EVLİYAULLAH
EVLİYAULLAH
ALPEREN GÜRBÜZER
Evliyaullah’ın yolunu yol bilmeli.
Bahaüddin Nakşibendî (k.s); Bu yolumuzdan yüz çeviren tehlikededir beyanıyla aslında bu yolun Resulü Kibriya ve Ebubekir Sıddık’a dayandığına vurgu yapmak istemiştir. Hatta bu sözlere ilaveten der ki; Beyazıd-ı Bestami’nin yolunun nihayeti, benim yolumun bidayeti, Onun eline geçen en son marifet, benim elime geçen ilk marifet değilse, bu tarikat Bahaüddin’in kalbine haram olsun der. Evet! Şah-ı Nakşibendî’ye kadar bu yol;
Hz. Ebubekir Sıddık (r.anh.) ile Hz. Tayfur bin İsa Ebu Yezid el Bestami'ye kadarSıddıkiyye, Beyazidi Bestami Hz.lerinden Abdülhalıkı'l Gücdüvani’ye kadar Tayfuriyye; Abdülhalıkıl Gücdivani’den Şah-ı Nakşibendî’ye kadar Haceganiyye diye anılıp, en son Şahı Nakşibendî’nin elinde Nakşibendiyye olarak isimlendirilip nihayet bulur. Neticeyi itibarıyla bu yol hangi isim altında zikredilirse zikredilsin, şurası muhakkak kıyamete kadar devam edecek te. Çünkü büyükler öyle müjdeliyorlar.
Bakın Allah’ın Habibi; Ümmetim yağmur gibidir, evvelimi daha hayırlıdır, ahiri mi daha hayırlıdır bilinmez buyuruyor. Şah-ı Nakşibendî (k.s) bu hadisi şerifin etkisinden olsa gerek Yaratana sığınaraktan; Allah’tan kendisine muhakkak vasıl edecek bir yol istediğini beyan etmiş, hatta isteğinin verildiğini müjdeler de. Böylece bu sözlerle sofilerin gönlünü hoş tutmuştur.
Eskiden insanlar evliyaullah’a duydukları sevgiden dolayı Allah yolunda koştururlardı. Ne var ki şimdilerde sevgi hak getire, enkaza uğramış durumda. Dahası Allah sohbeti yapanlar adeta toplumda dışlanmaya başlamış bile. Yine de ümidimizi yitirmiş sayılmayız. Madem ümit varız, o halde kınayanın kınamasına aldırmaksızın, Allah'ın sevdiği kullar arasında bulunalım bu da yeter. Biliniz ki; Allah'ın sevdikleriyle bir arada bulunmak bir ömre bedel, gerisi lafügüzaf. Zaten öyle olmasaydı Peygamberimiz(s.a.v); “Kişi sevdiği ile birlikte haşr olunacaktır” diye ferman buyurur muydu?
Bakın Şeyh Sadi Şirazi gül bahçesinde gülfidanının dibindeki ot’a hal lisanıyla nasıl meramını dile getirmiş:
—Ey ot! Senin ne şeklin, ne kokun, ne rengin, ne güzelliğin, ne de kıymetin var. O halde burada ne işin var diye serzenişte bulunur.
Ot dile gelip:
—Olsun, ‘Gül bahçesinin otu’ ismini taşıyorum ya, bu yetmez mi? diye karşılık verir. Düşünebiliyor musun ot ot haliyle böyle derse, o zaman biz ne güne duruyoruz. Madem öyle Allah dostlarını sevmekte bize düşer. Nitekim onları sevmek bile bir derece imanın kemalat'ına işarettir.
Allah-ü Teâlâ; Biliniz ki Allah’ın velileri için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzunda olmazlar (Yunus, 62) buyurmakta. Gerçekten de mahşer günü onlar için korku yoktur, ama ahiret sermayesi olmayan için her an bu risk vardır. Öyle ki; o gün elli yerde sual sorulacak, hatta cevabı verilmeyen her biri soru için durduğu yerde bin sene sabit kalınacak. Evliyaullah ise anlık cevaplarla cennet yurduna kanatlanacaktır.
Evliyaullah'ı tanımayıp gayrısına bağlananlar Rasulüllah'ın; “Babasından gayrisine intisap edene Allah lanet etsin hükmüne” muhatap olur. Zira İbn’ul Farıd (k.s); “Bizim anamızdaki manevi nesep cisme bağlı olan nesepten daha yakın ve kuvvetlidir”demiş. Çünkü biri ruhu besler, diğeri de mideyi. Dolayısıyla sofi üzerinde ahiret sermayesine yönelik yatırım yapan manevi baba cismani babadan önde gelir. Şöyle ki; Rasulullah (s.a.v) Risalet'i üstlendikten sonra hiç bir ayırım yapmadan herkese aynı çağrıyı yapıp hak yola davet etmişti. Bu çağrıya yüz çevirenler helak oldular, icabet edip “Seni anamızdan, babamızdan, evlatlarımızdan çok seviyoruz, canımız feda” diyenler kurtuluşa erdiler. Nasıl ki; insan bazen yedi sülalesini merak edip öğrenmek ister ya, aynen öyle de bir sofi'de bağlı olduğu manevi sultanını silsilesini bilmesinde sonsuz fayda söz konusudur. Aksi takdirde rehberini yetiştiren manevi soy ağacını bilmeyen sofi gözü görmeyen kör insan durumuna düşer.
Şah-ı Hazne anlatıyor:
Bir zamanlar çok sofisi olan bir şeyh varmış. Bir gün sofilerinden biri:
—Bana zamanın Gavs'ını gösterir misin diye rica eder.
Şeyh:
—Ben sana yetmiyor muyum ki zamanın Gavs'ını soruyorsun?
Sufi:
—Elbette sen bizim tacımızsın, ama yine de çok merak ediyorum deyince,
Şeyh;
— Madem öyle, git falan memlekete, falan köşede desti satan birisi var. İşte o zamanın Gavs'ıdır. Sufi denileni yapar, yanına varır varmaz:
—Bana bir desti sat der. Fakat destiyi alırken elinden düşer ve kırılır.
—Adam sakince:
—Zararı yok, der
Sufi:
—Ben bir başka desti almayacağım vazgeçtim der.
Adam hiçbir şey olmamış gibi;
—Peki, sen bilirsin der ve onu uğurlarken de güle güle uğurlar. Üstelik hiç desti satın almayıp destiyi kırdığı halde.
Aradan zaman geçer bu sefer Şeyh sofisine:
—Zamanın Gavs’ı göçtü der.
Sufi yine yerinde durmaz, bu sefer yeni Gavs’ı merak ederek ten:
— Efendim zamanın Gavs'ını bildirmeni rica ediyorum der.
Şeyh:
—Falan memlekette, falan yerde çömlek satan destici diye tarif eder, böylece tarif üzere
gelip yanına varır.
Sufi hoş beş sohbetten sonra destici'den desti satın almak ister:
Destici:
—Tamam der ve ardından şöyle seslenir:
— Bak bu destimi sana sattım, ancak sakın ola ki kırmayasın, yoksa senden yetmiş desti parası daha alırım uyarısını yapar.
Evet! Verilen anekdotlardan da anlaşıldığı üzere Evliyaullah da çeşit çeşittir. Kimi Celalli, kimi Yunusça tavır sergiler. Yani yukarı da bahsi geçen desti satan iki Gavs arasındaki fark gibidir.
Gavs-ı Bilvanisi (k.s) ise bu konuda İbrahim Ethemden misal getirerek şöyle anlatır.
İbrahim Ethem haremiyle sarayında sohbet ederken damdan sesler işitir der ki;
-Ey Arabî! Dam da ne işin var?
Adam:
—Develerimi arıyorum, der.
İbrahim Ethem:
— Git işine! Böyle şey mi olur, damda deve mi aranır?
