BİLADÜŞ-ŞAM SURİYE VE ŞAH-I HAZNE

BİLADÜŞ-ŞAM SURİYE VE ŞAH-I HAZNE

ALPEREN GÜRBÜZER

Suriye coğrafyası çok güngörmüş, çeşitli medeniyetlere beşiklik etmiş ve uzun tarihi süreç içerisinde birçok milletler tarafından idare edilmiş bir ülke. Bağdat, Halep, İstanbul, Mekke, Medine, Semarkand ve Şam gibi başkentler tüm İslam Âlemi, hatta tüm dünya için önemli merkezlerdir. Çünkü dünyaya ışık buralardan yayılmıştır. Şam da bunlardan birisidir.
Suriye topraklarına ilk bulaşan kan Kasiyum dağında Habil ile Kabil kavgasında görürüz. Kabil bu topraklarda ilk kardeş cinayetini işleyerek günümüze kadar uzanan tükenmek bilmeyen akan kanların öncülüğünü yapmıştır. Anlaşılan Suriye tarihi süreç içerisinde çok el değiştirmiş. Dolayısıyla bu ülke en son Hz. Ömer devrinde ancak İslam topraklarına dâhil olabilmiştir. Bu yüzden Saad bin Vakkas’ı anmaktan geçemiyeceğiz. Bu Yüce Sahabe, Uhud’da göğsünü Rasulullah (a.s.v)’a siper ettiği gibi Hendek ve bütün gazalarda bulunmuşta. Peygamberimiz savaş esnasında; “ Anam , babam sana feda olsun Ya Sad, durma at oklarını..’’ sözleriyle onu taltif etmişti. Hz. Ömer devrinde ise İran ordusunun başbuğu, aynı zamanda Kadisiye zaferinin kahramanı ve Kisra ülkelerinin Fatihidir. Öyle ki işe önce Irak fethi ile başlar. Tabiî ki bu sıradan bir fetih değildi. Öyle ki o önlerinde 40 fille üzerlerine gelen seksen binlik orduyu ezer ezmez ardından Kadisiye de toplanan Fars ordusuna yüklenip, daha sonra da Median ve son nokta Kisra Sarayına giriverdi. Saad bin Vakkas bununla da kalmayıp fethi müteakip ele geçen Kisra’nın kızını Hz. Ömer’e gönderir, ama Hz. Ömer’de Hz. Hüseyin’e layık görüp bu evlilikten nur neslinin devamını yürütecek Zeynel Abidin dünyaya gelecektir.
Şam VIII. yüzyılda Emevilerin başkenti olmuş, sonraları Eyyubiler’ce idare edilmiş ve derken Memlukluların hâkimiyetinine girer. Memlukluların Hicaz-suyollarına sahip olmaları, onları müslümanlar nezdinde en itibarlı konumuna getiriyordu böylece. Üstelik bu toprakların ticari yollar üzerinde olması dikkatleri üzerinde topluyordu hep. Nitekim Yavuz bu coğrafyanın önemini bildiği için, Mercidabık seferiyle bir zamanlar Lübnan, Filistin ve Ürdün topraklarının içinde bulunduğu Biladüş Şamı, yani Suriye’yi Osmanlıların eline geçmesini sağlar. Bu sefer sayesinde Memluklular ile Osmanlı arasında cerayan eden Hicaz-suyolu çekişmesi de sona ermiştir. Aynı zamanda bu zaferle birlikte Osmanlı’nın İslam Dünyasında üstün konuma geldiği ve Müslümanların Osmanlı kanatlarının altında korunmaları gerçekleşmiş oldu. Her ne kadar bir ara Mısır’da Kavalalı Mehmed Ali Paşa Osmanlı’ya karşı baş kaldırması sonucunda Suriye elimizden çıkar gibi olduysa da tekrardan yine Osmanlı’ya bağlanacaktır. Fakat gerileme ve yıkılış sürecine giren Osmanlı artık eski gücünde değildir. Nitekim devleti aliyyenin hasta yatağa düşmesiyle birlikte o toprakların parçalanmasını beraberinde getirdi. İşte bu dönemlerde Ortadoğu’nun kalbi hükmündeki Suriye’nin batılıların insafına terk edildiğine şahit oluyoruz.
