İMAN HEM NUR, HEM DE KUVVET

İMAN HEM NUR, HEM DE KUVVET
ALPEREN GÜRBÜZER

Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri; ''İman hem nur, hem de bir kuvvettir. İman insanı insan eder. İmanın dairesi Kudsiyye'sine giren cihana bile meydan okur'' der. Bu ifadelerden etkilenmemek mümkün mü? Demek ki; iman hem kuvvet kaynağı hem de nur kaynağı. O kaynakla beslenen gönüller, gerektiğinde cihana bile meydan okur. İnanan insanın bu dünyada fazla kaybedeceği bir şey olmadığı gibi çile onun için mutluluktur zaten. Dolayısıyla imanla beslenen gönül insanları Allah'a giden yolda gül'ün yanında dikenin bile büyük bir kıymet ifade ettiğinin şuuruyla hareket ederler. Elbette ki ''Çilesiz ebedi saadet'' beklemek hayalden öte bir anlam ifade etmez. İmanını haramilere karşı siper edenlerin, mutluluğa kavuştukları tek mekân öteki âlemdir. Ondan gayrisi yalandır. Madem bu dünya imtihan için hazırlanmış, o halde alnımızın hakkıyla iman biletimizi alalım ki ruz-ı mahşerde ''vuslat'' nasip olsun.
İmanın hakikatinde fark yoktur. Sadece evsafında vardır. Lâkin zenginin evinde un çuval dolusu, fakirin kiloyladır. Sonuçta bir çuval unla, 1 kg. un ham madde bakımdan aynıdır. Bu yüzden iman parçalanamaz bütünlük teşkil eder. Sadece iman için kalite farkından bahsedilebilir. İman aynı zamanda bir güçtür. Kelimenin tam anlamıyla dünyanın en gelişmiş silahlarına karşı kükremiş aslan misali coşan Şairin; “Enginlere sığmam taşarım” dediği ruhun adıdır iman.
Şurası muhakkak; imanın evsafını artırmak için, kulluk yapmak gerekir. Helal ve haramı bilip, ona göre davranmak başlıca görev olmalıdır. Bakın bir adam Hz. Ebubekir (r.anh.)'a:
''- Ya Ebubekir, kendime kabir yaptıracağım, ne dersiniz?'' diye sorduğunda,
Sıddık-ı Ekber:
''- Sen kendine kabir hazırlayacağına, kendini kabre hazırla'' cevabını vermiş.
Hz. Ebubekir’in söylediği gibi, gerçek hazırlık Allah'a ''abd'' olmaktan geçer. İnsan bu dünyada ne kadar mal, mülk, şan ve şeref sahibi olursa olsun, iman bileti yoksa bunların hiçbir anlamı yok, üstelik imandan yoksunluk kabir hayatıyla başlayan bir azabı da beraberinde getirir. Zira dünyada iken her edinilen nakdi ya da ayni malın mesuliyeti var. Bundan öte edinilen mülkün bir kul hakkı ve birde kıyamet boyutu söz konusu. Malum; azab kabirle bitmiyor, yani mizan terazisinin kurulduğu ruz-ı mahşerde hesap vermekte var. Ahirete giden yolculukta mutlaka iman bileti almamız şart. Çünkü İman insanı, hem bu dünyada hem de öte dünyada ''Sultan'' eden bir cevher. Ne mutlu böyle insanlara ki, imanlarından taviz vermeksizin veya dünyanın aldatıcı cazibesine kapılmaksızın vuslata ermişler. Onlar ki; kınayanın kınamasına aldırış etmeden imanlarında karar kılıp Şeb-i Arus'a koştular.
Hemen herkes lafa geldiğinde mangalda kül bırakmayıp dava, dava diyerekten adeta yer gök inletirler hep, ama hangi dava? Tabi ulvi davalar olduğu gibi süfli davalarda söz konusu. Şayet dava nefse çeki düzen vermekse o dava yücedir, yok eğer nefse kölelikse o süfliliktir. Esas olan savunulan davanın özünde iman hassasiyetinin var olmasıdır. Biliniz ki hangi hal üzere yaşıyorsak, o hal üzere öleceğimiz muhakkak. Yani ne ekiyorsak, onu biçeceğiz. Gavs-ı Bilvanisi’nin (k.s) dediği gibi öyle ulvi dava sahibi insanlarla oturup kalkmalı ki; sözü dimağımızı, özü kalbimizi, hali de bizi Allah'a kavuşturur olsun. Kendi kendimize ‘Hani nerede öyle insanlar’ demeyelim. Elbet bu dünyada kötüler varsa iyiler de var. Yeter ki; arayıp bulmaya çalışalım. Salih insanlar var olduğu müddetçe kıyamet kopmayacaktır. Madem Allah'ın hazinesi sonsuz, o halde ulvi dava sahipleri kıyamete kadar eksik kalmayacak demektir.
Son Peygamber'in gelişiyle Peygamberlik yolu kapanmıştır. Ama evliya yolu kapanmamıştır ve devam edecekte. Gerçek manada Evliyaûllah, Peygamber’in (s.a.v.) varisidirler. Onlar irşatlarıyla insanlığa nefes aldırıp gerçek imanın lezzetini tattırmaktalar. Mürşidi Kâmiller her daim insanlığa; sevgi, merhamet ve sünneti seniyye ölçüsünü aşılamışlardır. Onlar kin, nefret ve fenalıktan ayrı bir yol takip etmişlerdir. Hâce Ali Ramitani (k.s.); ''Her geceyi kadir bil, her kulu Hızır bil'' beyan buyurup gönüllere su serpmiştir. Her insana Hızır gözüyle bakmakta fayda var, her insan Hızır çıkmasa da o gözle baksak ne zarar olabilir ki? Bilakis içlerinden biri Hızır çıkarsa fayda var. Kaldı ki hüsnü zan içinde bulunmak, toplumda yumuşamayı sağlar. Bu yüzden Hasan-ı Basri (r.anh.); ''Benim zannımı Dicle kenarında bir anayla bir oğul düzeltti'' der.
Bakın Hasan-ı Basri (r.a.) ilk etapta ırmak kenarında güle oynayan ana oğlu gayrı-meşru davranışlarda bulunduğunu sanmış. Oysa tam o sırada geçen bir sandalın devrilmesiyle güle oynamayı bırakan o genç çocuk, su yüzünde yürüyerek yardıma koşar ve onları kurtarır. O arada Hasan-ı Basri ile göz göze geldiğinde der ki:
''- Ya Hasan-ı Basri! Raks yaptığım sandığın kadın (Elini omuzuna koyup) merhametine sığındığım annemdi, şarap içtiğimi sandığın şey ise bade idi...'' Tabii bu sözler tabiin ulularından Hasan-ı Basri'yi heyecanlandırıp ön yargısını ''Hüsn-ü zana'' çevirmesine yetmişti.