—Peki, Sen benim bu halimi tuhaf karşılıyorsun, ya sen kuş tüyü yataklarda zevki ve sefaya daldığın sarayında Allah’ı nasıl arayıp aklına düşürürsün, asıl sen buna taaccüp et derdine yan der ve kaybolur. Bu sözler İbrahim Ethem'in can evinden vurmaya yeter artar da. Öyle ki; bir anda padişahlığı, sarayı, tacı tahtı bırakıp mürşit aramaya koyulur. Bulur bulmasına da, ama bu seferde bulduğu Şeyh tarikat vermez, der ki:
— Bir kere millete zulmetmiş veya zorla ellerinden mallarını almış olabilirsin, tüm bunların iadesi gerekir, onun için şu aşamada sana tarikat veremem der.
Bu durumda İbrahim Ethem memleketine dönüp ne kadar kul hakkı varsa hepsini kuruşu kuruşuna sahiplerine iade eder. Derken dergâha kabulü ancak böyle gerçekleşir. İyi ki de kabul görür, dergâhta 10–15 sene büyük aşk ve muhabbetle amel eder de. Artık şimdi sıra sınanmaya gelmiştir. Çünkü samimiyet testinden geçecektir. Biliyorum aşağıda verilen örneğe içinizden itiraz edenler olacaktır belki. Elbette ki; bir mürşit şeriata aykırı talepte bulunamaz, bulunursa da neticesine bakmalı. Gerçekten neticesinde şeriata aykırı durum çıkarsa o mürşit değildir zındıktır. Birazdan; “Sizin kötü gördüğünüz şeylerde hayır, hayır gördüğünüz şeylerde de şer olabilir” hükmü hatırladığımızda ön yargılardan sıyrılmak mümkün. Şöyle ki;
Şeyhi;
—Git bana şarap getiriver der, o da getirir, ama reddeder.
İbrahim Ethem’i tekrar çağırır bu sefer der ki:
—Canım kadın istiyor, git bana kadın getir der. İbrahim Ethem de çaresiz hanımını getirir, ama tabiî ki şeyh kadını geri gönderir. İşte İbrahim Ethem bu. Teslimiyeti ile zamanın en büyük evliyalarından oluyor, hem de zor sınavı tereddütsüz bir şekilde usul usul, basamak basamak aşarak seçilmişlerin seçilmişi oluyor. Dile kolay! Evliyaullah olmak, insana tacı tahtı bile bıraktırabiliyor.
Bakın Mevlana; Padişahın dostu olan hiç zayıf kalır mı buyurmakta. O halde dostu evliya olan hiç garip kalır mı dersek yeridir.
dedekorkut1
5 Şubat, 2020 - 09:20
Kalıcı bağlantı
BEN SANA BENDİM
BEN SANA BENDİM
SELİM GÜRBÜZER
Bakın, abdallık geleneğinin son halkası Neşat Ertaş ne de güzel sazının bam teline dokunaraktan gönlün sesini; “Dost elinden gel olmazsa varılmaz, rızasız bahçenin gülü derilmez, kalpten kalbe bir yol vardır görülmez, gönülden gönüle yol gizli gizli” dizeleriyle dile getirmiş. Zaten gönlün sesini dile getirmese de Yüce Allah (c.c) gönülden gönüle giden yolun muştusunu mahşerde: şöyle ilan edecektir: “Benim için birbirini sevenler nerede? Hiçbir gölgenin bulunmadığı bu günde onlar kendi rahmetimde olacaktır” (Müslim). İşte tam da bu noktada tasavvuf, bu muştunun bir hayal değil, hakikatin ta kendisi olduğunu tatbiki için vardır. Tabii ki, bunun tatbiki öyle ‘laf ola beri gele’ türden cehri (sesli) olarak afakî değil, bilakis gönülden gönüle hafi (gizli) yoldan tatbik edilir. Hele bir insan gönlünü Gönül Sultanlarına kaptırmaya bir görsün, tıpkı Necip Fazıl’ın Şeyh Abdülhakîm Arvasî Hazretlerine gönlünü kaptırmasında olduğu gibi şu dizelerdeki ruh halini yaşaması kaçınılmazdır:
“Benim Efendim,
Ben sana bendim,
Bir üfledin de,
Yıkıldı bendim.
***
Ben ki denizdim,
Dağ başı bendim.
Şimdi sen oldun,
Âleme pendim!(Benim Efendim)
***
Ölmemek neymiş;
Senden öğrendim,
Kayboldum sende,
Sende tükendim!
Sordum aynaya,
Hani ya kendim?
Benim Efendim,
Ben sana bendim”
İşte, Üstad Necip Fazıl’ı kendinden alıp kendine getiren bu dizelerin mana ve ruhunu şöyle bir düşündüğümüzde ister istemez bizimde aklımıza Gönül Sultanları düşmektedir. Hatta insanın onlara bend olası (bağlanası) geliyor. Öyle ya, nasıl ki fıkıh deyince fakihler, hadis ilmi deyince muhaddisler, tefsir deyince müfessirler belleklerimize kazınır ya hep, gönül deyince de Gönüller Sultanı Allah dostlarının akla gelmesi gayet tabiidir. Nasıl akla düşmesin ki, baksanıza zahiri ilimler daha çok akli ve nakli özellikleriyle dikkat çekerken, tasavvuf ilmi ise daha çok gönüllere dokunuşuyla dikkat çeken bir özelliğe sahiptir. Zaten bundan dolayıdır ki, tasavvuf hakkında kal değil, hal ilmidir denmektedir. Yani, bu ilim kalemle yazarak, ya da kitap okuyarak elde edilen bir ilim değil, bizatihi yaşayarak kavranılabilen bir ilimdir. İşte bu noktada Yunus Emre;“Ey Hoca, istersen var bin Hacca. Hepsinden eyice. Bir gönüle girmektir” demekten kendini alamaz da. Elbette ki, şeriat zahire hükmettiğinden bu bağlamda hoca olmak güzeldir, ancak zahiri ilmi amele, ameli de hikmete dönüştüremedikten sonra hoca olsan ne, olmasan ne. İlla ki, bir gönle girmek gerekir ki, ilim amelle, amelde hikmetle taçlanmış olsun.
Evet, her kim zahirde iştigal ettiği ilmine ve bilimine gönlünü ve ruhunu katamadığı sürece o tahsil ettiği ilim asla meyve vermeyecektir. Baksanıza Allah dostları sadece medrese ilmi tahsil etmekle kalmayıp birde buna ilaveten tasavvufun Bâtıni ilmini de katarak ancak gönülleri fethedebilecek duruma gelebiliyorlar. Ki, gönülleri fethetmek için bilhassa tasavvufun Mevlana’ca ‘Hamdım, piştim, yandım’ denen üç aşamalı gönül yanması teveccüh evrelerinden geçmekte gerekir. Aksi halde “Ayn-el yakîn, İlm-el-yakin Hakk-el yakîn” hallerinin hiçbiri gerçekleşemeyeceğinden gönül fethi bir hayal, bir temenni olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir. Malumunuz ilk gönül yanması teveccüh Cebrail (a.s)’ın ilk ayeti vahy edeceği esnada mağarada Allah Resulünü kucaklayıp üç kez sıkmasıyla vuku bulmuştur. Öyle ki ilk ayet nüzul olduğunda;
“-Oku yâ Muhammed!” dendiğinde,
Efendimiz (s.a.v)’in cevaben:
“-Ben okumam bilmem ki” deyişine karşılık Cebrail’in birinci sıkmasında Allah Resulünün içi pirüpak edilir, ikincisinde içi ilahi nurla donatılır, üçüncüsünde ise risaletinin tasdiki manasına içi nübüvvet nuruyla kodlanır. Böylece Efendimiz (s.a.v) bu gönül yanması teveccühü şerefine nail olmuş olur. Bu öyle şerefli bir payedir ki, Cebrail (a.s) Allah Resulünü sıktığında, Efendimiz (s.a.v):
“-Cebrail benimle musafahalaşıp iyice sıkınca, canım çıkacak sandım” diyecek derecede bir gönül teveccühü paye kucaklaşmasıdır bu. Derken bu kucaklaşmanın akabinde oku emriyle başlayan Alak suresinin ilk beş ayeti Allah Resulü ile Cebrail (a.s) arasında karşılıklı mukabele halinde ve huşu içerisinde okunur da. Ne diyelim, işte görüyorsunuz tasavvufa temel kaynak teşkil edecek teveccühün aslı budur. Tabii bitmedi, dahası var elbet. Malumunuz Allah Resulü ve Ebu Bekir Sıddık birlikte Mekke’den Medine’ye hicret edişinde müşriklerin amansız takibine tutulurlar. Öyle ki, izlerini kaybetmek için girdikleri Hıra mağarasında baş başa kaldıklarında kâfirler tamda mağaranın kapısına dayanmışlardı ki, Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a.) o an için için tir tir titreyecektir. Ancak bu titreme hali korktuğundan dolayı değildi elbet. Nitekim içi titrediğinde:
-Ya Resulullah! İnanın bu tedirginlik halim kendim için değildir. Sana bir şey olacak diye ödüm kopuyor da ondandır.”
