YAHYA PAKİŞ HZ.LERİ İLE RÖPORTAJLAR

YAHYA PAKİŞ İLE RÖPORTAJLAR
araştırmacı yazar:alperen gürbüzer

Seyyid Muhammed Raşid Hz.'nin halifesi
Molla Yahya Hz.:
''Ahlâk ve faziletin timsali idi''

Efendim, Seyda Hz. hakkında genel manada nelerden bahsedebilirsiniz?

MOLLA YAHYA (k.s.) : Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabbil Alemin, vessalatü vesselamü ala hayrihi ve halgihi Seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.

Rabbişrahli sadri ve yessir li emri vehlül ukdeten min lisani yefgahü gavli. Sübhaneke la ilme lena illa ma allemtena inneke entel alimül hakim, sübhaneke la fetme lena inneke tevvebür rahim.

Aziz Kardeşlerim, Allah razı olsun. Seyda'mız (k.s.) onun hakkında, acizane bilgi vermek, onu tanıtmak haddim değil. Ben kendimi o yüce zatın hakkında bilgi vermekten aciz görüyorum ve kusurlu görüyorum. Zira evvela öyle bir Ehl-i beyt, öyle bir ailedendir ki, Cenab-ı Mevla (c.c.) bizatihi o Ehl-i beyti methetmiş ve Bismillahirrahmanirrahim. ''Allah, siz Ehl-i beytten pisliği necaseti götürmek, izale etmek ve sizi temizlemek istiyor. ''

Allah (c.c.) Kur'an-ı Kerim'de temizlediği bir aileyi ve Cenab-ı Mevla'nın (c.c.) övdüğü ve methettiği bir Ehl-i beyti methetmeyi fuzuli görüyorum.

Hz. Resulullah (s.a.v.) Hadis-i Şeriflerinde:

Hz. Nuh'un zamanında, nasıl ki Hz. Nuh'un gemisine binen halas olmuştur. Ondan geriye kalan helak olmuş olduğu gibi, bir fitne zamanında benim Ehl-i beytime tabi olan da halas olacak onlardan geriye kalan, muhalefet eden de helak olacak'' buyuruyor ve Seyda'mızın da o aileden olması hasebiyle Hz. Resulullah (s.a.v.)'ın bu methine, vasfına vakıf, layık olduğu için benim bir diyeceğim kalmamıştır. Ancak 1958'den beri bu aileyle beraber olmam hasebiyle de Seyda Hz. (k.s.) hakkında az bir şey bilsem de onu bildirmekten memnunluk duyar ve kendime bir iftihar bilirim.

Seyda'mızı (k.s.), küçüklüğünden beri, Cenab-ı Mevla (c.c.) onu güzel ahlak ve güzel tabiat üzere yaratmıştır. Tabii ki Mevla (c.c.) bir zata bir yüce makam nasip ettiği zaman onu küçüklüğünden muhafaza eder. O'na hayır yollarını kolaylaştırır ve kötülükleri de ondan muhafaza eder. Dolayısıyla Seyda'mız (k.s.) babası ve annesi tarafından ''Seyyid'' olma ve babasının zamanın Gavs'ı, Kutbi ferdi olması hasebiyle de işte böyle terbiye ve adap merkezi olan bir ailenin ocağında yetişmiş ve kendi zatı da küçük yaştan beri Resulullah (s.a.v.)'ın ahlakına sahip olmuştur.

Gerek sima ve gerekse ahlak ve tabiat bakımından Seyda'mız (k.s.) Hz. Resulullah (s.a.v.)'ın ahlakına sahip idi. Nitekim daha Gavs (k.s.) hayattayken, bazı sofi kardeşlerimiz Hz. Resulullah (s.a.v.)'ı rüya aleminde gördüklerinde, Gavs'a aynı bu ibareyi kullanırlardı; ''Kurban Resulullah (s.a.v.) sizin şu büyük oğlunuza çok

benziyor'' diye tabir ederlerdi.

Ahlakı ise, gerek şefkat, merhamet gerek tevazu, gerek halim olmak gibi bütün konularda Hz. Resulullah (s.a.v.)'ın ahlakına sahipti. Ahlak ve faziletin timsali idi. Yani numunesi idi.

Bunları misallerle ifade etmek tabii çok uzun uzadıya bir zaman alır. Ama yine bunlardan azıcık da olsa bazı misallerle anlatmaya çalışacağım.

İnsan, Seyda'mızın huzurunda bulunduğu zaman sanki Resulullah (s.a.v.)'ın huzurunda olduğu gibi sükunet, huzur ve huşu var idi. O'nun meclis-i alisinde hiç bir zaman kimsenin aleyhinde, gıyabında bir söz, konuşma mevzubahis değildi. Veyahut da dünya ile ilgili konuşma olmaz idi. Siyasetle alakalı herhangi bir söz söylenilmezdi. Dolayısıyla meclisi de laho, yani boş söz veyahut çirkin söz veyahut da günah sözden mücerred idi. Nitekim Hz. Resulullah (s.a.v.)'in meclisi de böyle idi.

Şefkat bakımından ise, Seyda'mız (k.s.) bütün müridleri şefkat altına almış ve bütün müslümanlara genel bir şefkate sahip idi. Şefkatine bir misal; vefatından onbeş gün evvel Afyon'da bir gün konuştuk. Oranın havasıyla ilgili ''Kurban buranın havası nasıl, size (iyi) geliyor mu?'' diye ben sordum, acizane. ''Havası hoştur. Fakat burada çok üzülüyorum gelen sofilere bir şey veremediğimiz için. Onlara bir ikramda bulunmadığımız için, çok üzülüyorum, inşallah önümüzdeki sene bir fırın, bir mutfak yapıp, gelen sofilere mutlaka yemek çıkaracağız'' diye buyurdu. Dolayısıyla gelen misafirlere ikramda bulunamadığı için Seyda'mız (k.s.) çok üzgün idi. Bu da O'nun onlara karşı şefkati idi.

Halimliğine gelince, hiç bir zaman Seyda'mız (k.s.) kimseyi azarlamamış ve kimseyi kötülememiş ve kimsenin kalbini kırmamıştır. Ve bunu hiç kimse görmemiştir.

Tevazu yönüyle ise, zaten Seyda'mız (k.s.) tevazunun timsali idi. Ve o tevazusundan dolayıdır ki, o kadar insanın gelip gittiği halde, hiç bir gün Seyda'mızda (k.s.) bir değişiklik görülmedi. Hani bakıyoruz, bazı insanlar etrafında beş on kişi toplandığı zaman onların kalbine bir gurur, elbiselerinde bir değişme ve böyle şeyler geliyor kendilerine. Ama Seyda'mız da (k.s.) hiç bir değişme olmadı. Kim gelirse gelsin aynı elbise aynı şey hiç bir tavrı, hiç bir hareketi değişmemiş ve o tevazuyu bırakmamıştır. Ve diyebiliriz ki Seyda'mız (k.s.) kendini Allah (c.c.) yoluna toprak saymış, ki, o kadar onda güller ve çiçekler bitmişti. Ve Seyda'mızın (k.s.) istikameti de yine gayet tamam idi. Ve istikametinden dolayı idi ki, oraya gelen herkes kötü ahlakını bırakıp, şeriata İslama sarılır, iyi ahlaka sahip olurdu. Tabii buna büyük zatların tasarruf ve himmeti denilir. O tasarruf ve himmetinden dolayı binlerce değil milyonlarca kişi içkiyi bırakıp, kumarı bırakıp, kötülüğü bırakıp iyi yola girmişlerdir.

Seyda'mız (k.s.) keşif keramet babından da büyük keşif keramet sahibi idi. Fakat en büyük keşif ve kerameti biz istikamet görürüz. (Şeriata müstakim olmak) ve o gelen insanların ahvalini değişmesini görüyoruz. Zira Resulullah (s.a.v.) Seyyid bin Ali'ye (r.a.) hitaben şöyle buyurmuştur:

''La en yehdiyellahu ala yedeyke vahiden bi hayrin leke min humun nun''

''Cenab-ı Mevla (c.c.) senin vasıtanla birini hidayete erdirse, senin için kırmızı develeri Allah yolunda vermekten daha hayırlıdır''. İşte Seyda'mıza baktığımız zaman bir değil, bin değil, milyon kişi değil, bu kadar hidayet olunan insan, işte hepsi, Seyda'mızın manevi tasarruf ve himmetlerinden dolayıdır. Evet onun, manevi tasarrufundandır ki, onu gören, hatta diyebiliriz ki Menzil toprağına giren herkes kendinde bir değişiklik hissederdi. ''Allah'ın ehli kimselerdir, Allah'ın dostu kimselerdir. O kişiler ki onlar görüldüğü zaman Allah hatırlanır. Yani insan onların huzuruna girdiği zaman Allah'ı hatırlar. Cenab-ı Mevla'yı düşünür''. İşte bu ehlullahın büyüklüğünün alametidir. Çünkü kalpten kalbe akis ediyor. Ve onun kalbinden gelen, kişilerin kalbine akis ettiği için onların kalbine de Allah'ın ismi geliyor. Bütün bunlar Seyda'mızın (k.s.) zahiri ve genel olarak ahvaliydi. Cömertliği bakımından zaten o mükemmeldi. Gelen cemaate de o kadar yemek çıkarmak, o kadar ikramda bulunmak, mübarek zatın cömertliğindendir. Tabii daha önce dediğim gibi yani Seyda'mızı tamamıyla anlatmak ve tamamıyla bildirmek bizim hakkımız değildir. İnşallah Seyda'mız (k.s.) Hakkında tabii ki kitap hazırlıyoruz. Bu kitap çıkınca daha fazla Seyda'mızı (k.s.) tanıtmaya çalışacağız. Evet Allah razı olsun.

Seyda Hz.'nin diğer alim ve mürşidlerinden farkı nedir? Anlatır mısınız?

MOLLA YAHYA (k.s.) : Bismillahirrahmanirrahim, Elhamdülillahi Rabbil Alemin. Vesselatü vesselamü ala hayrihi ve haligihi seyyidina Muhammedin.