Hz. Ömer (r.a.); ''Bir insan başka insanın ayıbını görür veya ayıbını araştırırsa kendi ayıbını ortaya koyar'' buyurur. Onun için etrafımızda olup bitene önyargılı bakmaksızın hüsn-ü zannımızı seferber etmek en doğrusu.
Kur'an Muciz'ül Beyan'da, çoğu kez müminler ''Ey iman edenler...'' hitabıyla uyarılır. Nitekim Yüce Allah’ın (c.c.) kullarına yönelik; ''Ey iman edenler! Allah'tan korkun, sadıklarla beraber olun'' (Tevbe 9/19) çağrısında olduğu gibi uyarılırız. Fakat çağrı yankı bulursa bir anlam ifade eder. Zira ayeti Celilerle gerçek iman sahiplerinin kalpleri ve bütün azaları yankılanır. Nasıl mı? İşte sahabenin yaşantısı bunun en tipik misali. Öyle ki; Sahabe içerisinde Kur'anın ayetlerini okuyup bayılanlar, ağlayanlar, hatta günlerce ve aylarca kendine gelemeyenler olurmuş. Peki ya bizler? Maalesef günümüz insanı başucunda hali hazırda ayetleri dinlediği halde mümkünü yok kılı bile kıpırdamıyor. Hâşâ ayetlerin etkisi mi ortadan kalktı da böyle oluyor? Elbette ki hayır, Ayet-i Celile'nin nuraniyeti her devirde her zaman vardır, var olacakta. O halde nedir içinde bulunduğumuz durum sorusu sorulduğunda verilecek cevap: Ayetlerin nuraniyeti ortadan kalkmadı, günümüz insanın idrak kapısının kapalı olmasından kaynaklanan bir durum söz konusudur. Demek ki; herkesin Ayet-i Celilelere yakınlığı ve uzaklığı nispetinde ilâhi idrak anlayışı değişiyor. Bütün mesele, özümüzü, sözümüzü ve kalbimizi arındırmak veya arındırmamakta gizli. O halde sen sen ol ilahi idrakinin açılması için gayret etki ahiret sultanı olabilesin. Belli ki bu yüzden Hz. Züleyha; ''Allah'a itaatle köleler sultan olur, Allah'a isyanla sultanlar köle olur'' demiş.
İnsan, itaatkâr kul ise cennetteki makamını seyreyler, isyankâr ise cehennemdeki yerini görür. Bu yüzden Said-i Nursi Hz.leri ''Cennet ihsan-ı ilahiyye, Cehennem adli ilahiyedir'' beyanıyla buraya işaret etmişlerdir. Kul, iman ile öldüyse gök merdivenini görür. Hatta gök merdivenine inen çıkan meleklere vakıf olur. Resulûllah (s.a.v.); “Elbiselerin eskidiği gibi imanda kalbimizde eskir” (Taberani Mucan el- Kabirde rivayet etmiş) buyurmuş. Anlaşılan tevhit anlayışı Allah'a kul olmaya zorluyor. Yani İman, itaati gerektirir. Amel ve ibadetle her gün imanımızı yeniler, yeniden dirilişimiz gerçekleşir. İmanı kuvvetlendirmek iki şekilde olur:
— Tasfiyeyi kal
— Tezkiyeyi nefs.
İmam-ı Gazali bu konuda; ''Herkesin nefis ilmini bilmesi, nefsini tezkiye etmesi farzı ayındır'' beyanıyla kötülükleri tasfiye edip nefsimizi ıslaha teşvik etmektedir. İmanı kuvvetlendirmek için bu iki önemli unsura dikkat etmemiz icap eder. Madem nefsini bilen Rabbini bilir, o halde nefsi terbiye yoluna gitmek en doğrusu.
İslamiyet dairesine girebilmek için iman bileti, sınıf geçmek için de ibadet ve amel ve taatta bulunmak icap eder. Öyle ki; iman, daha ilk baştan cehennemin yedi kapısını kapatacak güç olup, bu gücün dayandığı iki temel unsuru vardır:
— İlmi tevhid,
— Ameli tevhid.
Malum, kalben tasdik ve dille ikrar; ilmi tevhididir. İnsanın teoride pratiğe geçmesi, yani yaşaması; amel-i tevhidi’dir. Amel-i tevhidi gerçekleştirmek ise;
— Güzel itikat,
— Kalbi zikir yapmakla olur:
Görüldüğü üzere iman deyip geçemiyoruz. Uygulamaya koyulması yaşayışa dökülmesi söz konusu. Zaten Şeriatta üç sütun üzerine kurulu olup, bunlar;
— İtikat,
— İbadet,
— Ahlâk ve muamelat’tır.
İşte bu üçlü bir arada insanı ''Sultan'' eder. Hz. Lokman oğlunu evvela iman'a davet etmiş, sonra da ahirete teşvik etmiştir. Demek ki, ilk evvela imandan başlamak, daha sonrasın da imanı kuvvetlendirecek yollara koyulmalı. Bakın Hz. Lokman itikadı meseleleri beyandan sonra ibadet kısmını nasihat etmiş, akabinde insanlardan yüz çevirmemeyi öğütlemiştir.
Allah'a iman etmede akıl bir noktaya kadar yardımcı. Aklında giremeyeceği sahalar var elbet. Zira akıl, beyin cihazının beş duyunun kaybettiği bilgilerle hükme (kanaate) varır. Akıl metafizik âlemi kavrayamaz, onu ancak kalp sezer. Bu yüzden Kur'an doğrudan kalbe hitap eder: ''Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş ve gözlerini perdelemiş ve gözlerine perde indirmiştir ve bunların hakkı azim bir azaptır'' (Bakara Suresi ayet 77).
Kalbe ait en önemli hakikat hiç kuşkusuz önsezidir. Evet, akılla beyinde mevcut bulunan bilgiler yorumlanır. Kalp ise doğrudan bilgi üretir. Ki, buna ''duygu'' da denir. Malum gözyaşı bezinin salgı salması, kalbin önderliğinde gerçekleşir. Keza imanda öyledir, önce kalpte başlar, dille ikrar kalbe ait bir görüntüden ibarettir. Değim yerindeyse kalp öncü liderdir. Diğerleri talidir. Bu yüzden beynin bilgisayar ekranına yazılmamış olanları hissetme gücüne ''önsezi'' veya gönül penceresi denmiştir. Dahası önsezi, beş duyuyu aşan metafizik ötesi bir olgu olup Allah’ın hidayetiyle hayat bulur. Mesela yukarda zikrettiğimiz Bakara suresi 17. ayetini Dr Haluk Nurbaki değerlendirirken önce kalbin sol orikulası (Auriculus) üstünde Lafzai Celâl yazılı olduğuna vurgu yapıp, ardından Allah-ü Tealaya atfen; “Sanat şaheserim olan bu kalbe imza attım. Onu imanla ve sevgiyle doldurmazsanız mühürlerim” diye yorumlamıştır. Anlaşılan bu yorumlar eşliğinde Rabbül Âlemin’in; Yere göğe sığmam Mü’min kulumun kalbine sığarım beyanı daha bir anlam kazanır.
