SEYYİD YUSUF HAZRETLERİ
SEYYİD YUSUF HAZRETLERİ
ARAŞTIRMACI YAZAR:ALPEREN GÜRBÜZER
Gavs-ı Hizanı (k.s.)’ın akrabası ve Arvas Seyyidlerindendir.
Seyyid Yusuf Arvas Hazretleri, mollalık icazetini amcası Şeyh Mustafa Hazretlerinden almıştır. Amcası da malum olduğu üzere Şeyh Şahabeddin Hazretlerinin halifesidir.
Şeyh Şahabeddin Hazretleri Sadat-ı Kiram halkasının mühim zatlarından olan Gavs-ı Hizani (K.S)’ın torunudurlar. İşte böyle büyük zatın torununun pınar çeşmesinden beslenerek Gavs Hazretlerinin dergahına gelmek amcasının vefatından sonra nasip olabilmiştir.
S. Yusuf Hazretleri amcasının vefatı üzerine 1966’da Gavs Hazretlerine gelir ve biat eder. O sıralarda Seyda Hazretleri askerde olduğu için tanışamamış, bilahare terhis olup geldikten sonra tanışabilmiştir.
Gavs Hazretleri 1972 yılında vefat edince Seyda Hazretlerinden de tövbe tarikat alır ve uzun zaman amele devam ederek Menzil dergahına hizmet etmiştir. Bütün bu gayretlerinin ardından 1977’de de Seyda Hazretlerinin halifesi olma şerefine haiz olur. Şu anda da irşad faaliyetine devam etmektedir. Allah O’ndan razı olsun.
Şimdi Seyda Hz.lerinin vefatının ardından feyiz dergisinde yayınlanan Seyyid Yusuf(k.s)'la yapılan röportaja hep birlikte göz atalım. Bakın Seyyid Yusuf ne diyor:
Efendim, önce bize vakit ayırdığınız için Allah (c.c.) razı olsun. Tarikatların gayesi nedir, biraz bize bahseder misiniz?
S.YUSUF HZ.: Tarikatların lügat manası yol demektir. Bu yol maneviyat yoludur. Bu yolda ilerlemek için mürşidi kamil gereklidir, herkes bu tarikat işini bilemez. Tarikatın kârlı olduğuna dair çok deliller vardır. Hem dünya için, hem ahiret için. Hatta dünya için çok menfaatler vardır. Bir sürü günah içinde olan insan kurtulmak istiyor. Mürşidi kamilin sayesinde o günahtan yüz çeviriyor. Yapmamış oluyor. Eğer onu yapsaydı imanı giderdi. Hatta bir sofi, Beyazıd-ı Bestami'den (k.s.) soruyor; ''Sizin bizim üzerimize olan hakkınız nedir? Bizim sizin üzerinize olan hakkımız nedir?'' Mübarek de vakit gelince sana söylerim diyor. Sofisini çağırıyor sen falanca şehre git, oranın sultanına bu mektubu ver diyor. Cevabı al getir diyor. Çok uzak ve iki aylık bir yoldur. Sofi hiç birşey demeden (hiç itiraz etmeden) Kurban benim param yoktur, harçlığım yoktur, nasıl gideceğim demeden, üstüm başım yoktur demeden hemen alıp yola çıkıyor. O şehre gidip mektubu sultana veriyor. Sultan da, o sofinin istirahat etmesi için hamama götürün, yıkansın, güzelce temiz elbiseler giysin, bir odaya koyun, karnını doyursun, bir tane de cariye verin ona hizmet etsin. O kadar izzet ikram yapıyorlar. Sofi kendine ayrılan odaya istirahata için gittiğinde cariye de yanına geliyor. Sofi cariyeyi görünce nefis, şeytan ona musallat oluyor. Bak ne güzel kadın şöyle boylu öyle poslu diye vesvese vere vere hemen cariyeyi tutmak için kast ederken, duvardan Beyazıt-ı Bestami Hz. (k.s.)'nin cemaate sohbet ettiğini görüyor. Hey ey akılsız! Sen Yusuf (a.s.) kıssasını unuttun mu, deyince, sofi yere düşüyor, cariye de kaçıp gidiyor. Sofinin bir zaman sonra aklı yerine geliyor. Ben ne yaptım, dedi. Sultana gidip, ister mektuba cevap ver, istemezsen mektuba cevap verme, ben gidiyorum dedi. Sultan sofiye gitme, bu gece burada kal diye ısrar etti. Sonra sofi Beyazıd-ı Bestami (k.s.) Hz.'nin yanına gitti. Beyazıd-ı Bestami Hz. (k.s.) sofiye dönerek, sen gelinceye kadar senin sormuş olduğun soruya cevap hazırladım. Sizin göreviniz şudur; ben sana mektubu verdiğimde hiç itiraz etmeden kabul ettin. Bizim görevimiz de, o durumdayken şeytan sana vesvese verdi. Sen de o cariyeyi kast ettin. Eğer o cariye ile zina etseydin, imanın giderdi. Biz senin imanını kurtardık.'' Maneviyatta da mürşidlerin görevi böyledir. İşte bunun için tarikatlar çok menfaatlidir, bazıları iş hakikattır diyor. Peki hakikat nasıl olur? Hakikat tarikatla olur. Büyükler şeriat, tarikat, hakikat demişler. Hakikat bir cevher gibidir şeriat de bir deniz gibidir. Tarikat da bir vapur gibidir. O hakikat cevheri denizin ortasındadır. Sen araçsız gidemezsin. Ancak bir vasıta ile, bir vapur ile oraya ulaşabilirsin. Tarikat olmazsa hakikat elde edilemez. Bir insan ne kadar alim de olsa, ilmi de olsa tarikatsızsa fayda görmez. Hatta ben çok zaman tecrübe etmişim, bir camiye, bir beldeye gittiğim zaman, hoca da olsa, alim de olsa, onların yanında cahil bir sofi de olsa, o cahil sofi alimden daha çok şeriata bağlıdır. Alimler okumuş ama, tam şeriata göre yaşamıyorlar. İlim olmayınca tarikattan da fayda gelmez. Cahil bir tarikat ehli ancak nefsini korur, başka kimseye menfaati dokunmaz. Ama alim bir sofi olursa Ümmeti Muhammed'e hizmeti olur. Mesela Mevlana Halidi Bağdadi Hz. çift kanatlıydı. Yani hem zahiri, hem batıni ilmi bitirmiş alim bir zattı. Onun için zülcenaheyn demişler. İnsan bir kanatla hiç bir yere gidemez. Mesela bir kuşun tek kanadını kessen uçabilir mi, uçmaz. Öyleyse kuş iki kanadıyla gider, yoksa gitmez. İşte tarikatta olmazsa ilim de fayda vermez. Hem ilim öğrenmek, hem de tarikata girmek lazımdır. Tarikatın faydası hem dünyayı hem ahireti kurtarmaktır. Yoksa o da fayda vermez. İlim öğrenmek lazımdır, menfaatlidir. Tarikatın faydaları çoktur. İki tane kardeş varmış, ailelerinin ikisi de hamileymiş, iki kardeş doğacak çocuklardan biri kız diğeri erkek çocuk olursa bu ikisini evlendireceğiz diye söz veriyorlar. Çocukları doğuyor, birinin kızı diğerinin de oğlu oluyor. Kızın babası zengin oğlanın babası fakir. Oğlanın babası vefat ediyor, tek kalıyor. Fakir olduğu için elinden bir şey gelmiyor. Oğlana diyorlar ki, gel amcanın kızı senindir, al diyorlar. Amcasına gidip kızı istiyor. O da sana kız vermem, öyle de bir sözüm yok diyor. Bunun üzerine oğlan diyor ki artık ben buralarda kalamam, kalmak taraftarı değilim diyor. Çünkü yıllardır bana kız verecekler diye söz verdiler, bir de nikahladılar, başka birisiyle evlenirse dayanamam diyor. Oğlan kıza haber salıyor, bak baban seni bana vermiyor, peki sen ne diyorsun. diyor. Kız ile oğlan anlaşıyorlar. Kaçacaklar, yer belirliyorlar, şu saatte falan yere gel kaçalım diyorlar. Oğlan gelir, kızı bulamaz, bekler bekler gelmez. Kız beni kandırdı, gelmedi diyerek çekip gidiyor. Biraz sonra da kız geliyor, bakıyor ki oğlan yok, o da hayıflanıyor, beni kandırdı gelmedi diyor. Ben şimdi ne yapayım, baba evine dönersem oğlan kandırdı derler, der. Oğlan büyük bir şehre gider, büyük şehirde düşünür düşünür, bir şeyh var, mürşit var, ben en iyisi onun yanına gideyim, der. Bana bu dünya haramdır, ölene kadar mübareğin yanında durayım der. Kız da düşünür, düşünür, ben kızım yalnız başımayım, kendimi nasıl koruyacağım der. Kız bir umumhaneye gitmeye karar verir. Kendime de çok büyük bir bedel isteyeceğim, kimse de beni tercih etmez, ben de iffetimi korurum diye düşünür. Onun yanına da kimse gelmez. Oğlan şeyhin yanında sofiliğe başlar. Şeyhi bir gün, oğlum sen umumhaneye git, orada bir kız var, bana al getir, der. İşte burada tarikatın bir şartı giriyor; şeyhin ne derse sözünden çıkmayacaksın, söylediği şeriata muhalif gibi olsa da öyle değildir. Görünürde bu hadise şeriata aykırı bir haldir. Oğlan umumhaneye gidiyor, kıza sana şu kadar ücret vereceğim, benimle geleceksin diyor. Kız da gitse şeriata muhalif, gitmese öldürürler döverler, daha kötü olurum diyerek çıkıyor yola. Oğlan önde kız arkada gidiyorlar. Şeyhin yanına varıyorlar. Şeyhe diyor ki, efendim getirdim. Şeyh, o zaman şurada oturun, diyor. Birbirlerine bakışıyorlar. Kız, sen bana hiç yabancı gelmiyorsun diyor. Sen kimsin, necisin, nereden geldin diyor.Oğlan da başına gelenleri anlatıyor. Kız da kendi başından geçenleri anlatıyor. İşte bu şeyhin sayesinde, tarikat olmasaydı, sen de ben de çok kötü olacaktık. İşte mübareğin himmetiyle böyle oldu, diyor. Şeyh de nikahlarını kıyıyor.