Evvela bütün din alimlerine saygımız hürmetimiz sonsuzdur. Hepsine hürmet ve sevgimiz verdır. Ve hepsi de emri bil maruf, nehyi anil münker vazife yaptığı için Resulullah (s.a.v.) Efendimizin vazifesini yerine getirirler. Ancak aradaki fark; Seyda'mız (k.s.) kendi nefsini tezkiye edip, kendi ahlakını düzeltip ve emradı kalbiyyeden temizlendiği için başkalarının tasfiyesi kolay olmuştur. Daha kolay olmuştur. Ve ilmi zahirden pay sahibi olduğu için de, ilmi batından da büyük hikmet sahibi idi. Tarikat ve tasavvufun adabına göre seyrü sülukünü tamamlamış ve irşad makamına ulaşmış, kamil ve mükemmil idi. Bunu İmam-ı Rabbani (k.s.) mektubatında şöyle anlatıyor; ''Hz. Resulullah (s.a.v.) hadisi şerifinde 'Alimler peygamberlerin varisleridirler' Hangi alim varistir? Bu hem zahiri hem batıni ilme sahip olan alimler varistir. Yani yalnız zahiri ilimleri okuyup da batıni ilimlerden haberi olmayan ve batıni ilmi ya inkar edip veyahut da bilmeyen kişiler varis olamaz''. Onlar varis değiller, varis olamaz ve varis değiller. Resulullah (s.a.v.)'e hakiki varis olan o kimselerdir ki, hem zahiri ilmi okumuş tamamlamış, hem de batıni ilmi görüp terbiye ve eğitimi tamamlamış kişilerdir. Şeyh Seyda'mızın da diğer alimlerden farkı budur.'' Seyda'mız (k.s.) hem zahiri, hem batıni alim olduğu için onun etkisi fazla idi. Diğer alimler yalnız zahiri ilim okudukları için söylüyor, anlatıyor fakat fazla tesiri olamıyor. Bunu bir hikayeyle anlatmak istiyorum. Gavs (k.s.) zamanında biz Kasrik'te idik. Acizane orada ben de çocukları okutuyordum. Ders veriyordum. Oranın bir imamı vardı. Adı Abdurrahman Erol idi. Molla Abdurrahman resmi imam olduğu için devamlı Bitlis'e gidip gelirdi. Bir gün geldi dedi ki, ''Bugün ben Bitlis'e gittim. Müftü beni çağırdı, müftünün adı Molla Abdülkerim idi. Beni odasına çağırdı, ben odasına gittim. Müftü bana dedi ki, ''Molla Abdurrahman'' dedi, ''Buyur kurban'' dedim. Dün bana sordular ki ''Herkes Abdulhakim'e Gavs diyor. Sen de acaba bunu kabul ediyor musun, onun Gavs olduğunu kabul ediyor musun? '' Ben de dedim ki, ''Vallahi de Gavs Billahi de Gavs'tır. Şeyh Abdulhakim Gavs'tır ve ta Gavs'ın kendisidir''. Molla Abdulkerim hayretle karşıladı. ''Nasıl sen ona Gavs diyorsun, sen bu kadar ilme sahipsin''. Dedim ki ben de sana onun Gavslığını ispat edeyim. Nasıl? dedi. Dedim, bak otuz seneden beri ben Bitlis'teyim, ilmim de çok iyi. Her cuma ben camide konuşurken en azından Ulu camide beşyüz ile bin kişi arasında beni dinleyenler olur. Beni millet dinliyor. Onlara ben Allah'ın kelamını Resulullah (s.a.v.) 'ın sünnetini söylüyorum. Fakat dışarı çıktığım zaman bastonumdan başka benle beraber kimse kalmıyor. Ancak benle beraber kalan bastonumdur. Hiç kimse beni takip etmiyor. Şeyh Abdulhakim bir köyde oturuyor. Köy dağın eteğinde. Efendim, telefon yok, telgrafı yok, mektubu yok, birşeyi yok. Her zaman da etrafında elli- altmış- yüz kişi insanlar var. Tabii bu gelen insanları oraya getiren muhakkak bir kuvvet var ki, o kuvvet Allah (c.c.)'dır. Eğer o Gavs olmasa o kadar alim etrafına toplanamaz. Demek ki zahiri alimle maneviyat alimi arasındaki fark budur. Manevi alim tasfiye görmüş, terbiye görmüş ve Cenab-ı Mevla (c.c.)'nın lütfuna mazhar olmuş. Ve Allah'ta (c.c.) insanların kalbini ona çeviriyor ve o kadar insan etrafına geliyor. İşte Seyda'mız (k.s.) hem zahiri hem batıni ilimle alim, hem zahiri ilimi tamamlamış, hem batıni ilim, tasfiye ve tezkiye görmüş. Diğer kardeşlerimiz onlar zahiri ilim görmüşlerse de, tabii batıni ilimden habersiz oldukları için işte onların tesiri az oluyor. O kadar faydası olmuyor. Evet Allah razı olsun.

Seyda Hz. hiç konuşmadığı ve sohbet etmediği halde neden etrafında milyonlarca insan vardı anlatır mısınız?

MOLLA YAHYA (k.s.): Muhterem kardeşlerim o cemaatin oraya gelmesi tabii evvela Cenab-ı Mevla (c.c.)'nın kuvveti, iradesiydi. Kalpleri çeviren, kalpleri misafir eden ve insanı sevdiren yalnız Allah (c.c.)'dır. Yani ben de bunu söyleyeyim.

Bir tabak balı götürseniz, bir dağın eteğine koyarsanız, bir saat sonra gidin ki, orada üzerine bal arısı dolar. Yani arıların aradığı nedir, baldır. Balın bulunduğu yerde mutlaka arılar bulunur. Demek ki bu kadar insanların Seyda'mızın (k.s.) yanında bir himmet bir feyz ve bir bereketin olduğunu gösteriyor. Yani apaçık alamettir. Burada Resulullah'ın (s.a.v.) bir hadisi şerifini size beyan edeyim. Cenab-ı Peygamber (s.a.v.), bu hadis-i kutside buyurur ki (Riyazus salihin de bu hadis mevcuttur. Yani hadis sahihtir.) Allah (c.c.) bir kulunu sevdiği zaman Cebrail'i çağırır ve Cebrail'e buyurur ki: Ya Cebrail ben filan ademi seviyorum. Sen de bu ademi sev. Cebrail (a.s.) de o ademi seviyor. Sonra Cebrail (a.s.) melekleri çağırıyor ve onlara söylüyor ki bakınız Cenab-ı Mevla (c.c.) filan kulunu seviyor, siz de seviniz. Ve sonra gökte o adem için kabul konuluyor. Yani herkes onu kabul ediyor. Herkes ona muhabbet besliyor. Daha sonra Cebrail (a.s.) yeryüzündekine yine çağırıyor ve diyor ki Allah (c.c.) filan kulunu sevmiştir. Siz de Allah'ın filan kulunu sevin dolayısıyla Allah yolunda olan salih kişiler ve Resulullah (s.a.v.)'ın sünnetine bağlı olan kişiler onlar da o kişiyi severler ve ona yeryüzünde kabul konulur. Demek ki muhterem kardeşlerim, bir insanın müslümanlar tarafından sevilmesi ve yahut sevilmemesi bu insanın takati insanın kuvveti ile değil Allah (c.c.)'ın bizzat iradesi ve kudreti iledir. Tabii bu sevgi bakımından böyle, nefrette öyle, Allah (c.c.) bizi sevmediği zaman Cebrail (a.s.) filan ademi sevmiyorum sen de sevme diyor. Cebrail (a.s.) gene meleklere Allah (c.c.) filanademi sevmiyor siz de sevmeyin buyurur ve yeryüzünde o ademe nefret kuruluyor.

Demek ki gerekirse gökte gerekirse yerde nefret ediliyor. Dolayısıyla insanların sevmesi meleklerin sevmesine, tabii insanlar sevince yani salih insanların salih kimselerin sevmesi, meleklerin sevmesine tabii meleklerin sevmesi Cebrail (a.s.) ve Allah (c.c.)'ın sevgisine bağlıdır. Demek ki Seyda'mızı (k.s.) insanın kalbinde sevdiren kimdir, Allah'tır. İnsanın kalbini oraya yönlendiren celb eden gene Allah (c.c.)'dır. Ve bu muhakkak, liyakat var ki Cenab-ı Mevla (c.c.) o kadar insanı oraya gönderiyor. Ve eğer hidayet olmasaydı Cenab-ı Mevla (c.c.) haşa bu kadar kulunu feda etmezdi. Yani delalette haşa toplamazdı. Bu Allah'ın hidayeti olduğu için, Allah'ın yolu olduğu için Cenab-ı Mevla (c.c.) onun muhabbetini kalbe atıyor ve kalplere ilka ediyor. İşte onların gelmesi hep Allah'ın (c.c.) o muhabetinden kaynaklanıyor. Sevgisinden kaynaklanıyor. Tabii kardeşlerim demek ki Seyda'mız (k.s.) hal sahibidir ve ehli haldir. Ehli hal ise muhakkak fazlı çoktur ve fazlı çok olduğu içinde işte o himmet o feyz, o bereketle ne diyeyim insanları celbediyor ve insanlar geliyor ve gelen insanlar da mutlaka büyük istifade görüyor.

Yani eğer istifade görmezse insan, bugün biliyorsunuz öyle bir zamandayız ki, kimse elli bine kıymıyor. Yani elli bini boşu boşuna vermiyor. Gelen insanlar eğer büyük bir istifade görmeseydi, o kadar insan aşık olmazdı. Dolayısıyla gelen insanlar efendim Allah (c.c.)'nın lütfu keremi ve Allah (c.c.)'nın muhabbetinden dolayıdır. Efendim Allah (c.c.) hepinizden razı olsun. Size teşekkür ederim bu kadar kısa olarak bahsettim.

Tabi bunu tam hakikatiyle anlatmak, dedim ya hakkım değil. Seyda'mızla (k.s.) dediğim gibi 1957, 1958 den bu yana tanışıyoruz ve çoğu zaman beraberiz. Gavs (k.s.) hayattayken de beraber de çok yolculuk yapmışız. Fakat ahlakı hakikaten insan takati üstü bir ahlaka bir metoda sahip. Seyda'mızın (k.s.) insanlara şefkati, insanlara merhameti, insanların takati üstünde. Ve Cenab-ı Mevla (c.c.) onu sevmiş ki, onu o şekilde yaratmış, tabi yani bu Allah'ın (c.c.) yine fazlı keremidir. Lütfi hidayetidir. Biz de Elhamdülillah çok mutluyuz ki, o zatın mensubuyuz. Bugün de Seyda'mızın (k.s.) yolundayız. Elhamdülillah Seyyid Abdulbaki Efendi de aynı yola devam ediyor ve Seyda'mızın (k.s.) himmeti baki olduğu halde, Seyyidimizin himmeti o da aynı devam ediyor. İnşallah ümidimiz Cenab-ı Mevla'dan (c.c.) kıyamete kadar o kapı hidayet kapısı kalacaktır ve Seyda'mız üzerine millet toplandığı gibi Seyyidimiz Seyyid Abdulbaki Efendi Hz. üzerine de inşallah kat be kat daha fazla olacak ve kıyamet gününe kadar inşallah, o kapı hidayet kapısı, hidayet konağı olacaktır. Ve Allah'ın (c.c.) liyakatı olarak kalacaktır. Allah (c.c.) Seyyid Abdulbaki ve diğer öbür seyyidlerimize uzun ömürler ihsan eylesin, onlara mutluluk ihsan eylesin, bizi de o kapıdan inşallah ayırmasın. O eşikten, mübarek aşkından ayırmasın, onların bereketinden, feyzinden mahrum eylemesin, inşallah. Allah sizden razı olsun.

MOLLA YAHYA HZ. İLE TASAVVUF,

MÜRŞİD-İ KAMİLİN GEREKLİLİĞİ, RABITA VE SEYYİD MUHAMMED RAŞİD (k.s.) HAKKINDA SOHBET

Efendim, Seyda Muhammed Raşid Hz.'leri ile ne zaman tanıştınız?

MOLLA YAHYA HZ.: Elhamdülillahi Rabbil Alemin, vessalatü vesselamü ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi vesahbihi ecmain.