Suriye’nin petrolü olmamasına rağmen, onu önemli kılan petrol bölgesinin ortasında olmasıdır. Fransızların yaklaşık 25 yıl işgal altında tuttuğu Suriye ancak 1946’da bağımsızlığını elde edebilmiştir. Osmanlının yıkılışından sonra bir türlü gün yüzü görmeyen Suriye bugün de hala toparlanmış sayılmaz. Çünkü Ortadoğu da akan kanın sebebi petrol gösterilse de asıl mesele İsrail’in güven içinde bu topraklarda hayatını idame ettirilmesine yönelik arzudan kaynaklanır. O açıdan Suriye bir şekilde halledilmeli ki İsrail rahat olabilsin. Ama nasıl? Irak’a benzer bir operasyonla değil tabiî ki. Belli ki kansız postmodern usullerle işgal edilmek istenmiştir. Fakat Irak tecrübesinden sonra sıcak bir işgal olayı çok zor gözüküyor gibi.
1967’de İsrail-Arap savaşında zaferle çıkan İsrail Golan tepelerini işgal ederek Ortadoğuda yerleşip çıban konumuna geliverdi. Bu yenilginin ardında Suriye yönetiminde çatırdamalar baş gösterdi ve akabinde yaşanan iç iktidar rekabetinde Baas Partisinin birinci çıkması neticesinde Hafiz Esad darbe yaparak 1970’de yönetime el koydu. Hafız Esad bundan sonraki yıllarda Müslümanların zaman zaman ayaklanmalarını sert askeri tedbirlerle önüne geçerek iktidarını anti demokratik yollarla sürdürmeyi bilecektir. Hafız Esad içerde kendi halkına böyle yaparken dışarıda İsrail’den gelecek tehlikelere karşı da Hamas ve İslamı Cihad örgütlerine destek verip sinsi bir politika izliyordu, ama neye yarar ki. Çünkü Amerika Bağdat’a girdikten sonra gözüne Suriye’yi kestirmesi, hatta Suriye ile doğrudan ilgilenmesi ve bu yönde Suriye’nin tehdit oluşturduğuna dair kamuoyu oluşturmaya çalışması yeniden Ortadoğunun karışacağının işaretlerini veriyordu, öylede oldu zaten.
Hafız Esad’ın ölümüyle yerine geçen oğlu Beşar Esad’ın babasının izlediği yolun aksine ılımlı politikaları ile başta Türkiye olmak üzere birçok ülke ile gerginliklere son verdi. Fakat ılımlı siyasetini görmezden gelen ABD’nin Basra Körfezi ile Doğu Akdeniz arasındaki bölgeyi İsrail’in güvenliği adına tutmak niyeti Suriye’yi çatışmanın içine çekmek istediğini gözlemliyoruz. Farzı muhal Sam amcanın orda demokratikleşme ya da terörü temizlemek diye bir derdi olduğunu varsaysak bile, Beşar Esad iş başına geçer geçmez bu anlamda ciddi olarak adımlar atıyordu zaten. O halde demezler mi oğul Bush’a bu ne perhiz bu ne lahana diye. Maalesef Beşar Esad bu konuda takdir alması gerekirken suçlu pozisyona itilmek istenmesi doğrusu anlaşılır gibi değil. ABD bir anlamda işgal senaryosu peşindeydi. Nitekim Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri, 2005’te Beyrut’ta bombalı suikasta kurban gitmesi düşünülen senaryonun bir ayağı olduğunu akıllara düşürdü. Hakeza Lübnan’da Şam karşıtı gösterilerinin ardından Suriye’nin 29 yıldır askeri varlığını bir süreliğine de olsa askıya alması düşündürücüdür. Bu suikast dünya gündeminde adeta bomba etkisi yapmıştı. Hariri dosyasında suçlu olarak Suriye parmağı arandı hep. Oysa bu yönde en ufak bir delil yoktu. Buna rağmen Suriye’yi Lübnandan çıkardılar da. Anlaşılan Büyük Ortadoğu Projenin gereği bir yandan Hamas ve Hizbullahı silahsızlandırarak adım adım hedefe varmak isteniliyordu. İşte Türkiye bu noktada