ÖZGÜRLÜK MEŞALESİ İNSAN RUHUNDA

ÖZGÜRLÜK MEŞALESİ İNSAN RUHUNDA

ALPEREN GÜRBÜZER

İnsan sanıldığı gibi karınca veya arı misali sosyal varlık değil, bilakis bireysel özelliği ve tutku özgürlük yönü çok daha ağır basan bir varlıktır. Şöyle ki;
Akıl daha çok genellemelerden hareket ettiğinden kolektiftir, zekâ ise doğup, büyüyüp olgunluğa doğru ilerledikçe kesrette vahdeti (çokluk içinde birliği) keşfeder. Dolayısıyla bu noktadan hareketle zekâ ferdidir diyebiliriz. Zira zekânın bireysel özelliğinden dolayı ideal toplum şimdiye kadar henüz gerçekleşememiş ama ideal insan veya deha şahsiyetler tarihin her evresinde bir şekilde ortaya çıkabilmiştir.
Tüm sahte mabutlar, insan zekâsının ürünü olmayıp, aslında toplumun ürettiği semboller olarak karşımıza çıkmakta. Bu noktadan baktığımızda Ebu Cehil bunun tipik misali zaten. Malum Ebu Cehil tümden gelimci metotla veya atalarının kabullerinden hareketle sürekli çokluk deryasında vahdeti arayan insanlara karşı mücadele vermiş biridir. Derken müşrikler atalarından devr aldıkları kabullerle BİR’in etrafında halka oluşturan insanları kendi elleri ile inşa ettiği putlara tapmaya zorlamışlardır. Hatta bununla da kalmamışlar insanlığı kana bulamışlardır. Tabi bunu yaparken de ilk evvela bireyin zihnini çalmaya, sonrada bedenine hükmedip tüm sinsi planları yürürlüğe koymuşlardır. Bugün de aynı anlayış değişik metotlarla, değişik mecralarda devam etmektedir. Bir başka ifadeyle dün ata dini diye dayatılan öğretiler, bugün pozitif bilim maskesi altında veya başka isimler altında dayatılmaktadır. Hatta bu uğurda cinayetler işlenerek ferdin özgür iradesi yerle bir edilmektedir.
Dahi olmak ya da dehalık ferdiyetle alakalıdır, muhafazakârlık yahut tutuculuk ise topluma (kolektivizme) endekslidir.
Kolektivist duygularla hareket edenler varsa yoksa birtakım sembollerle tavır koymaktalar, ya da sınırlı olan eşyaya köle olmak gibi tercihleri dayatmak peşindedirler. Üstelik bu tür girişimler tümdengelimci dürtülerin yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Durum böyle olunca ortada konuşan bireyler değil semboller ve donuklaşmış akıllar sahne alıyor. Bu noktadan sonra ister istemez toplum tabulaştırılamaz fikri haklılık kazanıyor.
Malum, Peygamberimiz (s.a.v) Kelime-i Tevhide sadece Allah’ın kulu ve elçisiyim ibaresini eklemesiyle birlikte özgürlük ateşini yakıp insanlığı tüm sahte mabutların zincirinden kurtulmaya çağırmıştır. Bu çağrı aynı zamanda kula insanlığını hatırlatmaya yönelik duyurudur. Nasıl çağırmasın ki, bir kere maddecilik hürriyet değildir, hür olan ancak insanın ruhu ve zekâsıdır. Belki tüm totaliter diktatörler insanın bedenine hükmedip pranga vurmaya muvaffak olabilirler, ama düşüncelere pranga vurmak çok zor. Keza insan ruhu da öyledir, ruhunda özgürlük ateşi alevlendikçe maddenin esaretine isyan eder. Allah bu yüzden insanı eşyadan manaya yükseltecek bir sinir sistemi ağıyla donatmıştır. İşte bu ruhi zekâ donanım sayesinde çok sayıda konuşulur dil ve yazılar ortaya çıkmıştır. Nitekim Yüce Allah Kuran’ı Kerimde “ Ve Âdem’e her şeyin ismini öğretti, sonra onları meleklere gösterdi, ‘Eğer sözünüzde samimi iseniz bunların isimlerini Bana söyleyin’ dedi. Cevap verdiler: Sen münezzehsin, öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen hem bilensin, hem Hâkim’sin” (Bakara suresi, ayet 31–32) beyan buyurmaktadır.
Belli ki, ilim, teknoloji vs. her şey vahdete (Bir’e) giden yolda araç, asla amaç değildir. O halde eşyada özgürlük ateşi bulmaya çalışmak peşin peşin intihar etmeyi kabullenmek demektir. Zira madde tâ baştan insan ve tüm canlı âlemin hizmetine amade kılınmak için yaratılmıştır. Bundan da öte tüm mahlûkat içerisinde eşrefi mahlûkat ilan edilen tek varlık insandır. Bu yüzden her şey insanın hizmetine sunulmuştur. Şayet insan eşyaya amaç gözüyle bakıp onlardan yardım beklentisine girseydi koyun misali sürüleşip güdülmekten kurtulamayacaktı. Böylece özgürlüğü gerçek manada tadamayacaktı.
İnsanlık başlangıçta toplum düşüncesine yenik düştüğü halde, yaşadığı birtakım olaylardan ders almış olmalı ki; zaman içerisinde eşyanın dilini çözmeyi başarabilmiştir. Bu arada insan eşyanın dilini çözdükçe kendi sübjektifliğini dışa yansıtıp ferdi düşünceyi keşfetti. Sübjektif yönü geliştikçe de vahyin soluğuyla kendini ifade etmeyi öğrendi. Hatta Allah’a kulluk ettikçe de sahte mabutların zincirinden kurtulup özgürlüğün ne demek olduğunu anladı. Demek ki özgürlüğü tercih etmemizin nedeni zekâmızın sübjektif yansımasıdır. Zira ‘Her şey O’ndan geldi, yine dönüş O’nadır’ ilahi hükmü bunu teyit ediyor. Madem dönüş O'na, sahte mabutlarla oyalanmak niye.
Duyumlar düşünceyi, düşünceler şuuru, şuurda idraki meydana getirir. Madde duyularımızda somutlaşmayı, ruh ise soyutlaşmayı ifade eder. Beden somut varlığın dış gözü, ruh ise idrakimizin iç gözüdür. İşte bu gözler eşleğinde duyularda maddeyi, şuurda ise ruhu buluruz. Zaman kavramı bile şuur içerisine kodlanmış. Bir başka ifadeyle zaman ‘Ol’ emri doğrultusunda her dem ve her salise yorulmadan hızla ötelere akıp giden bir boyutumuz.