Bu yolun başlangıcı iman, ahırı da iman. Şöyle ki; bütün Peygamberler, imana davet etmiş, kâh inananlar olmuş, kâh inanmayanlar olmuş. Davete icabet edenler kurtulmuş, etmeyenler helak olmuşlar. Hz. Peygamber'in amcası Ebu Leheb, Hz. İbrahim'in babası Azer, Hz. Lut'un karısı ve Hz. Nuh'un oğlu bu davete uymadılar. Anlaşılan yakınlık, akrabalık bir şey ifade etmiyor. Yakınlıktan ve akrabalıktan çok daha kıymetli, paha ile ölçülemeyecek olan iman'dır. Peygamber amcası olmak, babası, oğlu veya karısı olmak güzel olmasına güzel ama davete icabet edilmediyse kurtuluşa vesile olamıyor. Kurtuluş, ancak iman etmekle mümkün. Dolayısıyla Bediüzzaman Said-i Nursi'nin, ''İman kurtarmak zamanıdır'' sözleri, Seyda (k.s)'ın; ''Bu zamanda bir insanda bin insanın gücü olsa kurtulması mümkün değildir. Ancak Sâdâtın himmetiyle... '' ifadeleri iman çerçevesinde değerlendirilir. Resûlüllah (s.a.v.); ''Ahir zamanda iman kor ateş olacak, elde tutması zor olacak'' buyurması hep bu gerçeğe işarettir. Atsan imansız olacaksın, o halde elde tutmaya çalışacaksın! Gavs-ı Bilvanisi (k.s.); ''Biz her geleni tarikata alıyoruz. Aslında alınmaz. Ama zaman o zaman değil. Zaman artık imanı kurtarma zamanı olmuş. Eskiden insanlar bir şeyhe intisap etmek için eşek sırtında, yaya kilometrelerce bin bir çile ve cefadan sonra şeyhe ulaşıp tarikata girmek için yol kat ederlermiş. İş burada bitmiyor, kul borcun var mı, kaza namazın var mı gibi sorularla imtihandan geçtikten sonra kabul edilirmiş. Şimdi biz aynısını yapsak tarikatta kimse kalmaz'' diyerek zamanımıza ışık tutmuştur.
Allah'a iman etme noktasında, her şey O'nu gösteriyor. Said Nursi Hz.leri ''Dünyanın üç türlü yüzü vardır:
— Allahü Azimüşşan'ın esmayı ilahisine bakan yüzü,
— Ahirete bakan yüzü,
— Ehl-i dünyaya bakan yüzü var'' beyanları bunun doğruluyor zaten. Derken bu arada Bediüzzaman dünyanın gerçek ahvalini de ortaya koymuş oluyor. Hatta bu konuda İmam-ı Gazali de ''Huzuru, ilahide dünya bile Cehennem atılır'' diyerek nihai görünüşünü ortaya koymuştur. Ayrıca Bediüzzaman, bizlere şu değerli bilgileri de açıklar:
'' Üç şey Allah'ı gösterir:
— Mevcudat, mahlûkat ve dünya,
— Peygamber,
— Kitab-ı Kerim.
Kaldı ki bunlardan başka bir insanın bedeni bile başlı başına mucize-i rabbaniye. Böyle mükemmel saray için yüz altmış tane Melaike-i Kiram görevlendirilmiş bile. Mesela bunlardan sırf yedi Melaike, insanın gözünün korunmasıyla ilgilidir. Hakeza Salâvat-ı Şerife okunulduğunda da, alnının ortasında vazifeli bir melek hemen harekete geçip gece gündüz okunan salâvatları Resûlüllah'a ulaştırmakla görevlidir. Anlaşılan daha nice adını bilmediğimiz melekler vücudun azalarında görevlerini ifa etmekteler. Ateistler hep ''Biyogenez'' fikrini, yani canlı canlıdan çıkar tezini savuna dursunlar her canlıyı temsil eden genetik şifreler emri ilahînin gereğini yerine getiren faaliyetler sergilemekteler. Belli ki; genetik şifreleri harekete geçiren melek bu işler için var. Emir almayan genetik şifreler, bir anlamda cansızdırlar. Allah (c.c.); ''O ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarır'' beyanıyla hem ''Abiyogenez'' hem de ''Biyogenez'' gerçeğine işaret etmiştir. Ateistler hep görünür dünyada elle tutulur gözle görülür maddeyi ölçü aldıklarından sübjektif değerlere kayıtsız kalmışlar. Derken ilmi metotlara ters düşmüşlerdir. İlmi metottan uzak kaldıkları için ellerine tutuşturulan ideolojik müsvedde parçalarını ilim sanmışlardır. Oysa maneviyattan yoksun kuru akılla nereye kadar gidilebilir ki? Bakın bu konuda Maturidiye imamları, ''Allah'a iman etmek yaratılış gereğidir. Herkes aklıyla Allah'ı bulabilir'' derken Eşariye imamları da; ''Sırf akıl ve fikir Allah'ı bilmede yetersizdir. İman din ile sabittir ve kavme Peygamber göndermek esas olur'' diye buyurmuşlardır. Belli ki Eşariler; ''Zira biz bir kavme Resul göndermedikçe azap etmeyiz'' ayetini ölçü almışlar. Fakat Maturidiler azap etmeme durumunun anlaşılamayan din hükümlerinin yerine getirilmemesi haline ait olduğunu ileri sürüp Allah'ı bilmenin terki anlamına gelmez değerlendirmesini yapmışlardır. Netice itibariyle Maturidiler ve Eşariler iman noktasında birleşirler. Ateistler ise imansızlık ilkesi etrafa habire etrafa korku ve dehşet saçmaktalar. Bu yüzden iman hem nur, hem güç kaynağı diyoruz.
Velhasıl; İman, her şeyimiz, bugünümüz, yarınımız ve gelecekte ebedi saadete ulaştıran tek gönül silahı!

İMAN HEM NUR HEM KUVVET

SELİM GÜRBÜZER

Bediüzzaman Said Nursi Hz.leri iman hususunda bakın ne diyor: ''İman hem nur, hem de kuvvettir. İman insanı insan eder. İmanın dairesi kudsiyyesine giren cihana bile meydan okur.''