kendine yakışır bir şekilde Şam’ın reform yolunda attığı adımların görmezden gelinemeyeceğini diplomatik yollarla anlatarak tansiyonu düşürmeye yönelik hamleleri takdire değer bulunduğunu söyleyebiliriz. Üstelik bu girişimlere ABD’nin sıcak bakmamasına rağmen, Türkiye bu adımı atmaktan çekinmedi de. Neyse ki Hariri dosyası ile ilgili görüşmelerde Türkiye’nin Gaziantepi önermesini Şam kabul etti, fakat ABD reddedince olayla ilgili kişilerin BM Savcısı tarafından Viyana da sorgulunmasına karar verildi. Suriye yanlısı olarak takdim edilen dört üst rütbeli Lübnanlı Generalin daha önceden tutuklanması gerginliği azaltsa da bu olayın burada bitmeyeceği anlaşılmıştır. Israrla olayda Suriye parmağı arayışı olayın aydınlatılmasına gölge düşürüyordu. Geçen zaman içinde Hariri suikastında Suriye’nin hiçbir suçu olmadığının anlaşılmasına rağmen hala bu konuda önyargılı olanlar Suriyeye bir özür borçlu olduğunu unutmuş gözüküyorlardı.
Irak’ta yanlarında bulunan Fransa, Almanya gibi ülkelerin Suriye olayında yan çizmesi, Rusya ve Çin’in ciddi bir karşılık verme ihtimali ABD’nin işini zorlaştırıyordu. Çünkü Fransa’nın Lübnan’da kendine göre planları ve çıkarları söz konusuydu ABD bu yüzden ikna turlarında israr edecektir, hatta işgalden ziyade birtakım ekonomik müeyyidelerle Suriye halkını açlığın susuzluğun pençesine iterek bir şekilde Suriye’yi kapana sıkıştırmayı düşündü. Bütün bu gelişmelerden çıkaracağımız sonuç Suriye için galiba çıkış yolu öncelikle iç dengeleri ayarlamak, özellikle Sünni çoğunluğun gönlünü kazanmaktan başka çıkış yolu olmadığıdır. Zaten bu gerçekleşirse ABD’nin planlarını sabote edecek yüzyılın en güçlü direniş dalgasının dalga dalga büyümesi denen olayla bölge halkının kurtuluşu sağlanabilir de.
Suriye ile yorumlarımızı Şeyh Ahmedül Haznevi ile bağlayarak yüreklere su serpmeye çabalamakta fayda var. Şah-ı Hazne Suriyelidir. Bu büyük zat önceleri çok fakirdi fakat daha sonradan Suriye’nin ordusunu bile doyurabilen mala sahip oldu. Şahı Nakşibendi nisbetini bu coğrafyada yayan ve bu yolun feyzi bereketini topraklarımıza Şah-ı Haznen’nin elinden teslim alıp Türkiye coğrafyasına taşıyan Abdül Hakim El Hüseyni’dir. Gavs Hazretleri lakabı ile de anılan Abdül Hâkim El Hüseyni Suriye’ye Şeyhini ziyarete gitmek için sınırda mayın tarlalarında tehlikeyi göze alarak gerçekleştirirdi. Şeyhine olan bağlılığı ve ölümüne teslimiyeti onu Gavslık makamına ulaştırmıştır. Eğer Gavs-Bilvanisi o amaneti Suriye gibi kaygan bir zeminden Türkiyeye getirmemiş olsaydı Şah-ı Nakşibendî nisbetini tatmak isteyenlerin Türkiye dışına gitmek zorunda kalcaktı. Bu büyük nimeti Türkiye’ye hediye eden o büyük zatın ruhu şad olsun.
Hep denilir ki; ahir zamanda Hz. İsa (a.s) gökten ineceği zaman Suriye’nin merkezi Şam’da ak minareye inecek ve Mehdi (a.r)’e yardım ederek kötülüğün kutbu olan Deccale karşı mücadele ederek zafer kazanıp, tüm dünyada adaleti tesis edecekler. Bilinmez ama belki de Ortadoğuda yaşadığımız olayların varacağı nokta burası olsa gerek. Fazla söze ne hacet, Allah nurunu tamamlayacak elbet, bazı zinde odaklar istemesede.