Seyda Hz. (k.s.) ile sene 1955'te Kasrik köyünde tanıştık. Biz orada Gavs (k.s.) hayatta iken, Gavs (k.s.) 'ın ziyaretine gittik. Gavs'tan (k.s.) tövbe aldık. Seyda Hz. orada idi, o zaman okuyordu. Gavs (k.s.) 'ın yanında o zaman Seydamızla (k.s.) tanıştık. Ve ondan sonra, biz Gavs'ın yanına gidip gelince Seydamızla tanışmamız fazla oldu. En sonunda Seyda Hz. (k.s.) ile beraber vazife yaptık. Gadir'de o imam idi, ben onun müezzini idim. Beraber yola çıktık ve ta ki vefatına kadar, artık tanışmamız nasib oldu elhamdülillah.

Efendim, Seyda Hz.'nin (k.s.) ahlakından bahseder misiniz?

MOLLA YAHYA HZ.: Seyda Hz. (k.s.) kamil ahlak üzere idi, faziletli ahlak üzere idi. Evvela, Gavs (k.s.) hayatta iken, hizmeti sever ve hem gelen misafirlerin hem de evin hizmetini yapardı. Seyda Hz. (k.s.) bile istisna mübarek, çorbayı kendi eliyle sofilere veriyordu ve her hizmeti yapıyordu. Hem evin hizmeti, hem de caminin hizmeti, hem de sofilerin hizmeti... Ve Gadir'deyken bir değirmenleri vardı. Akşama kadar o değirmenle meşgul olurdu. Tabii hizmetin fazileti çok fazla. Çünkü insan mesela tesbih çekiyor, salavat çekiyor, o bir zaman sonra bitiyor. Fakat hizmet öyle değil... Diyelim ki bir yemeği getirdiğin zaman o yemekten yemesen, yiyenlerin hepsi o yemek kadar, devam edip, ibadet ve taate devam ettiği müddetçe o yemek sahibi de sevap alıyor. Bunun için Seydamız (k.s.) tabii taat ve ibadetten geri kalmamak üzere bütün hizmeti yapardı, her türlü hizmeti yapardı. Ondan sonra Seydamız (k.s.), Ahlak-ı Muhammediyeye sahip idi. Yani şefkatli, merhametli, vakarlı, tevazulu, cömert bütün bunlar Seydamızın başlıca ahlakları idi. Yani şefkati, merhameti herkese şamil idi. Herkese şefkatli, merhametli idi. Hatta bu şefkatinden, merhametinden bir misal olarak son vefat edeceği zaman vefatından 15 gün önce Afyon'daydık, yanındaydık. Kendisine;

''Afyon nasıl Seyda Hz.'lerine havası iyi geliyor mu acaba, Seyda Hz.'nin hoşuna gidiyor mu? '' diye sorduğumuzda,

''-Evet'' dedi. ''Afyon'un havası çok hoş, bakıyorsun mesela biz güneşteyiz, güneşin hiçbir tesiri yok. Şimdi Menzil çok sıcaktır'' dedi. ''Dedim öyle ise Seyda Hz. daha erken daha evvel gelirse ve daha fazla kalırsa daha iyi değil midir? '' Dedi ''öyle ama, ben burada çok üzülüyorum, çok sıkılıyorum... Hayır ola dedim; dedi: ''Sofiler gelir, cemaat gelir. Burada bir fırınımız yok, mutfağımız yok, onlara çorba

çıkaramıyoruz, ekmek çıkarmıyoruz, işte aç geliyorlar, aç gidiyorlar, ondan dolayı ben çok üzülüyorum. İnşallah bu sene hem mutfak, hem bir fırın yapacağız, artık gelen sofilere bir çorba vereceğiz, dağıtacağız, o zaman ben rahat ederim'' dedi. Demek ki o kadar şefkati, merhameti vardı. Sofilerin herşeyiyle meşgul olurdu. Mütevaziliğiyle, bu kadar gelen cemaat, bu kadar gelen alem olmasına rağmen, hiçbir zaman Seyda Hz. bir zerreyi miskal değişmemiş, öyle birşey görülmemiş. Yani Seydamız (k.s.) bile, kendi haşa ne kaba, ne yükseliş. Aynı eski hali ne ise, o hal üzerinde idi. Yani ne elbisesinde ne giyinişinde ne kalkış oturuşunda hiç zerreyi miskal değişiklik yoktu. O tevazu idi, hepsina karşı mütevazilik gösterirdi. Ondan sonra cömertlik, o gelen misafirlere o kadar yemek, o kadar ikram, o kadar çorba verirdi hoşlukla verirdi ve Seydamız (k.s.) tamamıyla ahlakı Muhammediye (s.a.v.) ve kamil ahlak sahibi idi. Sünneti seniyyeye mutabakat ederdi. Hiçbir zaman sünneti seniyyeden ayrılmazdı. Hiçbir gün birisinin ne gıybeti, ne birisinin aleyhinde konuşma, insanlar görmedi, mümkün değildi. Ne kimsenin aleyhinde konuşur, ne de kimsenin gıybetini yapardı. Birisinden bahsedildiği zaman Seydamız (k.s.) onu güzel bir şekilde anlatırdı, ondan sonra onun iyiliğinden bahsederdi, hiçbir kötülüğünden bahsetmezdi, sabırlı ve vakurdu. İşte ahlakı öyle idi. Mesela karşısında olan, o kadar mesela hakaret yapıldı ona, kendisine parmağından zehir verildi. Yine Seydamız ne intikamın peşinde oldu, ne de birşey yapılmasını söyledi. Herşeye karşı, Seydamız (k.s.) Resulullah (s.a.v.) ahlakına sahipti. Ahlakı Muhammediyeye sahipti. Fakat tabii bizim Seydamızı (k.s.) tamamıyla anlatmamız mümkün değildir. Yani biz ne kadar anlatsak yine ancak denizden bir katre damla anlatabiliriz. Fakat Seydamız (k.s.) yani şeriati ve İslamiyeti temsil eden yani İslamiyetin bir mücessip bir numunesi idi. Görüldüğü zaman İslamiyetin ne olduğunu insan anlardı. Seydamız (k.s.) böyle bir fedayi ahlaka, kanaate sahipti.

Efendim, Seyda Hz.'nin (k.s.) ilme verdiği önemden bahseder misiniz?

MOLLA YAHYA HZ.: Seyda (k.s.) tabii ilme önemi de çok fazla idi. Mesela Menzil'de o inşa ettirdiği bir medrese vardı büyük bir medrese vardı. Afyon'da yine böyle talebelerin okuduğu, mesela yine Ankara'da oğluna medrese yaptırdı. Hepimize tavsiye ederdi, yani ilmi tavsiye ederdi, yani alim olun derdi. Ve Seydamız (k.s.) çok sefer mesela cehaletle bir yere varılmaz, illa ilimle ulaşılır, hatta bunun üzerine bir misal, bir hikaye getirirdi. Yani ilim olmasa insan bir yere ulaşamaz, ilim lazımdır, yani bir yere ulaşmak için ilim lazımdır. İşte buna bir misal de şöyle getiridi: Bir sefer dedi, ''İki kardeş var idi, babaları vefat edince bunların ikisi de kendilerini Allah (c.c.) yoluna vermek istediler. Birisi dedi ben evvela gidip okuyacağım, alim olacağım, ondan sonra ben kendimi ibadete vereceğim. Birisi de dedi, alim olmaya kadar acaba zaman olur mu olmaz mı, en iyisi ben şimdi gidip ibadet yapacağım, ibadetle meşgul olacağım. Birisi ibadete gitti, birisi ilme gitti. Ondan sonra ilme giden bir müddet okuduktan sonra, biraz ilim anladıktan sonra, bir gün dedi ki, ben gideyim kardeşimi göreyim, kardeşimin ahvalini durumunu öğreneyim, hangi haldedir, hangi durumdadır. Kardeşinin yanına geldi baktı ki, hakikaten kardeşi çok taat ve ibadetle meşgul. Yani taat ve ibadeti, onun zayıflığından, onun simasından bellidir. Sevindi, elhamdülillah dedi. Kardeşim taat ve ibadet bu kadar yapıyor, keyfe geldi hoşuna gitti. Fakat bir de baktı ki, böyle kardeşinin sarığının ucunda siyah bir şey var, bir şey görülüyor. Allah Allah, dikkat etti, bunu fare kuyruğuna benzetti. Kardeşim hayırdır, nedir bu senin sarığındaki?.. Hiç sorma dedi abi, hiç sorma, hiç bahsetme dedi. Nasıl yani dedi. Ben namaz kılarken bir fare devamlı önüme gelirdi beni meşgul ederdi, benim hayallerimi, düşüncelerimi değiştirirdi, benim huzurumu kaçırırdı. Ben de bir gün vurdum, öldü. Ölünce ben dedim bunun vebalinden nasıl kurtarayım, en iyisi bunu sarığımın altına koyayım ki, vebalinden kurtarayım. Onun alim olan abisi dedi ki: Senin o kadar namazın hep fasıktır, hep bozuktur. İşte Seydamız ilmin değerini bu şekilde anlatırdı. İlim olmasa insan salih ibadet yapamaz bunun için ilim çok değerli, çok önemlidir. Seydamız (k.s.) bu şekilde söylerdi.

Efendim, mürşidi kamilin gerekliliğinden, ahir zamanda mürşide bağlanmanın gerekliliğinden bahseder misiniz?