Peygamber Efendimiz (s.a.v) tebessüm edip şöyle der:
-Ya Ebu Bekir! Mahzun olma. Hiç şüphe yoktur ki Yüce Allah (c.c) bizimledir.''
Tabii, Allah’ın Habibi böyle derde bu söz havada asılı kalır mı? Gerçekten de söz yerini bulup bir yandan müşriklerin hevesi kursağında kalırken, öte yandan can dostuna söylediği ‘Yüce Allah (c.c) bizimledir’ anlamında: ‘Dilini damağına yapıştır kalbinden Allah deyiver’ lafza-i celal zikri Hz. Ebu Bekir'in kalbine nurani cevher şeklinde nakş edilir de. İşte bu hafi nakş edilme hadisesi aynı zamanda Nakşibendî tarikatının doğuşunu da beraberinde getirir. Öyle ya, madem ‘Allah’ adı kalpte zikredilecek, o halde Nakşibendî tarikatının ilk pirinin Hz. Ebu Bekir (r.a)’ın olması gayet tabii bir durumdur. Sadece Nakşibendî Tarikatının piri mi, elbette ki o bizim ilk halifemiz de. Hiç kuşkusuz Ebu Bekir Sıddık (r.a)’ın diğer sahabeler den fazilet yönünden üstünlüğü çok namaz kılmak, ya da çok amel yapmaktan kaynaklanan bir durum değildir. Besbelli ki Allah Resulü ile mağarada baş başa kaldıklarında her ne oluyorsa kalbine o esnada aktarılan nübüvvet nurundan kaynaklanan bir üstünlüktür bu.
Anlaşılan o ki, Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a) hicret yolculuğunda kendine Allah Resulünü yoldaş edinmekle Nakşibendî Tarikatının çerçevesini çizmiş olurda. Nitekim o hicret yolculuğundan hareketle o gün bugündür Nakşibendî yolunda gönülden gönüle ilk başta sofilerle yoldaş olmak esastır. Öyle ki bir sofi, bu kutsi yolda yoldaşı olduğu sofinin ayağına bir diken batsa anında acısını ruhunda hissetmeli ki ‘Fenâ Fi’l İhvân’ olabile. Birde bu kutsi yolculukta yoldaşlara göz kulak olup onlara önderlik edecek bir kervancı başı vardır ki, onun sevgisi kervandakilerin hepsinin üstünde bir sevgidir. Öyle ki bu sevgi yoldaş sevgisinden daha da ileri derecede bir sevgi olup tasavvufta ‘Fenâ Fi’ş Şeyh’ sevgisi olarak karşılık bulur da. Hele bir salik ‘fenâ fi’l İhvân’ sevgisinden daha da öteye şeyhin sevgisine sıçramaya görsün, bir bakmışsın şeyhin sevgisinde eriyip tükenip kaybolmasıyla birlikte bu sevgi ‘Fenâ Fi’r Rasûl’ sevgisine dönüşür bile. Hem nasıl dönüşmesin ki, bakınız Allah Resulü: “Sizden biriniz beni annesinden babasından, çoluk çocuğunuzdan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz” (Buhari, Sahih, İman, 2/8 (I;9) diye beyan buyurmakta. Madem öyle, bu safhaya gelen bir salik bunla da kalmamalı, bizatihi Allah Resulünün sevgisine ulaştığında onun sevgisinde öyle eriyip tükenmeli ki, tasavvufta Allah sevgisinde kaybolma manasına ‘Fenâfillâh’, Allah sevgisinde var olma manasına ‘Bekabillâh’ merhalelerine de sıçrayabilsin. Ancak şu da var ki tasavvufta en alt birimden üst birime doğru tüm bu sevgi merhalelerini aşmak için illa ki sıratı müstakim istikamet üzere bir tasavvufi hayat yaşamak şarttır. Aksi halde sırf kuru kuruya bir sevgi, ya da sırf bu işin lafını ve edebiyatını yapmakla bu kutsi sevgi basamakları asla aşılamaz. İşte bu yüzden arifler; tasavvuf kal değil, hal demişlerdir.
Bu arada şunu da belirtmekte fayda var, ne ilginçtir ki nerede bir sevgi iklimi var, bir bakıyorsun karşısında bu sevgi yumağını bertaraf etmek isteyen bir karşıt iklimde hiç eksik olmuyor. Nitekim Gönül sultanlarının hayatlarına baktığımızda seveni olduğu kadar münkirinin de çok olduğunu pekâlâ görebiliyoruz. Olması da gayet tabiidir. Baksanıza dünya kurulmuş kurulalı durum vaziyet bu eksende seyretmekte. Belli ki, her şey zıddı ile kaim. Kaldı ki, çile olmadan sevgi kemale ermez de. Çünkü sevgi hamurunun mayası ta baştan çileyle yoğrulmuştur. Nasıl mı? İşte Allah Resulünün çile dolu hayatı bunun en bariz delili. Hatta çile ile yoğrulmuş bu sevgi mayasından ümmetine pay etmiş de. Allah Resulü (s.a.v) iyi ki de pay etmiş, bu sayede Allah yolunda ne kadar çile çekilirse o kadar ecir kazanılacağını idrak etmiş olduk. Düşünsenize pay edilen bu çileden hissesine düşen Ümmet-i Muhammed’den bir âlim zatsa, o âlim ilmiyle amil olacak demektir. Avamdan biri ise had hudud bilip edeb dairesi içerisinde İslam’ı yaşamaya gayret edecek demektir. Hakeza örnekleri çoğalttığımızda:
- Zenginse cömert olacak demektir.
-Fakirse şükür sahibi gerçek anlamda fakirullah olacak demektir.
-Henüz evlenmemiş biriyse iffet sahibi bekârlardan olacak demektir.
- İdareci ise tüyü bitmemiş yetimin hakkını gözeten adil bir yönetici olacak demektir.
-Devlet adamı bir liderse Hz. Ömer (r.a) misali Fırat’ın kenarında bir koyun kaybolsa onun hesabı benden sorulur hassasiyetinde bir devletlû başkanımız olacak demektir.
-Sanatkârsa Mimar Sinan misali Süleymaniye ve Selimiye, Itrî misali de gök kubbeye sığmayan bülbül ses olacak demektir.
Hiç kuşkusuz tüm bu sıraladıklarımızdan daha da ötede her neyi seviyorsak, Yunus’unda dile getirdiği “Yaradılanı sev Yaradandan ötürü” üzere olmak daha çok önem arz edecektir. Unutmayalım ki Allah için olmayan bir sevginin Allah indinde hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.