Bir şafak yürüyüşü
SELİM GÜRBÜZER
Şerif Benekçi ortaya koyduğu romanlarıyla dikkat çekmiş bir yazar. Dahası romanlarını akıcı bir üslupla okurlarına ispatlamış bir duygu selidir o. Nitekim o duygu yürekli kalemini Seyda’ya olan derin aşkı muhabbetinde de görüyoruz. Zira kaleminden dökülen o muhabbet seli tüm çarpan gönüllerde yankı bulur da. Şayet o sevgi selinin içerisinde bir katre damla olup istifade edebilirsek ne mutlu bizlere. Bakın Seyda’ya olan muhabbetini nasıl dile getiriyor bir görelim:

SULTANIM, EFENDİM

1970'li yıllarda yaşadığımız yapay kutuplaşmalardan en zararlı çıkan kesim, üniversite gençliği olmuştu. Şimdi orta yaş kuşağını meydana getiren insanlarımızın, her biri ayrı ufuklarda yoğunlaşan arayış ve sancılarının bu yurda ve bu yurdun insanlarına nelere mal olduğunu zamanla daha iyi anladık.

Basmakalıp yargılarını ve tekerlemelere dayalı suçlamalarını zaman içinde elinin tersiyle bir kenara itebilmiş olan herkes şunu kabul eder ki, vuruşanlar bizim çocuklarımızdı. Lâkin o yıllar, böyle düşünmüyor yahut düşünemiyorduk. Son olmasını dilediğimiz ''gece baskını'' na çeyrek kala ayılanlar, ''Ne oluyor?'' diyenler oldu. Bir yerlerde hata yaptığımızı en iyi biz -vuruşanlar- anlıyorduk; çünkü akan kan bizim kanımız, ağlayan bizim anamızdı. Yanlış yerlerde ve yanlış cephelerde saf tuttuğumuzu dramatik derinliğiyle anlamıştık. (1980 Eylül'ünde gerçekleşen askerî darbe ve çarpık uygulamalar, yanlışta ısrar eden arkadaşlarımızı da yol ayrımına getirmiş, böylece bir süreç tamamlanmıştı.)

Farklı bir sese ve farklı bir nefese duyduğumuz ihtiyaç, ekmek ve suya duyduğumuz gereksinimden az değildi. Uğultulu tepeler ve sarp vadilerin çocuğu olan, yaratılışı iktizası uç noktalarda gezinen insanları, ancak okyanus boyutlu derinlik ve ufuk etkileyebilirdi.

O yıllarda, bir dostuma şöyle dediğimi hatırlıyorum:

''-Ne bahtsız nesiliz, dostum. Bir Mevlâna'mız, bir Yunus'umuz bile yok... Hani Hazret-i insan, hani Allah'ın halifesi?''

ODTÜ'den tanıştığımız dostum, ağlamaklı bir sesle şöyle demişti:

''-Duyduğum doğru ise, Urfa yakınlarında bir zat varmış. Peygamberimizin soyundan, deniliyor. Bir gidelim mi ne dersin?''

Seyyid Muhammed Raşid Efendi'nin (k.s) varlığından böyle haberdar olmuştum.

Uzun süre, Urfa yönüne doğru dönüp, ufka doğru baktığımı, bir çağrı beklediğimi dün gibi anımsıyorum. Aylar geçti, bir türlü o tarafa gidemedim. Derken, gün geldi, çile doldu ve yol açıldı:

Sultanım, Seyyidim, Mürşidim, Efendim;

Böyle bir sonbahar mevsimiydi; Menzil'e vasıl oldum. Sonradan romana aktardığım bir şafak yürüyüşü böyle başlamış, ben Fırat boylarından size gelmiştim.

O kerpiç duvarlı, toprak örtülü, ak badanalı evinizi görünce içim cız etmiş, 'İşte, gelmem gereken yer burası' diye mırıldanmıştım.

Derken, kutlu bir ikindi üzeriydi, siz Efendim göründünüz köy meydanında. Menzil meydanı, bir anda kâinat meydanı oluvermiş; ahşap cami, mütevazı şadırvan, duvar diplerinde gezinen birkaç insan ve bahçe duvarının üzerinde uçuşan güvercinler, birden kayboluvermişlerdi.

Sizi görmüştüm, Sultanım, Efendim: Daha ne olsundu?

Ne can, ne sıcak, ne içten bakmıştınız öyle? Nübüvvet nazarının sizden yayılan ışıltıları arasında, çörek kıvrımlı ve süt beyazı sarığınızın bir yerinde kaybolup gitmişim: Gözümün önünde fırıldak gibi dönüp duran kara delikler ve kendimle getirdiğim sorular, tanımsız tebessümünüzle yok oluvermişti.

Aradan tam on altı yıl geçti. Anlamsız beklentiler, nankörlükler, ''akıl'' ve ''ben'' merkezli saplantılarla geçen tam otuz üç mevsim.

Sizi gereği gibi değerlendiremediğim için ruhaniyetinizden bir kez daha özür diliyorum; Mürşidim, Efendim.

Sizden bahsetmek benim ne haddime. Yapmaya çalıştığım, bazı ayrıntıların altını çizmekten ve onları, çok sevdiğiniz Müslümanlara duyurmaktan ibarettir.

Has bir bendeniz anlatmıştı; bir bağ bozumu mevsiminde ondan dinlemiştim: Siz, bahçenizdeki ağaçların arasından süzülerek gelmiş, orada bel belleyen bir sofiyi bir süre seyrettikten sonra, tebessüm ederek yanından ayrılmıştınız. Bahçıvan Nuri edep sınırları içinde size yaklaşmış, öyle masum ve sevimli tebessümünüzün sebebini sormuş. ''Gurban, o sofinin neyine tebessüm ettiniz, sorabilir miyim efendim?'' demiş.

Siz efendimizi baharlar açan tebessümünüzü şöyle izah buyurmuşsunuz:

''Gülmem şu ki, sofi var gücüyle bele vuruyor. Bütün iradesiyle bele yükleniyor. Bunun sonucu olarak bel toprağa batıyor, belleme gerçekleşiyor. İşte insan, sofinin bütün gücüyle bele bastığı gibi, nefsine bir defa vursa, başka bir hamleye gerek kalmadan, ikinci adımda Allah'ı bulur.''