Ne mutlu iman nuruyla beslenen gönüllere ki, yeri geldiğinde tüm cihandaki tağutlara karşı koyabiliyorlar. Niye meydan okunmasın ki, iman sahibi bir insanın bu dünyada kaybedeceği fazla bir şey yoktur ki, tüm dert davası ebedi saadete imanla göç etmektir zaten. Dolayısıyla bu kutsi yolda çile çekmeden göç etmek onlara zül gelmektedir. Asıl bu noktada derin derin düşünecek varsa bir eli yağda bir eli balda inanmayanlar düşünsün. Çünkü ecel kapıya dayandığında çok şey kaybedeceklerdir. Öyle ya, nede olsa hiç ölmeyeceklermiş gibi sımsıkı sarıldıkları dünyaya gözlerini kapadıklarında elde avuçta her ne varsa kendisiyle birlikte uçuverecektir. Allah’a şükürler olsun ki inanmış insanlar öyle değil, dünyevi heveslilerin tam aksine onlar baki olana sımsıkı sarılmakla ölüm vuslat olabiliyor. Nasıl vuslat olmasın ki, hiç umulmadık anda bir bakıyorsun göğsü iman nuruyla çarpan gönüller her şart ve ahvalde İlay-ı kelimetullah uğruna göğsünü siper edebiliyor da. Nitekim 15 Temmuz darbe girişiminde FETÖ İhanet Örgütüne karşı verilen direniş mücadelesinde bu durumu gördük bile. Aman Allah’ım ne de müthiş bir direnişti, üstelik hem karadan hem de havadan yağan mermilere çıplak ellerle ölümüne karşı koyulan bir direnişti. İşte bu kutlu direniştir ki, bu sayede çilesiz zafer elde edilemeyeceğini idrak ettik. Öyle anlaşılıyor ki çile yolcularının tek dinlenebilecekleri durak ebedi saadet yurdudur. Zaten bu nedenle dünya fani, ahiret beka deriz. Mümin olan çok iyi bilir ki, fani olanda her türlü çileye göğüs germek vardır, baki olanda ise gonca gül misali ebediyete uçmak vardır. O halde bize canları pahasına şehadet şerbeti içip ebedi saadete kanatlananlara ruhları şad olsun demek düşer.
Malumunuz mümin olan her insanda iman hep aynıdır. Farklı olan sadece evsafıdır. Yani nitelik farkıdır. Nasıl ki bakkaldan satın aldığımız un, çuvalda ya da kilogramlık pakette olsun hiç fark etmez hep aynıdır, fakat aynı un zenginin evine girdiğinde çuval dolusu un olarak nitelik kazanırken fakirin evinde ise bir avuç un olarak nitelenebiliyor. İşte bu misalden hareketle iman hususunda ancak sadece evsaf (nitelik) farklılığından söz edebiliriz. Nitekim bir mümin düşünün ki, dünyanın en gelişmiş silahlarına karşı şairin dile getirdiği “Enginlere sığmam taşarım” şekliyle gözünü kırpmadan göğsünü siper ediyor. Elbette ki böylesi bir imana sahip mümin için Allah’ın aslanı Hz. Ali (k.v)’in meşrebiyle uyumlu bir iman nitelemesinde bulunmamız gayet tabiidir. Bir başka müminde düşünün ki; Allah’a sorgusuz sualsiz ve delilsiz inanıp tam teslim olmuş biri, elbette ki böylesi bir imana sahip mümin hakkında da Hz Ebu Bekir (r.a)’ın meşrebiyle uyumlu bir iman nitelemesinde bulunmamız gayet tabii bir durumdur. Malumunu, Peygamberimiz (s.a.v) Miraca yükseldiğinde, müşrikler kendilerince sanki büyük bir koz bulmuşçasına yana yana Ebu Bekir (r.a)’in yanına koşup:
“-Ya Ebu Bekir! Senin arkadaşın bu gece Beytü’l Makdis’e gittiğini, orada namaz kılıp Mekke’ye döndüğünden dem vuruyor” dediklerinde, müşriklerin yüzüne karşı:
“-Vallahi, O dediyse şeksiz şüphesiz doğrudur” şeklinde verdiği cevapla tam bir teslimiyet örneği sergilemiştir. Böylece imanda sebat ve teslim olmak neymiş büyük bir ders vermiş olur da. İşte onun öylesi akıl almaz teslimiyetidir ki, Allah’ın Habibi gıyabında ‘Ebubekir’in imanı bütün müminlerin imanlarının hepsi ile tartılsa Ebu Bekir’in imanı ağır gelir” hükmünü beyan eder bile.
Şu da var ki, mümin olarak hangi tür iman evsafı seciyesine sahip olursak olalım her halükarda Allah’a karşı iyi bir kul olmak bilinciyle hareket etmemiz icab eder. Allah korusun kulluk noktasında icabımızı yerine getiremezsek günlük hayatımızda ne helal bilir ne de haram biliriz. Bakın bir adam Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’a:
''- Ya. Ebû Bekir! Kendime kabir yaptıracağım, ne dersiniz? '' diye sorduğunda,
Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a):
''- Kendine kabir hazırlayacağına, sen kendini kabre hazırlayacak amel işlesen daha iyi olur'' cevabını vermiştir.
Evet, Hz. Ebû Bekir-i Sıddık (r.a)’ın beyan buyurduğu gibi kabre gerçek manada hazırlık Allah’a kul olmaktan geçmekte. Bir insan düşünün ki; yaşadığı şu dünyada edindiği tüm mal, mülk, şan ve şöhretiyle hava atmakta habire. Şayet bu insan yüreğinde zerre miskal iman taşımadan bu dünyadan göç ettiyse tüm o yaşadıkları suni ihtişam ve şaşaanın kendisine hiçbir faydası olmayacaktır. Üstelik işin içinde ruz-i mahşerde onca malın helal yoldan mı haram yoldan mı kazanıldığının hesabını vermekte var. Oysa dünyada iken yüreğinde iman hassasiyeti taşısaydı hesap vermek kolay olacaktı. Zira iman hem bu dünyada hem de ahirette insanı ‘Sultan’' eden bir cevherdir. Bakın Züleyha, Yusuf (a.s)’ın sarsılmaz imanı duruşu karşısında ''Allah'a itaatle köleler sultan olur, Allah'a isyanla sultanlar köle olur'' gerçeği ile yüzleşmiş bile.
Evet, Ne mutlu imanla göç edenlere ki, şu geçici dünyanın aldatıcı cazibesine kapılmaksızın son nefeslerinde kelime-i şehadet getirerekten cennetteki makamını görüp öyle göç etmişler. Maalesef öyle insanlarda vardır ki şu dünyanın aldatıcı cazibesine kapılıp isyankâr davranmanın bedeli olarak son nefeslerinde cehennemdeki yerini görerek göç etmişlerdir. İşte bu gerçeklerden hareketle Said Nursi Hz.leri ''Cennet ihsan-ı ilahiye, Cehennem adli ilahiyedir'' demekten kendini alamaz da. Gerçekten de şayet kul istikamet üzere yaşayıp imanla ruhunu teslim ettiğinde kendini melekler eşliğinde gök merdivenini çıkar görür. Yeter ki kul hayat boyu imanını diri tutsun vuslat hâsıl olurda. Aksi takdirde Resulûllah (s.a.v.)’in beyan buyurduğu üzere “Elbiselerin eskidiği gibi imanda kalbimizde eskir.” (Taberani Mucan el- Kabirde rivayet etmiş)
Anlaşılan gerçek anlamda tevhid, Allah'a kul olmayı gerektiriyor. O halde ne duruyoruz yapacağımız amel ve ibadetlerle imanımızı tazelemek zamanıdır. İman tazeleyelim ki Allah’a itaatimiz tam olsun. Nitekim kalbimizi kirlerden tasfiye etmek ve nefsimizi tezkiye etmemiz için buna mecburuz da.