MOLLA YAHYA HZ.: Evet, insanda fıtri olarak, yaratılış itibarıyla bazı eksikler var. Hele hele emraz-ı kalbiye dediğimiz, kibir, hased, ucubdan, nadir sayıda insan, bunlardan kurtulur. Yani insanın çoğunda bunlardan var. Hırs, dünya muhabbeti, buhul vardır. İşte bu emraz-ı kalbiyenin izalesi yolu, tasavvuf yoludur, tasavvuf ve tarikattir. Çünkü o konudan bahseden ilim tasavvuf ilmidir. Tabii, tasavvuf ilmine girmek de sadece okumakla olmuyor. Sen tasavvufun mesela, binlerce kitabını okusan, o tasavvufun bir hakikatına varamazsın. Evet, okuyorsun biliyorsun ama, tatbikatı yok. İşte bunu tatbik etmek için, bu emraz-ı kalbiyeden kurtulmak için, mürşid-i kamile çok büyük ihtiyaç vardır. Yani, ahir zaman olmasa dahi, yine mesela bu İmam-ı Şafii gibi, İmam-ı Azam gibi zatlar, bunlar nasıl ki tasavvufa dalmışlar, tasavvuf ilminden istifade etmişler, bir pirden, bir mürşidden istifade etmişler, aynen onun gibi... Mesela İbn-i Abidin, İmam-ı Azamın talebelerini sayarken, Süfyan-ı Sevri diyor. Süfyan-ı Sevri, İmam-ı Azam'dan hem fıkıh ilmi almış, hem de tasavvuf ilmi almış, İmam-ı Azam aynı zamanda bir irşad vazifesi yapmıştır. Mesela İmam-ı Şafii'nin bu hususta dediği sözü dikkate değerdir. ''Ben bekardım ve şeyhime gidip, ona halimi arzettim.'' Eğer Cenab-ı Mevla, birisini kamil ahlak üzere yaratmışsa ve ahlakı çok güzel ise, onun belki ona ihtiyacı yok ama, böyle kişi binde bir bile bulunmuyor. Allah'ın (c.c.) adeti öyledir, herşeyin terbiyeye ihtiyacı olduğu gibi, insanın da bir mürebbiye ihtiyacı vardır. Mesela nasıl ki bir meyva ağacının bakımı yapılmazsa, onun aşısı yapılmazsa, gübresi, suyu verilmezse, meyvesi güzel olmuyor. Fakat insanın bakımı ile beslenen, mutlaka daha güzel, daha iyi meyve veriyor. İnsan da aynı böyle, insanın da bir mürebbiye ihtiyacı vardır. Kitap okumakla insan, hastalığını belki biliyor, teşhis ediyor, fakat tatbik bilemiyor. Nasıl ki mesela birisi, bir doktorun yanında çalışmazsa, kendiliğinden kitabı okusa, hastalık bu diyor fakat ama birisi ona dese ki ben hastayım, o zaman o, vallahi diyecek ben anlamam, ben doktor değilim... İşte böyle de mürşid-i kamiller de kalbin doktorlarıdır. Kalp hastalıklarının tedavisini Cenab-ı Mevla, onların sayesi ile tedavi ediliyor. Tabii ki hakiki hidayetini Allah (c.c.), hakiki irşadını Allah (c.c.) veriyor. Bunlar ancak vesile olurlar, sebep olurlar. Mürşid-i kamilin şartlarında ise, tabii ki alim olacak, amil olacak, bir mürşid eli tutmuş olacak, o mürşid ta Resulullah'a (s.a.v.) gidecek ve Resulullah'ın (s.a.v.) ahlakına sahip olacak. İşte bu şekilde olan bir mürşid-i kamilin, sözünden ziyade, hal ve hareketinden sofi istifade ediyorve mürid o şekilde Allah'a (c.c.) yaklaşıyor. Nasıl ki sahabe-i kiram , Resulullah (s.a.v.) 'in ahvalinden etkilenirlerdi, nazarından etkilenirlerdi... işte bu da öyle. Onun için mürşid-i kamile çok büyük ihtiyaç var. Yani kim olursa olsun, bila istisna herkese bir mürşid-i kamil, bir rehber, bir üstad lazımdır.

Efendim, mürşid-i kamil rabıtasını inkar eden bazı insanlar var. Rabıta hakkında Kur'an ve sünnetten deliller getirebilir miyiz?

MOLLA YAHYA HZ.: Evet, efendim bir kere onlar rabıtanın ne olduğunu bilmiyorlar. Ve rabıtanın ne manada yapıldığını da bilmiyorlar. Eğer rabıta hakikaten bilinse ve hangi manada yapılıyorsa bilinse, rabıtanın inkar edilecek hiçbir yanı yok, hiç bir tarafı yok. Yani şöyle, Mürşide yapılan rabıta, haşa haşa ubudiyet rabıtası değil, yani ona ibadet rabıtası değil, o muhabbet rabıtasıdır, yani muhabbet bakımından gönül bağlamaktır. O Allah'ın (c.c.) bir dostu olduğu için,ona gönül bağlamıyor, sadece Allah için gönül bağlanıyor. Çünkü eğer O Allah dostu olmazsa, ona gönül bağlayamaz zaten.. İşte burada Kur'an-ı Kerimde de Cenab-ı Mevla, ''Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve sadık olanlarla beraber olun'' Yani Allah yolunda doğru olanlarla, eğer mürşid-i kamil sadık olursa zaten, onunla beraber olmak faydalıdır. Eğer sadık olmazsa da zaten mürşid değildir. İşte bu konuda, Ubeydullah Ahrar (k.s.) Reşahatte şöyle anlatıyor: ''Bu keyfiyet iki kısımdır. Birisi zahiri beraber olmaktır, diğeri de kalbi beraberliktir. Kalbi beraberlik, rabıtadır. Zahiri beraberlik, eğer kalbi beraberlik yoksa faydasızdır. Nasıl ki münafıklar, Raesulullah'ın (s.a.v.) huzurunda idiler, devamlı yanında idiler. Fakat kalbi ayrı olduğu için fayda görmediler. Hatta Abdullah bin Ubeyr, İbni Sehil ölünce, Resulullah (s.a.v.) cenaze namazı kılmak istedi. Cenab-ı Mevla (c.c.) ona; ''Onlardan hiç birisinin, öldükleri zaman, cenaze namazını kılma ve kabrinin üzerinde durup, onlara dua etme.'' Ve münafıklar Resulullah (s.a.v.)'ın yanında oldukları halde istifade edemediler, neden? Çünkü kalpleri ayrıydı. Ama kalbi beraber olursa, cisim ne kadar uzak olursa olsun, yine insan istifade eder. Mesela Necaşi, ta Habeşistan'da idi. Vefat edince, Resulullah (s.a.v.): ''Bugün salih bir kiş vefat etti, gelin namazını kılalım.'' buyurdu. Resulullah (s.a.v.) Sahabelerle beraber namazını kılmıştır Necaşi'nin... Demek ki Habeşistan'da ölen Necaşi'nin namazı kılınmış ve efendim o kalp bağlantısı sayesinde, iman ve İslamı kamil olmuştur. Huzurunda olan kişi de, kalbi ayrı olduğu için, münafık olmuş... İşte bu nedenle, doğru olanlarla beraber olmak, rabıtaya delalet ediyor. Çünkü bu keyfiyet kalbidir. Kalbi beraber olan insan, mürşidini tasavvur ettiği zaman, haşa, mürşidini Allah diye tasavvur etmiyor. Mürşidin, Allah'ın (c.c.) Dostu diye tasavvur ediyor ve muhabbet bağlıyor. Bir de, mürşid vesiledir. Cenab-ı Mevla yine, ''Allah'a (c.c.) ulaşmak için vesile arayın'' buyuruyor. Vesile; salih amel olur, mürşid olur, Kur'an-ı Kerim okumak olur... Bütün bunlar vesiledir. Hadis-i Şeriflerde de çok deliller vardır. Mesela; ''Allah'ın ehli onlardır ki, görüldüğü zaman, Allah hatırlanır'' ve Resulullah (s.a.v.) Allah için muhabbeti ve Allah için buğzetmeyi çok emretmiştir. İşte bu rabıta muhabbeti, kalbidir. Kalbi, Allah için birisine bağlanmaktır. Allah için birisini sevmektir. Dolayısıyla Hadis-i Şerifte zaten deliller çok... Rabıtasız hiç kimse yoktur. Yani Rabıtayı inkar edenin dahi rabıtası vardır. Çünkü, rabıta nedir, kalbi bir yere bağlamaktır. Rabıta, rabttan gelir. Rabt bağlamak. Hiç kimsenin kalbi boş değil, illa bir yere bağlı... Kimi malına bağlı, kimi hanımına, kimi evladına, kimi dostuna, her birisi bir yere bağlı... Peki onların hiç birisi şirk değil de, mürşidi kamile bağlanmak mı şirk?... Onlarda da ayrı rabıta var, yani o, rabıtayı inkar eden kişinin de rabıtası var. Rabıtayı inkar eden kişi, namaza başladığı zaman kalbi gidiyor şuraya buraya... Her çeşit yere gidiyor. Belki apartman yapıyor, belki dükkan alıyor, belki ticaret yapıyor... Sonra da rabıta şirktir, günahtır diyor. Zaten hemen namazda başka şey düşündün, seninki şirk değil(!), benimki ise namazda değil namazdan evvel, mesela huşu olsun diye mürşidi düşünmek, niye şirk olsun... Demek ki rabıtayı inkar edenlerin de kendi rabıtası var, yani rabıtasız kimse yok... İnsan olarak mutlaka birşey düşünüyor, onun düşünmesi rabıtadır, istese de rabıtadır, istemese de rabıtadır. Çünkü rabıta, kalbi bağlamak ve haddizatında çok faydalıdır, çok etkilidir, çok tesirlidir. Yani insan rabıta yapıyor ki başka eşyalar kalbinden gitsin. O da bir tane kalıyor, O da kolay gidecek, ve sonuçta sadece Allah kalacak... Rabıta, kendi nefsi için maksud değildir. Rabıta, zikir için maksuddur. Ve rabıta daimi değildir, rabıta geçicidir. İnsan, belli bir merhaleden sonra rabıta değil de, rabıta yerine murakabe yapıyor. Yani rabıtanın merhaleleri var, rabıta şirk değildir.

Efendim, bugün insanların birçok problemleri var. Bununla ilgili siz neler söylemek istersiniz?

MOLLA YAHYA HZ.: Bunu, tabii Resulullah (s.a.v.) 'in dilinden dinlersek daha iyi olur. Yani bugün, toplumun arasında birlik beraberlik yok. Muhabbet yok, İslamdan uzaklaşma var... Bunların hepsini Resulullah (s.a.v.) belirtmiş ve bundan 1400 küsür sene evvel Resulullah (s.a.v.) Efendimiz beyan etmiştir. İşte ümmetin başına gelecek fitneleri bizzat müşahede etmiş, görmüştür. İşte dün de, bugün de, yarın da milletimizin tek tedavisi İslam ahlakına sahip olmaktır. Resulullah (s.a.v.)'e mutabaat etmek... Allah Resulü (s.a.v.) buyurmuştur ''Ben size öyle bir şey bırakıyorum ki, siz ona yapıştığınız müddetçe dalalete gidemezsiniz. Bunların birisi Allah'ın kitabı, birisi Resulullah (s.a.v.)'in sünneti''. Son noktada diyebiliriz ki, bugün mesela, toplumun musibeti nedir? Onun tedavisi nedir? İşte musibet, cehalet, İslamdan uzaklaşmak, ondan sonra ahlaksızlık... Tedavisi de, İslamiyetledir, Resulullah'ın sünnetine mutabaat iledir ve Kitabullah'a mutabaat iledir. Çare budur. İslamiyetten başka çare aramak yanlıştır. Bugün mesela, birçok hurafeler var. Millet artık öyle olmuş ki, hep hurafelere inanıyor. Biz zaman zaman bunu söylüyoruz. Mesela çoklarının evine gidiyoruz; evinde ya da arabasında, ya da kapısında, nazar boncuğu gibi bir boncuk var. Nazar boncuğunun etkili olduğuna inanırsa zaten küfürdür. Allah muhafaza eylesin. Eğer etkisi olduğuna inanmazsa da günahtır. Fakat millet artık, ona inanıyor, ondan sonra da ha efendim büyü, ha efendim sihir, ha efendim cin... Daha sonra da bunlar cincilere gidiyor para veriyor, Cinciler bir şey yapamıyor, daha da hasta ediyor. İşte bunun sebebi, cehalet çoğalmış, Resulullah'ın (s.a.v.) sünnetinden uzaklaşılmıştır. Bundan dolayıdır da, artık insan yolunu şaşırmış, bir şaşkınlık içindedir. Bunun içindir ki bakıyoruz, toplum içinde emniyet diye birşey kalmamıştır. Yani kimse kimseden emin değildir. Kimsenin kimseye güveni yoktur. İşte bunların başlıca sebebi, İslami ahlaktan uzaklaşmaktır. Bundan dolayı da düşmanlarımız başımıza musallat olmuş. Resulullah (s.a.v.) buyurmuş ki, ''Bir zaman gelecek ki, benim ümmetimin başına, yemek üzerine toplanan kişiler, nasıl elini yemeğe uzatıyorsa gayri müslüm kafirler de müslümanların işine ellerini öyle uzatacaklar, müslümanların işini karıştıracaklar. Sahabeler soruyorlar,