Hasıl-ı kelam, tasavvufta temel gaye ‘İlahi ente maksudu ve Ridaike matlubu’ çerçevesinde ‘Fenâ fi’l ihvân’, ‘Fenâ fi’ş şeyh’, ‘Fenâ fi’r Rasûl’, ‘Fenâfillâh ve Bekabillâh’ diyebileceğimiz beş aşamalı sevgi zinciri esastır. Nitekim bu sevgi zinciri olmaksızın ‘Gül’ olunmaz da.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3725/ben-sana-bendim
dedekorkut1
12 Şubat, 2020 - 09:34
Kalıcı bağlantı
HATME-İ HACEGÂN
HATME-İ HACEGÂN
SELİM GÜRBÜZER
Hacegân sofrası bir bambaşkadır. Bu sofrada neler yok ki. Ancak bu bildiğimiz sofralardan çok farklıdır. Farkı ‘Hacegân Başbuğ Evliyalarının’ bizatihi teşrif ettiği manevi sofra olmasıdır. Öyle ki bünyesinde 14 Fatiha, 100 salâvat, 75 İnşirah, 1000 İhlâs, bir hatmi şerif duası ve Kuran’dan bir surenin okunduğu manevi gıdaları barındırır da.
İşte onca saydığımız türlü türlü bu ruhu doyurucu içeriklerden sonra az çok merak etmişsinizdir elbet bu menü nedir diye. Elbette ki bu ‘Hatme-i Hacegân’ menüsünden başkası değildir. İlginçtir bu menünün çatal kaşığı da taşlardan ibarettir. Yani taşlar vasıtasıyla ruhumuzu ancak doyurabiliyoruz. Zaten kâinatta yaratılmışlar içerisinden en çok zikredende cemadattır (taştır), ikincisi de nebatattır (bitkidir). Olur ya, bir meclisde taş bulunmazsa bitki türünden nohut, fasulye gibi şeylerle de hatme yapılmaya cevaz vardır. Çünkü Evliyaullah'ın da belirttiği gibi, Allah’ı zikirde en çok sırasıyla: birinci derece cemadat (toprak, taş, cansız maddeler), ikinci derece nebatat (bitki âlemi), üçüncü derece hayvanat, dördüncü derecede ise insan gelir. Besbelli ki cansızlıktan canlılığa, yani basit yapıdan mükemmel yapıya doğru gidildikçe Allah’ı anma noktasında yaratılan her mahlûkun hem cinsine göre düşüş eğilimleri görülür. Şöyle ki; her gelişim veya her büyüme meyli meşguliyet demek olup, bu durum Allah’ı zikretmekten alıkoyabileceği anlamına gelir. Hiç kuşkusuz insanoğlunun meşguliyeti diğer yaratılan varlıklara göre çok daha ileri safhada olduğundan ister istemez dördüncü derecede zikreden bir konumda yer alır. Her neyse birinci konumda taşla zikir yapılacağını anladıktan sonra ister istemez merakımız daha da derinleştikçe acaba bu söz konusu çok yönlü zengin yer sofrasını elden ele günümüze dek taşıyanlar kim diye baktığımızda, hiç kuşkusuz taşıyıcıların Hâcegân Başbuğ Evliyaları olduğunu pekâlâ görebiliyoruz. Her ne kadar Hâcegân yolunu günümüze taşıyan Hâcegân Başbuğ Evliyaları değişik isimler altında:
-Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a) ile Ebû Yezîd Tayfur bin İsâ Hz.leri (Bâyezîd-i Bistâmî) dönemi arasında ‘Sıddıkiyye’ veya ‘Bekriyye” ismiyle,
-Bâyezîd-i Bistâmî (k.s)’in Tayfûr lakabına nisbetle Bâyezîd-i Bistâmî (k.s) döneminden başlayıp Hâce Yusuf el-Hemedânî (k.s)’in halifelerinden Abdülhâlik-ı Gucdüvânî (k.s) dönemine gelen zaman diliminde ‘Tayfûriyye’ ismiyle,
-Abdülhalik-ı Gücdüvânî (k.s)’den Şah-ı Nakşibend Hz.lerine gelen dönemde ‘Hâcegâniyye’ ismiyle,
-En son Bahâeddin Nakşibend (k.s)’in elinde ‘Nakşibendîyye’ ismiyle taşımış olsalar da, sonuçta yol aynı yol, bu yetmez mi? Önemli olan gelinen noktada taşınan yolun özü itibariyle (ameli yönden) hiçbir değişikliğe uğramaksızın bugünlere gelmiş olmasıdır, gerisi elbette ki teferruattır. Nitekim Hatme-i Hacegân ameli bunlardan biri olup hem isim olarak hem de öz itibariyle hep aynı kalması bunun en bariz bir göstergesidir. Hâcegân yolunda icra edilen tüm amellerin öz itibariyle hep aynı kalması son derece gayet tabii bir durumdur. İlla bir değişiklik gerekiyorsa, bu kural değişikliği ancak teknik alanda işletilebilir, asla ibadet ve ameller için bu kural işletilemez. Nitekim Şah-ı Nakşibend (k.s) ilerisinde böyle şeylerle karşılaşılmasın babından olsa gerek Hacegân yolunu aslına uygun olarak ismiyle müsemma bir bütün halde sistemleştirmiş bile. Öyle ki Şah-ı Nakşibend (k.s); “Bu yolumuzdan yüz çeviren helak oldu” derken aslında bu ifadeyle takip ettiği yolun Resul-i Ekrem (s.a.v) ve Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’a dayanmasından kaynaklanan hassasiyeti dile getirmiştir. Keza sistemleştirdiği yol hakkında o kadar hassastır ki; “Bayezîd-ı Bistâmî (k.s)’ın yolunun nihayeti, benim yolumun bidayeti, Onun eline geçen en son marifet, benim elime geçen ilk marifet değilse, bu tarikat Bahaüddin’in kalbine haram olsun” demekten kendini alamaz da. Derken hassasiyet gösterdiği bu yolun meyvelerini toplar bile. Nasıl mı? Şöyle ki Şah-ı Nakşibend (k.s), Allah Resulünün beyan buyurduğu “Ümmetim yağmur gibidir, evvelimi daha hayırlıdır, ahiri mi daha hayırlıdır bilinmez” hadis-i şerifinin mana ve ruhundan hareketle ilk işi Hakka ve hakikate en kestirmeden gidecek bir yol için Allah’a münacat etmek olacaktır. Ve münacat ettiğinde dileğinin kabul edildiğini müntesiplerine müjdeler de. Bu arada aklımıza belki şu soruda takılabilir, müjdelenen bu yolun özüne dokunmamak hususunda hassas olan bir tek Şah-ı Nakşibend Hz.leri mi olmuş, elbette ki bu hassasiyete tüm Nakşibendî Sadatları da iştirak etmiştir. Hele birileri sistemle oynamaya kalkışmaya bir dursun, yaşanılan dönemde Sadatlardan her kim posta oturmuşsa derhal duruma müdahale edip böyle bir girişime asla geçit vermedikleri görülmüştür. İşte Sadatların bid’atlara karşı bu denli hassas ve duyarlı oluşlarından dolayıdır ki, Şah-ı Nakşibend (k.s) elinde sistemleşen bu yolun dün olduğu gibi bugünde ameli noktada başta ‘Hatme-i Hacegân’ olmak üzere tarikatın diğer tüm adab, usul, erkân ve amellerinin kıyamete kadar değişmeksizin sürdürüleceğine inancımız tamdır. Bakın, günümüzün manevi Hacegan Başbuğlarından, Gavs-ı Bilvanisi (k.s) ‘Hatme-i Hacegân Zikri’ hakkında bakın ne diyor: “Şayet insanlar bir araya gelip hatme/zikir yapmanın faziletini bilselerdi, hasta ya da sakat olsalardı bile yinede sürünerek hatmeye gelirlerdi. Zira hatmenin Manevi Reisi Resul-i Ekrem (s.a.v)’dir. O bu meclislere manen teşrif buyurur ve oradakiler dileklerini Allah Teâlâ’ya ulaştırır. Madem öyle, şimdi sorarım size, Efendimiz (s.a.v)’in İlahi huzura arz ettiği şeyler hiç geri çevrilir mi?” Hiç kuşkusuz ki, Gavs-ı Bilvanisi Hz.lerinin de dediği üzere O’nun yüzü suyu hürmetine çevrilmeyecektir. Yeter ki Nakşî dergâhlarında ‘Hatme-i Hacegân’ sofrasına adabı usulünce nasıl oturulacağının bilincine varalım gerisi gelir elbet. Dikkat edin bilinç dedik. Çünkü bunun bilincinde olmayan yabancı birinin hatmeye girmesi hatme adabına aykırıdır. Bakın, Ahmet bin Hanbel, Şeddat bin Evs (r.anh)’dan şu hadisi- şerifi şöyle rivayet eder:
Biz Rasulullah (s.a.v)’in huzurunda idik.