Bakın, İmam-ı Gazali Hz.leri; ''Herkesin nefis ilmini bilmesi, nefsini tezkiye etmesi farzı ayındır'' buyurmakta. Madem öyle, nefsini bilen Rabbini bilir hükmünce nefsimizi ıslah cihetine gidip kelime-i şehadet getirerek bu dünyadan göç etmek gerekir.
Zaten son nefeste kelime-i şehadet getirerekten göç etmek iman nurunun kemalatına işarettir. Tabii kemalat lafla olmuyor, illa ki iman yönünde sebat edip nefse çeki düzen vermekle oluyor. Maalesef lafa geldiğinde adeta yeri göğü inleterekten büyük davalardan söz edip aslan kesiliriz ya, oysa işin aslına baktığımızda söylediklerimizle yaşadıklarımızın birbirini tutmadığını görürüz. Kaldı ki hangi davayı güttüğümüzde da tam belli değil. Ortalık öyle bir keşmekeş bir hal almış ki, ulvi davalar güdüldüğü gibi süfli davalarda güdülebiliyor. Şayet güttüğümüz dava iman hakikatleri çerçevesinde nefse çeki düzen vermekse elbette ki böylesi bir dava yücedir, yok eğer bunun tam aksine nefse hizmet çerçevesinde kula kul ve maddenin kölesi olmaksa biliniz ki o dava süfli davadır. Şu da var ki hangi davayı güdersek güdelim, sonuçta hal üzere yaşıyorsak, o hal üzere göç edeceğimiz muhakkak. Yani şu dünyada ne ekiyorsak, onu biçeceğiz demektir. Bakın Gavs-ı Bilvanisi (k.s) ne buyuruyor:
“-Öyle ulvi dava sahibi insanlarla oturup kalkmalı ki; sözü dimağımızı, özü kalbimizi, hali de bizi Allah'a kavuşturur olsun.”
Olur ya belki kendi kendimize ‘Hani nerede öyle insanlar’ diye iç geçirebiliriz. Oysa ümit var olmakta her zaman fayda var. Dünyada kötüler varsa iyiler de var elbet. Her şey neyi arayıp aramadığımıza bağlı olarak seyredecektir. Malum arayan Mevla’sını da bulur, belasını da. Hiç kuşkusuz tercihimiz birincisinden yanadır. Yeter ki; aradığımız iman abidesi diyebileceğimiz nitelikte ulvi şahsiyetler olsun Allah bir şekilde sebepler halk edip bizi buluşturur da. Ki, Allah'ın hazinesi sonsuzdur, yeryüzünde Salih insanlar eksilmediği müddetçe kıyamet kopmayacağına inancımız tam da. Kaldı ki Allah nurumu tamamlayacağım diye vaad ediyor, o halde bize hakikat yolunda dost ve yardımcı olacak Salih zatları arayıp bulmak düşer. Malum, son Peygamber'in gelişiyle birlikte peygamberlik kapısı kapanmıştır, ama evliya kapısı öyle değil. Yani yeryüzünde tek bir kişi Allah demediği ana dek evliya kapısı kapanmayacaktır. Zaten ortada Allah diyen olmayınca da dünyanın yörüngesinde seyretmesinin hiçbir anlamı da olmayacaktır. İşte bu noktada kıyametin iman etmeyenler üzerine kopması kaçınılmaz hal alacaktır.
Kur'an-ı Muciz'ül Beyan'da, çoğu kez Müminler ''Ey iman edenler...'' hitabıyla muhatap alınıp devamında “Allah'tan korkun, sadıklarla beraber olun'' (Tevbe 9/19) çağrısıyla uyarılırız da. Şayet bu çağrıya icabet edilirse ne ala, icabet edilmezse vay halimize, Allah korusun haramileri dost ediniriz. Madem öyle neydik edip bizim Allah yolunda sadıklarla beraber olmamız gerekir. Bakın Sahabe-i Kiram Peygamber meclisinde soluk almakla kurutuluşa erenlerden oldu, aynen öyle de en son ümmet olarak bizlerde Evliya-i Kiramın meclisinde soluk almalı ki kurutuluşa erebilelim. İşte bu nedenle Allah’ın veli kullarına Peygamber (s.a.v.)’in varisi gözüyle bakarız da. Nasıl o gözle bakmayalım ki, bikere her şeyden önce evliyaullah insanlara lafla dost olmayıp irşatlarıyla sadık dost olmaktalar. Hele bu dostluk ümmetin imanını kurtarmaya yönelik dostluk olunca Mevlana’nın ‘Ne olursan ol yine gel’ çağrısıyla Yunus’un ‘Yaradılanı sev Yaradandan ötürü’ çağrısı bir başka anlam kazanır da. Keza Evliyaullah’ın ''Her geceyi kadir bil, her kulu Hızır bil'' çağrısı da öyledir. Belli ki yapılan bu çağrılar boşa değil, dün olduğu gibi bugünde Ümmet-i Muhammed’in kurtuluşuna yönelik geçerli çağrılardır. Nitekim Evliyaullah tarihine şöyle baktığımızda, Mürşidi kâmiller her dönemde insanlığa sevgi, merhamet ve sünnet-i seniyye üzerine yaşama arzusunu aşılamak için irşad faaliyeti yürüttüklerini görürüz. Asla tarihten bu güne dek kin, nefret ve fenalık aşılayan bir yol takip etmemişlerdir. Bu öyle bir aşılamadır ki her insana hüsnü zanla, yani Hızır gözüyle bakmamızı gerektiren bir aşıdır bu. Şöyle kendi kendimize düşündüğümüzde acaba önümüze çıkan her insana hüsnü zanla baksak ne kaybederiz ki. Elbette ki bir şey kaybetmeyiz, bilakis Hızır çıktığında çok şey kazanırız da. Bakınız Hasan-ı Basri (r.anh.) gibi büyük bir Tabiin ulusu bile ''Benim zannımı Dicle kenarında bir anayla bir oğul düzeltti'' diyor. Nasıl mı?