Tarikatların çok faydaları vardır. Ölüm zamanı, sekerat zamanı şeyhin menfaati vardır. Bir alim bir şeyhe gitmiş. Şeyhin yanına varıyor, ben tarikat almak için geldim diyor. Şeyh alenen başına elini koyuyor, başından ayağına kadar bir şey çıkartıyor. O alim de soruyor, sen ne yaptın? O da diyor ki tarikat alabilmen için ilimden vazgeçeceksin. O alimde ben ilmimden vazgeçmem çünkü çok zahmetle kazanmışım, zorluklar çekmişim, ilmi benden alma diyor. Mübarek de ilmi almadan tarikat vermem diyor. Tabii bu da bir imtihandır. Şeyhi diyor ki ilmin insana faydası vardır. Alimse, siz bana tarikatın faydasını anlatın ben kabul edeyim diyor. Şeyh de tarikatın bir çok faydası vardır, en büyük faydalarından birisi de sekerata girdiği zaman şeytan insana musallat olur, insan ne kadar alim olursa olsun, hoca olursa olsun, şeytan haşa Allah'ı (c.c.) inkar eder, sen reddersin, o ısrar eder. Red ispat, red ispat şeytan en son onu kandırır. Onun imanını alır, ama bir mürşid olsa o insanı şeytandan kurtarır diyor. Alim de diyor ki kurban yüz tane benim delilim vardır. Allah'ın (c.c.) varlığına ben 50 tane daha delil getireceğim diyor. Böylece alim çekip gidiyor. Bir zaman sonra Şeyh cemaatle sohbet ederken şeyhten bir ses geliyor. ''Ey melun, ben Allah'ımı (c.c.) delilsiz tanıyorum'', cemaat bakıyor ki, bu cümlenin sohbetle hiç bir alakası yoktur. Şeyhten bunun hikmetini soruyorlar. Bu nedir bunu niçin söylediniz diyor. Şeyh de diyor ki, ''bir gün bir alim vardı bizi ziyarete geldi, tekkemize geldi, bize misafir oldu. Allah'ın (c.c.) varlığına 150 tane de delili vardı. Bir gün ölüm döşeğinde şeytan buna musallat oldu. Şeytan Allah'ın (c.c.) varlığını reddetti, o delil getirdi. Delil red, delil red devam etti. En sonunda alimin elinde tek bir delil kaldı. Şeytan imanını elinden alacaktı. Evliyalar o kadar merhametliydi ki, alim şeyhi kabul etmediği halde yine de onu şeytanın elinden kurtarır.''
Esas tarikatın kaynağı Peygamber Efendimiz'den (s.a.v.) gelmiştir. Mağarada iken Cebrail (a.s.) Peygamber Efendimize üç defa teveccüh yapmıştır. İlk sıkışında oku. Resulullah Efendimiz ben okuma bilmem, dedi. Cebrail sıkınca benim canım çıkacak zannetttim diyor efendimiz. İşte bu teveccühün delilidir. Birincide içi temizlensin, ikincide nur dolsun, üçüncüde risalet nübüvvet nurunu içine doldursun. Bu da tarikattaki teveccühün temelidir. Bir de Peygamber Efendimiz Hıra Dağı'nda Nur mağarasında Hz. Ebubekir Sıddık Hz. ile beraberken kafirler mağaranın kapısına kadar gelmişlerdi. Hz. Ebubekir Sıddık (r.a.) tedirgin oluyor. Ya Resulullah ben kendime bir şey olur diye korkmuyorum. Size bir zarar gelir diye korkuyorum. Peygamber Efendimiz de ''Mahzun olma Cenab-ı Allah (c.c.) bizimledir'' diyor. Peygamber Efendimiz böyle deyince cevher gibi bir nur Hz. Ebubekir'in kalbine girmiş. Nakşibendi tarikatının da piri Hz. Ebubekir'dir. Ebubekir Hz.'nin size üstünlüğü çok namaz kılmak, çok amel yapmak değildir, onun kalbinde bir cevher bir nur vardır, onun fazileti ondandır.
Bir mürşide bağlanmadan veli olunur mu? Yani nefis tezkiyesi yapılabilir mi?
S. YUSUF HZ.: Cenab-ı Allah (c.c.) isterse verir, ama çok nadirdir (murattır). Bir insan hasta olsa kendisinde de hekimlik olsa kendi hekimliği kendisine yaramaz, ona bir hekim lazımdır. İnsan kendini ameliyat yapamaz. Allah-u Teala'nın rahmeti çoktur. Çok nadir olur, yani mürşidsiz olmaz. Hatta demişler ki şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır. Yani insanın şeyhi olmazsa şeytan insana şeyh olur. O şeytandan kurtulmak için şeyhe bağlanmak gerekir. Şeytan bir hayvan gibidir. Onun beş tane pençesi vardır. O hayvanı öldürmedikçe pençesinden kurtulamazsın. O hayvan, pençesinin birini kalbe koymuş, birini ruha koymuş, birini sırra koymuş, birini ahvaya koymuş, birini havaya koymuş. İşte o şeytan öldürülmezse pençelerini insandan çekmez. Bu şeytandan ancak bir mürşidi kamilin etkisiyle kurtulunur. Bir mürşidi kamilin terbiyesiyle, tedavisiyle insan düzelir. Onlar zikir verirler. İnsan o zikirleri çeke çeke, o şeytanın pençeleri zayıflar, sonra insan kurtulur, yoksa bir mürşid olmazsa bu tedavi nasıl gerçekleşecek. Herkese bir mürşidi kamil lazımdır.
Eskiden tarikatlar ilim sahibi, takva insanlar alınırdı. Şimdi ise tarikatlara herkes girebiliyor, bunun hikmeti nedir?
S. YUSUF HZ.: Herkese tarikata girmelerini tavsiye ederim. Bazı insanlar bakıyorlar anlamıyorlar. Bu büyük bir yüktür, biz alamayız diyorlar. Biz de onlara tarikatın faydalarını izah ediyoruz. Tabi uzaktan şeytanın, nefsin etkisiyle yanlış görülebiliyor ama girdikten sonra ne kadar kolay ve güzel olduğunun farkına varıyorlar. İnsanlara izah edilmezse onlar bu rahmetten mahrum kalır.
Efendim Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) Hz. ile ilk defa nasıl tanışmıştınız?