O (s.a.v):
-“Aranızda Hıristiyan, Yahudi ya da şeriatın esrarına vakıf olmayan yabancı birsi var mı” deyince:
-“ Ey Allah’ın elçisi! Yoktur” dedik.
Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.v) kapının kapatılmasını emretti ve:
-“Ellerinizi kaldırın ve La ilahe illallah deyin” buyurdular.
Efendimiz (s.a.v):
- “Allah’a hamd u senalar olsun. Ya Rabbi, Sen beni bu kelime ile gönderdin. Bana bunu emrettin ve onda bana cenneti vaad ettin. Sen vaadinden dönmezsin” dedi.
Sonra da:
-“ Sevinmez misiniz? Allah sizin hepinizi affetti” buyurdular (Hadis-i Müsned, IV, 124). Bu hadi-i şeriften anlaşılan o ki, Resullah (s.a.v)’in içinizde yabancı var mı diye beyan buyurması zikir halkasının içinde bulunanların arasında yapacakları işi yadırgayacak bir kimsenin bulunmadığının kontrolü içinmiş meğer. Bu da hatme-i hacegâna ehil olmayan yabancıların içeri alınmamasının delilidir.(Bkz. Arifler Yolunun Edebyeri-S. Muhammed Saki Erol)
İşte Halil İbrahim bereketinde diyebileceğimiz manen besleneceğimiz ‘Hatme-i Hacegân’ sofrası bu ya, bikere en başta adab gereği illa ki sağ ayağını sol ayağının altına koyaraktan hemen yanı başındakinin diziyle bitişik hafif boynu bükük bir şekilde oturmamız icab eder. İmam tâ ki ‘Estağfurullah’ komutuyla hatme-i hacegânı başlatır, işte o andan itibaren hemen gözler kapanaraktan taş dağıtıcı elinden dağıtılan 7 işaret taşıyla sağdan 7 Fatiha-i Şerife okunur, daha önceden dağıtılan 100 adet hatme taşı içerisinden ise 100 Salâvat-ı Şerife, 79 Elemneşrahleke-i Şerife, 1000 İhlâs-i Şerife okunur, derken soldan bu kez işaret taşlarıyla soldan 7 Fatiha-i Şerife okunup ve ardından imamın Hatme-i Şerife duasını Kur’an’dan Amme veya Tebareke sureleriyle bağlayıp kapanışta ‘'Estağfurullah’ komutu verene dek bu sofradan kalkılmaz da. Öyle ya, hem madem ‘Hatme-i Hacegân’ ruhen beslenme sofrası demek, hem yine madem manen soluklanma meclisi demek, o halde bakalım bu zikir meclisinin açılış ve kapanış bölümlerinde aşama aşama nelerden istifade ediliyor bir görelim:
Evet, bikere her şeyden önce şunu iyi bilelim ki; Hacegân meclisinde bulunmakla elde edilecek kazanımlar şunlardır:
-İmamın estağfurullah deyişiyle sağ el parmaklarla huşu bir halde 25, 33 veya 75 estağfurullah çekmekle Hacegân meclisine tüm kirlerden arınmış olarak oturulmuş olunur. Ki, Peygamberimiz (s.a.v) Allah’ın Habib’i elçi konumda bir makama sahip olmasına rağmen hiçbir zaman tövbe etmekten geri durmamıştır. Nitekim Ebu Hureyre (r.a)’den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.v) ”Vallahi ben Allah’a günde yetmiş defadan çok istiğfar ediyorum” diye beyan buyurması bunun bir teyididir. Kaldı ki Yüce Allah (c.c) bu hususta Habibi’nin nezdinde tüm kullarına hitaben; “Rabbinizden bağışlanma dileyin, doğrusu o, çok bağışlayandır” (Nuh,71/10) ve “(Ey Muhammed) Sabret! Allah’ın verdiği söz şüphesiz gerçektir. Suçunun bağışlanmasını dile; Rabbini akşam, sabah överek tesbih et” (El-Mümin, 40/88) diye emir buyurmuş da. Dikkat ettiyseniz ayetin birinci bölümünde istiğfardan, ikinci bölümünde ise sabah akşamdan söz edilmektedir. Zaten Hatme-i Hacegân halkası da gündüz ikindiden sonra ya da akşam yatsıdan sonra estağfurullah tesbihatlarıyla başlayıp sonlanmakta.
-İmamın Fatiha-i Şerife deyişiyle hatmenin başında sağdan yedi kişi, hatmenin sonunda soldan yedi kişiye birer adet dağıtılan yedi büyük işaret taşlarla okunan Fatihalar sayesinde Kur’an’da sevapça en büyük yedi âyet manasına ‘es-Seb’ul-Mesâni’ okuma şerefine nail olunmuş olunur. Delil mi? İşte Ebu Said İbnul-Muala (r.a)’ın anlattığı bir hadisede bakın ne diyor: “Ben Mescid-i Nebevide namaz kılıyordum. Resulullah beni çağırdı. Fakat (namazda olduğum için) icabet edemedim. Sonra yanına gittim şöyle dedim:
-Ey Allah’ın Resulü! Namaz kılıyordum.
Bana cevaben:
-Allah Teâlâ kitabında “Ey iman edenler, Allah ve Resulü sizi çağırdıkları zaman hemen icabet edin buyurmuyor mu?” (Enfal, 24) dedi ve arkasında şunu ilave etti: Sen mescitten çıkmazdan önce, sana Kur’an-ı Kerimin (sevapça) en büyük suresini öğreteyim mi” dedi ve elimden tuttu.
Bende o sırada Allah Resulünün mescitten çıkacağı anı kollayıp tam çıkacağı sırada bana öğreteceği sureyi zatı şahanelerine hatırlataraktan:
-Hani bana en büyük sureyi öğreteceğim dememiş miydiniz?
Allah Resulü bunun üzerine dönüp bana:
- O sure ‘Elhamdü lillâhi Rabbi’l âlemin’dir. Ki (namazlarda tekrar tekrar okunan), yedi âyet (es-Seb’ul-Mesâni) ve bana verilen yüce Kur’an’dır” diye buyurdu (Buhari, Tefsir 1; Nesaî, İftitah 26; Ebu Dâvud, Vitr 15).
-Hatmenin ikinci aşamasında İmamın Salâvat-ı Şerife komut seslenişiyle dağıtılan taşlardan eline düşen taş sayısınca salâvat okunur. Bu okunan selâvat-i şerifeler hatmenin başında ve hatmenin sonunda olmak üzere toplamda 200 adet taş sayısına tekabül eder. Böylece bu okunan selâvatlar sayesinde Peygamberimiz (s.a.v)’in beyan buyurduğu “Kim bana bir salâvat getirirse Allah Teâlâ bu yüzden o kimseyi on misli mağfiret eder” müjdesine mazhar olunmuş olunur. (Müslim, salât,70)
-Üçüncü aşamada imamın Elemneşrahleke-i Şerife komutuyla birlikte halkanın sağ tarafından dağıtılmaya başlayan taşlardan hissesine düşen taş sayısınca İnşirah suresi okunur. Malum, okunan bu sure Peygamberimiz (s.a.v)’in en sıkıntılı dönemlerinde göğsünün açılıp feraha kavuşturulması manasına gelen bir ferahlık açısından da hatme erkânına çok ferahlatıcı etki yapar. Böylece ‘Elem Neşrah Leke Sadrak’ suresinin yüzü suyu hürmetine tüm sıkıntılar bir anda giderilir de.