Bir başka husus, malum insanın iradesini ortaya koyacak donanımla yaratılmış olma gerçeğidir. Tabii bu durumda zihnimize; madem öyle irademizin farkına nasıl varıyoruz sorusu takılır. Bu soruya verilecek tek cevap; şuur sayesinde elbet. O halde iradeyi şuurlu yönelişimizin adı diye tarif edebiliriz. Anlaşılan kritik etme, kendini bilme, pozisyon belirleme, sorumluluk gibi olgular şuur sayesinde gerçekleşmekte. Dahası insanın nefis muhasebesi yapması da şuur sayesinde gerçekleşiyor. İnsanı zaten diğer canlılardan ayıran en belirgin farkı şuur sahibi olmasıdır.
Şu da bir gerçek; âlemde kendini sorgulayan tek varlık insan. Zaten sorgulama bilinci olmasa vay halimize. Çünkü hayvanlardan ve bitkilerden farkımız kalmayacaktı. Bu durumu fark ettiren Allah'a ne kadar şükretsek azdır. Tabi fark ederken de mutlak varlığı ne somut veriler, ne de soyut veriler temsil eder. Söz konusu veriler yukarıda da bahsedildiği üzere mutlak varlığa giden yolda sadece araç vazifesi görürler. Dolayısıyla gerek dünyada gerek rüya âleminde muhatap olduğumuz tüm nesnel araçlar aslında zihnimizde var olan görüntülerden başka bir şey değildir. Nitekim gerçek hayatta herhangi bir fiziki darbeden ötürü çektiğimiz sızıyla rüya âleminde aldığımız darbe arasında hiçbir fark yoktur. Bu durum dış dünyanın tamamen zihnimizde canlanan algılarıdır. Her ne kadar görünen köy kılavuz istemez dense de gerçek şu ki; gördüğümüz her şey ister rüyada olsun, isterse gerçek hayatta olsun sonuçta her biri bir algı yansımasıdır. Mümkün olsa da yaşanan bir dizi olayları tıpkı elektrik hatlarında olduğu gibi birçok kişiye paralel bağlanabilse görülecekti ki; bağlantı yapılan insanlarda aynı elem, aynı his, aynı mutluluk gibi bir dizi eylemler zincirini yüreklerinde aynı anda topluca hissedeceklerdi. Birisinin ayağına diken batsa diğer sinirleri paralel bağlananlarda aynı şiddette canı yanacaktı. Tüm canı yananlara sorduğumuzda hepsi koro halinde “Eh, işte ayağımıza diken battı da böyle oldu” cevabını vereceklerdi. Oysa ortada diken miken yok, sadece idrak algılaması var. Yani ortada maddi bir görüntü varmış gibi davranırız. Bu örnekler bize gösteriyor ki; beynimizde görüntülenen her şeyin bir nesnel karşılığı yok, sadece idrak algılaması var. İşte algılamasını “Her şey O’ndan geldi yine dönüş O’nadır” düsturuna göre ayarlayan insan eninde sonunda mutlak varlığın sadece Allah olduğunu idrak etmiş olacaktır. Belli ki, büyükler boşa dememiş “yalan dünya” diye. Meğer yaşadığımız hayat aslında bir hayalden ibaretmiş. Yunusun değişiyle “Malda yalan, mülkte yalan, var biraz da sen oyalan” dediği şey beş duyunun dünyası değil, idrak algımızın dünyasıdır. Şöyle ki;
Madde elle tutulan, gözle görülen şeklinde tarif edilse de kazın ayağı hiçte öyle değil, gelinen nokta itibariyle maddenin de somut olmadığı ortaya çıkmıştır. Çünkü madde sandığımız birçok şey beynin arka kısmında karanlık bir noktada seyrettiğimiz görüntülerdir. Dahası bu görüntüleri bize ruh penceresinden seyrettiren gizli bir güç var. Dolayısıyla madde sandığımız hayale takılmadan onu da aşmak gerekir ki hayalin kölesi olmaktan kurtulabilelim. Bakın cümle Peygamberler, bırakın maddi ve manevi âlemi aşmayı, bunların ötesinde Mutlak Var’a yönelmeye gayret etmişlerdir. Var olan bir hakikat var, o da İmam-ı Rabbani Hazretlerinin de buyurduğu gibi; “Gerçek manada dış dünyada Allah'tan başka yoktur” ifadesinde sezilen Mutlak varlıktır. Kelimenin tam anlamıyla her şey fani, baki olan Allah’tır.
Yokluk konusuna gelince, malum olduğu üzere yokluğun bilinmesi imkânsızdır, dahası yokluktan en ufak bir bilgi kırıntısı ya da karine dahi bulmamız mümkün değildir.
Belli ki Hz. Mevlana; Hayvan hayvanlığı ile, insan insanlığı ile, Melek melekliği ile kurtuldu derken her yaratılanın belirli programa tabi tutulup kodlandığını ortaya koyuyor. Ehlisünnet akaidi bu yüzden insan iradesini, iradeyi külliye içerisinde iradeyi cüziye olarak tarif eder. İrade aynı zamanda şuur kaynaklı tercihlerin yansımasıdır. Her şeyden önce Allah insan iradesini şuurlu tercih yapabilecek donanımda yaratmıştır. Bu arada Allah'ın iradesi bizim irademiz gibi değil, kayıtsız şartsız insan idrakinin üstünde bir irade olduğu gerçeğini de unutmamamız gerekir. Nitekim insan iradesi izafi olup duyu ve şuur verileri adı altında iki ana eksen üzerine bina edilmiştir. Şöyle ki;
Duyularımız zekâya maddeyi aşılar, şuurumuz ise manayı,
Duyu zekâya sınırlılığı telkin eder, şuur ise sonsuzluğu,
Duyularımız esareti ve köleliği teşvik eder, şuur ise özgürlüğü,
Duyular sebeplerle oyalanır, şuur ise ulvi gayeye yönelip çokluk içinde birlik sevdasıyla gerçek hürriyeti tatmanın derdindedir.
İşte bu ve buna benzer daha birçok örnekler sıralayabiliriz. Demek ki; duyular yaratılana itibar eder, şuurumuz ise Yaratana hayrandır.