S. YUSUF HZ.: Ben ilk defa 1966'da Gavs Hz.'nin yanına gittim. Amcam Şeyh Mustafa Hz. vefat etmişti. Onun vefatından sonra Gavs (k.s.)'ın yanına gittim. Amcam, Şeyh Şehabeddin Hz.'nin halifesidir. Şeyh Şehabeddin Hz. de Gavs-ı Hizani'nin torunudur. Amcam Şeyh Mustafa Hz. çok alim birisiydi. Mollalık icazetimi kendisinden aldım. Ben de 15-16 kişiye mollalık icazeti verdim. Birçok talebeyle ilgilenip onlara ilim irfan elde etmeleri için emek verdim. İnşallah Allah-u Teala (c.c.) kabul eder. Biz Gavs-ı Hizani Hz.'nin akrabasıyız yani Arvas Seyyidlerindeniz. İlk Gavsın yanına gittiğim zaman ''Efendim ben tarikat almışım, sizi ziyarete geldim. Ben sadece tövbe almak istiyorum ama siz benim için ne kadar faydalı olacaksa onu söyleyin, ben bilmem. Yoksa ben buraya gelmezdim'' dedim. Gavs Hz. bana nereli olduğumu, hepsini sordu. Sonra da bana dedi ki; biz akrabayız. Ben dedim ki; madem biz akrabayız siz bana iyi yol gösterirsiniz. Mübarek de bana eğer şeyhin hayatta olsaydı buraya gelmen zaten gerekmezdi. Şeyhin haktır, tarikatın haktır ama şimdi hayattaki bir mürşidi kamile bağlanman gereklidir. Çünkü insan günahsız olmaz. Muhakkak günah yapıyor. Bu tarikata göre üç günahı sevağir bir günahı kebair eder, üç tane gıybet etse bir tane günahı kebair yapar. Tarikatta da bir günahı kebair yaparsa tarikattan çıkar. İnsan her gün çok sayıda günah işliyor, tarikattan çıkıyor, haberi olmuyor.Çok da amel yaptığı halde terakkisi yoktur. Haftada bir kez tarikatı yenilemek lazımdır. Eğer şeyhin hayatta olsaydı bir 4mesele yoktu. Şeyhin vefat etmiştir, sana bir şeyh lazımdır. Nereye gitmek istersen git istersen burada kal. Ben dedim ki; ''Yok efendim ben burada kalacağım''. O zamanda Seyda Hz. askerdi. O köyün ağası Hacı Muhammed isminde birisi Gavs Hz.'ne dedi ki: ''Siz burada kalın başka bir köye gitmeyin, yazın başka bir köyde kışın burada kalıyorsun. Yaşlandın artık başka bir köye gitme, burada kal''. Gavs Hz. de ''Hacı Muhammed, bizim orada işlerimize bakacak kimsemiz yoktur. Çocuklar hep ufaktır. Seyyid Abdulbaki de küçüktür, onlar beceremiyorlar, bizim tarlalarımız, ekinlerimiz var, ben gitmezsem iş olmaz. İş olmazsa da bu kadar misafir geliyor, onları nasıl ağırlayacağız. Benim mecbur gitmem lazım. İnşallah Muhammed Raşid askerden gelirse bir daha o köye gitmem. Muhammed Raşid ilgilenir o işlerle'' dedi. Ben de yanımdakine sordurdum Muhammed Raşid kimdir diye. O da şeyhimizin oğludur dedi. Bir müddet sonra Gavs Hz.'ni ziyarete gittiğim de baktım ki, bir genç başında siyah bir sarık, etrafındakilere talimat veriyor, arkadaşlarıyla konuşuyor. Ben de ilk defa orada gördüm. O günde teveccüh olacaktı. Yanına varıp kendisiyle tanışmak istedim. Bir müddet konuştuktan sonra benim koluma girdi, divana çıkarttı. Orada uzun uzadıya kim olduğumu, nereden geldiğimi, hangi Seyyidlerden olduğumu sordu. Bir sonraki ziyaretimde baktım ki karşıdan üç kişi geliyor, birini tanıdım. Seyyid Abdulbaki idi. Bir tane de sofi vardı yanlarında. Ortadakini çıkaramadım. Çok yakışıklı, üzüm gibi siyah sakalları olan birisiydi. Yaklaşınca baktım ki Seyda Hz. ''Sakal yakışmış mı?'' dedi. Efendim çok yakışmış sakalınız dedim. Bir hadis var, erkeklerin ziyneti hep sakaldandır, dedi. Seyda Hz. ile tanışıklığımız o kadardı. Çok hizmet ederdi, her geleni ağırlar, dertleriyle ilgilenirdi. Sonra Gavs Hz. 1972 yılında vefat edince ben Menzil'e düşüne düşüne gittim. Seyda Hz.'nin yanına vardım, siz bana ne tavsiye edersiniz, dedim. Seyda Hz. bana, sen bilirsin gidersen git ama sen seyri sülük etmek istemiyor musun, dedi. Bizimle ameline devam edecek misin, dedi. Evet dedim. Biz isitharesiz iş yapmayız, istihare et öyle gel dedi. Mübarek de öyle deyince rüya görürüm, görmem diye tedirgin oldum. Düşüne düşüne Gavs Hz.'nin markadına gittim. Orası da çok sıcaktı, orada uyuyakalmışım. Rüyamda Gavs Hz. beni markadın içerisine çağırdı, elinde bir kağıt vardı. Kağıdı bana verdi, bir tane de Kur'an verdi. Gavs'ım bunların anlamı nedir dedim. Gavs Hz. de Kur'an Kur'an'dır. Bu kağıdı ise Muhammed Raşid Hz.'ne ver dedi. Hemen gittim, Seyda Hz.'ne rüyamı anlattım. O da bana tövbe tarikat verdi. Ameline devam et diye nasihat etti. Uzun zaman amelime devam ettim. Çok rüyalar gördüm, haller yaşadım. Bir gün beni yanına çağırıp senin halin nedir dedi. Ben de ''Seydam, rüyamda bana bir ses geldi, senin işin bitmiştir'' diye söyledi, diğer bir ses de ''bu nef-i isbata geçmemiştir'' dedi. Seyda Hz. ''O diğer ses de nef-i isbatta, letaiflerin arasında, çıkmış gitmiş. Ben de istiharemi yapayım sana cevap vereyim'' dedi. Sultan Hz. beni ertesi gün yanına çağırıp ''bana da birşey geldi, tamam amel tamamdır'' dedi. Sana biraz hizmet vardır. On gün boyunca burada çalış dedi. 1976 Ramazanında on gün orada kaldım. Birkaç gün önce de mübareği rüyamda gördüm. Seyda Hz. ''Rüyamda bu gece senin yüzünden uyuyamadım. Ölü gibi yatıyordun, sana zorla hizmet ettirmeye çalışıyordum'' dedi. Menzil'de bana hizmet dedi. Bahçeleri temizlettirdikten sonra da caminin etrafını temizleme işiyle birkaç gün uğraştım, daha sonra da caminin koğuş sorumlusu yaptı. Bana, koğuşu temizle dedi, bir süre sonra abdesthanelikleri, tuvaletleri temizle dedi. Sonra beni yanına çağırıp senin halin nedir dedi. Ben de sizin sayenizde nefsim ne derseniz kabul ediyor hiç itiraz etmiyor, siz öl deseniz ölecek dedim. Gavs Hz.'nin halifesi Molla Abdussamed gelsin O'na da danışıp, icazetini vereyim dedi. Sonra Molla Abdussamed yanıma geldi. Müjdeler olsun dedi. Sana halifelik geldi, işin bitti dedi. Sultan Hz. Cuma namazından sonra divana gel dedi. Divana gittim, orada kalanlar vardı, onları kaldırdım, orayı temizledim. Seyda Hz. geldi, selam verdi, içeri girdi ve kapıyı arkadan kendi elleriyle kilitledi, oturup konuşmaya başladı. Ondan önce de Fikret Albay, Mehmet Yarbay'la bu halifelik meselesini konuşmuştuk. Keşke halife bizden olsaydı diyorlardı. Hatta biz Fikret Albayla ahiret kardeşi olmuştuk Biz Seyda ile konuşurken o sırada kapıyı Fikret Albay çaldı, dışarıdan bağırmaya başladı, kapıyı niye kilitliyorsunuz diye. Ben çıkıp, Seyda buradadır dedim. Ne yapıyor Seyda burada dedi, sanki çok normalmiş gibi çekti gitti. Arkasından Mehmet Yarbay geldi, O da aynı şekilde yaptı. Bir, iki, üç saat kadar Seyda Hz. ile konuştuk. Seyda Hz. bana tövbe verdi. Ayrıldıktan sonra hiç kimse bana Seyda Hz. divana niçin geldi, ne konuştunuz diye sormadı. Tabi bu Seyda'nın kerametiydi. Albay da, Yarbay da birşey söylemedi. Hatta bir gün Seyda Hz. halifelik mektubunu verdi, bunun aynısını sen de yaz dedi. Ben yazarken Seyyid Fevzeddin geldi. Sen ne yazıyorsun, ha bu Hazretin mektubunu mu yazıyorsun dedi. Seyyid Fevzeddin gidince kendi kendime hayret etmişim, çünkü aklına halifelik gelmemişti. Halifelikten bir Seyda'nın, bir benim bir de bir sofinin haberi vardı,başka kimsenin haberi yoktu. Seyda'nın dayısı Abdulmecid o zaman hayattaydı. Allah ona rahmet etsin. Seyda Hz. ilk önce ona söylemiş, Seyyid Abdulmecid de Seyda Hz.'ne, kurban biz oynayacağız, düğün yapacağız demiş. Seyda Hz. ''yok yok öyle yapmayın, bu nakşi tarikatında böyle bir şey yoktur'' demiş. Seyyid Abdulmecid camide beni elimden tutup, müjde müjde diyerek cemaatin içinde beni ayağa kaldırdı. Cemaate, Elhamdülillah Seyda bu sene, bu zata halifelik vermiştir dedi. Bütün sofiler başıma toplandı. Hatta Seyyid Abdulbaki, Seyyid Fevzeddin öyle bir şey vardır, biz Hazretin mektubunu elinde görmüştük, hiç de aklımıza gelmemişti dediler. Seyda Hz. çok büyük bir zattı, hatta bir keresinde bana senin rabıtan nasıldır dedi. Gavs (k.s.) gözümün önünden gitmiyor dedim. Seyda (k.s.) da ''hepimiz Gavs'ın hasretini çekiyoruz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vefat etmiştir, çare yoktur'' dedi ve dua etti bana. Seyda Hz.'nin ilk halifesiydim, 1977'de aldım. Gavs Hz. de Seyda Hz.'ni çok severdi, Raşidimiz der ve sanki dünya onun olurdu.