-Dördüncü aşamada imamın İhlâs-ı Şerife komut seslenişiyle dağıtılan taşlardan eline düşen taş sayısınca ihlâslar okunur. Bu okunan İhlâs-ı şerifelerden 10 tur hatmenin başında ve 10 turda hatmenin sonunda olmak üzere toplamda 1000 adet okunma taş sayısına tekabül eder. Böylece bu okunan İhlâs-ı Şerifeler sayesinde Kuran-ı Kerimi 333 kez hatmetmişçesine bir sevaba nail olunur. Öyle ya, 3 ihlâs ve 1 Fatiha okumak bir hatim sevabı demek olduğuna göre dağıtılan 10 turluk 100 adet taşın matematiksel hesabını yaptığımızda 1000÷3=333 hatim sevabı sayısına denk geldiğini keşfetmiş oluruz. Delil mi? Resulullah (s.a.v) bir seferinde ashabına:
“-Sizden biriniz bir gecede Kur’an’ın üçte birini okumaktan aciz olur mu diye sorar.
Tabi bu ashaba zor geleceğinden cevaben şöyle derler:
-Ya Resulullah! Hangimiz buna güç yetirebiliriz ki?
Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.v) en nihayet zoru kolay kılacak pratik yöntemi şöyle ortaya koyar:
-Allahu ahad, Allâhüssamed (İhlâs) suresi Kur’an’ın üçte biridir.” (Sahih-i Buhari, Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi)
- Hatmenin beşinci aşamasında ise hatme halkasına dağıtılan taşların toplanmasıyla birlikte bu kez Hatme-i Hacegân duasına geçilir. Ancak şunu belirtmekte fayda var, hatme hakkında en ufak bilgi sahibi olmayanlar inanır ya da inanmaz, onu bilemeyiz elbet. Ama Ehl-i tarîk açısından düşündüğümüzde gözü kapalı eda edilen ‘Hatme-i Hacegân’a başta Allah Resulü (s.a.v) olmak üzere silsilede adı zikredilen her bir Hacegan Başbuğ evliyanın ruhaniyetiyle birlikte teşrif ettiklerine dair bizim inancımız en ufak şüpheye mahal bırakmayacak derecede tamdır. Nitekim bu inanç doğrultusunda asırlardır Nakşibendî yolunda estağfirullah’la başlayan, akabinde belli sayıda dağıtılan taşlarla Elem neşrahleke-i şerife, İhlâsı şerife, Salavât-ı şerife ve Fatiha-i Şerifelerin okunduğu Hatme-i Hacegân’ın bugünde devam ettiği bir sır değil artık. Malum, gözü kapalı başlanılan hatme-i hacegânın sonunda okunan duada başta Peygamberimiz (s.a.v) ve O’nun âline ve ashabına salât ü selâm getirildikten sonra hatmede hâsıl olan sevabın mislini hediye olarak ruhlarına ulaşması maksadıyla:
-Peygamberimize ithafen; Allah’ın salât ve selamı üzerine olsun anlamına ‘Sallallahu aleyhi ve sellem’ denilerek,
-O’nun âline ve ashabına, evlatlarına, zevcelerine, müminlere ve nesline, muhacir ve ensarına ithafen; Allah onlardan razı olsun manasına ‘Rıdvanullahi aleyhim ecmain’ denilerek,
-Silsile halkasında isimleri zikredilen her bir Hacegan Başbuğ Evliyanın methiyeleri okunduğunda onlara ithafen; Allah onların ruhlarının sırlarını pak ve kudsi kılsın manasına gelen ‘Kaddesâllahu esrarahum ilâ ervâh’ denilerekten maksat hâsıl olmuş olur.
-Methiyeleri ile birlikte okunan hatme duasının akabinde şayet eda edilen ‘Hatme-i Hacegân’ ikindi hatmesi ise Kur’an’dan Amme suresi (Nebe suresi) okunur, yok eğer yatsı vakti hatmesi ise Tebareke (Mulk suresi) okunur. Nitekim Resulullah (s.a.v) Nebe suresi hakkında; “İkindi namazından sonra Nebe suresini okuyan kimseden Allahü Teâlâ kıyamet azabını hafifletir” beyan buyururken, Mulk suresi hakkında da “Tebareke Suresi kabir azabına engeldir” (Albani Sahihu’l-Cami 3643) diye beyan buyurmuşlardır. Hakeza Cabir bin Abdullah (r.anh) Resulullah (s.a.v)’in “Secde ve mülk surelerini okumadan uyumazdı” deyişine (Tirmizi 3627) şahit olurken, Ebu Hureyre (r.anh)’da bizatihi Resullulah (s.a.v)’in şöyle dediğine şahit olmuştur: “Kuşkusuz ki, Kur’an’da otuz ayet olan bir sure vardır. Bu sure, bir kişi için şefaatçi oldu ve onun günahları affedildi. Bu sure Mülk suresidir.”(Tirmizi 3052)
-Derken en nihayet estağfirullahla başlayan hatme, bu surelerin okunmasının ardından en baştaki gibi sağ el parmağımızla çektiğimiz 25, 33 veya 75 estağfurullahlarla hatme-i hacegân tamamlanmış olur. Böylece Allah-u Teâlâ, Resulullah Efendimiz (s.a.v)’in hatırına silsilede isimleri okunan Hacegân Başbuğ Evliyaların elinden dağıtılan manevi hediyeler eşliğinde hatme halkasında bulunanların üzerlerine rahmetini indirip böylece hatme sevabından elde edilen manevi kazanımdan maksat hâsıl olmuş olur da.
İşte görüyorsunuz hatme meclisi meleklerinde teşrif ettiği böyle bir meclisdir. Zahirde nasıl ki dünyevi işler için kurulan meclis halkaları varsa, bâtınen de hatme-i hacegân gibi halka oluşturulan manevi meclisler olabiliyor pekâlâ. Hele tasavvuf eserleri şöyle karıştırdığımızda, Başbuğ Evliyaların beyanlarından hareketle bilhassa pazartesi ve perşembe günü Hira mağarasında toplanılıp dünya âleminin nizamı hakkında sürekli istişare edildiği muhakkak. Belli ki, zahiri meclislerde olduğu gibi velilerinde bir ‘Başbuğ Evliya’ başkanı vardır. Nitekim Seyyid Muhammed Nurani (k.s) ile yapılan bir röportajda Muhyiddin İbnü’l-Arabî Hz.lerinin şöyle dediğini beyan eder: ''Ben bu meclise gittiğim zaman meclistekiler kalkarak bana doğru geliyor. Bu meclistekilerin bir kısmı yaşayanlardan, bir kısmı vefat edenlerden, bir kısmı da meleklerdendir. Sağ olanların rengi sürekli değişiyor, vefat edenlerin rengi ise değişmiyor. Sağ olanların rengi her meclise geldiklerinde değişim gösteriyor. Melekler ise ben geldiğimde karşıdan ayakları yere değmeden geliyorlar. Melekler niye geliyorlar denirse onlar da hayata henüz gelmemiş, doğmamış evliyaların yerine geliyor oturuyorlar. Vakti gelip de onlar gelip oturana kadar devam edecekler.”