'' -Ya Resulullah, o gün biz azınlıkta mı olacağız. ''

Yok, siz çoksunuz. Ama selin üzerinde olan çok gibi olacaksınız. Siz de iki haslet olacak, birisi, dünya muhabbeti çok fazla olacak, ikincisi ölüm korkusu çok fazla olacak. Ve düşmanın kalbinden, sizin korkunuz çıkacak. Düşman korkusu, sizin kalbinize girecek. Yani düşman sizden korkmayacak, siz düşmandan korkacaksınız. '' İşte bunu Resulullah (s.a.v.) bilmiş. Bizim şeyimiz bu yani, dünyanın peşinden gitmek, dünya muhabbetini kalbe yerleştirmek, İslamdan uzaklaşmak. Bütün bunlar, zamanımızın başlıca musibetidir. Ve bütün bunların çaresi de İslamı uygulamak, Resulullah (s.a.v.)'in ahlakına sahip olmak ve ilme yapışmak... Allah'ın (c.c.) Resulü (s.a.v.), son veda hutbesinde buyurduğu gibi, ''Ben size iki şey bırakıyorum. Onlara yapıştığınız müddetçe delalete gidemezsiniz. Birisi Allah'ın (c.c.) kitabıdır. Allah-u Teala tarafından uzatılan bir iptir. O ipe yapışan, Allah'a (c.c.) yapışır. İkincisi benim sünnetimdir. ''Resulullah (s.a.v.) bilmiş demek ki, toplumun bugünkü musibetini. Yani İslamı yaşayamamasını, emniyetin ortadan kalkmasını ve milletin fitne ile huzursuz olmasını... Bunun çaresi de, Resulullah'ın (s.a.v.) sünnetine yapışmaktır. İnşallah, huzuru İslamda bulacaklar ve İslamın ahlakını yaşasalar huzur bulurlar inşallah.

ŞEYHİMİZİN BÜTÜN DERDİ İSLÂMIN

YAŞANMASI İDİ

Son dönemin büyük zatlarından Seyyid Muhammed Raşid Efendi'yi, biz de 6 halifesinden biri olan Molla Yahya Pakiş ile konuştuk. Seyyid Muhammed Raşid Efendi'nin babası merhum Abdülhakim Hüseynî (Gavs) döneminden bu yana Menzil Dergahı'na hizmet etmiş olan ve şu anda İstanbul'da ikamet eden Molla Yahya Pakiş ile evinde yaptığımız ohbette bazı bölümleri bugünün hatırası adına sizlere de sunuyoruz;

Muhterem Hocam, Seyyid Muhammed Raşid Efendi'nin irşadı ve hizmetleri ile ilgili malumat verebilir misiniz?

Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri'nin babası merhum Seyyid Abdülhakim Hüseynî'nin 4 halifesi vardı. Bunlardan biri de oğlu Muhammed Raşid idi. Muhammed Raşid Hazretleri babasının sağlığında ''Halifelik icazeti aldığı halde irşada başlamamıştı. Babasının vefatından sonra Menzil Dergahı'nda Seyda Hazretleri'nin irşadı başlamış oldu. Bu irşat; ilim, uhuvvet ve tevazu ile 23 sene devam etti. Bir çok insan Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri'nin vesileliği ile hakikate, hidayete ulaştı. O'nun döneminde Menzil Dergahı adeta bir sehavet, uhuvvet ve ihlas merkezi olmuştu. Türkiye'nin ve hatta dünyanın bir çok yerinden Şeyhimizi ziyarete gelen, duasını talep eden, kendisine intisab eden insanlar huzur içerisinde, kardeşlik içerisinde İslâm'ı öğrenmeye ve yaşamaya başladılar.

Bu meyanda merhum Seyyid Muhammed Raşid Efendi'nin özel hallerinden ve hususiyetlerinden de biraz bahseder misiniz?

Seyda Hazretleri'nin en belirgin vasfı tevazuu ve merhameti idi. Kendisi hiçbir zaman hiç kimseye karşı incitici bir harekette bulunmamış, kin duymamıştı. Dergahında binlerce kişi etrafında pervane olurken biz kendisinde kibir veya kabalık gibi herhangi bir hareketin zerresini bile görmedik. Ayrıca ilme verdiği ehemmiyet ve milletin cehaletten kurtarılması hususundaki ısrarı da önemli vasıfları arasında saymak lazımdır. Bütün Şeyhler keşf ve kerametleri ile sürekli anılırlar. Bizim Şeyhimizin de elbette birçok kerameti vardı. Fakat, biz O zatı, her zaman ilme, alime, uhuvvete, ihlasa, İslam'a ve Ahlak-ı Muhammedî (s.a.v.)'ye verdiği ehemmiyet ve hususlardaki hassasiyeti ile tanıyor ve yadediyoruz...

Muhterem Hocam, Şeyh Seyyid Muhammed Raşit Efendi'nin umumi sohbetler yapmadığını biliyoruz. Bunun sebebini sormak istiyorum. Bir de, hususi olarak sizlere tavsiyeleri olmuştur. Bunlardan birkaç örnek verebilir misiniz?

Evet.. Şeyhimiz umumi sohbet yapmazdı. Buna sıhhati ve zamanı müsait değildi. Bize yaptığı hususi tavsiyelere gelince, en önemli ikisi şudur: Şeyh Muhammed Raşid Hazretleri yakınlarına, halifelerine ve oğullarına siyasetten, particilikten uzak durmalarını ısrarla tembih ederdi. Müslümanlar arasında particilik yolu ile tefrika olabileceğini söylerdi. ''Camiye, Dergaha gelen herkes Müslümandır'' derdi...

İkinci önemli nasihati ise; İslam ve iman hizmeti, ilim ve dua karşılığında maddi menfaat alınmaması, talep edilmemesi hususu idi...

Şeyh Muhammed Raşid Efendi'nin halifeleri ve Menzil Dergahı'nın bugünkü konumu hakkında da bilgi verebilir misiniz?

Seyda Hazretleri'nin 6 halifesi vardır. Bunlardan üçü Seyyid'dir. Molla Hüsrev (Arvasi'dir), Kardeşi Seyyid Abdülbaki Efendi ve Seyyid Molla Abdülbaki... Diğer üç halifesi ise; Konya'da Molla Muhammed, Van'da Molla Ahmet (Aykaç) ve İstanbul'da da bendeniz (Molla Yahya Pakiş)... Menzil Dergahı'nda şu anda şeyhimizin kardeşi Seyyid Abdülbaki Efendi bulunmakta ve irşad hizmetini sürdürmektedir. Menzil eskiden nasıl o bölgede kış içerisinde baharı, ateşler içerisinde suhuleti, huzuru ve uhuvveti temsil ediyordu ise, bugün de ve hatta İnşallah kıyamete kadar da bu şekilde devam edecektir. Zaten cemaatler, tarikatlar ve benzeri bütün teşebbüsler İslam'ın daha güzel anlaşılması ve yaşanılması hususunda birer şube hükmündedirler. Önemli olan birlik, kardeşlik ve ihlastır. Seyyid Muhammed Raşit Hazretleri'nin hayatında en çok ehemmiyet verdiği özelliklere hassasiyet gösterildiği sürece bu hizmetler aynı şekilde sürecektir. Duamız, kıyamete kadar sürmesidir.

''Muhammed Gülü'' olan Seyyid Muhammed Raşit Efendi'yi biz de rahmetle anıyoruz.

kaynak:feyiz dergisi

HAS BAHÇENİN GÜLLERİ

(Gavs-ı Sani k.s)

SELİM GÜRBÜZER

Nasıl ki her bir sanat eseri kendi sanatkârlarını gösteriyorsa, her bir gül bahçeside kendi bahçıvanlarını göstermektedir. Hatta o bahçıvanlar bu dünyadan göç etmiş olsalar da ardından bıraktıkları her bir Gül fidanlar sayesinde tasarrufatlarını devam ettirebiliyorlar. Örnek mi? İşte Seyda Hz.leri bunun en bariz örneğidir zaten. Gerçektende Seyda Hz.leri göç ettiğinde bir baktık ardından bıraktığı her bir Gül fidan yurdun dört bir yanında irşad ettiklerini gördük. Yani bu demektir ki ardından bıraktığı Gül fidanlardan birini kaynağında (Menzil’de) bırakmak suretiyle kimi İstanbul’da, kimi Urfa’da, kimi Konya’da, kimi Van’da irşad faaliyeti yürütmek için vardır. Hem büyükler boşuna mı demişler “Bir kilime on derviş sığar ama on şeyh soğmaz“ diye. Hiç kuşkusuz bu kelam boş bir kelam değil elbet. Bu yüzden her bir yetişen Gül fidanın yurdun çeşitli yerlerinde irşad etmeleri gayet tabii bir durumdur. Dolayısıyla şu mekanda veya bu mekanda bulunmanın pekte bir kıymeti harbiyesi yoktur, burada önemli olan üstlendikleri görevi en iyi şekilde deruhte etmeleridir. Madem öyle, Seyda Hz.lerinin vefatıyla birlikte irşada koyulan altı Gül halife nasıl vazife yüklenmişler bir görelim. Bu arada şunu belirtmekte fayda var her bir Nübüvvet Gü‘lünü anlatmaya bizim gücümüz yetmez, yinede biz dilimizin döndüğü kadarıyla Seyda Hz.lerinin has bahçesinde yetişen her bir Gül fidanını koklamaya çalışalım.

SEYYİD ABDÜLBAKİ HAZRETLERİ

(Gavs-ı Sani )

Bilvanis, Siyanüs, Taruni, Havil, Dilbe, Nurşin, Kasrik ve Gadir köylerinden soluklayıp Menzil köyünü mesken tutunan Gavs Hz.leri ve oğulları bu köye geldikleri günden bugüne, hatta kıyamete dek sürecek bir irşad faaliyeti içerisinde bulundukları artık bir sır değil. Hiç şüphe yoktur ki “Allah sırlarını takdis etsin” sırrın gereği gelişlerinde ki temel gaye ve hedef Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin Kasr-ı Arifan’da başlattığı Nakşibendiyye nisbetini Menzil’de daha da uç noktalara taşımak olmuştur. Nitekim bu temel gaye ve hedef doğrultusunda köy köy, diyar diyar hicret etmeyi de göze almışlardır. Öyle ki hicretlerinin en son evresi Menzil köyünde durakladıklarında babaları Gavs Hz.leri burası için ikinci Buhara demekten kendini alamaz da.