Biz, ağır rayihalı hacı kokularının mâbedde bile insanı bunalttığı ve güzel koku sevgisinin bile çarpık algılandığı bir zaman diliminde, siz Efendimizi mihrapta gül koklarken görmekten hoşnuttuk.

Gülü mabedimize soktuğunuz, onu mihrapta kokladığınız, güvercinler için saçak otlarına özel aşiyanlar yaptırdığınız, toprakla yürüttüğünüz ve toprağa oturduğunuz için; şehirlerden, kasaba ve diğer karyelerden fevç fevç size geliyorduk.

Anadolu ve diğer uzak iklimlerde yaşayan insanların, küçük gece kelebekleri gibi size yönelişleri, devletlilerde endişe, sıradan insanlarda ''acaba'' ve Müslüman entellerde burun kıvırma sebebi olurken, neslimin ve ben-i Âdem’in ak bahtlı insanları ‘Menzil=Rahmet Üçgeni'nin girdabına yakalanıyordu.

''Bermuda=Şeytan Üçgeni'' merak ve ilgi konusu olmaya daha lâyık görülürken, ilahi rahmet ve Rabbani esintinin böylesi, insanları şaşkına çevirmiş, kimilerinin de hafsala duvarlarını yerle bir etmişti. Bundandı, kimi bilimsel ve acül kafalı zevatın ''Güneyli esinti'' ye soğuk bakışı.

Siz, toprak örtülü evlerin tehlike addedilerek kuşatılması, sürgünlere ve her şeye rağmen, pâk ceddinizin açtığı aydınlık çizgiyi sürdürdünüz. Horlanmış bir ümmet, itilip kakılmış bir millet ve kimlik bunalımına sürüklenen gençlik, sizi bulmakta ve benimsemekte gecikmedi. Ateşin ortasında oluşturduğunuz bahçede, renkler ve ırklar yan yana oturmanın, zikir halkası oluşturmanın ve Müslüman kardeşi olmanın doyumsuz keyfini yaşadı. Toprağa ilk tohumun atıldığı Harran Ovası'na el sallayan çıplak bozkır tepelerinde Rabbanî tecellilerin ve Samedanî istihzaların binlercesi mevsimler boyu uçuştu, durdu. Herkes, gönlünce ve nasibince bir hoşluk yaşadı, âli himmetinizle.

Siz, ''vaktin iyice daraldığı'', karaların ve denizlerin bile kirlendiği bir zamanda geldiniz. Rabbim sizi, insanlık erdemlerinin dağ doruklarına kaçırıldığı, kalplerin darmadağın olduğu, şaşmaz ve değişmez ölçülerin bile makam ve mevki uğruna akademik tartışmalara mevzu edildiği bir zamanda, ahir zamanda göndermişti.

İyi ki göndermiş. Yoksa bizim halimiz nice olurdu? Hamdımız, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

Sizin amacınız insanoğlunu kurtarmaktı. Öğretiniz sadelik ve derinlik esasına dayanıyor ve siz, sözün ayağa düştüğü bir zamanda, sükûtun zirvesinde kalmayı yeğliyordunuz.

Siz, Ahir zaman Sultanı, ''şartsız icazet'' veriyordunuz (x). Bizler, Hâtem'ün Nebi'nin (s.a.v.) ifadeleriyle ''döküntü insanlar''dık. Bir ömrü, gecesi ve gündüzüyle, bizleri toplamakla geçirdiniz. Bizleri çer çöp gibi toplayıp, yer ve gönül sofranıza kabul ettiniz. Yolu Menzil'e düşen ahir zaman gariplerinin eline ağaç kaşık ve arpa unu karıştırılmış kepekli ekmek tutuşturdunuz. Büyük cedleriniz ''Halil''ler ve ''Habib''ler gibi olmak, size gerçekten yakışıyor ve siz Efendimiz, koluydu-bacağıydı, gömleğiydi-entarisiydi demeden, yangından ve bulanık selden, kim neresinden tuttuysanız çekip çıkarıyor, kıyıya alıyordunuz.

Yer dolusu hatalarla geldiğimiz Fırat kıyısındaki köyde, gene yer dolusu mağfiret buluyorduk. Orada tövbe etmenin, ''Yitik develer''i bulmanın Mevlâlar Mevlâsı'nı sevindirmenin doğal sonucuydu bu .(x)

Hac vakfesi için bulunduğunuz dağlar güzeli Arafat'ta, daha önce hiç görmediğiniz bir çocuğun karpuz kabuğuna ip bağlamasına yardım etmiş, ''Haydi birlikte oynayalım'' teklifini kırmayıp, çocuğa oyun arkadaşı olmuş, Arafat handiyse boşaldığı halde, siz alacakaranlığa dek onunla oynamış, çocuk nihayet oyuna doyunca Arafat'tan ayrılmıştınız.