Seyda Hz. ne gibi tavsiyelerde bulunurdu?
S. YUSUF HZ.: Seyda Hz. birlik beraberlik isterdi. Hiç ayrılıktan hoşlanmazdı, hatta bir gün Seyda bana, bizim Ağrı'da halife Ali Arıncı Hz.'nin sofileri vardı, onlar senin yanına geliyorlar mı dedi. Ben de gelmiyorlar dedim. Böyle yapmasınlar, sen de onların yanına git, onlarla beraber ol, onlar senin yanına gelsinler, sohbet olur, teveccüh olur, hatme yaparsınız dedi. Sofiler kendilerine göre şeyler çıkartıyorlar. Hatta geçen güya Seyyid Abdulbaki Hz. onun teveccühüne girmeyin demiş. Haşa, haşa öyle bir şey yok. Abdulbaki Hz. (k.s.) çok kızdı, ''ben ne zaman böyle demişim, hatmelere, teveccühe girebilirsiniz, ondan küçük tövbe alın, sohbet edin'' diye Seyyid Abdulbaki Hz. (k.s.) söyledi. Şeriatla ilgili sorunuz olursa sorun, illa benim yanıma gelmeyin dedi. Hatta Seyda Hz. zamanında cami doluydu, Şah-ı Hazne'nin bir halifesi oradaydı. Hatmeyi o halife yaptırdı. Eğer o şeyhi hatmesi bize yaramasaydı, yaptırmazlardı. Gavs Hz.'nin ismini, Seyda Hz.'nin ismini de okumadığı halde Seyda hiç birşey demedi, bunu kabul etti. Demek ki bu gibi başka halifelerin yanına gitmeyin sözü yanlıştır. Hatta bazıları tövbe de almayın diyorlar, bu da çok yanlıştır. Ben Gavs'ın yanında çok gördüm., Şah-ı Hazne'nin sofileri sofileri geldiklerinde tövbe alırlardı. Biz de tövbe almak istiyoruz deyip, tövbe alırlardı. Eğer başka şeyhin elinden küçük tövbe alınmasaydı, Gavs Hz. vermezdi, gidin kendi şeyhinizden alın derdi. Bu da bizim için delildir. Nakşibendiler hepsi birbirlerinin hatmesine, sohbetine, teveccühüne girebilirler. Bunda bir beis yoktur. Eğer insanın niyeti Allah (c.c.) için halis olursa ne zarar var, gaye Allah (c.c.) olmalı. Şah-ı Dehlevi Hz. Kadiri tarikatındanmış sonra Nakşi tarikatına girmiş. Bir gün keşf halindeyken Şah-ı Nakşibend Hz. gelmiş, onu ziyarete gitmek isterken bakıyor Abdulkadir Geylani Hz. de (k.s.) orada. Şimdi ilk önce hangisini ziyaret edeceğini şaşırıyor. Mübarekler görünce ikisi de beni çağırdı gel gel biz de ayrılık yoktur dediler. Hangimizi ziyaret edersen et, gel otur bizim amacımız nedir, bizim amacımız Allah (c.c.) yoludur, insanı Allah'a (c.c.) yaklaştırmaktır. Birisi Nakşibendi’dir birisi Kadiridir'' dediler. Ama Nakşibendi’nin aynı kollarında hatmemiz, teveccühümüz de birdir.
Seyda Hz.'nin vefatından bahseder misiniz?
S. YUSUF HZ.: Seyda Afyon'daydı, zaten rahatsızlığı vardı. Hatta bir sefer eline iğne vurmuşlardı, göz ameliyatı olmuştu, bacağından rahatsızlanmıştı. Hepsi iyileşti, hiç bir şeyi yoktu Afyon'dayken, hatta Molla Ahmed'e senin işin bitmiş inşallah Menzil'e gidince icazetini vereyim'' demiş, bu, mübareğin kerametidir. Eğer o zaman vermeseydi onun işi kalacaktı, çağırıp icazetini vermiş. Hatta Seyyid Fevzeddin bana dedi ki rahatsızlığı yoktu, bir gece biraz rahatsızlandı. Doktor kontrolündeydi, hatta sabahleyin keyfi iyi idi. Çayını içti, kahvaltısını yaptı, akşam olunca ben de odama gittim, biraz uzandım dedi. Mübarek abdest almak istemiş ellerini duvara dayamış birden yere düşmüş. Sonra Seyyid Fevzeddin'i çağırmışlar
dedekorkut1
16 Ocak, 2019 - 09:54
Kalıcı bağlantı
HAS BAHÇENİN GÜLLERİ -
HAS BAHÇENİN GÜLLERİ
(Gavs-ı Sani k.s)
SELİM GÜRBÜZER
Nasıl ki her bir sanat eseri kendi sanatkârlarını gösteriyorsa, her bir gül bahçeside kendi bahçıvanlarını göstermektedir. Hatta o bahçıvanlar bu dünyadan göç etmiş olsalar da ardından bıraktıkları her bir Gül fidanlar sayesinde tasarrufatlarını devam ettirebiliyorlar. Örnek mi? İşte Seyda Hz.leri bunun en bariz örneğidir zaten. Gerçektende Seyda Hz.leri göç ettiğinde bir baktık ardından bıraktığı her bir Gül fidan yurdun dört bir yanında irşad ettiklerini gördük. Yani bu demektir ki ardından bıraktığı Gül fidanlardan birini kaynağında (Menzil’de) bırakmak suretiyle kimi İstanbul’da, kimi Urfa’da, kimi Konya’da, kimi Van’da irşad faaliyeti yürütmek için vardır. Hem büyükler boşuna mı demişler “Bir kilime on derviş sığar ama on şeyh soğmaz“ diye. Hiç kuşkusuz bu kelam boş bir kelam değil elbet. Bu yüzden her bir yetişen Gül fidanın yurdun çeşitli yerlerinde irşad etmeleri gayet tabii bir durumdur. Dolayısıyla şu mekanda veya bu mekanda bulunmanın pekte bir kıymeti harbiyesi yoktur, burada önemli olan üstlendikleri görevi en iyi şekilde deruhte etmeleridir. Madem öyle, Seyda Hz.lerinin vefatıyla birlikte irşada koyulan altı Gül halife nasıl vazife yüklenmişler bir görelim. Bu arada şunu belirtmekte fayda var her bir Nübüvvet Gü‘lünü anlatmaya bizim gücümüz yetmez, yinede biz dilimizin döndüğü kadarıyla Seyda Hz.lerinin has bahçesinde yetişen her bir Gül fidanını koklamaya çalışalım.
SEYYİD ABDÜLBAKİ HAZRETLERİ
(Gavs-ı Sani )
Bilvanis, Siyanüs, Taruni, Havil, Dilbe, Nurşin, Kasrik ve Gadir köylerinden soluklayıp Menzil köyünü mesken tutunan Gavs Hz.leri ve oğulları bu köye geldikleri günden bugüne, hatta kıyamete dek sürecek bir irşad faaliyeti içerisinde bulundukları artık bir sır değil. Hiç şüphe yoktur ki “Allah sırlarını takdis etsin” sırrın gereği gelişlerinde ki temel gaye ve hedef Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin Kasr-ı Arifan’da başlattığı Nakşibendiyye nisbetini Menzil’de daha da uç noktalara taşımak olmuştur. Nitekim bu temel gaye ve hedef doğrultusunda köy köy, diyar diyar hicret etmeyi de göze almışlardır. Öyle ki hicretlerinin en son evresi Menzil köyünde durakladıklarında babaları Gavs Hz.leri burası için ikinci Buhara demekten kendini alamaz da.