Alıcılarımız ister duyulara kulak verir, isterse şuura, irade bunun için var zaten. Şuur kontrolden çıkarsa doyumsuz isteklerin esiri olmak an meselesi. Allah korusun bu durum gerçekleştiğinde insanlık bilincimizin iflası demektir.
Kur’an’da insana ruh hakkında çok az malumat verildiği beyan edilir. Dolayısıyla içeriğini tam olarak bilemediğimiz ruh hakkında iç aydınlık demekle yetinmek zorundayız. Allah-ü Teâlâ “Ve sana ruhtan sorarlar, onlara deki Rabbinin emrindedir”(İsra–85) buyuruyor çünkü.
Varlık âlemi âlimlerin dilinde Âlem-i Halk, Âlem-i Emr ve Âlem-i Zat (Hak) olarak tasnif edilir. Gerek Âlem-i Mülk gerekse tüm kâinatta cereyan eden eylemler üç boyutun sınırları içerisinde gerçekleşir, dolayısıyla yeryüzü ölçülebilir âlemdir. Âlem-i Emr’de üç boyutun dışında keyfiyet yüklü alanı kapsayan nurani âlem demektir. Âlemi Hak ise bütün bunların ötesinde aklın kavramaktan aciz kaldığı Mutlak varlığın ta kendisi, yani her yerde hazır ve nazır olan Yüce Mevla’mıza has bir sıfattır.
Ne maddedeki mekanizm, ne bitkideki tropizm, ne de hayvandaki içgüdü melekeleri ruhi hayatı tarif edebilir, zaten karşılığı da değil. Üstelik bu sıraladığımız unsurların hemen hemen her biri insanda mevcut, bunlara ilaveten insana nurani letaiflerde verilmiş. Muhyiddin Arabî; bu noktada ‘İnsan çamurdan yaratılan dünyanın cilası olmuştur’ derken buraya işaret etmiştir. Materyalistler kendini duyulara endeksleyerek şuuru inkâr ediyor, oysa insan sonsuzluğa vurgun. Nasıl ki Mimar Sinan’ın elinde taş mana kazanıp medeniyet nişanesi oluyorsa, aynen öyle de şuurun kontrolünde insan bedenide nurani letaifleri ile Mutlak varlığa gidilen yolda manaya dönüşür.
Velhasıl; İnsan maddeyi işleyerek manaya yol alır. Manayı kazandıkça özgürlüğünü ilan eder. Çünkü özgürlük meşalesi insan ruhunda gizli...
Vesselam.

ÖZGÜRLÜK MEŞALESİ İNSAN RUHUNDA GİZLİ

SELİM GÜRBÜZER
İnsan sosyal olmayı çok istese de şu bir gerçek karınca ve arı kadar sosyal olamayacağı muhakkak. Çünkü insanın ruhunda özgürlük tutkusu kodlu olduğu için ferdi yönü daha çok ağır basabiliyor. İçindeki özgürlük tutkusuna rağmen yine de kendini bu dünyada bir arada yaşamanın gereği kolektif davranmak gerektiğini hissedecektir.
İşte özgürlük tutkusu bu ya, insan her nedense çoğu kez kendini ispatlama ihtiyacı duyar, hatta bununla da yetinmez bireysel yetenek ve başarılarını ortaya koymak ister de. Bu kimi zaman kendi egosunu tatmin yönünde, kimi zaman topluma faydalı olmak şeklinde kendini gösterir de. Hani psikolojik danışma ve rehberlik hizmeti veren kurum ve kuruluşlar ikide bir bireysel yetenek ve başarıların önemine sık sık vurgu yaparlar ya, aslında vurgulanan güdü zaten insanoğlunun fıtri yapısında mevcut. Burada sadece psikolojik danışman ve rehberlerin rolü var olan güdünün açığa çıkmasını sağlamaktan başka bir şey değildir. Kaldı ki, insan Allah’ın isimlerini öğrenmiş olarak dünyaya gelmekte. Dolayısıyla burada psikolojik danışmanların yapması gereken doğuştan var olan bu isimler doğrultusunda rehberlik yapmaktır. Çünkü insan buluğ çağına ilerledikçe doğuştan kodlu olan isimlerin mana ve ruhundan uzaklaşıp unutabiliyor. İşte bu noktada ona özünü hatırlatacak araçlar devreye girmeli ki insan fıtratıyla barışık bir hayat yaşayabilsin. Bilhassa bu yönde hizmet vermeye kendini adamış kılavuzların insanın doğuştan var olan bilgi ve kabiliyetlerini göz ardı etmemeleri gerekir. Aksi halde insan fıtratına ters düşen reçetelerle rehberlik yapıyım derken bir bakmışsın kaş yaparken göz çıkarmış olur.
Sakın ola ki, rehberlik hizmetini hafife alıp es geçmeyelim, öyle ki bu hizmet insanlık tarihi kadar eskidir dersek yeridir. Bakın, şöyle geçmiş ümmetlere kılavuz olmuş tüm peygamberlerin hayatlarına, her birinin insanın yaradılış mayasına uygun doğru yolu, güzel ve iyi olan fıtri davranışları tebliğ ettikleri görülecektir. Sadece tebliğ mi, bizatihi uygulayıp öğretmişler de. Zaten rehberliğe konu olan tebliğ tatbik edilirse rehberlik hizmeti ancak o zaman bir anlam ifade edebiliyor. Aksi halde her şey havada kalıp afakî iş olsun türünden bir rehberlik olacaktır.