Velhasıl-ı kelam; Seyyid Muhammed Nurani Hz.leri kendisiyle yapılan röportajın devamında bu hususta şöyle açıklık getirir de: Bir kitapta okumuştum, Muhyiddin İbnü’l-Arabî manen bir yere gitmiş. 10 sene kadar meleklerin arasında kalmış ve melekler devamlı cezbe ve zikir halindelermiş. 10 sene dolup eve geri dönünce benim 10 senedir yokluğum hakkında ne diyorsunuz diye ev halkına sorduğunda; Sen her zaman ki gibi burada ve her zaman ki halindesin, yani devamlı buradaydın demişlerdir” (Bkz. Feyz Dergisi-Ekim 1994).
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3738/hatme-i-hacegan
dedekorkut1
19 Şubat, 2020 - 09:01
Kalıcı bağlantı
EVLİYAULLAH
EVLİYAULLAH
SELİM GÜRBÜZER
Eskiden insanlar Evliyaullah’a en içten duydukları muhabbet ve bağlılıkla Allah yolunda bulunmaktan çok büyük keyif alırlardı. Ne var ki şimdilerde artık o muhabbetten ve o bağlılıktan pek söz edemez olduk. Çünkü gelinen noktada değil evliyaya muhabbet duymak, toplumun birbirine karşı olan muhabbeti kalmamış ki Allah yolundan keyif almaktan söz edilebilsin. Hele şöyle etrafımıza bir baktığımızda bizim olan bu topraklarda bize ait her ne değer varsa hemen hepsi yerle yeksan edilmiş durumda. Hiç kuşkusuz değerlerimizden bu denli oynanmaya kalkışılırsa böylesi bir tabloyla karşılaşmamız hiçte şaşırtıcı değil. Baksanıza ortada öyle içler acısı hazin bir durum var ki, birbirimize güven ve muhabbet duymak hak getire. İslami hassasiyet desen o da evlere şenlik, ortada daha da hazin bir durum söz konusudur. Öyle İslami hassasiyetimizi yitirmişiz ki, aramızdan birileri ‘Allah sohbeti, Peygamber sohbeti, Sahabe sohbeti, Evliya sohbeti' yapmaya kalkışsa dönüp adamın yüzüne bakmayacak hale gelmişiz. Maalesef o derece vahim bir tabloyla karşı karşıyayız. Ki, İslami hassasiyetimiz her geçen gün daha da kan kaybına uğramakta.
Evet, acı ama gerçek, içine düştüğümüz içler acısı bu vahim tablo üç aşağı beş yukarı aynı eksende seyretmekte. Yine de bu eksen kaymasına rağmen tükenmişlik histerisine kapılmamak gerekir. Nitekim mümin olana bittik tükendik demek ya da ye’se kapılmak yaraşmaz, bilakis hak yolunda mümine ümit var olmak yaraşır. Zira mümin odur ki umutların tükendiği noktada bile diriliş ruhundan hiçbir şey kaybetmeyendir, dahası Allah’ın hükmüne her dem razı olan demektir. Zaten diriliş ruhu Allah’ın razı olacağı yolda her dem iri ve diri olmayı gerektirir. Dün nasıl ki Moğol istilasının yakıp kavurduğu bu topraklarda Söğütte Ertuğrul oğlunun açtığı sancağının altında toplanan Horasan Erenleri ve Derviş Gazilerimiz umutların tükendiği noktada bir anda umutları yeşerten diriliş kalelerimiz olduysalar, bugünde içine düştüğümüz bu kör kuyudan bizi kurtarmaya vesile olacak yeni Horasan Erenlerimiz çıkacaktır elbet. Allah’ın hazinesi hiçbir zaman tükenmez, bu nedenle onlar kıyamete dek her devirde var olacaklardır. Öyle ki, umut kalelerimiz tarihin her evresinde yaşanan hadiselerin bir imtihan olduğunu ve her yükselişin bir çöküşü olabileceği gibi her çöküşünde bir yükselişi olabileceği gerçeğinden hareketle en nihayetinde İslâm’ın yeniden muzaffer olacağının müjdesini her devirde kuşaktan kuşağa telkin edip umutlarımızı yeşertmeye devam etmekteler de.
İyi ki de, umut kalemiz Başbuğ Veliler her devirde varlar. Allah’a çok şükürler olsun ki bu sayede dünden bugüne onca değer aşınması yaşamamıza rağmen halen yıkılmadan ayakta kalabilmişiz. Hem niye ayakta kalmayalım ki, baksanıza Yüce Allah tarihten bu güne her daim bizi umutlandıracak ve umutlarımızı yeşertecek Pir-i Türkistan Hâce Ahmet Yesevi gibi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi, Yunus Emre gibi daha nice Başbuğ velileri bu topraklarda bulunmasını bizden hiç esirgemediği gibi hiç eksik etmedi de. Yüce Allah (c.c) bundan böyle de daha nice Başbuğ velileri kıyamete dek başımızdan hiç eksik etmeyeceğine inancımız tamdır. Madem inancımız ve güvenimiz tam tekmil durumda, o halde daha ne duruyoruz, gün bugündür deyip bir an evvel Evliyaullah’ın kapısına koyulmak gerektir. Ki; Evliyaullah kapısı ümitsizlik kapısı değildir. Hele birde varacağımız kapıda Evliya-i Kiramın muhabbetiyle yanıp tutuştuğumuzu bir düşünün, hiç kuşkusuz böylesi bir muhabbet sayesinde gerçek manada Allah’a kul olmak nedir bunun tatbikini ve ruhunu idrak edeceğimizden de emin olabiliriz. Sakın ola ki, dergâhlara gitmeye karar verdiğimizde, etraftan insanlar acaba bize ne der türünden lüzumsuz takıntılar içerisine girip de son anda kendimizi oralara gitmekten alıkoymayalım. Kim ne derse desin mutlaka Erenlerin nefesiyle soluklanmak gerekir. Hatta soluklanmayla da kalmamalı, Yunus misali dergâhın kapısında eşik olmakta gerekir. Onlara eşik olmayalım da hem kime olalım, baksanıza kapılarına layık olmadığımız halde hiçbir şart koşmadan her gelene Mevlana’ca kucak açıp bin kere tövbeni bozsan da yine gel deyip kapılarını açık tutmaktalar hep. Aslında her gelen dergâha alınmaz, ama zaman eskisi gibi değil ki, artık zaman iman kurtarma zamanı olmuş. Nitekim umutların tükendiği noktada bir bakıyorsun Evliyaullah Hızır misali imdadımıza yetişip işi kolay kılmaktalar. Dahası Yunusun deyişiyle:
“Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz” diyerekten sevgiye susamış çarpan gönüllere ferahlık olmaktalar. Ne diyelim, işte görüyorsunuz sevgi seli ve muhabbet kucaklaşması budur. Üstelik bu sevgi seli sadece bu dünya hayatıyla sınırlı da değil, ahrette de devam edecek bir muhabbet selidir bu. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v); “Kişi sevdiği ile birlikte haşr olunacaktır” diye beyan buyurmakla bu gerçeğe işaret etmiştir. Dolayısıyla siz siz olun muhabbette neyin nesi deyip işi hafife almayın. Bakın, Şeyh Sadi Şirâzî gül bahçesinde gülfidanının dibinde bitmiş bir ot’a gözü iliştiğinde:
-“Ey ot! Baksana senin ne doğru dürüst bir şeklin var, ne kokun, ne güzelliğin, ne de kıymetin var. Acaba şu gülfidanının dibinde bitmekle bir şeref kazandın mı, bir kıymet buldun mu?” şeklinde muhabbetiyle oynayacak sözler sarf ettiğinde ot hemen alınganlık gösterip lisan-ı haliyle meramını şöyle dile getirir:
-“Olsun, her ne kadar renksiz, tatsız ve kokusuz isem de, sonuçta o gül bahçenin bir otuyum ya, hatta ‘gül bahçenin otu’ ismini üzerimde taşıyorum da. Şimdi sorarım sana, bu isim, bu şeref ziyadesiyle bana yetmez mi?”