Gerçektende Menzil’de duraklamak bir bambaşka hissiyattır. Çünkü Medine’yi de hatırlatan en son durak olacaktır. Meğer köy köy, diyar diyar dolaşmak iş olsun babından bir göç değilmiş, bilakis Şah-ı Nakşibend (k.s)‘ın nisbetini yeniden ihya ediş hicretidir. İyiki de hicret etmişler, bu sayede Kasr-i Arifan ruhu Gavs-ı Bilvanisi Hz.leri ve oğulları eliyle yeniden dirilişe geçmiş oldu. Nasıl dirilişe geçmesin ki, bikere bu hamurun mayasını çok yıllar öncesinden elden ele Şeyh Abdurrahman-ı Tahi (k.s), Şeyh Fethullah (k.s), Şeyh Muhammed Diyauddin (k.s) ve Şeyh Ahmed-el Haznevi (k.s) eliyle yoğrulmuş, sonrasında yoğrulmuş bu hamurun kıvam haline gelme işide başta babaları Gavs Hz.leri olmak üzere evlatlarına düşecektir. Gerçekten de bu anlamda Menzil ikinci Buhara olmayı çoktan hak etti bile. Malumunuz her iki oğul da Gavs-ı Bilvanisi Hz.lerinin göz bebeğidirler. Babaları dar-ı bekaya göç ettiğinde nöbeti ilk önce Seyda Hz.leri devr alacaktır. Seyda Hz.lerinden sonra da kardeşi Seyyid Abdülbaki Hz.leri devr alır. Aslında Abdulbaki Hz.leri kardeş olmanın ötesinde tam yar ve yardımcısı diyebileceğimiz bir yol arkadaşıdır. Onu bilenler bilir zaten. Hele onu bilhassa eski Sofilere bir sorun ta Seyda Hz.leri zamanından beri biliyorlar. Ki, o zamanlar kalabalıktan dolayı Seyda Hz.lerine ulaşmak zor olabiliyordu, bu yüzden sofiler sıkıştıklarında hep ona müşkülünü sorarlardı, o da Allah var sofileri kırmayıp Seyda Hz.lerinin omuzundaki yükü hafifletmeye çalışırdı. Oldu ya, sofilerle hemhal olduğu esnada Seyda Hz.leri gözüktüğünde değim yerindeyse o an tası tarağı toplayıp iki büklüm halde adab vaziyetine bürünürdü. O an gök çökse yer yarılsa hiç islimini bozmayacak bir adap duruşuydu bu. Zaten biri çıkıp dese ki Seyyid Abdulbaki denince ilk akla gelen nedir diye sual etse, hiç kuşkusuz sofiler “Adabın ta kendisidir” diye cevap vereceklerdir İşte böylesi bir cevaba şaşmamak gerekir. Çünkü Seyda Hz.lerinin döneminden beri sofiler hep onu böyle gördüler, böyle bildiler. Değilmidir ki onun tıpkı ölü teneşirinde ölü yıkayıcısının elinde teslim olur gibi duruşu, ziyadesiyle Menzil’in ikinci Gavs’ı Sanisi olmasına yeter artar da. Tabii ki böylesi bir mertebeye erişmek bir anda olmadı, tâ çocukluk çağına uzanan çile bülbülüm çilenin neticesi bir mertebedir. Öyle ya bülbül âşığı, gül mâşuku temsil ettiğine göre bülbülün güle aşkından ötürü çektiği çileye karşılık gelen “Ne kadar çile o kadar ecir derler” ya onun gibi bir şeydir bu. Düşünsenize çocukluk çağında verem hastalığına yakalanıp zayıf ve bitap bir hale düşer de. Olsun yine de o dergahın hizmetinden bir an olsun geri durmayacaktır. Aslında bu zayıf ve bitap düşüş hali onun ilerisinde manevi heybet bir hale bürüneceğinin ilk işaretiydi. Nitekim ileri ki yıllarda üzerinde heybet hali belirgin hale gelir de. Babası Gavs-ı Bilvanisi (k.s) pekala biliyordu ki bu yol çile üzerine kurulu, bu yüzden oğlunu bu hal vaziyette bile Siirt ve Van’a ilim tahsili için göndermekten imtina etmez de. Sadece ilim tahsili mi, bunun yanısıra tevbe de verecektir. Öyle ya, madem babası vazifelendirmiş o halde gereğini yapmak gerekirdi. O da hiç üşenmeden gereğini yapar da. Ancak Yusufiye çilesi de beraberinde gelecektir. Gelmeside gayet tabii, çünkü etrafında halka genişledikçe birilerinin uykusu kaçacaktır. Neymiş efendim yöre halkı içki alışkanlıklarını terkediyormuş da, yok şuymuş da yok buymuş da eften püften sudan bahanelerle durumdan vazife çıkarıp şikayet edeceklerdir. Derken iki-üç günlük tevkifin ardından otuz günü bulan bir tutuklama hadisesi vuku bulur bile. Tabii ki bu tutukluluk hiç arzu edilmeyen bir durumdu. Yani can sıkıcı durumdu. Bir başka ifadeyle Baba Gavs duyduğunda üzülecek endişesi sarmıştı. Bu yüzden Molla Ahmed ilk etapta durum vaziyeti açıklamaya cesaret edemez, sadece dayısı Seyyid Sıtkı’ya duyurmakla yetinecektir.
Peki Dayı Sıtkıy‘a durum bildirildiğinde ne oldu? Olan olmuştu artık, hem Gavs üzülecek diye de bu bilgiyi saklamakda doğru olmazdı elbet. O halde eksik kalan bu kısmın hikayesini de dayısından dinleyelim. Nasıl mı? Menzil’de Seyda Hz.lerinin anısına Seyyid Saki Hz.leriyle yaptığıım röportajın ardından bir ara Seyyid Dayı Sıtkı‘nın dükkanına girdiğimde bizatihi kendisine sorduğumda ancak bu kısmı öğrenebilmiş oldum. Sağ olsunlar kendileri de lütfedip Molla Ahmed’den aldığı haberi Gavs’a nasıl aktardığını şöyle anlattılar:
“ Tabii ben Molla Ahmed’den aldığım bu haberi Gavs Hz.lerine söyleyince üzüleceğini sanmıştım, beklediğimin tam aksine bir baktım yüzü çiçek gibi açıldı. Öyle içi ferahladı ki, dönüp bana şöyle dedi:
-Bundan daha ne büyük nimet olabilirdi ki? Kaldı ki bu kutlu yolda İmam-ı Rabbani, Şah-ı Nakşibend, Abdulkadir Geylani, Şah-ı Hazne gibi nice Sadatlar çile çekmişler, gelin şükredelim. Zaten bu hadiseyle birlikte Sadatlara mutabaat olmuş. Nasıl ki başkaları suç işlediğinde tevkif edilip ceza yiyorsa, Oğlum da Allah yolunda tevkif edilip nezaret altına alınmış. Dolayısıyla ne kadar şükretsek o kadar azdır.”
Evet; Yöre halkının git gide kötü alışkanlıklarını terketmesinden rahatsızlık duyanlar, maalesef 25 muhtardan topladıkları imzayla durum vaziyeti Yüzbaşı’ya intikal ettireceklerdir. Tabii Yüzbaşı da boş durmaz, o da huduttaki bir başka komutana intikal ettirip en nihayetinde gözaltına alınacaktır. Şikayet ettilerde ne oldu, otuz gün sonra serbest bırakıldığında pişmanlık duyacaklardır. Üstelik şikayet edenlerin bir kısım hakikati gördüklerinde bu yola da girecektir. Tabi baktılar ki bu gencecik talebeye ne kadar çile çektirsek, Allah’da kat be kat o nisbette feyz ve bereketini artırıyor. En iyisimi yol yakınken tevbe etmekte fayda var deyip onlarda hatme halkasına oturacaklardır. Şu bir gerçek hiç bir şey yapanın yanına kâr kalmıyor. Şayet ortada bir kâr menfeat varsa, o da hiç şüphesiz Allah yolunda çile çekenlere has manevi şirket hükmünde hatme halkası kâr sermayesi vardır. Nitekim 30 günlük Yusufiye çilesinin ardından heybesine doldurduğu manevi sermaye ile birkte dönüş yine Menzil’edir. Ama o yine de dönem dönem ilim tahsili için oralara gidip gelmeyi ihmal etmeyecektir. Çile bu yolun tadı tuzuydu zaten, pes etmek doğru olmazdı elbet. Başta da dedik ya, ne kadar çile, o kadar ecir vardır bu yolda.