Hasan-ı Basri (r.a.) bir gün kırda bayırda gezinirken ırmak kenarında ana oğul olduklarını fark edemeden güle oynar hallerine dikkat kesilip gayrimeşru davranışlarda bulundukları zannına kapılır. Neyse ki tam o sırada ırmak üzerinde geçen bir sandal devrildiğinde dikkat kesildiği o gencin güle oynamayı bırakıp suya dalmasıyla birlikte sandaldakilerin yardımına koşması bir anda işin şekli şemalını değiştirmeye yetecektir. Öyle ki o genç sandaldakileri kurtarıp Hasan-ı Basri ile göz göze geldiğinde şöyle der:
''- Ya Hasan-ı Basri! Raks yaptığım sandığın kadın (elini omuzuna koyduğum kadın) benim öz be öz annemdir, şarap içtiğimi sandığın içecekse ab-ı hayat sudur”' İşte bu can alıcı sözler Tabiin Ulularından Hasan-ı Basri Hz.lerinin zannını (ön yargısını) bir anda hüsnü zanna çevirmeye ziyadesiyle yeter artar da. Bir başka çarpıcı örnek ise Hz. Ömer (r.a.)’ın şu müthiş beyanlarında görüyoruz. Bakın Allah’ın adalet kılıcı Hz Ömer (r.a) şöyle der:
''-Her kim bir başka insanın ayıbını görür ya da ayıbını araştırırsa kendi ayıbını ortaya koymuş olur.' Madem öyle, kınayanın kınamasına aldırmaksızın her olay karşısında hüsnü zan bir duruş sergilemek gerekir. Tabii bu demek değildir ki ortada herhangi nahoş bir durum veya haksızlık görüldüğünde göz yumulsun, tam aksine nahoş görülen mesele her neyse tam açıklık kazanana kadar ihtiyatı elden bırakmamak manasına bir hüsnü zanlıktır bu.
Öyle anlaşılıyor ki tüm mesele özümüzü, sözümüzü ve kalbimizi arındırıp arındıramamakta gizli. O halde bize düşen, özü özüne, sözü sözüne uygun duruş sergilemektir. Özümüzü öz, sözümüzü namus bilelim ki bizi gören bizde dirilsin. Yeter ki samimi olalım bunu başarabiliriz de. Hiç kuşkusuz elde edilecek başarıları sadece dünya ile sınırlı tutmamak gerekir, son nefesimizde iman bileti almak içinde gayret etmemiz gerekiyor. Nasıl ki okuldan mezun olmak için diploma almak gerekiyorsa, aynen öyle de Yüce Allah’ın Mümin kullar için hazırladığı cennetine girmek içinde iman bileti şarttır. Şayet bu imtihan dünyasında imanla göç ettiğimizde biliniz ki daha şimdiden cehennemin yedi kapısını kapatmış oluruz. Hiç şüphesiz bunun dayanaklarından biri İlm-i Tevhid bir diğer dayanaksa Amel-i Tevhiddir. Malum olduğu üzere kalben tasdik ve dille ikrar; ilmi tevhid olarak karşılık bulurken, ilmin teoriden pratiğe geçiş yapıp yaşantı haline dönüşmesi de Amel-i Tevhid olarak karşılık bulur. Ancak bu arada şunu belirtmekte fayda var; Amel-i tevhidin gerçekleşmesi için öncelikle sağlam bir itikada ve zikreden bir kalbe sahip olmak lazım gelir. Hatta lazımda ne söz, zaten şeriat üç sütun üzerine bina edilmiştir. İşte bu üç sütun:
- İtikat,
- İbadet,
-Ahlâk ve muamelat’tan başkası değil elbet. Yetir ki insan dünyada iken bu üç sütuna tutunup şeriatı garra üzerine yaşasın imanla göç edip kâmil iman hüviyeti kazanır da. İşte görüyorsunuz iman her şeyin başı, iman olmadan amelin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Nitekim Hz. Lokman (a.s) oğluna ilk evvela imanı öğütlemiş, sonrası malum sırasıyla ibadet ve insanlardan yüz çevirmemeyi öğütlemiştir.
Evet, bir kez daha söylemekte fayda var bu kutlu yolun başlangıcında iman etmek vardır, nihayetinde ise yine imanla çene kapamak vardır. Dolayısıyla çene kapayıncaya kadar imanda sebat etmek şarttır. Buna mecburuz da. Bakın Peygamberlerin şöyle hayatına hemen hepsi insanları imana davet için gelmişlerdir. Malum davete icabet edenler kurtuluşa ererken icabet etmeyenlerse helak olmuşlardır. Düşünsenize Peygamber amcası Ebu Leheb olmak, Hz. İbrahim’in babası Azer olmak, Hz. Lut’un karısı olmak ya da Hz. Nuh'un oğlu Kenan olmak kurtuluşa yetmiyor, illaki davete icabet etmek gerekiyor. Aslolan soy sop yakınlığı değil imani yakınlıktır. Zira müminler kardeştir hükmü bunu gerektirir. Keza inanıyorsanız üstünüz hükmü de öyledir. Asıl paha biçilemeyecek değer iman'dır. Şayet bu değere maliksek ancak o zaman kurtuluş gemisine binilebiliyor, bunun dışında akıbet tufandır. Dolayısıyla Said Nursi Hz.lerinin ''Zaman iman kurtarmak zamanıdır” sözüyle Seyda (k.s)'ın rüyasında gördüğü bir hadise üzerine söylediği ''Ya Resulüllah! Beni bu ümmetine feda et” feryadını Resûlüllah (s.a.v.)’in ''Ahir zamanda iman kor ateş olacak, elde tutması zor olacak'' hadisi şerifin sırrı çerçevesinde kayda değer görüyoruz. O halde daha ne duruyoruz, neydik edip iman kor ateşte olsa elde tutmak için çaba sarf etmek gerekir. Aksi halde vay halimize maazallah imanımızdan oluruz. Bakın ahir zamanda işin vahameti o kadar ciddi bir boyut kazanmış ki, Gavs-ı Bilvanisi (k.s.):
''-Biz her geleni tarikata alıyoruz. Aslında her gelen tarikata alınmaz. Ama zaman o zaman değil. Zaman artık imanı kurtarma zamanı olmuş. Eskiden insanlar bir şeyhe intisap etmek için ya eşek sırtında, ya da bin bir çile ve cefaya katlanaraktan kilometrelerce yolu yaya olarak kat edip ancak bir şeyhe ulaşabiliyorlarmış. Ancak ulaşmakla da iş bitmiyor, hemen kul borcun var mı, kaza namazın var mı gibi bir dizi sorular eşliğinde imtihanı geçtikten sonra dergâha kabul edilebiliyordu. Şimdi biz aynısını yapsak tarikatta kimse kalmaz” demekten kendini alamaz da.
Gerçektende geldiğimiz noktada dünyanın gidişatı bu istikamette seyrediyor. Oysa dünyanın başka yüzleri de var. Nitekim Said Nursi Hz.leri dünyanın tüm yüzlerini:
“- Allah-ü Azimüşşan'ın esma-i ilahisine bakan yüz,
- Ahrete bakan yüz,
- Ehl-i dünyaya bakan yüz.'' diye üç kategoride tasnifler de.