Peki, rehberlik hizmetleri aksarsa ne olur denildiğinde, tam da bu noktada cevaben; “kendi kendileriyle baş başa kalan insanların yaradılış gayesinin dışında bireysel takılıp güya özgür olduklarından dem vuracaklardır” deriz. Oysa özgürlük kendi aklınca ben istediğimi yaparım şeklinde bireysel takılmanın adı değildir, tam aksine nefsin heva ve hevesinin esaretinden kurtulmak asıl özgürlüktür. Nitekim bu manada özgürlük insan ruhunun derinliklerinde kodlu bile. Şayet insanı kendi ruh köküne bağlı özgürlüğünün dışında kendi başına salıverilirse keskin sirke misali hem kendi küpüne zarar verir hem de ısırgan otu misali özgürlük havarisi kesilip fütursuzca toplumu ısıracaktır. Dolayısıyla insanların ısırgan olmasına meydan vermemek için gerçek manada fikri hür vicdani hür nesiller yetiştirmek gerekiyor. Nitekim Peygamberler, âlimler ve evliyalar fikri hür vicdani hür mümin yetiştirmek için irşad görevi üstlenmişlerdir. İrşad olan özgür olur da. Çünkü Allah’a abd olmak ancak insanı iç ve dış sahte mabutların esaretinden kurtarabiliyor. Anlaşılan o ki, gerçek manada hür olmak insana hayatın her alanında cesaret ve güven veren bir meşaledir. Yeter ki, insan ruhundaki özgürlük meşalesini ateşlemesini bilsin, bak o zaman gerçek özgürlük neymiş tüm vücut azalarında tatmış olacaktır. Sanmayın ki bu tad insanın kendi egosunu tatmin etmeye yönelik bir haz, tam aksine Allah’a kul olmanın beraberinde getirdiği özgürlük tutkusu bir hazdır. Bu hazzı tadan toplum içinde ‘Halka hizmet Hakka hizmettir’ bilinciyle hareket eder de. Nasıl öyle hareket etmesin ki, bir başarı kendi kişisel egosunu tatmin için değil, toplumla paylaşılırsa bir anlam ifade edecektir. Bunun dışında kendim çaldım kendim oynadım havasından başka bir adım öteye geçemeyecektir. Madem öyle, şimdi kendi kendimize geçmişimizin muhasebesini bir yapalım: acaba bize ne oldu ki, iyi günde kötü günde, hemen her gün kapımızı çalıp acımızı ve sevincimizi paylaşacak komşuları artık göremez olduk. Göremeyiz elbet, beşeri münasebetlerde bireysel takılıp nefsin hevesine kapılmış özgürlükten dem vurulursa olacağı buydu. Başımızda leş kargaları dolandıkça bu hasret, bu özlem, burada bitmeyecek gibi. Etrafımıza baksanıza hava atan atana. Hem bu nasıl hava atmaksa, maalesef maskaralık bireysel özgürlük olarak addediliyor. Onlar maskaralıklarına devam ede dursun, biz en iyisi mi asıl özgürlük neymiş birde Nesefi el- Farisi’nin dilinden dinleyelim: “Hür insan yedi şeyi bir arada bulundurduğunda asıl o zaman hürriyete kavuşur. Bunlar sözlerinde hür, bilgilerinde hür, ahlakında hür, iyiliğin ve hoşluğunda hür, münzevi hayatında hür, kanat ve huzurunda hür…”
İşte görüyorsunuz El Farisi’nin dilinden de anlaşılacağı üzere gerçek özgürlük meşalesi insan ruhunda kodlu. Ve bu kodlar bir tohum misali açıldığında seher vaktinde bahar muştusu yedi veren gülfidan olurda. Şayet bir insan bu yedi hasleti huy edinirse Yunus’un “Çiçek eydür ey derviş. Gül Muhammed teridir” sözü Peygamber kokusu özgürlük olacaktır. Kaldı ki bir insan hürse ancak o zaman dini sorumluluk üstlenebiliyor. Yok, eğer hür değilse hür insan kadar sorumluluk üstlenmeyebiliyor. Zira İslam’da küfür köleliğin varlık sebebi olarak addetmekte. Hele bir insan köle olmaya görsün ne efendisine, ne de bir başka güce karşı her hangi bir hak talebinde bulunamayacağı gibi mülk edinme hakkı da olmayacaktır. Bu durumda bir köle ister istemez büyük bir acziyet içerisine düşecektir. Keza buna bağımsızlığını yitirmiş köle devletlerde dâhildir. Nasıl ki bir köle efendinin gözlerinin içine bakaraktan merhamet dilemesini arzular ya, aynen köle devletlerde göbekten bağlı olduğu sömürge devletlerden merhamet dilemesini arzuluyacaktır. Ki bu iki örnekte acziyetin ve hür olamamanın bir ifadesidir. Köleler de zaten küfürden kaynaklanan bir acz içerisinde oldukları içindir ne mülk hakkı, ne yönetici olma hakkı, ne de şahitlik hakkı verilir. Öyle ya, söz konusu devletse ilk önce küfrün hegemonyasından azad olması gerekir ki hür ve bağımsız olabile. Söz konusu fertse acziyetin yerini hür irade ve kudret almalı ki hukuki hüviyet elde edilebile. Madem öyle, özgürlükten gaye acziyetin ifadesi nefsin heva ve hevesi niteliğinde bir özgürlük değil, tüm sahte mabutlara karşı hür ve bağımsızlığın ifadesi ruhun sonsuzluk tutkusu niteliğindeki özgürlük temel gaye olmalıdır.
Evet, nefsin özgürlüğünde zillet var, ruhun özgürlüğünde ise rahmet vardır. İşte bu nedenle, sonsuzluğa vurgun ruhumuzu şeytana, nefse ve şer odaklara karışı galip kılmalı ki, özgürlük meşalemiz ebediyete kanatlanabilsin. Allah korusun, şayet nefsin elinde zebun, şeytanın elinde oyuncak, şer odaklarının elinde piyon olursak ebediyete kanatlanmakta ne söz, tıpkı cahiliye döneminde olduğu gibi insan eliyle yontulan totem sembolleri ve putları ilah edinip yerlerde sürünecektik. Örnek mi? İşte Amr b. Hişam bunun tipik misali zaten. Malum o, atalarının dini üzere hareket etmekle kalmayıp tümden gelimci ve zalimane metotlarla insanları putlara tapmaya zorlamıştır. Yetmedi Allah Resulü Kâbe’de namaz kılarken; burada namaz kılamazsın diye tehdidinde bulunmuş. Bulundu da ne oldu hakkında vahiy nazil olup: “Allah’a ve Resulüne eziyet vermeye çıkanları Allah dünyada da ahirette de lanetlemiştir” ( Ahzab–27) ayetiyle Amr b. Hişam ismi ebedül ebed artık Ebu Cehil lakabıyla lanetlenecektir. Yani yerlerde sürünmekten beter bir halde bu dünyadan göçüp gidecektir. Zulüm asla payidar olmaz, payidar olan özgürlük tutkusudur. Nitekim Bilal-i Habeşi Ümeyye b. Halef’in kölesiydi, ama diğer kölelerden farklı bir köle, yani Allah’a köle bir Müslüman’dı o. Öyle ki Ümeyye Müslüman olduğunu işittiğinde renkten renge girip küplere biner de. İlk iş Bilal-i Habeşi (r.a)’ı kırbaçlatmak olur. Ama ne fayda, çünkü Bilal-i Habeşi her kırbaç darbesinde:
-Ahad! Ahad! Ahad… Yani Allah bir, diyecektir.
