak bunu yapmaya mecburuz da. Aksi halde ya askeri disiplinle yetişmiş, ya da bırakınız ne halleri varsa görsün, bırakınız sadece sınıf geçsinler havasında bir öğrenci ordusuna ülkeyi teslim etmiş oluruz. Makul olan, öğrencinin istek ve ihtiyacına göre, ya da kabiliyeti ölçüsünde eğitime tabi tutmak esastır.
Maalesef bugün geldiğimiz noktada eğitimimiz, öğrenciye nefes aldırmayacak programlarla yüklü olduğundan, öğrenciyi piyasadan soyutlamış ve gelinen noktada iş, aş problemi doğmuştur. Sadece mesele iş aş olsa yine gam yemeyiz, eğitim kurumlarında resmi ders programın dışında gazete, dergi, ilmi kitaplara yer verilmemesi de apayrı bir açmazımızdır. Keza yine dinin, gençleri üzerinde ahlaki yetişmesinde etken faktör olduğu görmezlikten gelinmesi de öyledir. Dolayısıyla bu tür uygulamalar hem bilgisizliğin kök salmasına hem de ahlaki erozyona yol açmaktadır. Gerçekten de tabiat boşluk kabul etmez, şayet ahlak karın doyurmaz deyip maneviyata önem verilmese birilerinin bu boşluktan istifade edip muzır neşriyatla genç dimağları gafil avlaması kaçınılmazdır. İşte köklerimizden koparılan gençliğin ruhu avlanması en büyük etken unsurlardan biride hiç şüphesiz boş bulunmamızdandır.
Devir bir lokma bir hırka hayat devri değil elbet, teknolojinin doruk noktalara ulaştığı devirdir artık. Madem durum vaziyet bu mecrada seyrediyor, o halde günümüz şartlarında geleceğimizi sloganlara bel bağlamakta değil, geleceğimizin teminatını ilim ve tefekkürde aramalıdır. Hatta ilim Çin'de olsa bile arayınız düsturumuz olmalıdır. Ancak şu da var ki ekonomik alanda çektiğimiz sıkıntılarımız sanıldığının aksine bir lokma bir hırka anlayışından kaynaklanmıyor, bilakis kökü dışarıda ideolojilerin ülke insanlarının ve yöneticilerini aklını çelmelerinden kaynaklanan bir durumdur. İşte asıl bu noktada ideoloji karın doyurmaz demek gerekirken tam aksine birilerince habire “Vatan-Millet Sakarya” hissiyatımız hafife alınıp karın doyurmaz denmekte. Oysa komünizm ve sosyalizm gibi ideolojilerle hangi ülke abad olmuş ki bizde abad olalım. Düşünsenize bu ülkede özel sektörün çeşme, köprü, okul, yol, sokak, imar vs. gibi pek çok alanda girişimlerine destek olmak varken her şeyin devlet eliyle yapılması düşüncesinde olan bir sürü statükocu kafalar vardır. İşte böylesi zihniyete sahip insanların bilhassa düşüş dönemlerinde köşe başlarında bulunması, medeniyet hamlemizi köreltmeye yetmiştir. Oysa değil birkaç özel sektör girişimci, bir zamanlar halkımız bizatihi imece usulü her türlü sosyal, iktisadi ve kültürel faaliyetlerde bulunabiliyordu. Ne zaman ki, devlet her işe el atmaya başladı, en ufak mahalli temizlik işleri bile devletin üstlenmesi gerektiği anlayışı doğdu, derken imece usulü faaliyetlerden mahrum kalıp kahve köşelerinde gününü har vurup harman savurur hale gelir. Dolayısıyla hiç kimse kalkıp da kalkınamayışımızın nedenlerini halkın kahve köşelerinde günün gün etmesine bağlamasın, asıl halkımızı o hale getirenlere kabahati yüklemekte fayda vardır. Biz biliyoruz ki bu millet asla miskin değildir, sadece örgütsüzlük ve teşkilatsızlık kurbanıdır. Öyle ya, şimdi tamda bu noktada sormak gerekir bir zamanlar bize hayat veren o Ahi ocağı teşkilatımız nerede, maalesef adı var ama kendisi yok bir ocağımızdır artık.