Umulur ki bizler bu tasniften dünyanın esma-i ilahiyesi ve ahirete bakan yüzüyle alakadar olup imanımızı bu yüzlerle diri tutmaya çaba sarf etmiş olalım. Aksi takdirde tıpkı dünyanın diğer yüzü gibi bizimde akıbetimiz fena olur. Malum İmam-ı Gazali Hz.leri ''Huzuru ilahide dünya bile cehenneme atılır'' beyan buyurmakla bu gerçeğe işaret etmiştir. O halde Said Nursi Hz.lerinin de beyan buyurduğu gibi dünyada bize Allah’ı hatırlatacak şu üç unsuru tefekkür etmemiz icab eder:
-Ahrete bakan yüzünü tefekkür etmek,
- Gelmiş geçmiş tüm Peygamberlerin hayatlarını örnek alaraktan tefekkür etmek,
- En son Kelam-ı Kadim Kur’an’ı Kerim üzerinde tefekkür etmek.
İşte bu üç ana eksen üzerinde tefekkür edelim ki, gökten melekler vasıtasıyla dünya üzerine inen Allah’ın mucizevî nimetlerinden ve rahmetinden istifade edebilelim. Zaten Allah’ın rahmeti o kadar bol ki kulları bu nimetlerden istifade etsin diye yüz altmış tane melek vazifelendirmiş bile. Mesela bunlardan yedi tane melek sırf insanın gözünün korunmasıyla memurdur. Mesela yine öyle vazifeli melekler vardır ki Allah’a inancı tam olan insanların alnında mevzi alıp gece gündüz okuyacakları salâvatları Resûlüllah'a ulaştırmakla mükelleftir Anlaşılan o ki, sayısını bilmediğimiz daha nice melekler vücudun hemen her azasında konuşlanıp Yüce Allah tarafından eşrefi mahlûkat ilan edilen insana hizmet için vazifeli.
Siz bakmayın öyle ateistlerin meleki âlemin varlığını inkâr etmelerine. Bir gün ecel meleği kapıya dayandığında hak ve hakikat neymiş onlarda anlayacaklar ama iş işten geçmiş olacak. Her neyse ateistler yoktan var olmayı reddederekten sadece biyogenez teziyle oyalana dursunlar şunu iyi bilsinler ki, Yüce Allah bizi yoktan var ettiği gibi vardan da yok edip ahrette tekrardan bizi diriltmeye kadirdir. Buna inancımız şeksiz şüphesiz tamdır. Şayet ateistlerin dert davaları yaratılış sırrını çözmekse, tek yaratılış gerçeği var, o da yoktan var olmak, vardan yok olmak gerçeğidir. Bunun dışında yaratılışın sadece biyogenez kısmını görüp abiyogenez kısmını görmemek yaratılış gerçeği ile akla ziyan taban taban zıt bir tutumdur. Hadi Allah’a inanmadıklarını anladık ta evrende cereyan eden bir dizi biyogenez ve abiyogenez hadiselerinin birbiri ardına seyreylediğini görmezden gelmelerine ne demeli. İleri sürdükleri tezleri hangi mantık kabına sığdırıyorlar doğrusu anlamak mümkün değil. Sonuçta biz biliyoruz ki biyoloji dersinde abiyogenez kavramıyla cansızlık ifade edilmeye çalışılırken biyogenez kavramıyla da canlılık ifade edilmeye çalışılır. Zaten çalışılmasında demiyoruz, bilakis böylesi çalışmaların Yüce Allah’ın azametini tefekkür etmemize vesile olacağı gibi irfanımıza ışık tuta da diyoruz. Işık tuttuğu şurdan belli, her iki kavramda yaratılış gerçeğini haykırmaktadır. Hatta biz işi daha da ileri boyutlara taşıyıp her iki olgununda meleklerin kontrolünde vardan yok, yoktan var oluş döngüsü içerisinde işlev görüp seyri âlem eylediğine kanaat getiririz. Nasıl mı? Şayet Yüce Allah yarattığı bir varlığın genetik kodlarını harekete geçmesini dilerse derhal vazifeli melek bu işi yapmakla mükelleftir. Yok, eğer Yüce Allah yarattığı varlığın genetik kodlarını durağan halde kalmasını dilerse bu kez vazifeli melek durağan olması yönünde vazife yürütecektir. Teşbihte hata olmasın, burada durağanlıktan maksat cansızlık manasına bir durağanlıktır. Ta ki bu durağan varlıklar diriliş emrine muhatap kalır, işte o zaman cansızlıktan (abiyogenezden) canlılığa (biyogeneze) geçiş söz konusu olacak demektir. Nitekim Yüce Allah Kur’an’da ''O ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarır'' beyan buyurmakla hem ''abiyogenez' hem de ''biyogenez'' gerçeğini vurguluyor. Ama gel gör ki ateistlere bu gerçeği anlatmakta güçlük çekiyoruz. İnançsızlık bu ya, hep gözle görebildiklerini ve elle tutabildiklerini gerçek sanmaktalar, maalesef fizik ötesi âlemden bihaberler. Dikkat edin geçmişten günümüze uzanan tüm ileri sürdükleri tezler; ya kuru mantık örgüsüne dayalı hipotezler ya da bir kısım feylesof taifesinin ellerine tutuşturdukları hiçbir bilimsel değeri olmayan müsvedde tezler olarak karşımıza çıkmakta. İşte biz bu noktada feylesof taifesine değil, itikadı imamlarımıza kulak veririz. Madem öyle, bakalım İmam Maturidi bu hususlarda ne diyor: ''Allah'a iman etmek yaratılış gereğidir. Herkes aklıyla Allah'ı bulabilir.'' Keza İmam Eş’ari de şöyle der: ''Sırf akıl ve fikir Allah'ı bilmede yetersizdir. İman din ile sabittir ve kavme Peygamber göndermek esas olur.'' Tabii Eşarilerin burada aklı göz ardı edişlerinde ''Zira biz bir kavme Resul göndermedikçe azap etmeyiz'' ayeti celilerinden çıkardıkları mananın ehemmiyeti çok büyük. Ancak burada Maturidilerin bu ayete ehemmiyet vermedikleri anlamı çıkmasın. Çünkü Maturidiler ayette geçen ‘azap etmeyiz’ ifadesinin anlaşılamayan din hükümlerinin yerine getirilmemesiyle alakalı bir hüküm olduğunu, dolayısıyla bu noktada Allah’ı bilmeye yönelik akl etme çabasının terki anlamına gelmeyeceği bir anlam çıkarmışlardır. Sonuçta ayete hangi anlam yüklenirse yüklensin şu bir gerçek her iki itikadı mezhebin imamının da iman hakikatleri noktasında ortak bir paydada buluştukları gerçeğini değiştiremeyecektir. Kaldı ki, kâinatta her şey değişir, tek değişmeyen hiç