Baktılar bu özgürlük savaşçısı Bilal-i Habeşi iflah olmayacak, bu kez çocuklara para karşılığında taşlattırırlar. O yine her ne pahasına olursa olsun Tevhid meşalesini dilinden düşürmeyecektir. Sen misin dilinden düşürmeyen bu kez kızgın kumlara yatırılır. Ve birde göğsüne büyükçe kaya parçası koyarlar ama nafile. Yine o:
- Ahad! Ahad! Ahad! Diye haykıracaktır.
İşte o haykırıştır ki, Hz. Ebu Bekir’i harekete geçirecektir. Elbette ki Sıddık-ı Ekber gibi bir iman abidesinin bu duruma kayıtsız kalması düşünülemezdi. Hemen yerinde müdahalede bulunup:
- Ey Ümeyye! Allah'tan kork. Şimdi iyi dinle beni. Sana bir teklifle geldim; arzu edersen Kıstas adlı kölemle Bilal-i takas edebiliriz.
Ümeyye şeyle der:
- Bir şartla. Kıstas’ın kızı ve karısı, ayrıca üstüne 200 dirhem verirsen ancak kabul ederim.
Bunun üzerine Ebubekir (r.anh) cevaben:
- Peki, bende kabul ettim dedikten sonra bu kez Bilal’e dönüp:
-Haydi! Kalk, artık sen köle Bilal değil, özgür Bilal-i Habeşsin deyip azad edecektir.
Her baskının ardından pembe şafaklar doğar ya, aynen öyle de Tevhid ve özgürlük meşalemiz Ezan-ı Muhammed’in ilk gür seda sesi şerefine Bilal-i Habeşi nail olacaktır. Keza Milli kurtuluş destanımızın meşalesi İstiklal marşımızı yazma şerefine de şu mısralarla Mehmet Akif nail olacaktır:
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım,
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim: bendimi çiğner aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.”
Evet, dert dava özgürlükse işte özgürlük İslam’ın tevhid meşalesi ve Mehmet Akif’in bağımsızlık haykırışıdır. Ancak şu da var ki onca yaşanmışlara rağmen özgürlük karşıtı zihniyetler hala baskılarına son vermiş değiller, dünde öyleydiler, maalesef bugünde öyleler. Sadece metotlar değişmiş gözüküyor, dün toprağa bağlı olan kölelik, geldiğimiz noktada hem maden hem ruhen sömürü tezgâhının kurulduğu bir tür modern kölelik düzeniyle insanlık kıskaç altına alınmıştır. Öyle ya dün cahiliye döneminde ataların totem ve sembolleri diye yutturularak sömürülen insanlar, bugünde pozitif bilim veya seküler ideolojik maskeler altında insanlık sömürülmektedir.. Üstelik sömürülürken de ya bireylerin özgür iradesine ipotek koyaraktan ya da devletleri peyk hale getirilerekten istiklallerine son verilmekte. Nasıl çağdaşlık, nasıl modernleşmek, nasıl küreselleşmekse işte görüyorsunuz her şey gayet net açık ortada, hiç gizli saklı kalan bir şey kalmadı artık. Meğer çağdaşlık, özgürlük gibi kavramlar bir kılıfmış, yani gerçek yüzlerini gizlemek için maske edinmişler. Atalarımız ne de güzel söylemiş “ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” diye, aynen öyle de çağdaşlıktan dem vuran sözde aydınların durumu da bu zaten. Oysa asıl aydınlanmaya kendileri muhtaç. İster adının önüne entelektüelliği çağrıştıracak etiket ilave etsinler, ister bilmem kaç dil bilsinler, ister birkaç fakülte bitirsinler hiç fark etmez kendi nefislerine söz geçirmeye güç yetiremedikten sonra tüm bu etiketleri kullansan ne kullanmasan ne, bunların hiçbir kıymeti harbiyesi olmayacaktır. Nefsine söz geçiremeyen asla özgür değildir. Tasavvufta özgür olmanın ön şartı nefsin boyunduruğundan, yani heva ve hevesin esaretinden kendini kurtarmak esastır. Çünkü nefsi ile baş edemeyen ne şeytanla baş edebilir ne de iç ve dış sahte mabutlarla baş edebilir. Dolayısıyla sağda solda aydınım diye geçinen bir insan ruhen özgür değilse hiç kusura bakmasın o aydınlık taslayanlar kitap yüklü merkep olmaktan öteye bir makam atlayamazlar. Sürüsüne bereket öyle etrafımızı kelli felli adamlar sarmış ki, bir bakıyorsun yakalarındaki rozet cüsselerinden daha büyük gözüküyor, oysa iç dünyaları bom boş, bir üfürsen bom boş balon oldukları ortaya çıkacaktır. Bakmayın siz öyle onların ekran ekran dolaşıp boy göstermelerine, aslında onlar vitrinde süs malzemesi olsun diye çıkarıyorlar. Dahası zinde güçlere diye borazanlık yapsınlar diye çıkarılıyorlar. Oysa biz biliyoruz ki gerçek aydın mum gibi aydınlatıp mum gibi erimeyendir. Maalesef vitrin malzemesi olan sözde aydınlar mum gibi etrafını aydınlatamadıkları gibi her geçen gün mum gibi eriyip tükenmekteler de. Madem öyle, bizim yapmamız gereken ekranlarda vitrinlik malzeme olarak boy gösterenlerin yanında yer almak değil, aklı hür vicdani hür gerçek irşad edicilerin (aydınlatıcıların) yanında yer almak olmalıdır. Aksi takdirde tabiat boşluk kabul etmeyeceğinden etrafımızı şovmenler ve şarlatanlar istila edecektir. Zaten Müberra Dinimiz mümin insana ‘Bana dokunmayan bin yıl yaşasın’ deme lüksü tanımaz. Farkımızı suya sabuna dokunmamakta değil, hak ve hakikatin yanında duruş sergileyerek farkımızı fark ettirmek şeklinde olmalıdır. Şayet farkımızı fark ettiremezsek asıl o zaman tehlikenin eşiğine gelmişiz demektir. Çünkü artık bizi kendi fıtramızda kodlu olan özgür irademiz yönlendirmeyip, bizi suni semboller, suni simgeler ve suni algılar yönlendirecektir. Nitekim Cemil Meriç bu gerçeği “ideolojiler idrakimize giydirilen deli gömlekler” diye ifade etmiş de. Allah korusun bu gömleğe tav olduğumuzda biliniz ki ruhi özgürlüğümüzü yitirmişiz demektir. Dedik ya, bakmayın siz öyle onların özgürlük havarisi kesilmelerine, iş ciddiyete dönüştüğünde, mesela başörtüsü özgürlük konusu olduğunda bir bakmışsın ortadan toz olmuşlar. Hatta sadece toz olsalar gam yemeyiz, yangına körükle gidip şeytanın ocağına odun atmaktan geri durmazlar da. Ne diyelim, işte bu cenahın özgürlük anlayışı bu, isteseler de iç dünyalarında gerçek özgürlük meşalesini alevlendiremezler. Mutlaka Tevhid inancına sahibi olmak gerekir ki özgürlük meşalesi insan ruhundan alevlenebilsin.