Bilgi toplumu olma yolunda ilerleme kayd edemeyişimizin sebebi eski kanaatler değil elbet, bütünü görememekten kaynaklanan skolâstik ve statükocu kanaatlerdir. Statükocu zihniyet habire şanlı tarihimize cengâverlik yönüyle bakıp medeniyet yönünü görmezlikten gelirse bu durumda nasıl bilgi toplumu olma yolunda ilerleyebiliriz ki. Gerçektende merak bu ya, bu skolâstik kafalar hiç mi tarihimizin altın sayfalarında yer alan alan:
-Fatih’in Rum âlimi Yorgi Amirukisi’yi dünya haritası çizmesi için görevlendirdiğini, İtalyan ressamı G. Bellini’ye elinde bir gül ile kendini resimlettirip güzel tablolar yaptırdığını görmezler?
-Kemal Paşazade bir bilge şahsiyetin atını sürdüğünde sıçrayan çamurun Yavuz’un kaftanına bulaştığında, hemen çamurlu kaftanı ilme hürmeten muhafazaya aldırdığını da mı görmezler?
-Ebüssuûd Efendi’nin fetvalarıyla Kanuni Sultan Süleyman devrinin kanun ve nizam devri olmasındaki inceliği de mi görmezler?
-Müslümanların dünyanın yuvarlak olduğuna dair coğrafi bilgiler sayesinde Kristof Kolomb’un bir anda Hindistan’a batıdan dolaşıp, Amerika’nın keşfini gerçekleştirdiğini de mi hiç görmezler?
Elbette ki tarihe not düşülmüş bir başka ilginç hadiselerden biri de, Batı’nın haçlı seferleri kanalıyla İslâm Medeniyetini tanıma fırsatını yakalıyor olmaları gerçeğidir.. İşte bu tanışıklıktır ki ilerisinde onların Rönesans’ını gerçekleştirmelerine yetecektir. Bu yüzden deriz ki; Batı bizatihi Rönesans’ını Müslümanlara borçludur. Hatta ve hatta Batı dünyası bizim İslam Bilginlerinin ortaya koyduğu tercüme eser ve öğretileri sayesinde Yunan medeniyetinin izlerine ulaştığı gibi Endülüs yoluyla Müslümanlardan edindikleri birtakım bilgilerde ortaçağ zihniyetinden kurtulmalarına kapı aralamıştır. Öyle anlaşılıyor ki, Avrupa’ya ufuk turu açan iksir El-Bruni ve Harzemşahlar gibi daha nice bilge dehalarımızın ortaya koydukları eserlerde kodludur. Gerçektende batı dünyası elde ettikleri eserlerden edindikleri bilgi kodları sayesinde gelişmenin merkezi olmuşlardır. Dahası İslâm medeniyeti bugünkü Batı medeniyetinin doğuşunda çok büyük katkı sağlamıştır. Malumunuz Ortaçağ denildiğinde Batının bilimi katlettiği karanlık yıllar akla gelmekte. Ta ki; Batı 12. ve 15. asırlarda İslâm dünyasıyla yüzleşti, işte o zaman bizden aldığı aşılar sayesinde güç kazanmışlardır. Nitekim Piri Reis Kitab-ı Bahriye eserinde Avrupalıların denizcilik ilminde çok yazıp çok okuduklarını ve bu ilmi doğudan almış olduklarını dile getirerek bu gerçeğe işaret etmiştir. Hakeza İbn-i Haldun’da; Avrupalılar Akdeniz’de bir tahta parçası dahi yüzdüremediklerinden bahisle batı dünyasının o yıllarda Ortaçağ karanlığına gömüldüğünü, Doğuda ise İslam medeniyeti sayesinde altın çağlarımızı yaşadığımıza vurgu yapmıştır. Delil mi? İşte o yıllarda Bruno’yu engizisyon mahkemesinde yaktırılması, Galile’yi fikirlerinden dolayı hapis cezasına çarptırılması ve Sokrat’ın düşüncesinden dolayı ölüme mahkûm edilmesi vs Ortaçağ Avrupa zihniyetinin bariz delilleridir zaten. Ne zaman ki Batı dünyası Kessler’in ifade ettiği şekliyle “Bir halkın fikir hayatı ne kadar serbest ise hareket ve fikir akımları da o kadar zengin olur” anlayışın çizgisine geliverdi, işte o zaman taassup bataklığından çıkıp ‘Bilgi Toplumu’ olma yolunda aşama aşama ilerleme kayd etmişlerdir. Madem öyle, nasıl ki Batı bizim tercüme eserlerimizden istifade ederekten kendi greko-latin kültüründen güç alıp Rönesans’ını gerçekleştirdiyse, pekâlâ bizde kendi Nizam-ı Âlem kültürümüzden kuvvet bulup yeniden doğuşumuzu ve kendi Rönesans’ımızı gerçekleştirebiliriz. Neden olmasın ki? O halde gün tarihi kodlarımızda mevcut gerçek. Hürriyetin ne demek olduğunu cümle âleme ilan etme günü deyip ötelere yelken açmalı da.