Öyle anlaşılıyor ki Gavs-ı Sani Hz.lerinin çocukluktan halifelik dönemine kadar olgunlaşmasında baba Gavs Hz.leri, Molla Derviş ve pekçok medrese hocalarının yanısıra kardeşi Seyda Hz.lerinin de çok büyük emeği ve desteği vardır. Onlar destek verir de meyve vermez mi? Hem de öyle tarif edilemiyecek derecede meyve verir ki, Seyda Hz.leri nasıl ki Gavs Hz.lerinin emrinde koşturup Gönüller Sultanı olduysa, Seyyid Abdulbaki (k.s)’de Seyda Hz.lerinin emrinde koşturup babalarının ikinci Buhara diye andığı Menzili şerifin ikinci Gavs-ı Sanisi olacaktır. Dahası Seyda Hz.lerinin irşat döneminde gösterdiği o müthiş teslimiyetiyle birlikte Menzil-i şerif artık kabına sığmaz bir hüviyet kazanırda.
Düşünsenize Gavs-ı Sani Hz.leri genç yaşlarda hastalığından dolayı çok zayıf ve cüssesiz bir fiziki görünüme sahipmiş. Gavs Hz.leri ta ki oğlunu tedavi için Ankara’ya gönderir, işte o gün bugündür heybet hali üzerinden hiç kalkmayacaktır.. Tıpkı babası Gavs Hz.leri gibi üzerine heybet hali hakim olur. Keza yüz siması da aynı hal alır. Bu nedenle Gavs-ı Bilvanisi’yi dünya gözüyle görmeyipde merak eden varsa oğlu Seyyid Abdulbaki’yi görmesi kâfidir dersek yeridir. Gerçekten de bu benzerliği hayatta halen yaşayan, yani Gavs-ı Bilvanisi zamanından kalma sofiler de tıpkı babasının bir kopyasıymış şeklinde teyit etmekteler. Peki sadece fiziki benzerlik mi, elbette ki buna bir dizi çileler, hastalıklar ve sabır yürüyüşleri de dahil. Ne mutlu böyle bir oğula ki babasının izini iz sürüp Seyda Hz.lerinin has bahçesinde olgunlaşan gül oldu.
Düşünün ki o daha çocukluğunu yaşamadan hayatında iki şeyi aziz bilerek kemale erecektir. Birincisi Kur’an ve hadis ışığında, ikincisi de canından aziz bildiği babası Gavs-ı Bilvanisi ve kardeşi Seyda Hz.lerinin izini iz sürerek ilerleyecektir. o’na da o yakışırdı zaten. Bu öyle bir iz sürüşdir ki önce babasının babasının izini sürerken, sonra da kardeşinin izini iz sürrken kendinden geçti. Nasıl mı? Canından aziz bildiği babası Gavs Hz.leri vefat ettiğinde adeta şok hali yaşayarak elbet. Nasıl kendinden geçmesin ki; Gavs Hz.lerine öyle sıdk ile bağlıydı ki, o’nun dar-ı bekâya irtihali çok ağır gelmişti. Öyle ki dergahın hizmetine birlikte koştuğu kardeşi Seyda Hz.lerini o an unutacak derecede bir şok halidir bu. Zira Seyda Hz.leri irşada başlamış, aradan yirmibir gün geçmiş ama hala şok halinden çıkamayıp biat edememişti. İşte bu kendinden geçme halidir ki Seyda Hz.lerine beyatını geciktirmesine sebep olmuştur. Tabii Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin bu haline taaccüb edenlerde olmuş. Neyse ki markada kapandığı yirmi birinci gününde Seyda Hz.leri markad’a gidip Kur’an okumaya başladığında kardeşi de murakabe halde ordaymış zaten. İşte o an orada ne oluyorsa oluyor kardeşine:
“ Abdulbaki otur...” dediğinde beyatı o anda gerçekleşmiş olur. Hatta bu hususta Gavs (k.s.)‘ın maneviyatta Seyda Hz.lerine üç sefer:
“- Muhammed Raşid, Seyyid Abdulbaki’ye dikkat et. O’nu sana teslim ettim” demesi üzerine beyat ettiği rivayet edilir. Böylece Seyda Hz.leri de Seyyid Abdulbaki’ye “Otur” deyip emanet yerini bulunca o şok hali ortadan kalkar da. Hatta Seyda Hz.leri ilerisinde o’nun halifeliğini Molla Abdulbaki ile beraber verecektir. Her nekadar Gavs-ı Bilvanisi Hzleri hayatteyken en büyük yardımcısı Seyda Hz.leri olsada büsbütünde yanlız sayılmazdı, çünkü o yıllarda da yine yanında en büyük yardımcı kardeşi Seyyid Abdulbaki Hz.leriydi. Seyda Hz.leri Gavs’tan sonra irşada başladı, yine yanında en büyük yardımcı o oludu elbet. Gavs döneminden tek fark, dergah hizmetlerinde Mürşit-Halife ikilisi şeklinde yürüyecektir. Üstelik sırt kısmında nükseden ağrılara rağmen dergâhın hizmetine koşturacaktır. Abdulbaki Hz.leri sırt ağrılarını belli etmemeye çalışsada nereye kadar gizleyebilirdi ki. Bir şekilde sırt ağrıları çektiği gözlerden kaçmayacaktır. Ta ki Seyda Hz.leri emir buyurur, işte ozaman Ankara’da ameliyatla ağrıları dindirilmiş olur.
Vakta ki Seyda Hz.leri de bu dünyadan göç ettiğinde bütün yük üzerine binip Menzil’in işleri daha da bir yoğunluk kazanacaktır. Bir yandan camii inşaatı, diğer yandan markad inşaatı ve diğer yandan vakıf faaliyetleri bunun en büyük göstergeleridir. Menzil artık gelen misafirleri maddeten kaldıramadığı içindir büyük çapta inşaat ve imar faaliyetlerine hız verecektir. Tabii bu işlere tam koyulmadan önce ilk iş Türkî Cumhuriyet’lerini ziyaret etmek olacaktır. Yani buralarda Sadatların kabr-i şerifleri ve bulunduğu mekânları ziyaret edecektir. Sonrasında ise Umre ziyaretiyle Allahın beyti Kâbe’ye Gül Nebinin Mescid-i Nebevisine yüz sürecektir. Malum, tüm bu ziyaretlerin akabinde ise dönüş yine Menzil’edir. Belli ki bu sıradan bir dönüş değil, baba Gavs’ın ve kardeş Seyda (k.s.)’ın temellerini attığı Menzili daha da mamur hale getirmek için bir dönüştür. Nitekim de Menzil’e daha ayağını basar basmaz tez elden markad ve camii inşaatına hız verecektir. Bu arada sene içerisinde fırsat bulduğunda ise mürşidi Seyda Hz.lerine mutabaat edip Afyon ve Pursaklar’ı ziyaret edecektir. Keza daha ileri ki yıllarda da Umre ve Hac ziyaretlerinde bulunacaklardır. Derken o çok yoğun tempo içerisinde yürüttüğü irşad faaliyetleri arasında geriye dönüp baktığımızda baba Gavs ve kardeşi Seyda Hz.lerinden devr aldığı Nakşibendiyye nisbetini kat be kat daha da artırdığı gözlerden kaçmaz da. Nasıl gözlerden kaçsın ki, görünen köy klavuz istemez, her şey ortada zaten. Baksanıza artık tek tek, ya da on kişiye birden elle tövbe vererek kalabalık dizginlenemiyor. Onca kalabalığın yükü ancak sarık şeklindeki bez şeritle kaldırılabiliyor. Aksi takdirde ne namaza, ne hatmeye, ne sohbete ne de hizmete vakit yeter. İşte tek başına şeritle tövbe vermesi bile omuzlarında ki yükün ne kadar arttığının göstermeye yeter artar da. Şu da var ki, Allah’a tam teslimiyet olmasa bu denli yükü omuzlarında taşımaları asla mümkün olamazdı. İşte bu nedenledir ki Nakşibendiye Sadatları için Allah’a tam teslimiyet ve tam tevekkül olmazsa olmaz şart hükmünde bir temel dusturdur..