Gerçekten de öyle değil midir, ot otluğuyla gül bahçesinde gülün yanında şeref bulur da, bir sofi de Sadatların gül meclislerinde bulunmakla şeref bulmaz mı? Bikere bir insanın Sadatlara nisbetle sofi adını alması, bu adla onlara muhabbet duyması, hatta onların meclisinde soluklaması bir noktada o sofide iman nurunun kemalat bulacağına işarettir. Öyle ya, şimdi o sofi şeref bulmasında ya kim bulsun. Kaldı ki o sofide iman nuru kemalat bulduğunda gül bahçesinde en edna sofi olmaya bile gönlüm razıdır demekten kendini alamaz da. Düşünsenize Sadatların şemsiyesi altında gölgelenmek ne büyük bir şeref olsa gerek ki hiç kimse bu kapıda makam mevki davası gütmüyor, bilakis bu kapıda en edna sofi olabilirsem bu bile bana ziyadesiyle yeter artar diyorlar. Çünkü şemsiyesi altında gölgeleneceğimiz gül meclis her türlü korku ve endişeden azad bir meclisdir. Yani bu Erenler meclisinde bulunmakla Allah Teâlâ’nın “Biliniz ki Allah’ın velileri için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzunda olmazlar” (Yunus, 62) diye ayet-i celilesinde övdüğü Başbuğ Velilerin şemsiyesi altında en edna bir sofilerden olsak bile kendimizi güvende ve emniyette hissedeceğiz demektir. O halde daha ne duruyoruz, bir an evvel bizimde o şemsiyenin altında güven tazelememiz icab eder. Aksi halde son pişmanlık fayda vermeyeceğinden bu dünyadan göç ettiğimizde ne yanımızda ahrete götüreceğimiz bir manevi azık, ne tutunacak bir gül dalı, ne gölgesi atına gireceğimiz bir şemsiyemiz, ne de bizi kokusuyla rahatlatacak bir gülfidanımız olur. Tabi, ruz-i mahşerde kral çıplak bir halde tutunacak bir dalımız olmayınca da kendi derdimizle baş başa kalaraktan sefillere oynamamız kaçınılmazdır. İşte sefillere oynadığımız o anda Peygamberimiz (s.a.v)’in varisi hükmünde Allah dostlarının ne kadar çok önem arz ettiğini hatırlarız da. Ama dedik ya, son pişmanlık fayda vermeyeceğinden iş işten geçmiş olacaktır.
Evet, dünyada iken Allah dostlarının şemsiyesi altına girdiysek ne ala, yok eğer girmediysek ahrette işimizin kolay olmayacağını tahmin etmek hiçte zor olmayacaktır. Orada işimizin zor geçeceği şundan belli ki, ehlisünnet kaynaklarına baktığımızda o gün geldiğinde elli yerde sual sorulacağından söz edilmekte. Hatta cevabı verilmeyen sualler içinde bin sene sabit bir şekilde adeta yere çakılı bir halde olunacağı da vurgulanmakta. Şimdi gel de bu durumda kendimize tutunacak bir dal, şefaat edecek bir kaynak arama, ne mümkün. Hem bizim çapımız ve kapasitemiz ne ki, kendi başımıza çare olabilelim. Öyle ya, kel derman bulsa kendi başına sürer, bizimkide onun gibi bir şey. Baksanıza hafif bir yerden yel esse hemen savrulup tarumar olabiliyoruz. Malumunuz, Evliyaullah öyle değil, yani bizden çok farklı. Bikere adı üzerinde Allah’ın ermiş, dost ve sevilmiş veli kullarından demek, elbette ki onların mahşerde sualler karşısında verecekleri cevaplarda anlık olacağı gibi cennete girmeleri de beklemeksizin anlık olacaktır. Ki; Yüce Allah (c.c) veli kulları hakkında hükmünü ta dünya hayatında yaşarlarken vermiştir. Bakın Rabbimiz bu hususta ne buyurmuş: “Dünya hayatında da ahirette de onlar için müjdeler vardır” (Yunus, 64).
Ayetin mana ve ruhundan da anlaşıldığı üzere Evliyaullah’ın bu dünyada iken açık tuttuğu kapıları aşındırmaya gayret etmek kesinlikle bize çok büyük fayda sağlayacağı muhakkak. Yok, eğer rahatımızı bozamayız, aşındırmayız diyorsak Allah muhafaza eskisi gibi haramlara dalıp, Allah’ın emirlerine isyan eder hale gelmemiz an meselesi diyebiliriz. Zira evliyaya olan muhabbetin devamlılık kazanması ancak onları sık sık ziyaret etmekle mümkün. Aksi halde mürşidle mürid arasındaki muhabbet bağı kesintiye uğrayıp hatlar kopar da. Nitekim önceleri muhabbeti ve cezbesi çok olup da sonradan hat kopukluğuna uğrayan sofilerinde var olduğu bilinen bir husustur. İşte bu gibi durumlara düşmemek için illa ki mürşid ziyaretini ihmal etmemek gerekir. Sadece mürşid ziyarete mi? Elbette ki bunun yanı sıra devamlı Allah sohbetinin, Peygamber sohbetinin, Sahabe sohbetinin ve Evliyaullah sohbetinin yapıldığı mekânları da mesken tutmalı ki muhabbetimiz sürekli tazelenmiş olsun. Hiç kuşkusuz muhabbet tazelerken bu arada tek temel amacımızın Allah rızasını kazanmak yönünde niyetimizi sağlam tutmak olmalıdır. Öyle ya, Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik olmayan bir muhabbet neye yarar ki. Hem Evliyaullaha niçin gönülce bağlanır ki? Şüphesiz, Allah’ın dostu olduğu için muhabbet duymaktayız. Zaten dostun dostuna muhabbet duymak Allah’a muhabbet duymak demektir.
Peki, denilebilir ki bir insanın Allah dostu olduğunu nerden bileceğiz? Bikere muhabbet alınıp satılan bir meta değil ki durduk yere bir insana muhabbet duyabilesin. Direk gönül bağıyla alakalı bir durumdur, asla bu gönül bağı muhabbet kalemle kitapla izah edilemez. Ancak bunu yaşayan hissedebilir. Zaten bir insan Allah dostu değilse istese de karşısındakini celb edemez. Allah’ın sevdiği kul olması gerekir ki insanların muhabbetini kazanabilsin. Bunun dışında göz boyama metotlarıyla insanları kendine bağlasa da, asla bu muhabbet kalıcı olmayacaktır, er geç eninde sonunda kral çıplak bir şekilde foyası ortaya çıkacaktır elbet. Zira sahtelik her an gün yüzüne çıkmaya mahkûmdur. Kalıcı olansa ebediyete mal olan bir hakikat güneşidir. Madem hakikat güneşinin peşindeyiz, o halde bize her daim sadıklarla beraber olmak yaraşır. Nitekim Kur'an-ı Kerimde Cenab-ı Mevla’mız ''Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve sadık olanlarla beraber olun'' diye beyan buyurmakta da. İşte görüyorsunuz Kur’an’da net açık bir şekilde Allah yolunda samimi olan veli kullarla beraber olmaya çağrı vardır. Dolayısıyla bu çağrının gereğini yaparsak biliniz ki sadıklarla el ele gönül gönüle verip Hakka vasıl olacağız demektir. Keza Hadis-i Şeriflerde de bu manada benzer çağrılar vardır. Mesela; ''Allah'ın ehli onlardır ki, görüldüğü zaman, Allah hatırlanır'' hadis-i şerifi bunun bariz bir delilidir zaten.
Hâsıl-ı Kelam; Mevlana’nın buyurduğu gibi; “Padişahın dostu olan hiç zayıf kalır mı?” Elbette kalmaz. O halde bu dünyada evliyayı dost edinen de zayıf kalmaz dersek yeridir.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3750/evliyaullah