kuşkusuz iman hakikatleridir. Bu yüzden bizim açımızdan ortak paydada buluşmak çok mühimdir, gerisi teferruattır. Teferruata dalındığında ise imanın bir bütün olduğunu, asla parçalanamayacağını idrak etmiş oluruz. İşte bu bütünlük inananları geleceğe taşıyıp hem nur hem güç kaynağı olurken, inanmayanlar içinse gelecek planlarını altüst edecek kâbus olmakta. Sonsuzluğa inanılmazsa elbette ki kâbus görmeleri gayet tabiidir. Ancak sürekli gelecek kaygısıyla habire kâbus gördüklerinden bu arada etrafa dehşet saçmayı da ihmal etmezler. Merhamet desen hak getire. Bakın şöyle dünyanın geldiği noktaya merhametolmayınca çok övündükleri medeniyet bir anda tek dişi kalmış canavar olarak karşımıza çıkabiliyor. Neyse ki Ümmet-i Muhammed bu dehşet saçan canavar karşısında direncini yitirmeyip gerektiğinde “zalimler için yaşasın cehennem” haykırışıyla gereken cevabı verip iman abidesi duruş sergileyebiliyor. Örnek mi? İşte mahkeme salonunda şehit verdiğimiz Mursi’nin şahadeti bunun en bariz örneği zaten. Yani kaybedecekler Mursiler değil, Firavunlar kaybedecek elbet. Şu bir gerçek şu fani dünyada gerçek iman erleri ve iman orduları var oldukça zulüm asla ilelebet payidar olamayacaktır. Eninde sonunda hak gelip batıl zayi olacaktır. Tarih boyunca da böyle olmuştur zaten. Keza tarih boyunca zulmetmek onlar için bir vasıf olmuş, mazluma umut zalime korku salmakta iman ehli için bir vasıf olmuştur. Hatta Dr. Haluk Nurbaki bu hususta Bakara suresinin 17. Ayetiyle zulmün vasfını şöyle yorum getirir: “Sanat şaheserim olan bu kalbe imza attım. Onu imanla ve sevgiyle doldurmazsanız mühürlerim.” Hiç kuşkusuz mümin kalbinin vasfını pek yorumlamaya gerek kalmadan şu hadis-i kudsi de zikredilen “Yere göğe sığmam Mümin kulumun kalbine sığarım” beyanı her şeyi izah etmeye yeter artar da.
Evet, iman önce kalpte alev alıp sonra dille dışa ikrar olarak yansıdıkça kuvve-i fiile dönüşmekte. Yeter ki kalp katılaşmamış olsun iman nuru kendini büyük bir kuvvet olarakgösterip bunun dışa yansıması olarak da Peygamberimiz (s.a.v)’in beyan buyurduğu “Müminin ferasetinden sakınınız” şekliyle tezahür edecektir. Yukarıda da belirttik ya bu kimi zaman “kükremiş sel gibiyim bendimi çiğner aşarım, yırtarım dağları enginlere sığmam taşarım” şeklinde yansıyacağı gibi mazlumların feryadı yeri göğü inlettiğinde müminin yüreğini gözyaşı seline bürüyecek şekilde de yansıyacaktır. Böyle yansımasıda gayet tabiidir, çünkü iman nuruyla hep mahzun olduğu için istesede gözyaşına hâkim olamaz.
Gerçektende mümin kulun kalbi iman nuru ile mahzunlaşıp yumuşadıkça merhamet damarıda o ölçüde kabarmakta. Nasıl mı? İşte sahabenin yaşantısı bunun en tipik misali. Öyle ki; Sahabe- Kiram değil mazlumun ahı figanı, Kur’an ayetlerini işittiğinde bile günlerce aylarca kendine gelemeyip ayılanlar bayılanlar, ağlayanlar olurmuş. Besbelli ki, her nazil olan ayet sahabenin yaşantısına tesir edip kalpleri de o ölçüde yumuşayabiliyor. Düşünsenize kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesinde içi cız etmeyen Hattab oğlu Ömer kız kardeşinin evine paldır küldür dalıp okunan Kur’an’ı işittiğinde ‘bu ne tatlı kelamdır’ deyip bir anda gönlü yumuşayabiliyor. Böylece bu yumuşama sayesinde ilerisinde merhamet ve adalet timsali Halife Ömer olarak gönüllerde taht kurar bile. Ne diyelim, işte görüyorsunuz gönül yanması denen mahzunluk halinin doğurduğu sonuç budur. Anlaşılan o ki, gönül yanması olmadan hidayetteberaberinde gelmiyor. Bakın şöyle ateistlerin hal ve ahvaline hayatta bir kez olsun gözyaşı döktüklerini göremezsiniz. Nasıl döksünler ki, zaten yaptıklarının karşılığı olarak kalpleri mühürlenmiş haldeler, isteseler de gözyaşı dökemezler. Hani hep deriz ya, ‘merhameti olmayanın imanı olmaz’ diye, aynen bunun gibi ateistlerin içine düştükleri durum tamda bunu gösteriyor. Öyle ya merhamet alıp satılan bir nesne değil ki gözyaşı döksünler, tamamen gönül mahalline bağlı olarak yansıyan kalbi bir melekedir. Onların bağlanıp yaslandıkları mahal besbelli, yani akıl melekesidir. Ama unuttukları bir şey var, tutunmaya çalıştıkları akılda elle tutulan gözle görülen bir nesne değil, o da bir başka cihetten melekedir. Meleke olmasına rağmen ne hikmetse kendilerine rehber olarak kabul edebiliyorlar. Malum akıl melekesi daha çok beş duyudan gelen verilerin beyinde harmanlanmasıyla varlığını hissettirmekte. İşte bu noktada ateistler akli yönde hareket ettiklerinde onlar için vicdan, merhamet hak getire. Hatta akıl karaya otursa da tüm bu insani değerler kalbi mühürlenmiş bir materyalist için asla hiçbir anlam ifade etmeyecektir, onlar için varsa yoksa bir noktadan sonra cüzdan biricik değerdir artık. Şu iyi bilinsin ki Kur’an doğrudan kalbe hitap etmekte, akla değil elbet. Bu yüzden İmam-ı Gazali Hz.leri; akıl bir yere kadar arkadaştır, onunda giremeyeceği sahalar var diyor. Ama gel gör ki maddeye tapanlar aklını cüzdana bağladıkları içindir Yüce Allah (c.c) onlar hakkında hükmünü şöyle vermiştir: ''Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş ve gözlerini perdelemiş ve gözlerine perde indirmiştir ve bunların hakkı azim bir azaptır'' (Bakara Suresi ayet 77)
Velhasıl; İman, hem nur hem kuvvettir.
Vesselam.

http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3174/dunya-fani-ahiret-baki.html