Siz ne ince ruhlu, ne asil soylu, ne güzel insandınız Efendim?

''Doğrusu dünya hayatı oyun ve oyalanmadır'' buyuruyor; Hazret-i Kur'an. Biz bu 'oyun ve oyalanmanın kural ve işlerliğini, incelik ve estetiğini siz Efendimizden öğrendik.

Seyyidim, Efendim; Siz, 1414 Hicrî yılının hazan mevsiminde fâni varlığınızla görüş ufkumuzun dışına çıktınız, yeni bir dünyaya doğdunuz. Şuna yürekten inanıyorum ki, ruhaniyyetiniz ve hoş esintiniz hemen daima bizimle olacak. Yazlık mescitteki dut ağaçlarının altında kıldığımız sabah namazları ile ikindi sonları gene sizinle yaptığımız hatmeler, 'yalan dünya'nın hoş lezzetleri olarak belleğimizde daima yaşayacak.

İnsanın, şu dünyadan güzel hatıralarla dönmesi ne güzel!

Biz seni sevenler, her mevsim Menzil'deyiz: Bahar gelirken, narçiçekleri açarken, bağ bozumu ve harman zamanı... Senin üzümünü, aşını, ekmeğini yemeye; dergâhın çorbasını ve ayranını içmeye devam edeceğiz. Hiçbir şey yapamaz isek bunları yapacak, hiçbir şey olamaz isek, gene Menzil'de olacağız. Zira sen bizim 'yol' babamızdın... Seyyidim, Güzel Efendim, Gül Şeyhim, Sultanım; Vasiyyetin ve devrettiğin miras başımıza taçtır; zira bizler 'Ehl-i beyt' sevgisini kendimize sermaye bilmişizdir.

Bir Şafak Yürüyüşü'nün şanlı başlatıcısı! Me'va Cennetleri'nden bize, bu ümmete gülümse. Yüce Rabbim, sizin ve diğer ulu Sadâtların yüksek sırlarının kudsiyyetini artırsın ve bizleri, şefaatlerinizden mahrum eylemesin. (Âmin, bihürmet-i Seyyid'il Mürselîn, velhamdülillahi Rabb'il âlemin).

(x) Bkz. Mektûbat-ı Rabbanî, 211, 455 ve 459. mektuplar.

(xx) Bkz. Buhari ve Müslim, Tövbe Bahisleri.

Velhasıl, bu güzel duygular eşliğinde gün gelir Şerif Benekçi kardeşimiz de ebediyete kanatlanır.. Bize ise ‘Allah onu sevdikleriyle beraber eylesin’ demek düşer.

Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2650/bir-safak-yuruyusu.html