Evet, bir kez daha haykırmakta fayda var, asıl özgürlük meşalesi insan ruhunda var olan özgürlüktür. Varlığı ruhun özgürlüğü demektir. İyi ki de bu özgürlük tutkusu ruhumuzda var, bu sayede Filistin direnişi, 15 Temmuz direnişi gibi daha nice direnişlerimiz ruhun dirilişi olarak mana kazanırda. Öyle inanıyoruz ki ruhun dirilişi dünden bugüne, bugünden yarına devam ettiği sürece zalimlerin tüm planları bozulup hevesleri kursaklarında kalacaktır. Kaldı ki bu hususta Yüce Allah’ın “Nurumu tamamlayacağım’ diye vaadi var. Buna şeksiz şüphesiz inancımız tam olup er geç insanlık özgürlük meşalemiz ‘Kelime-i tevhid’ gerçeği ile yüzleşecektir elbet. Kelime-i Tevhid bir anlamda özgürlüğe davet demektir. Kim davete icabet ederse özgürlüğüne kavuşma icabetidir bu. Malumunuz Peygamberimiz (s.a.v) emri yüklendiğinde insanlığa ilk duyurusu tevhid meşalesi olmuştur, yani Allah’tan başka ilah olmadığının çağrısını yapmıştır tüm âlemlere. Ve bu çağrıda kendi konumunu belirlemek ve amentünün tam olması içinde Tevhit meşalesine sadece Allah’ın kulu ve elçisiyim ibaresini ilave etmiştir. Derken bu sayede Allah’tan başka tüm mabutlara boyun eğmemenin adını özgürlük olarak tarif ederiz de. Gerçekten de bir insan Tevhid inancına iman ettiğinde köle ile efendi hukuk önünde eşit olurda. Nasıl eşit olmasın ki, gerçek hürriyet Allah’a abd olmaktır zaten. Allah’a ‘abd’ olmayıp da maddenin ve eşyanın kölesi olanların vay haline. Düşünsenize bir insan eşyaya ne kadar tamah ediyorsa o oranda da eşyanın esiri olabiliyor, bunun tam tersi ne kadar az tamah ediyorsa o oranda da hafifleyip kendini özgür hissedecektir. Özgür insan nasıl kuş tüyü hafiliğinden kendini hafif hissetmesin ki, bikere mülkün yegâne tek sahibi Allah’tır, o halde onca mala mülke tamah edipte yük edinmeye ne gerek var ki. En iyisi mi biz Yunus’un; “Mal da yalan mülk de yalan, var birazda sen oyalan” diye dillendirdiği veciz sözlerden hareketle ruhi özgürlüğümüzü mala mülke kaptıracağımıza Allah’a kul olup manevi mülk edinmeye kendimizi adasak fenamı olur? Zira dünya malı dünyada kalırken, manevi mülk öyle değil, beraberinde ahirete götürülebiliyor.
Şu da var ki insan ruhu her ne kadar özgürlüğe tutkun olsa da bunu bir şekilde dışa yansıtması da icab eder. Ama nasıl? İşte vücudumuzdaki otonom sinir sistem ağı tamda bunun için biçilmiş kaftan diyebiliriz. Çünkü bu sistem ruhun dış dünyaya açılan iletişim hattıdır. Hakeza beyinde bu hattın santralı merkezi hükmünde ruhun dış dünyaya açılan penceresidir. Santral ya da hat hiç fark etmez, sonuçta bu tip kanallar amaç değil araçtırlar. Araçların ruhun amacına hizmet ettikleri şundan belli ki şöyle dünyadaki tüm topluluklara baktığımızda her bir topluluğun kendini ifade edecek bir dili, bir alfabesi ve bir yazı stiline sahip olduklarını müşahede edebiliyoruz. Nitekim Yüce Allah bu hususta “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için ibretler vardır” (Bkz: Rûm 20/22) diye beyan buyurması bu gerçeği teyid ediyor. Hatta Yüce Allah (c.c) Kuran-ı Kerimde net ve açık bir şekilde eşyanın tabiatına nasıl vakıf olduğumuzu kullarına şöyle bildirir de: “Ve Âdem’e her şeyin ismini öğretti, sonra onları meleklere gösterdi, ‘Eğer sözünüzde samimi iseniz bunların isimlerini Bana söyleyin’ dedi. Cevap verdiler: Sen münezzehsin, öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen hem bilensin, hem Hâkim’sin” (Bakara suresi, ayet 31–32).