Peki, onca çileler ne için yaşanmıştı derseniz, şüphesiz Allah’ın rızasını kazanmak içindi. Buna inancımız tam da. Düşünsenize camii hınca hınç dopdoluluktan nefessizlikten dayanılmaz halde olduğu halde, o yine de her şart ve ahvalda durmak yok yola devam deyip bir yandan namaz kıldırmakta, bir yandan hatme Hacegan yaptırmakta diğer yandanda tevbe vermektedir. Gerçekten de şöyle etraftan bir baktığımızda gerek imar faaliyetleri, gerek ameli faaliyetler, gerekse kültürel faaliyetler olsun hiç fark etmez, her üç faaliyetinde bir arada yürütülüyor olmasına bir türlü insan akıl sır erdiremiyor. Üstelik tüm bunları sırtında nükseden dayanılmaz bel ağrıları çekmesine rağmen yürütmekte. Şayet biz o halde olsak, ne yapacağımız besbelli, ahlanmaktan sızlanmaktan inlemekten geri durmayıp ayan beyan her şey ortaya dökülecekti. Dahası yeri göğü inleteceğimiz adeta malum olacaktı. Ama sözkonusu Allah dostları olunca, öyle olmuyor. işte görüyorsunuz bunun en bariz örneği zaten önümüzde duruyor. Nitekim bu hususta Gavs-ı Sani Abdülbaki Hz.lerinde şimdiye dek en ufak ne uflanmasını, ne hayıflanmasını ne de sızlanmasını gördük. Zaten görmeyiz de. Nasıl görülsün ki, öyle narin, öyle zarif bir ruh seciyesine sahip bir mizacı var ki, dayanılmaz bel ağrılarını bile dile getirmeyi kendine hayâ edinecek bir karakter abidesidir o. Sofiler onun bel ağrıları çektiğini ancak sırtını çeviremediği anlarına şahit olduklarında ya da da camiye tekerlekli sandalye ile girişlerinde farkedip hissedebiliyorlardı. Bunun dışında en son gelen aşamada ise bel ağrıları öyle bir hal alır ki artık saklayamaz da. Çünkü namaz vakitlerin pek çoğunu oğlu Seyyid Saki Hz.leri kıldırmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki Ehl-i Beyt Gül nesli ne kadar çile çekse Allah’da ona göre ecirlerini daha da artırıp manevi makam almalarına vesile kılmakta, buna asla şüphe duymayız bile. Çünkü biz biliyoruz ki, dünyada en çok çile çekenler Peygamberlerdir, dolayısıyla bu çileden Peygamber varislerinin de istifade etmeleri gayet tabii bir durumdur. .
Velhasıl kelam Seyyid Abdülbaki Hz.leri için en son şunu diyebiliriz ki, O Nakşibendiyye nisbetini Seyda Hz.lerinden devr aldığından bugüne camii, medrese, markad, tuvalet ve çeşme inşaatı gibi pekçok imar faaliyetlerine hız vermesiyle, yine vakıflaşma, dergi, kitap, televizyon radyo yayını gibi bir dizi kültürel faaliyetlere girişmesiyle, keza tevbe almak için gelenlere artık elle değil sarıkvari bir şeritle tövbe veriyor olması, sofilerini sırf muhabbetle değil virdle yönlendiriyor olması, aynı zamanda sofilerin ilmihal eksiklklerinin giderilmesi noktasında sohbetciler tayin ediyor olması gibi pekçok ameli faaliyetleriyle dikkat çeken Hadimül hizmetkâr Gönül Sultanıdır. Burada cümlenin sonuna dikkat edin hizmetkâr dedik. Niye derseniz, her şey gayet açık, çünkü Menzil’de bilhasssa bu dönemde kazanlarla daha çok çorba kaynatılıyor olması, daha çok buğdayın değirmende öğütülüyor olması, ekmeğin daha çok fırınlarda kızırtılıyor olması, musuluklardan daha çok su akıtılıyor olması gibi bir dizi hizmet alanlarının genişlemesi hizmetkarlığının en belirgin zişanı zaten. İşte bu yüzden hizmet nimettir buyurmaktalar.
MOLLA YAHYA EL ABBASİ EL HAŞİMİ HAZRETLERİ
Molla Yahya Hz.leri ta 1957-1958 yılları arasında Gavs Hz.lerinden beyat aldığından beri kendisine Menzilin öz evladı gözüyle bakılmıştır hep. Nasıl böyle bakılmasın ki, ta Gavs’ın zamamnıda Kasrik dergahında hem ilim tahsil etmiş hem de Gavs’ın yol arkadaşı olmuştur. Derken bu arada Gavs Hazretlerinin oğlu Seyda Hazretleriyle de aralarında dostluk bağı kurulur. Öyle ki birlikte medrese ilmi tahsil edecektir. Tabii ki ilimde de Seyda Hz.leri öndedir, bu yüzden imamlığa Seyda Hazretleri, kendisi de müezzinliğe geçecektir. Malum, Seyda Hz.leri irşad postuna oturduktan sonra da yine dostluk devam edecektir, ama bu kez dostluk farklı şekilde tezahür edecektir. Yani Seyda Hz.leri mürşid dost, kendisi ise halife dost olacaktır. Ki, bu dostluk Seyda Hz.lerinin vefatıyla birlikte İstanbul‘da irşada koyulmasıyla da taçlandırılmış olur. Hiç kuşkusuz Molla Yahya Hz.leriyle yazılacak daha pek çok şey var. Ama daha önceden de kendisiyle ilğili Enpolotikde yayınlanan İlimsiz Tasavvuf Asla! başlıklı makale yayınlandığı için şimdilik bu kadarıyla yetinebiliriz. Yinede geniş bilgi isteyenlerin şu linke tıklamaları kafidir:
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2549/ilimsiz-tasavvuf-asla.html
MOLLA FARUK-İ MUHAMMED EL KONYEVİ HAZRETLERİ
Molla Muhammed Hz.leri deyince aklımıza hep Seyda Hz.lerinin müezzini olarak gelir hep. Hatta bundan öte o bizim Bilali Habeşimizdir dersek yeridir. Madem öyle Bize Bilali Habeşiyi hatırlatan Molla Muhammed Hz.leri ilgili bilgiyi Ahmet Öz’ün bir kitabının önsözünde Molla Muhammed Konyevi hakkında kaleme aldığı biyografisini aktararak bu bilgiyi edinmiş olalım. Ancak kitabın önsözünden alıntı yaparken Seyda ismi geçen satırlarda Seyda yerine Molla Muhammed olarak isimlendirip öyle aktardım. Çünkü okurlarım Molla Muhammed Hz.lerini mürşidi Seyda Hz.lerinin ismiyle karıştırmasın diye böyle yaptım. Her neyse fazla sözü uzatmadan asıl mevzuya geçebiliriz:
Molla Muhammed Hazretleri, 1942 yılında Mardin ilinin Kızıltepe ilçesine bağlı Konaklı köyünde doğdular. Altı yaşına geldikleri zaman o yıl köylerine açılan ilkokula kaydoldular. Öğrenimleri devam ederken aynı zamanda dayılarının yanında Kur’an-ı Kerim öğrendiler. Bu esnada dayıları, seni medreseye göndereceğim derlerdi. Molla Muhammed Hz.lerinin okul öğretmenleri onu öğretmen okuluna gönderme kararı verdiler. Bu zaman zarfında Molla Muhammed Hz.leri öğretmen okulunda namaz kılmaya müsaade etmediklerini öğrenip, bu karara karşı çıktılar. Okulu bitirince bir süre kendi koyunlarına çobanlık yaptılar.
Molla Muhammed Hz.leri, aradan bir süre geçince yanına bir yatak alarak evden kaçtılar. Bir medreseye yerleştiler. Bu günlerden bahsederken: “O günlerin tadı bambaşka idi. İlim ve din aşkı ve din aşkından deli olacaksın”diye üzüldüklerini beyan ederlerdi diye aktarıyor.
Medrese yılları boyunca bütün arkadaşları ile hoş vakit geçirmeye çalışır ve azami dikkat sarfederlerdi. Hocalarını da memnun etmek için var güçleri ile çalışırlardı. Hatta hocalarından birisinin şöyle dediği nakledilmiştir: “Yalnız o talebeliğin hakkını veriyordu.” Molla Muhammed Hz.leri hocalarını anarken; “Allah onlardan razı olsun” diye dua ediyorlar.
Medrese arkadaşları ile çok iyi geçinmelerine rağmen, bir gün arkadaşı ile ağız kavgası yapmışlar. Şer’an dahi arkadaşı haksız olmasına rağmen o gece herkesin uyumasını bekleyip, daha sonra gidip o arkadaşından özür dilemiş ve helalleşmişlerdir. Böyle davranmalarına neden olarak şu âyeti celileyi gösteriyorlar. “Bir kimse sahibi bilcem’den (birlikte olduklarından) sorulacaktır.
Hocalarından birisi de Seyda-i Molla Süleyman Banihi idi. Çok yaşlı idi. Hatta Şah-ı Hazne (k.s.)’nin halifesi olan Şeyh Abdurrezzak da ondan ders almıştır.