SURİYE VE ŞAH-I HAZNE
SELİM GÜRBÜZER
Suriye tarihten bu güne nice badireler atlatmış, nice medeniyetlere beşiklik etmiş ve nice devletlerin hâkimiyeti altında idare edilmiş bir Bilad’üş-Şam Ortadoğu ülkesidir. Dolayısıyla bizim için Bağdat neyse, Halep neyse, İstanbul neyse, Mekke neyse, Medine neyse, Semerkand neyse Şam’da odur, hiç birini birbirinden ayrı gayri görmeyiz. İşte bu noktada, Şam’da elbette ki bu anlamda tüm İslam Âleminin kalbi ve başkentidir. Ancak köprülerin altında epey sular akıp bugüne geldiğimizde Şam’ın kalbi, artık İslam âlemi için atmıyor. Maalesef şuan egemen devletler ve yerli işbirlikçileri üzerinden kuşatılmış durumdadır. Sadece kuşatılan Şam mı? Hiç kuşkusuz ki, buna tüm Ortadoğu ülkeleri de dâhildir. Düşünebiliyor musunuz bir zamanlar tüm dünyaya ışık saçan Ortadoğu, artık ışığa hasret ve ışığa muhtaç hale gelmiş konumda. Kökü dışarıda emperyalist devletlerin güdümünde yerli işbirlikçi yöneticiler işbaşında olduğu müddetçe Ortadoğu daha çok ışığa hasret kalacak gibi. Hele ki, Bilad’üş-Şam Suriye, bir zaman Baba Esad tarafından inim inim inlemekte iken, şimdi de Oğul Esad yönetiminde inim inim inleyen ülkedir. Habire ışığı karartılmaya devam etmekte olan hançer yaralı ceylan misali gelen vurmakta giden vurmakta.
Malumunuz bu topraklar ilk olarak hançer yarası darbeyi Âdemoğullarından Kabil’in kardeşi Habil’i katletmesiyle almıştır. Evet, yanlış duymadınız, ilk kardeşkanının akıtıldığı mekân Suriye coğrafyasının Kasiyum dağında vuku buldu. Kardeşkanı akıtıldı da ne oldu, sanki Kabil’in başı göğe mi erdi, bilakis kıyamete dek sürecek çok kötü bir çığır açılmasının baş müsebbibi oldu. Nitekim bu kötü çığırın açtığı tahribatın etkisini tarihi süreç içerisinde nice Kabillerin türemesiyle birlikte Suriye’nin neden pek çok kereler el değiştirdiğini şimdi daha anlayabiliyoruz pekâlâ. Hiç kuşkusuz tarih sadece menfi yönden el değiştirmelere şahit olmuş değildir, müsbet yönden de el değiştirmelere şahit oldu elbet. Örnek mi? İşte tarihin şahitlik ettiği en dikkat çekici müsbet yönden el değiştirme diyebileceğimiz ilk Feth-i Mübin harekât Hz. Ömer (r.a) döneminde Suriye coğrafyasının ilk kez İslam topraklarına dâhil etmesiyle başladı. Ve bu topraklara ilk nübüvvet nurunun değmesinde en büyük pay sahibi Saad bin Vakkas’tır. Şimdi gel de bu toprakların nübüvvet nuruyla soluk almasında temel harç vazifesi gören böylesi bir abidevi sahabemizi yâd etmeden es geçelim, ne mümkün. Hem nasıl es geçebiliriz ki? Bikere her şeyden önce O, Allah Resulünü müşriklerin oklarına karşı kendini siper ettiği günden beri göğsünde saklı tuttuğu o nübüvvet nurunu gittiği her yere taşımakla kendine görev addeden bir sahabedir dersek yeridir. Böyle addetmeye mecbur da. Dedik ya, çünkü O, Uhud Gazvesinde göğsünü bizatihi Rasulullah (s.a.v)’e siper ettiğinde Peygamber kavlince “Ya Sa’d! Anam, babam sana feda olsun, Ha gayret oklarını atıver” talimatıyla övgüye mazhar olmuş bir sahabemizdir. Yetmedi, Peygamberimiz (s.a.v) hayatta iken başta Hendek gazası olmak üzere daha nice gazalarda bulunmayı da ihmal etmeyen sahabemizdir. Elbette ki, Peygamber (s.a.v)’in övgüsüne mazhar olmuş, böylesi çok yönlü donanıma sahip bir sahabemizin, Hz. Ömer (r.a) dönemine gelindiğinde İran ordusunun Başbuğu, Kadisiye zaferinin Başkahramanı ve Kisra ülkelerinin Fatihi olarak tarihe damga vurması son derece gayet tabiidir. Dile kolay, hem de ilk mührünü vuracağı seferi Irak’a olacaktır. Irak seferi sıradan bir sefer değildi elbet, bilakis karşısında konuşlanmış 40 fillik ve takriben 80 binlik orduya karşı kıyasıya verilen mücadelenin neticesinde kazanılan Feth-i Mübin seferidir bu. Şayet Mehmet Akif o sefer şartlarında yaşamış olsaydı muhtemeldir ki, istiklal dizelerinin satır aralarında Sa’d bin Vakkas (r.a.)’a şöyle yer verip:
-“Küffarın 40 fili ve 80 bin ordusu varsa, benimde Peygamber (s.a.v) övgüsüne mazhar olmuş iman dolu göğsüm gibi Sa’d bin Vakkas adlı serhaddim ve fatihim vardır” demekten kendini alamayacaktı.