Gerçektende Menzil’de duraklamak bir bambaşka hissiyattır. Çünkü Medine’yi de hatırlatan en son durak olacaktır. Meğer köy köy, diyar diyar dolaşmak iş olsun babından bir göç değilmiş, bilakis Şah-ı Nakşibend (k.s)‘ın nisbetini yeniden ihya ediş hicretidir. İyiki de hicret etmişler, bu sayede Kasr-i Arifan ruhu Gavs-ı Bilvanisi Hz.leri ve oğulları eliyle yeniden dirilişe geçmiş oldu. Nasıl dirilişe geçmesin ki, bikere bu hamurun mayasını çok yıllar öncesinden elden ele Şeyh Abdurrahman-ı Tahi (k.s), Şeyh Fethullah (k.s), Şeyh Muhammed Diyauddin (k.s) ve Şeyh Ahmed-el Haznevi (k.s) eliyle yoğrulmuş, sonrasında yoğrulmuş bu hamurun kıvam haline gelme işide başta babaları Gavs Hz.leri olmak üzere evlatlarına düşecektir. Gerçekten de bu anlamda Menzil ikinci Buhara olmayı çoktan hak etti bile. Malumunuz her iki oğul da Gavs-ı Bilvanisi Hz.lerinin göz bebeğidirler. Babaları dar-ı bekaya göç ettiğinde nöbeti ilk önce Seyda Hz.leri devr alacaktır. Seyda Hz.lerinden sonra da kardeşi Seyyid Abdülbaki Hz.leri devr alır. Aslında Abdulbaki Hz.leri kardeş olmanın ötesinde tam yar ve yardımcısı diyebileceğimiz bir yol arkadaşıdır. Onu bilenler bilir zaten. Hele onu bilhassa eski Sofilere bir sorun ta Seyda Hz.leri zamanından beri biliyorlar. Ki, o zamanlar kalabalıktan dolayı Seyda Hz.lerine ulaşmak zor olabiliyordu, bu yüzden sofiler sıkıştıklarında hep ona müşkülünü sorarlardı, o da Allah var sofileri kırmayıp Seyda Hz.lerinin omuzundaki yükü hafifletmeye çalışırdı. Oldu ya, sofilerle hemhal olduğu esnada Seyda Hz.leri gözüktüğünde değim yerindeyse o an tası tarağı toplayıp iki büklüm halde adab vaziyetine bürünürdü. O an gök çökse yer yarılsa hiç islimini bozmayacak bir adap duruşuydu bu. Zaten biri çıkıp dese ki Seyyid Abdulbaki denince ilk akla gelen nedir diye sual etse, hiç kuşkusuz sofiler “Adabın ta kendisidir” diye cevap vereceklerdir İşte böylesi bir cevaba şaşmamak gerekir. Çünkü Seyda Hz.lerinin döneminden beri sofiler hep onu böyle gördüler, böyle bildiler. Değilmidir ki onun tıpkı ölü teneşirinde ölü yıkayıcısının elinde teslim olur gibi duruşu, ziyadesiyle Menzil’in ikinci Gavs’ı Sanisi olmasına yeter artar da. Tabii ki böylesi bir mertebeye erişmek bir anda olmadı, tâ çocukluk çağına uzanan çile bülbülüm çilenin neticesi bir mertebedir. Öyle ya bülbül âşığı, gül mâşuku temsil ettiğine göre bülbülün güle aşkından ötürü çektiği çileye karşılık gelen “Ne kadar çile o kadar ecir derler” ya onun gibi bir şeydir bu. Düşünsenize çocukluk çağında verem hastalığına yakalanıp zayıf ve bitap bir hale düşer de. Olsun yine de o dergahın hizmetinden bir an olsun geri durmayacaktır. Aslında bu zayıf ve bitap düşüş hali onun ilerisinde manevi heybet bir hale bürüneceğinin ilk işaretiydi. Nitekim ileri ki yıllarda üzerinde heybet hali belirgin hale gelir de. Babası Gavs-ı Bilvanisi (k.s) pekala biliyordu ki bu yol çile üzerine kurulu, bu yüzden oğlunu bu hal vaziyette bile Siirt ve Van’a ilim tahsili için göndermekten imtina etmez de. Sadece ilim tahsili mi, bunun yanısıra tevbe de verecektir. Öyle ya, madem babası vazifelendirmiş o halde gereğini yapmak gerekirdi. O da hiç üşenmeden gereğini yapar da. Ancak Yusufiye çilesi de beraberinde gelecektir. Gelmeside gayet tabii, çünkü etrafında halka genişledikçe birilerinin uykusu kaçacaktır. Neymiş efendim yöre halkı içki alışkanlıklarını terkediyormuş da, yok şuymuş da yok buymuş da eften püften sudan bahanelerle durumdan vazife çıkarıp şikayet edeceklerdir. Derken iki-üç günlük tevkifin ardından otuz günü bulan bir tutuklama hadisesi vuku bulur bile. Tabii ki bu tutukluluk hiç arzu edilmeyen bir durumdu. Yani can sıkıcı durumdu. Bir başka ifadeyle Baba Gavs duyduğunda üzülecek endişesi sarmıştı. Bu yüzden Molla Ahmed ilk etapta durum vaziyeti açıklamaya cesaret edemez, sadece dayısı Seyyid Sıtkı’ya duyurmakla yetinecektir.

Peki Dayı Sıtkıy‘a durum bildirildiğinde ne oldu? Olan olmuştu artık, hem Gavs üzülecek diye de bu bilgiyi saklamakda doğru olmazdı elbet. O halde eksik kalan bu kısmın hikayesini de dayısından dinleyelim. Nasıl mı? Menzil’de Seyda Hz.lerinin anısına Seyyid Saki Hz.leriyle yaptığıım röportajın ardından bir ara Seyyid Dayı Sıtkı‘nın dükkanına girdiğimde bizatihi kendisine sorduğumda ancak bu kısmı öğrenebilmiş oldum. Sağ olsunlar kendileri de lütfedip Molla Ahmed’den aldığı haberi Gavs’a nasıl aktardığını şöyle anlattılar:

“ Tabii ben Molla Ahmed’den aldığım bu haberi Gavs Hz.lerine söyleyince üzüleceğini sanmıştım, beklediğimin tam aksine bir baktım yüzü çiçek gibi açıldı. Öyle içi ferahladı ki, dönüp bana şöyle dedi:

-Bundan daha ne büyük nimet olabilirdi ki? Kaldı ki bu kutlu yolda İmam-ı Rabbani, Şah-ı Nakşibend, Abdulkadir Geylani, Şah-ı Hazne gibi nice Sadatlar çile çekmişler, gelin şükredelim. Zaten bu hadiseyle birlikte Sadatlara mutabaat olmuş. Nasıl ki başkaları suç işlediğinde tevkif edilip ceza yiyorsa, Oğlum da Allah yolunda tevkif edilip nezaret altına alınmış. Dolayısıyla ne kadar şükretsek o kadar azdır.”

Evet; Yöre halkının git gide kötü alışkanlıklarını terketmesinden rahatsızlık duyanlar, maalesef 25 muhtardan topladıkları imzayla durum vaziyeti Yüzbaşı’ya intikal ettireceklerdir. Tabii Yüzbaşı da boş durmaz, o da huduttaki bir başka komutana intikal ettirip en nihayetinde gözaltına alınacaktır. Şikayet ettilerde ne oldu, otuz gün sonra serbest bırakıldığında pişmanlık duyacaklardır. Üstelik şikayet edenlerin bir kısım hakikati gördüklerinde bu yola da girecektir. Tabi baktılar ki bu gencecik talebeye ne kadar çile çektirsek, Allah’da kat be kat o nisbette feyz ve bereketini artırıyor. En iyisimi yol yakınken tevbe etmekte fayda var deyip onlarda hatme halkasına oturacaklardır. Şu bir gerçek hiç bir şey yapanın yanına kâr kalmıyor. Şayet ortada bir kâr menfeat varsa, o da hiç şüphesiz Allah yolunda çile çekenlere has manevi şirket hükmünde hatme halkası kâr sermayesi vardır. Nitekim 30 günlük Yusufiye çilesinin ardından heybesine doldurduğu manevi sermaye ile birkte dönüş yine Menzil’edir. Ama o yine de dönem dönem ilim tahsili için oralara gidip gelmeyi ihmal etmeyecektir. Çile bu yolun tadı tuzuydu zaten, pes etmek doğru olmazdı elbet. Başta da dedik ya, ne kadar çile, o kadar ecir vardır bu yolda.

Öyle anlaşılıyor ki Gavs-ı Sani Hz.lerinin çocukluktan halifelik dönemine kadar olgunlaşmasında baba Gavs Hz.leri, Molla Derviş ve pekçok medrese hocalarının yanısıra kardeşi Seyda Hz.lerinin de çok büyük emeği ve desteği vardır. Onlar destek verir de meyve vermez mi? Hem de öyle tarif edilemiyecek derecede meyve verir ki, Seyda Hz.leri nasıl ki Gavs Hz.lerinin emrinde koşturup Gönüller Sultanı olduysa, Seyyid Abdulbaki (k.s)’de Seyda Hz.lerinin emrinde koşturup babalarının ikinci Buhara diye andığı Menzili şerifin ikinci Gavs-ı Sanisi olacaktır. Dahası Seyda Hz.lerinin irşat döneminde gösterdiği o müthiş teslimiyetiyle birlikte Menzil-i şerif artık kabına sığmaz bir hüviyet kazanırda.

Düşünsenize Gavs-ı Sani Hz.leri genç yaşlarda hastalığından dolayı çok zayıf ve cüssesiz bir fiziki görünüme sahipmiş. Gavs Hz.leri ta ki oğlunu tedavi için Ankara’ya gönderir, işte o gün bugündür heybet hali üzerinden hiç kalkmayacaktır.. Tıpkı babası Gavs Hz.leri gibi üzerine heybet hali hakim olur. Keza yüz siması da aynı hal alır. Bu nedenle Gavs-ı Bilvanisi’yi dünya gözüyle görmeyipde merak eden varsa oğlu Seyyid Abdulbaki’yi görmesi kâfidir dersek yeridir. Gerçekten de bu benzerliği hayatta halen yaşayan, yani Gavs-ı Bilvanisi zamanından kalma sofiler de tıpkı babasının bir kopyasıymış şeklinde teyit etmekteler. Peki sadece fiziki benzerlik mi, elbette ki buna bir dizi çileler, hastalıklar ve sabır yürüyüşleri de dahil. Ne mutlu böyle bir oğula ki babasının izini iz sürüp Seyda Hz.lerinin has bahçesinde olgunlaşan gül oldu.