İşte yukarıda zikredilen ayetlerden de anlaşılan o ki, bilim, teknoloji vs. her ne maddi inkişaf varsa bunların hepsi Allah’ın ‘Sâni’ sıfatının tezahürü neticesinde edindiğimiz nimetlerdir. Ancak nimet olması insanın ruhi susuzluğunu gidereceği anlamına gelmez. Her ne kadar insan teknolojiyi keşfetmiş olsa da kendi vücud tekniklerini ve ruhunu keşfedememiştir. Zaten keşfettiği anda maddeye bağımlı olmaktan kurtulmanın yollarını arayacaktır. Böylece ruhen özgür olmak için koşturacaktır. Dedik ya özgürlük meşalesi sadece insan ruhunda gizli. Şayet insan özünde var olan ruhun peşinden koşmak yerine eşyanın peşinden koşuyorsa, biliniz ki o insan eşyanın kölesi mahlûktur. Neyse ki insanlık geçte olsa eşyanın dilini çözer hale gelmiş gözüküyor. Çözdükçe de birtakım kabiliyet ve yeteneklerinin aslında kendi iç sübjektifliğinin dışa yansımasından başka bir şey olmadığının farkına varacaktır. Yeter ki insan kendi iç dünyasını yeşertmeye yönelik hamlelerde bulunsun gerçek özgürlüğün tadını ruh dünyasında bulacaktır. Madem öyle, siz siz olun özgürlüğü boşu boşuna dış dünyanızda aramayın, zaten aradığınız özgürlük meşalesi iç âlemimizde ziyadesiyle mevcut. Baksanıza çoğu âlim insanın iç dünyası için büyük âlem demekten kendini alamamış bile. Kula yaraşanda iç âleminin özgürlük meşalesini dışa yansıtmasıdır. Yansıtmalı ki beş duyumuz düşünceyi harekete geçirirken, ruhumuzda idrak şuurumuzu harekete geçirebilsin. Yani, bu noktada beş duyu organımız akıl melekesine aracı olurken, idrak şuurumuzda ruha aracılık yapmaktadır. Malum, beden maddi varlığımızın dış gözü, ruhta manevi varlığımızın iç gözüdür. Derken iç ve dış gözlerimiz hem madden, hem de ruhen özgür olmayı arzular. Bu arada zamanın takvim yaprakları bu arzu ve istekler doğrultusunda çevrildikçe bir bakmışsın elinde kalan son yaprakta ruhun ten kafesimizden bir kuş misali özgürce uçup gittiğini görürsün. Hani kendi bellek zaman algımızla kimi zaman dünümüz, kimi zaman bugünümüz, kimi zaman da yarınımız deyip anlam katarız ya, gerçektende hayat takviminde dün dünde, bugün bugünde, yarın yarında yaşanmış şekilde elimizde sadece izafi hatırası kalır. Oysa gerçek zaman olgusu izafi değildir, yani insanın idrakinin fevkinde Yüce Allah’ın ‘ol’ emriyle sonsuzluğa akıp giden zaman gerçek zamandır. Ama şu da var ki, Allah’ın bizden muradı zamanın mana ve ruhuna vakıf olmak değil, bilakis ezelde bize biçilen hayat müddetimiz içerisinde ‘vukuf-i zaman’ bilinciyle hareket etmemizdir. Tasavvufta ‘vukuf-i zaman’ yaşanan her anın farkında olmak demektir. O halde, nefesimizi bir saniye olsun boşa tüketmemek gerekir. Zira “O’ndan geldik, yine dönüş O’nadır’ ilahi hükmün gereği buna mecburuz da. O halde daha ne duruyoruz, vakit tüm iç ve dış sahte mabutlara meydan okuyup ruhen özgür olma vaktidir.
Peki ya irademiz? Elbette ki irademiz de ‘ol’ emri doğrultusunda bilinçaltı şuur faaliyeti bir melek-i keyfiyettir. Fakat bu keyfiyet külli irade gibi değil, bilakis külli iradenin belirlediği iyi-kötü, güzel-çirkin, sevap-günah vs. ikilemlerinden birini tercih edecek istidatta yaratılmış bir iradedir. Bu nedenle adından cüz-i irade olarak söz ettirir. Nasıl söz ettirmesin ki, baksanıza etrafta olan biten tüm vakıaları kritik edebilme, kendini bilme, gerektiğinde pozisyon belirleme, sorumluluk üstlenmek gibi tüm iradi hasletler sadece insanda var, diğer yaratıklara baktığımızda böyle bir bilinçaltı şuur ve tercihte bulunma iradesi göremezsiniz. Dolayısıyla irade deyip geçmeyelim, hatta insanın zaman zaman nefis muhasebesi yapmasını kimi âlimlerimiz iradenin davası olarak görürde. Madem öyle, külli iradeden ilham alan iradenin davasına sahip çıkmak düşer bize. Hem nasıl sahip çıkmayalım ki, şu âlemde cüz-i irade çerçevesinde kendini özgürce sorgulayan tek varlık biziz. Bir an nefsimizi muhasebe edecek bilinçten yoksun olduğumuzu düşünün, hiç kuşku yoktur ki hayvan ve bitkilerden hiçbir farkımız kalmayacaktır. Bu yüzden farkımızı fark ettiren Yüce Allah'a ne kadar şükretsek azdır. Tabii burada dikkat etmemiz gereken bir husus daha var ki, Yüce Allah’ı ne somut verilerle, ne de soyut verilerle idrak edebiliriz. Zira Yüce Allah zamandan ve mekândan münezzehtir, bu nedenle O’na hiçbir şey asla denk gelemez. Söz konusu veriler yukarıda da belirttiğimiz gibi Yüce Allah’ı hatırlatan tecelli daireleridir. Dolayısıyla gerek dünyada gördüklerimiz, gerek rüya âleminde gördüklerimiz tüm veriler aslında zihnimize kodlanmış görüntülerden başkası değildir. Nitekim gerçek hayatta bir fiziki darbeden ötürü çektiğimiz sızıyla rüya âleminde çektiğimiz darbe sızısı arasında hiçbir fark yoktur. Her ne kadar görünen köy kılavuz istemez dense de gerçek şu ki; dünyada her ne varsa ister rüyada görülsün, isterse gerçek hayatta görülsün, hiç fark etmez sonuçta her biri zihnimizde kodlanan algı yansımaları nesneleridir. Mümkün olsa da birçok kişiye tıpkı elektrik hatlarında olduğu gibi paralel bağlansak da ne demek istediğimiz tam anlaşılabilsin. Nasıl ki birbirine eşit şartlarda bağlı paralel elektrik hatlarında aynı direnç, aynı volt, aynı amper söz konusuysa varsayalım ki birbirine eşit şartlarda bağlanmış insanlarda da aynı elem, aynı his, aynı mutluluk gibi bir dizi sevinç ve hüzünleri bir arada zahir olması söz konusu olacaktır. Değim yerindeyse birinin ayağına diken batsa diğerlerinin sinir uçları da aynı anda tepki verecektir. Hani bugünlerde yapay zekâdan bahsediyorlar ya, şimdi bizde varsayım olarak verdiğimiz bu örnekten hareketle birbirine paralel bağlanmış yapay zekâlara bu tepki neyin nesidir sorduğumuzda hepsi koro halinde “Eh, işte ayağımıza diken battı da böyle oldu” şeklinde aynı cevabı vereceklerdir. Oysa ortada diken filan yok, gerçekte idrak algılaması vardır. Yani sanki ortada böylesi bir olay veya görüntü varmış gibi algılarız. Aslında beynimizde her algılanan şeyin bir nesnel karşılığı yok, sadece idrak algılaması vardır. Zaten değil midir ki “Her şey O’ndan geldi yine dönüş O’nadır”, elbette ki bir gün ruh penceremiz açıldığında anlaşılacaktır ki yok olmaya mahkûm olmayan mutlak varlığın sadece Allah olduğu idrak edilecektir. Hani ikide bir ‘yalan dünya’ deyip dururuz ya, aynen öyle de dünyanın gelip geçici boş bir balon olduğunu, dahası Yunus’un “Malda yalan, mülkte yalan, var biraz da sen oyalan” demekle neyi kast etmiş olduğunu idrak etmiş olacağız. Besbelli ki boş olan beş duyunun algıladığı maddi dünyadır, dolu olan ise âlimlerin büyük âlem diye tanımladığı ruh dünyasıdır.