Molla Muhammed Hz.leri ve bir arkadaşı ile beraber medreseden ayrılmaları icap etmiştir. O zaman Seyda-i Süleyman Banihi onları yanına alıp evine götürdü ve çay ikram etti. Dedi ki: Bu güne kadar çok talebe okuttum. Ancak hiçbirinin gidişine bu kadar üzülmedim. Siz hem talebe olarak hem de ahlak olarak çok başkasınız. Gidişiniz beni üzüyor. İşte böyle hocalarını memnun ederlerdi.
Medrese yılları esnasında bütün talebeler harmanlara çıkarak zekat toplarlardı. Molla Muhammed Hz.leri okumasına devam ederdi. Ramazan ayında civar köy camiilerine giderek imamlık yapıp harçlık temin ederlerdi. Bu şekilde devam edip daha sonra kayınpederleri olan Molla Abdüssamed Hazretlerinden mollalık icazetlerini aldılar. Ve memleketleri olan Konaklı köyüne döndüler.
Konaklı köyünün imamı amcalarının oğlu idi. O kişi bu görevden ayrılınca köy halkı görevi kendilerine teklif ettiler. Molla Muhammed Hz.leri kendi köyü olması hasebiyle kabul etmek istemedi. Ancak ısrar üzerine onlara iki şart koştu. Bunlardan biri davul zurnalı düğünlerin terk edilmesi ve kadın erkek bir arada oynamamaları idi. İkincisi ise beraberlerinde getirdikleri talebelerin bakımının üstlenilmesi idi. Köylüler bu şartları kabul ettiler. Orada küçük bir medrese yaparak üç yıl ikamet ettiler. O günlerden kalan bir anı şöyledir. Köy halkından birisi düğün isteyince şu cevabı verdi. Kızınızı altınla süsleyip verseniz de, biz imamımıza söz verdik. İsterseniz vermeyin. Üç yıl sonra kendi tabirlerince oradaki nasipleri bitti ve köylülerden birisi düğününü bu şekilde yapınca oradan ayrıldılar. Bazı geceler hayırlı bir yer ve hayırlı bir nasip dileyerek ağladıklarını anlatıyorlar.
O sıralarda Gavs Hz.leri (k.s.a.) vefat etmişler ve Seyyid Muhammed Raşid Hz.leri (k.s.a.) irşada başlamışlardı. Seyda Hz.leri Molla Muhammed Hz.lerini Menzil’e davet ettiler. Yanlarında Molla Abdüssamed olduğu halde Menzil’e geldiler. 20 küsur yıl orada hizmet ettiler. O günleri anarken de; “Keşke bütün ömrümüz hizmetlerinde geçseydi. Allah (c.c) onlardan razı olsun” diye anlatırken gözleri doluyor.
Molla Muhammed Hz.leri Seyda Hz.lerinin vefatından 6 ay teberrüken Menzil’de kaldıktan sonra, hayattayken işaret buyurdukları Konya’ya hicret ettiler. Halen Konya’nın Ankara yolu üzerinde 18 km.sindeki Kayacık Köyünde tebliğ ve irşadlarını sürdürmektedirler.
Kaynak: Ahmet Öz’ün bir kitabının önsözünde M.Muhammed Konyevi ile ilgili biyografisi.
ŞAH-I URFA MOLLA SEYYİD ABDÜLBAKİ BİLVANİSİ HAZRETLERİ
Molla Seyyid Abdülbaki Hz.leri Seyda Hazretlerinin dayısı ve halifesidir. Aynı zamanda Seyda Hazretlerine hocalık yapan da ilk isimdir. Öyle ki; Seyda Hz.leri daha henüz üç yaşındayken, Siirt’in Kurtalan kazasına hoca olarak gelip, Seyda Hazretlerine ilk medrese tahsilini vermeye başlamıştır. Evet ilk hoca ve ilk talebe ilişkisi böyle başlar. Derken bu güzel ikili ilerisinin de habercisi olarak birbirlerinden istifade ile Seyda Hz.lerini irşad makamına ulaştırmış, en nihayet dayısını da ona halife kılmıştır.
Molla Seyyid Abdülbaki Hz.leri ise öğreniminin büyük bölümünü Gavs Hazretlerinin yanında görmüştür. Hatta sekiz yıl gibi bir süre de Gavs’ın yanında okuduktan sonra, Molla Muhyiddin’in derslerine üç yıl devam etmiş, ordan da Dilbey’de okumaya koyulmuştur. Dilbey Köyü aynı zamanda Seyda Hazretleriyle göz göze gelmek bakımından önemli kavşak noktasıdır. Çünkü o mekan hem Seyda Hazretlerine, hem de yeni gelenlerin Seyda Hazretleri ile birlikte ders okutmanın beldesi olur. Zaten günlerinin çoğu Seyda Hazretleri ile yer, içer, oturur ve muhabbet ederek birlikte geçirirdi. Hem dayı, hem de hocası olmanın bahtiyarlığını yaşayan Molla Seyyid Abdülbaki Hazretleri hane-i saadetin inci gülüydü.. Böylece Seyda Hazretlerin hayatını yakinen görme fırsatını elde ettiği gibi, irşad yıllarında Seyda Hz.lerinden halifelik almıştır. Bu arada belirtmekte fayda var; Seyyid Fevzeddin Hz.leri babasının (Seyda Hz.leri) vefatının ardından birkaç yıl sonra Molla Seyyid Abdülbaki Hz.lerine intisap ederek halifelik alıp Eskişehir’in Sivrihasar’ın Bilvanis köyüne yerleşip irşada başlamıştır.
MOLLA AHMED EL VAN-İ HAZRETLERİ
Molla Ahmed Hz.lerinin doğum yılı 1948’dir. Hayatının büyük bir bölümü Hane halkı ile geçti diyebiliriz. Böylece 11-12 yaşlarında Gavs Hazretlerini de görme nasib olmuş ve dergahına gitmiştir.Molla Ahmed Hazretlerinin Seyda ile ilk tevafuku ise 1957-1958 tarihler arasıdır. Ki; o yıllarda Seyda Hazretleri Gavs’ın yanında ve medresede ilim öğreniyordu. İşte 1956’dan beri bu derece yakın olması hasebiyle hem Gavs Hazretlerine, hem de Seyda Hazretlerine karşı büyük bir sadakale içten muhabbet duyup bu muhabbet Seyda Hazretlerinin damadı olmasına bile yetecektir.. Bu buluşma Hz. Osman (r.a)‘ın iki nur zişanını hatırlatan bir buluşma olacaktır. Yani bu bir anlamda Seyda Hazretlerinden iki kere icazet almak anlamına gelip, hem damat olmuş hem de halife olmasına işaret teşkil edecektir.. Herşeyden öte onun Sadata olan derin edebi, hayası, hizmeti, maddi ve manevi güzellikleri herşeye yetiyor artıyor da.
Seyda Hazretlerinin vefatının ardından Van’da Seyda Hazretlerinin takib ettiği yolda irşada koyulmuştur.
SEYYİD YUSUF ARVASİ HAZRETLERİ
Kendisi Gavs-ı Hizanı (k.s.)’ın akrabalarından olup, aynı zamanda Arvas Seyyidlerindendir.
Seyyid Yusuf Arvas Hazretleri, mollalık icazetini amcası Şeyh Mustafa Hazretlerinden almıştır. Amcası ise Şeyh Şahabeddin Hazretlerinin halifesi olması bir yana Nakşibendi silsilesinin Halidiye kolunun büyük zatlarından Gavs-ı Hizani (k.s)’ın torunudurlar da. İşte böylesi büyük bir zatın torununun pınar çeşmesinden beslenip Gavs-ı Bilvanisi Hazretlerinin dergahında şereflenmek ancak amcasının vefatından sonra, yani tarihler 1966’yılın gösterdiğinde nasib olacaktır. Malum, o sıralarda Seyda Hazretleri askerde olduğu için tanışamamış, bilahare terhis olup asker dönüşü sonrası hemhal olacaklardır. Seyda Hz.lerine biatı ise Gavs Hazretleri 1972 yılında vefat edince gerçekleşir. Böylece bu biatla birlikte uzun bir zaman dilimi diyebileceğimiz irşat süreci boyunca Menzil dergahına hizmet için seferber olur. Derken bu seferber olmanın neticesinde 1977 yılında Seyda Hazretlerinin has bahçesinde yetişen Gül tanesi olurda. Seyda Hzlerinin vefatının akabinde ise irşad faaliyetine koyulacaktır.
Velhasıl Yukarda zikrettiğimz her bir Gül tanesini karınca kaderince ancak böyle yad edebildim. Şayet sürçü olan olduysa affola.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2770/has-bahcenin-gulleri.html