Düşünün ki o daha çocukluğunu yaşamadan hayatında iki şeyi aziz bilerek kemale erecektir. Birincisi Kur’an ve hadis ışığında, ikincisi de canından aziz bildiği babası Gavs-ı Bilvanisi ve kardeşi Seyda Hz.lerinin izini iz sürerek ilerleyecektir. o’na da o yakışırdı zaten. Bu öyle bir iz sürüşdir ki önce babasının babasının izini sürerken, sonra da kardeşinin izini iz sürrken kendinden geçti. Nasıl mı? Canından aziz bildiği babası Gavs Hz.leri vefat ettiğinde adeta şok hali yaşayarak elbet. Nasıl kendinden geçmesin ki; Gavs Hz.lerine öyle sıdk ile bağlıydı ki, o’nun dar-ı bekâya irtihali çok ağır gelmişti. Öyle ki dergahın hizmetine birlikte koştuğu kardeşi Seyda Hz.lerini o an unutacak derecede bir şok halidir bu. Zira Seyda Hz.leri irşada başlamış, aradan yirmibir gün geçmiş ama hala şok halinden çıkamayıp biat edememişti. İşte bu kendinden geçme halidir ki Seyda Hz.lerine beyatını geciktirmesine sebep olmuştur. Tabii Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin bu haline taaccüb edenlerde olmuş. Neyse ki markada kapandığı yirmi birinci gününde Seyda Hz.leri markad’a gidip Kur’an okumaya başladığında kardeşi de murakabe halde ordaymış zaten. İşte o an orada ne oluyorsa oluyor kardeşine:

“ Abdulbaki otur...” dediğinde beyatı o anda gerçekleşmiş olur. Hatta bu hususta Gavs (k.s.)‘ın maneviyatta Seyda Hz.lerine üç sefer:

“- Muhammed Raşid, Seyyid Abdulbaki’ye dikkat et. O’nu sana teslim ettim” demesi üzerine beyat ettiği rivayet edilir. Böylece Seyda Hz.leri de Seyyid Abdulbaki’ye “Otur” deyip emanet yerini bulunca o şok hali ortadan kalkar da. Hatta Seyda Hz.leri ilerisinde o’nun halifeliğini Molla Abdulbaki ile beraber verecektir. Her nekadar Gavs-ı Bilvanisi Hzleri hayatteyken en büyük yardımcısı Seyda Hz.leri olsada büsbütünde yanlız sayılmazdı, çünkü o yıllarda da yine yanında en büyük yardımcı kardeşi Seyyid Abdulbaki Hz.leriydi. Seyda Hz.leri Gavs’tan sonra irşada başladı, yine yanında en büyük yardımcı o oludu elbet. Gavs döneminden tek fark, dergah hizmetlerinde Mürşit-Halife ikilisi şeklinde yürüyecektir. Üstelik sırt kısmında nükseden ağrılara rağmen dergâhın hizmetine koşturacaktır. Abdulbaki Hz.leri sırt ağrılarını belli etmemeye çalışsada nereye kadar gizleyebilirdi ki. Bir şekilde sırt ağrıları çektiği gözlerden kaçmayacaktır. Ta ki Seyda Hz.leri emir buyurur, işte ozaman Ankara’da ameliyatla ağrıları dindirilmiş olur.

Vakta ki Seyda Hz.leri de bu dünyadan göç ettiğinde bütün yük üzerine binip Menzil’in işleri daha da bir yoğunluk kazanacaktır. Bir yandan camii inşaatı, diğer yandan markad inşaatı ve diğer yandan vakıf faaliyetleri bunun en büyük göstergeleridir. Menzil artık gelen misafirleri maddeten kaldıramadığı içindir büyük çapta inşaat ve imar faaliyetlerine hız verecektir. Tabii bu işlere tam koyulmadan önce ilk iş Türkî Cumhuriyet’lerini ziyaret etmek olacaktır. Yani buralarda Sadatların kabr-i şerifleri ve bulunduğu mekânları ziyaret edecektir. Sonrasında ise Umre ziyaretiyle Allahın beyti Kâbe’ye Gül Nebinin Mescid-i Nebevisine yüz sürecektir. Malum, tüm bu ziyaretlerin akabinde ise dönüş yine Menzil’edir. Belli ki bu sıradan bir dönüş değil, baba Gavs’ın ve kardeş Seyda (k.s.)’ın temellerini attığı Menzili daha da mamur hale getirmek için bir dönüştür. Nitekim de Menzil’e daha ayağını basar basmaz tez elden markad ve camii inşaatına hız verecektir. Bu arada sene içerisinde fırsat bulduğunda ise mürşidi Seyda Hz.lerine mutabaat edip Afyon ve Pursaklar’ı ziyaret edecektir. Keza daha ileri ki yıllarda da Umre ve Hac ziyaretlerinde bulunacaklardır. Derken o çok yoğun tempo içerisinde yürüttüğü irşad faaliyetleri arasında geriye dönüp baktığımızda baba Gavs ve kardeşi Seyda Hz.lerinden devr aldığı Nakşibendiyye nisbetini kat be kat daha da artırdığı gözlerden kaçmaz da. Nasıl gözlerden kaçsın ki, görünen köy klavuz istemez, her şey ortada zaten. Baksanıza artık tek tek, ya da on kişiye birden elle tövbe vererek kalabalık dizginlenemiyor. Onca kalabalığın yükü ancak sarık şeklindeki bez şeritle kaldırılabiliyor. Aksi takdirde ne namaza, ne hatmeye, ne sohbete ne de hizmete vakit yeter. İşte tek başına şeritle tövbe vermesi bile omuzlarında ki yükün ne kadar arttığının göstermeye yeter artar da. Şu da var ki, Allah’a tam teslimiyet olmasa bu denli yükü omuzlarında taşımaları asla mümkün olamazdı. İşte bu nedenledir ki Nakşibendiye Sadatları için Allah’a tam teslimiyet ve tam tevekkül olmazsa olmaz şart hükmünde bir temel dusturdur..

Peki, onca çileler ne için yaşanmıştı derseniz, şüphesiz Allah’ın rızasını kazanmak içindi. Buna inancımız tam da. Düşünsenize camii hınca hınç dopdoluluktan nefessizlikten dayanılmaz halde olduğu halde, o yine de her şart ve ahvalda durmak yok yola devam deyip bir yandan namaz kıldırmakta, bir yandan hatme Hacegan yaptırmakta diğer yandanda tevbe vermektedir. Gerçekten de şöyle etraftan bir baktığımızda gerek imar faaliyetleri, gerek ameli faaliyetler, gerekse kültürel faaliyetler olsun hiç fark etmez, her üç faaliyetinde bir arada yürütülüyor olmasına bir türlü insan akıl sır erdiremiyor. Üstelik tüm bunları sırtında nükseden dayanılmaz bel ağrıları çekmesine rağmen yürütmekte. Şayet biz o halde olsak, ne yapacağımız besbelli, ahlanmaktan sızlanmaktan inlemekten geri durmayıp ayan beyan her şey ortaya dökülecekti. Dahası yeri göğü inleteceğimiz adeta malum olacaktı. Ama sözkonusu Allah dostları olunca, öyle olmuyor. işte görüyorsunuz bunun en bariz örneği zaten önümüzde duruyor. Nitekim bu hususta Gavs-ı Sani Abdülbaki Hz.lerinde şimdiye dek en ufak ne uflanmasını, ne hayıflanmasını ne de sızlanmasını gördük. Zaten görmeyiz de. Nasıl görülsün ki, öyle narin, öyle zarif bir ruh seciyesine sahip bir mizacı var ki, dayanılmaz bel ağrılarını bile dile getirmeyi kendine hayâ edinecek bir karakter abidesidir o. Sofiler onun bel ağrıları çektiğini ancak sırtını çeviremediği anlarına şahit olduklarında ya da da camiye tekerlekli sandalye ile girişlerinde farkedip hissedebiliyorlardı. Bunun dışında en son gelen aşamada ise bel ağrıları öyle bir hal alır ki artık saklayamaz da. Çünkü namaz vakitlerin pek çoğunu oğlu Seyyid Saki Hz.leri kıldırmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki Ehl-i Beyt Gül nesli ne kadar çile çekse Allah’da ona göre ecirlerini daha da artırıp manevi makam almalarına vesile kılmakta, buna asla şüphe duymayız bile. Çünkü biz biliyoruz ki, dünyada en çok çile çekenler Peygamberlerdir, dolayısıyla bu çileden Peygamber varislerinin de istifade etmeleri gayet tabii bir durumdur. .

Velhasıl kelam Seyyid Abdülbaki Hz.leri için en son şunu diyebiliriz ki, O Nakşibendiyye nisbetini Seyda Hz.lerinden devr aldığından bugüne camii, medrese, markad, tuvalet ve çeşme inşaatı gibi pekçok imar faaliyetlerine hız vermesiyle, yine vakıflaşma, dergi, kitap, televizyon radyo yayını gibi bir dizi kültürel faaliyetlere girişmesiyle, keza tevbe almak için gelenlere artık elle değil sarıkvari bir şeritle tövbe veriyor olması, sofilerini sırf muhabbetle değil virdle yönlendiriyor olması, aynı zamanda sofilerin ilmihal eksiklklerinin giderilmesi noktasında sohbetciler tayin ediyor olması gibi pekçok ameli faaliyetleriyle dikkat çeken Hadimül hizmetkâr Gönül Sultanıdır. Burada cümlenin sonuna dikkat edin hizmetkâr dedik. Niye derseniz, her şey gayet açık, çünkü Menzil’de bilhasssa bu dönemde kazanlarla daha çok çorba kaynatılıyor olması, daha çok buğdayın değirmende öğütülüyor olması, ekmeğin daha çok fırınlarda kızırtılıyor olması, musuluklardan daha çok su akıtılıyor olması gibi bir dizi hizmet alanlarının genişlemesi hizmetkarlığının en belirgin zişanı zaten. İşte bu yüzden hizmet nimettir buyurmaktalar.

MOLLA YAHYA EL ABBASİ EL HAŞİMİ HAZRETLERİ

Molla Yahya Hz.leri ta 1957-1958 yılları arasında Gavs Hz.lerinden beyat aldığından beri kendisine Menzilin öz evladı gözüyle bakılmıştır hep. Nasıl böyle bakılmasın ki, ta Gavs’ın zamamnıda Kasrik dergahında hem ilim tahsil etmiş hem de Gavs’ın yol arkadaşı olmuştur. Derken bu arada Gavs Hazretlerinin oğlu Seyda Hazretleriyle de aralarında dostluk bağı kurulur. Öyle ki birlikte medrese ilmi tahsil edecektir. Tabii ki ilimde de Seyda Hz.leri öndedir, bu yüzden imamlığa Seyda Hazretleri, kendisi de müezzinliğe geçecektir. Malum, Seyda Hz.leri irşad postuna oturduktan sonra da yine dostluk devam edecektir, ama bu kez dostluk farklı şekilde tezahür edecektir. Yani Seyda Hz.leri mürşid dost, kendisi ise halife dost olacaktır. Ki, bu dostluk Seyda Hz.lerinin vefatıyla birlikte İstanbul‘da irşada koyulmasıyla da taçlandırılmış olur. Hiç kuşkusuz Molla Yahya Hz.leriyle yazılacak daha pek çok şey var. Ama daha önceden de kendisiyle ilğili Enpolotikde yayınlanan İlimsiz Tasavvuf Asla! başlıklı makale yayınlandığı için şimdilik bu kadarıyla yetinebiliriz. Yinede geniş bilgi isteyenlerin şu linke tıklamaları kafidir:

http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2549/ilimsiz-tasavvuf-asla.html

MOLLA FARUK-İ MUHAMMED EL KONYEVİ HAZRETLERİ

Molla Muhammed Hz.leri deyince aklımıza hep Seyda Hz.lerinin müezzini olarak gelir hep. Hatta bundan öte o bizim Bilali Habeşimizdir dersek yeridir. Madem öyle Bize Bilali Habeşiyi hatırlatan Molla Muhammed Hz.leri ilgili bilgiyi Ahmet Öz’ün bir kitabının önsözünde Molla Muhammed Konyevi hakkında kaleme aldığı biyografisini aktararak bu bilgiyi edinmiş olalım. Ancak kitabın önsözünden alıntı yaparken Seyda ismi geçen satırlarda Seyda yerine Molla Muhammed olarak isimlendirip öyle aktardım. Çünkü okurlarım Molla Muhammed Hz.lerini mürşidi Seyda Hz.lerinin ismiyle karıştırmasın diye böyle yaptım. Her neyse fazla sözü uzatmadan asıl mevzuya geçebiliriz:

Molla Muhammed Hazretleri, 1942 yılında Mardin ilinin Kızıltepe ilçesine bağlı Konaklı köyünde doğdular. Altı yaşına geldikleri zaman o yıl köylerine açılan ilkokula kaydoldular. Öğrenimleri devam ederken aynı zamanda dayılarının yanında Kur’an-ı Kerim öğrendiler. Bu esnada dayıları, seni medreseye göndereceğim derlerdi. Molla Muhammed Hz.lerinin okul öğretmenleri onu öğretmen okuluna gönderme kararı verdiler. Bu zaman zarfında Molla Muhammed Hz.leri öğretmen okulunda namaz kılmaya müsaade etmediklerini öğrenip, bu karara karşı çıktılar. Okulu bitirince bir süre kendi koyunlarına çobanlık yaptılar.