Pozitivist akımı rehber alanlar maddeyi elle tutulan, gözle görülen varlık olarak tarif etseler de kazın ayağı hiçte öyle değil, bilimsel çalışmaların ortaya koydukları veriler bize şunu gösteriyor ki, meğer madde durağan değilmiş. Her ne kadar maddenin hareketliliği somut olarak görülmese de maddenin temeli olan atom çekirdeğinin etrafında elektronların pür dikkat deveran oldukları artık bir sır değil. Pek çok elle tuttuğumuzu ve dokunduğumuzu sandığımız şey ise aslında nesneye ait yansıyan ışınların sırasıyla önce gözün saydam tabakasına aks etmesi, akabinde göz bebeği ve onun arkasında yer alan ince kenarlı mercekten kırılarak geçmesi, keza ışınların gözü dolduran sıvı içerisinde yoluna devam edip gözün arka kısmında sarı benek hücrelerince önce kimyasal sonra elektrik akımına çevrilmesiyle birlikte ters görüntü halde beyne ulaşması ve en nihayetinde beyne ulaşanların sinir hücreleri tarafından düzeltilmiş algı görüntüsünden başkası değildir. Var olan tek bir hakikat varsa, o da İmam-ı Rabbânî (k.s)’in “Gerçek manada dış dünyada Allah'tan başka yoktur” ifadesinde yerini bulan sadece ruhumuzun sezebileceği Mutlak varlıktır. Kelimenin tam anlamıyla her şey fani, sadece baki olan Allah’tır.
Ehlisünnet âlimlerimiz varlığı; Âlem-i Halk, Âlem-i Emr ve Âlem-i Zat (Hak) diye tanımlar. Bu tasniften de anlaşıldığı üzere görünen âlem üç boyutun sınırları çerçevesinde görebildiğimiz bir âlemdir. Âlem-i Emir ise üç boyutun ötesinde nurani âlem demektir. Keza Âlemi Hak da bütün bunların ötesinde aklın kavramaktan aciz kaldığı zamandan ve mekândan münezzeh Mutlak Varlık Yüce Mevla’mıza has bir sıfattır.
Yokluk konusuna gelince, bizim maddi boyutta düşündüğümüz şekliyle varlığın zıddı manasına bir yokluk değil elbet. Hakikatte yokluğu aklın idrak etmesi mümkün olmadığına göre yokluk hakkında illada bir şeyler demek gerekiyorsa ancak vardan var olmak diyebiliriz. Bakın, Hz. Mevlana; “Hayvan hayvanlığı, insan insanlığıyla, melekse melekliği ile kurtuldu” derken her bir varlığın yoktan var olduğuna işaret etmiştir. Her neyse sonuçta gördüğümüz ve göremediğimiz her şey Mutlak varlığın bize yansıyan tecelli daire halkalarıdır. Bu tecelli halkaların görünen kısmı insana beş duyu organımız vasıtasıyla yansırken, görünmeyen kısım ise ruhumuzun penceresi vasıtasıyla yansıyıp sezilebiliyor. Nasıl mı? Mesela;
-Duyularımız aklımıza maddeyi aşılarken, ruhu melekemizde idrak şuurumuza manayı aşılar,
-Duyularımız akla sınırlı olmayı öngörürken, ruhumuzda idrak şuurumuza sonsuzluğu telkin eder,
-Duyularımız akla acziyeti, esareti ve köleliği aşılarken, ruhumuzda idrak şuurumuza tüm sahte mabutlardan sıyrılıp özgür olmayı aşılar.
-Duyularımız aklı sebeplerle oyalanmasını öngörürken, ruhumuz ise idrak şuurumuza yaratılış gayesine yönelik Allah’a ‘abd’ olmayı ön görür.
Evet, bu ve buna benzer daha pek çok örnekler sıralayabiliriz.
En son özetle şunu diyebiliriz ki beş duyumuz aklımıza fani olanı telkin etmekte, ruhumuz ise Yüce Allah’a kul olmakla idrak şuurumuza sonsuzluğa vurgun olmamızı telkin ediyor.
Şu da bir gerçek, Kur’an’da insana ruh hakkında çok az malumat verildiği zikredilir. Dolayısıyla ruh hakkında iç aydınlık kandilimiz demek kâfidir. Allah Teâlâ “Ve sana ruhtan sorarlar, onlara deki Rabbinin emrindedir”(İsra–85) buyuruyor çünkü.
Öyle anlaşılıyor ki, insan ruhu ne maddedeki mekanizme, ne bitkideki tropizme, ne de hayvandaki içgüdüye benzer, tüm bunları da içine alan deryai umman bir âlemdir. Nitekim Muhyiddin Arabî Hz.leri ‘İnsan çamurdan yaratılan dünyanın cilası olmuştur’ derken bu noktaya işaret etmiştir.
Velhasıl; İnsan maddeyi işleyerek manaya yol alır. Mana kazandıkça da fıtri özgürlüğünü ilan etmiş olur. Çünkü özgürlük meşalesi insan ruhunda gizli.
Vesselam.

http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3350/ozgurluk-mesalesi-insan-ruhunda-gizli.html