Evet, bir kez daha belirtmekte yarar var; Avrupa kendi ortaçağında Rönesans’ını gerçekleştirirken, bizse kendi yükselişimizde çöküşümüzü hazırlamışız. Dahası Batı ortaçağında dünyanın düz olduğu inancıyla oyalanıp dururken, biz ise Kur’an ayetlerinden ilham alaraktan mesela:
- Seyyid Şerif el Cürcani Şerhu’l Mevâkıf adıyla Semerkant’ta tamamladığı kitabında dünyanın top (küre) şeklinde olduğuna yer verirken, Saduddin Taftazani de Şerhu’l Mâkasıd adlı eserinde dünyayı top (küre) şeklinde tarif etmiştir.
- İmam-ı Gazali de; “Kim dünyanın küre şeklinde olduğunu, dini korumak gayesiyle red ve inkâr ederse, dine karşı cinayet işlemiş olur ki bu bir hıyanettir” beyanıyla bu husustaki kararlılığını ortaya koymuştur. Hatta İmam-ı Gazali bunla da kalmamış ay tutulması hadisesinde dünyanın ay ile güneş arasına girdiğinin izahını yaparaktan açıkça dünyanın döndüğüne dikkat çekmiştir.
-Malumunuz Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.leri de Marifetname adlı eserinde İmamı Gazali’nin tespitlerini doğrularcasına; “Bu mevzuda tartışmayı dinin gereklerinden sayan kimse dini zayıf düşürdüğü gibi ona işlenen en büyük cinayettir” beyanında bulunaraktan destek çıkmıştır.
- Reşid Rıza kaleme aldığı Menar Tefsirinde Kur’an’da zikredilen “Geceyi gündüzün üstüne, gündüzü de gecenin üstüne örtüyor” (Zümer 5) ayetini açıklık getirirken tekvir kökünden gelen yükevvirü kelimesinin yuvarlak manasına bir ibare olduğuna işaret ederekten dünyanın yuvarlaklığına vurgu yapmıştır.
Ne diyelim, işte görüyorsunuz bizim engin kaynaklarımızda akli ilimlere ters düşen abesle iştigal hiçbir bir durumumuz söz konusu değildir. Dolayısıyla bu noktada bizim engin kaynaklarımızın asrın idrakinden beslenmeye ihtiyacı yoktur, asıl asrın idrakinin bizim engin kaynaklarımızdan beslenmeye ihtiyacı vardır dersek yeridir. Kelimenin tam anlamıyla İslâm çağlar üstü bir din ve her çağın İslâm’ı anlamaya ihtiyacı vardır. Madem öyle, bize Kur’an’dan ilham alaraktan erdemli bilgi toplumu olma yolunda adım adım ilerlemek düşer bize. Zira Kur'an'ı Mucizül Beyan bir nur, bir ışık ve bir sırdır. Ve bu ışıktan ilham alaraktan doğu’ya kapalı olmayan batı’nın teknolojisine de açık olan zihniyet yarınlarımızın güvencesi olacağına inancımız tam da.
Velhasıl-ı kelam, nasıl ki ünlü pop yıldız Cat Stevens Müslüman olmasıyla birlikte 'Yusuf İslam' adını alıp kendini Kur’an’da buldu ise, pekâlâ tüm insanlıkta Kur’an’dan ilham alarak hayat bulabilir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/bilgi-toplumu-makale,4519.html