Molla Muhammed Hz.leri, aradan bir süre geçince yanına bir yatak alarak evden kaçtılar. Bir medreseye yerleştiler. Bu günlerden bahsederken: “O günlerin tadı bambaşka idi. İlim ve din aşkı ve din aşkından deli olacaksın”diye üzüldüklerini beyan ederlerdi diye aktarıyor.

Medrese yılları boyunca bütün arkadaşları ile hoş vakit geçirmeye çalışır ve azami dikkat sarfederlerdi. Hocalarını da memnun etmek için var güçleri ile çalışırlardı. Hatta hocalarından birisinin şöyle dediği nakledilmiştir: “Yalnız o talebeliğin hakkını veriyordu.” Molla Muhammed Hz.leri hocalarını anarken; “Allah onlardan razı olsun” diye dua ediyorlar.

Medrese arkadaşları ile çok iyi geçinmelerine rağmen, bir gün arkadaşı ile ağız kavgası yapmışlar. Şer’an dahi arkadaşı haksız olmasına rağmen o gece herkesin uyumasını bekleyip, daha sonra gidip o arkadaşından özür dilemiş ve helalleşmişlerdir. Böyle davranmalarına neden olarak şu âyeti celileyi gösteriyorlar. “Bir kimse sahibi bilcem’den (birlikte olduklarından) sorulacaktır.

Hocalarından birisi de Seyda-i Molla Süleyman Banihi idi. Çok yaşlı idi. Hatta Şah-ı Hazne (k.s.)’nin halifesi olan Şeyh Abdurrezzak da ondan ders almıştır.

Molla Muhammed Hz.leri ve bir arkadaşı ile beraber medreseden ayrılmaları icap etmiştir. O zaman Seyda-i Süleyman Banihi onları yanına alıp evine götürdü ve çay ikram etti. Dedi ki: Bu güne kadar çok talebe okuttum. Ancak hiçbirinin gidişine bu kadar üzülmedim. Siz hem talebe olarak hem de ahlak olarak çok başkasınız. Gidişiniz beni üzüyor. İşte böyle hocalarını memnun ederlerdi.

Medrese yılları esnasında bütün talebeler harmanlara çıkarak zekat toplarlardı. Molla Muhammed Hz.leri okumasına devam ederdi. Ramazan ayında civar köy camiilerine giderek imamlık yapıp harçlık temin ederlerdi. Bu şekilde devam edip daha sonra kayınpederleri olan Molla Abdüssamed Hazretlerinden mollalık icazetlerini aldılar. Ve memleketleri olan Konaklı köyüne döndüler.

Konaklı köyünün imamı amcalarının oğlu idi. O kişi bu görevden ayrılınca köy halkı görevi kendilerine teklif ettiler. Molla Muhammed Hz.leri kendi köyü olması hasebiyle kabul etmek istemedi. Ancak ısrar üzerine onlara iki şart koştu. Bunlardan biri davul zurnalı düğünlerin terk edilmesi ve kadın erkek bir arada oynamamaları idi. İkincisi ise beraberlerinde getirdikleri talebelerin bakımının üstlenilmesi idi. Köylüler bu şartları kabul ettiler. Orada küçük bir medrese yaparak üç yıl ikamet ettiler. O günlerden kalan bir anı şöyledir. Köy halkından birisi düğün isteyince şu cevabı verdi. Kızınızı altınla süsleyip verseniz de, biz imamımıza söz verdik. İsterseniz vermeyin. Üç yıl sonra kendi tabirlerince oradaki nasipleri bitti ve köylülerden birisi düğününü bu şekilde yapınca oradan ayrıldılar. Bazı geceler hayırlı bir yer ve hayırlı bir nasip dileyerek ağladıklarını anlatıyorlar.

O sıralarda Gavs Hz.leri (k.s.a.) vefat etmişler ve Seyyid Muhammed Raşid Hz.leri (k.s.a.) irşada başlamışlardı. Seyda Hz.leri Molla Muhammed Hz.lerini Menzil’e davet ettiler. Yanlarında Molla Abdüssamed olduğu halde Menzil’e geldiler. 20 küsur yıl orada hizmet ettiler. O günleri anarken de; “Keşke bütün ömrümüz hizmetlerinde geçseydi. Allah (c.c) onlardan razı olsun” diye anlatırken gözleri doluyor.

Molla Muhammed Hz.leri Seyda Hz.lerinin vefatından 6 ay teberrüken Menzil’de kaldıktan sonra, hayattayken işaret buyurdukları Konya’ya hicret ettiler. Halen Konya’nın Ankara yolu üzerinde 18 km.sindeki Kayacık Köyünde tebliğ ve irşadlarını sürdürmektedirler.

Kaynak: Ahmet Öz’ün bir kitabının önsözünde M.Muhammed Konyevi ile ilgili biyografisi.

ŞAH-I URFA MOLLA SEYYİD ABDÜLBAKİ BİLVANİSİ HAZRETLERİ

Molla Seyyid Abdülbaki Hz.leri Seyda Hazretlerinin dayısı ve halifesidir. Aynı zamanda Seyda Hazretlerine hocalık yapan da ilk isimdir. Öyle ki; Seyda Hz.leri daha henüz üç yaşındayken, Siirt’in Kurtalan kazasına hoca olarak gelip, Seyda Hazretlerine ilk medrese tahsilini vermeye başlamıştır. Evet ilk hoca ve ilk talebe ilişkisi böyle başlar. Derken bu güzel ikili ilerisinin de habercisi olarak birbirlerinden istifade ile Seyda Hz.lerini irşad makamına ulaştırmış, en nihayet dayısını da ona halife kılmıştır.

Molla Seyyid Abdülbaki Hz.leri ise öğreniminin büyük bölümünü Gavs Hazretlerinin yanında görmüştür. Hatta sekiz yıl gibi bir süre de Gavs’ın yanında okuduktan sonra, Molla Muhyiddin’in derslerine üç yıl devam etmiş, ordan da Dilbey’de okumaya koyulmuştur. Dilbey Köyü aynı zamanda Seyda Hazretleriyle göz göze gelmek bakımından önemli kavşak noktasıdır. Çünkü o mekan hem Seyda Hazretlerine, hem de yeni gelenlerin Seyda Hazretleri ile birlikte ders okutmanın beldesi olur. Zaten günlerinin çoğu Seyda Hazretleri ile yer, içer, oturur ve muhabbet ederek birlikte geçirirdi. Hem dayı, hem de hocası olmanın bahtiyarlığını yaşayan Molla Seyyid Abdülbaki Hazretleri hane-i saadetin inci gülüydü.. Böylece Seyda Hazretlerin hayatını yakinen görme fırsatını elde ettiği gibi, irşad yıllarında Seyda Hz.lerinden halifelik almıştır. Bu arada belirtmekte fayda var; Seyyid Fevzeddin Hz.leri babasının (Seyda Hz.leri) vefatının ardından birkaç yıl sonra Molla Seyyid Abdülbaki Hz.lerine intisap ederek halifelik alıp Eskişehir’in Sivrihasar’ın Bilvanis köyüne yerleşip irşada başlamıştır.

MOLLA AHMED EL VAN-İ HAZRETLERİ

Molla Ahmed Hz.lerinin doğum yılı 1948’dir. Hayatının büyük bir bölümü Hane halkı ile geçti diyebiliriz. Böylece 11-12 yaşlarında Gavs Hazretlerini de görme nasib olmuş ve dergahına gitmiştir.Molla Ahmed Hazretlerinin Seyda ile ilk tevafuku ise 1957-1958 tarihler arasıdır. Ki; o yıllarda Seyda Hazretleri Gavs’ın yanında ve medresede ilim öğreniyordu. İşte 1956’dan beri bu derece yakın olması hasebiyle hem Gavs Hazretlerine, hem de Seyda Hazretlerine karşı büyük bir sadakale içten muhabbet duyup bu muhabbet Seyda Hazretlerinin damadı olmasına bile yetecektir.. Bu buluşma Hz. Osman (r.a)‘ın iki nur zişanını hatırlatan bir buluşma olacaktır. Yani bu bir anlamda Seyda Hazretlerinden iki kere icazet almak anlamına gelip, hem damat olmuş hem de halife olmasına işaret teşkil edecektir.. Herşeyden öte onun Sadata olan derin edebi, hayası, hizmeti, maddi ve manevi güzellikleri herşeye yetiyor artıyor da.

Seyda Hazretlerinin vefatının ardından Van’da Seyda Hazretlerinin takib ettiği yolda irşada koyulmuştur.

SEYYİD YUSUF ARVASİ HAZRETLERİ

Kendisi Gavs-ı Hizanı (k.s.)’ın akrabalarından olup, aynı zamanda Arvas Seyyidlerindendir.

Seyyid Yusuf Arvas Hazretleri, mollalık icazetini amcası Şeyh Mustafa Hazretlerinden almıştır. Amcası ise Şeyh Şahabeddin Hazretlerinin halifesi olması bir yana Nakşibendi silsilesinin Halidiye kolunun büyük zatlarından Gavs-ı Hizani (k.s)’ın torunudurlar da. İşte böylesi büyük bir zatın torununun pınar çeşmesinden beslenip Gavs-ı Bilvanisi Hazretlerinin dergahında şereflenmek ancak amcasının vefatından sonra, yani tarihler 1966’yılın gösterdiğinde nasib olacaktır. Malum, o sıralarda Seyda Hazretleri askerde olduğu için tanışamamış, bilahare terhis olup asker dönüşü sonrası hemhal olacaklardır. Seyda Hz.lerine biatı ise Gavs Hazretleri 1972 yılında vefat edince gerçekleşir. Böylece bu biatla birlikte uzun bir zaman dilimi diyebileceğimiz irşat süreci boyunca Menzil dergahına hizmet için seferber olur. Derken bu seferber olmanın neticesinde 1977 yılında Seyda Hazretlerinin has bahçesinde yetişen Gül tanesi olurda. Seyda Hzlerinin vefatının akabinde ise irşad faaliyetine koyulacaktır.

Velhasıl Yukarda zikrettiğimz her bir Gül tanesini karınca kaderince ancak böyle yad edebildim. Şayet sürçü olan olduysa affola.

Vesselam.

http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2770/has-bahcenin-gulleri.html