Evet, işte görüyorsunuz gerçek manada fütüvvet ruhu, yukarıda hayalende olsa mısralarda düşlediğimiz adını seve seve andığımız Başbuğ sahabemizin iman dolu göğsünde gizlidir. Nitekim göğsünde saklı tuttuğu o iman nuru, gün gelir karşısına çıkan o günkü dünyanın tam donanımlı küffar ordularını bir çırpıda ezip geçmesine yetmiştir. Öyle ki, o iman nuru kâh Irak fethinde, kâh Kadisiye de Fars ordusunu hezimete uğratarak etkisini gösterecektir. Derken Sa’d bin Vakkas, Median ve Kisra Sarayına ilk giren bir iman abidesi Başbuğ sahabemiz olarak tarihe not düştüğünde, Kisra hükümdarı ister istemez Müslümanların elde ettiği bu zafer karşısında kızını Hz. Ömer (r.anh)’a takdim etmek üzere evlendirmek jestinde bulunacaktır. Ancak Hz. Ömer (r.a) Kisra hükümdarının bu jestini kendine üstüne almaz, Hz. Hüseyin (r.a)’a layık görerek taçlandıracaktır. İyi ki de Halife Ömer (r.a) bu jesti kendine değil Hz. Hüseyin (r.anh)’a tebdil etmiş, bu sayede nur neslinin devamını sağlayacak evliliğin gerçekleşmesiyle birlikte ilerisinde takvasıyla adından söz ettirecek Zeynel Abidin adında nur topu ehlibeyt evladının dünyaya gelmesine vesile olmuş olur. Nitekim Zeynel Abidin bu topraklara takva sahibi karakteristik yönüyle şeref katar da.
Madem öyle, bakalım bu topraklara kattığı şeref nereye kadar sürdürülür olacak onu bir görelim. Açıkçası doğrusunu söylemek gerekirse, Hz. Ömer dönemi sonrasından hem ehlibeyt nesil açısından, hem de müminler açısından işler pek parlak gitmeyecektir. Malumunuz, VIII. yüzyıla girdiğimizde, Şam ilk etapta Emevilerin başkenti olurken, sonrasında Eyyûbîlerin idaresine geçer, akabinde ise Memlüklerin hâkimiyeti altına girer. Böylece Memlukler bir anda Hicaz Su Yollarının kesiştiği mevkiinin odağında bulurlar kendilerini. Yani, bulundukları odak nokta tam da ticari yollarının buluştuğu hat üzerinde gözlerden uzak konumda bir yerdir. Derken Memlükler, ta ki buralarda başkalarınca stratejik önemi fark edilene kadar rahatça yaşayabilecek bir avantajlık konum elde etmiş olurlar. Ancak şu da var ki, buraların stratejik önemi herkesin gözünden kaçsa da, bikere Yavuz Sultan Selim’in gözünden kaçmayacağı besbelli. Nitekim Yavuz Sultan, Osmanlının batıya doğru giden yönünü bir anda doğu yönüne çevirecek hamleyi başlatır da. Hiç kuşkusuz yerinde bir hamledir bu. Öyle ya, cihangir bir devlette olsan ardını sağlama almadan batıya yönelmişsin ne fayda, dolayısıyla sürekli batıya doğru seferler düzenlemek anlamsız olurdu. İşte bu gerçeklerden hareketle Yavuz Sultan Selim’in öngörüsüyle kazanılan Mercidabık zaferiyle birlikte bir zamanlar adından Bilad’üş-Şam olarak söz ettiren bugünkü adıyla Lübnan, Filistin ve Ürdün topraklarının tamamını kapsayan coğrafi alan, yani Suriye’nin Osmanlı coğrafyasına dâhili gerçekleşir. Ve bu arada Memlükler ve Osmanlı arasında cereyan eden Hicaz Su Yolu çekişmesi de son bulmuş olur. Hatta bundan daha da mühim hadise tarihin akışını değiştirecek üst üste gelen bu stratejik hamlelerle birlikte İslam dünyasının Osmanlı şemsiyesinin altına girme hadisesi vuku bulur. Ama yine de pek fazla da sevindirik olmayalım, çünkü ortalık daha henüz tam manasıyla güllük gülistanlık sayılmazdı, bir bakıyorsun hiç ummadığımız bir anda “sinek küçük olsa bile mide bulandırır” denilen bir süreç yaşanacaktır. Bu süreci az çok tahmin etmişsinizdir, hiç kuşkusuz Osmanlı’ya karşı Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın başını çektiği neredeyse Suriye coğrafyasında elde ettiğimiz kazanımlarımızın elimizden çıkmasına neden olabilecek bir başkaldırı harekâtından başkası değildi elbet. Neyse ki, düşündüğümüz gibi korktuğumuz başımıza gelmez, Mısır yeniden Osmanlı’nın tabiiyetine geçer de. Ancak malumunuz Osmanlının ileriki dönemlerinde hasta yatağına düşmesiyle birlikte bu birliktelik son bulacaktır. Hele bir devlet hasta yatağına düşmeye bir görsün, vefaymış, şuymuş, buymuş hak getire, daha ruhunu teslim etmeden sadece Mısır değil daha pek çok bir sürü devletçiklerin türemesinin şartları oluşturulur da. Demek ki atalarımız hiç yoktan “Su uyur düşman uyumaz” diye boşa söylememişler; hiç kuşkusuz bir bildikleri vardı ki, çok öncesinden bu sözü söyleme ihtiyacı duymuşlar. Baksanıza Devlet-i Aliye tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte Ortadoğu’nun kalbi diyebileceğimiz Suriye’nin bir anda batılıların insafına terk edildiği bölük pörçük bir ülke hale gelmiş yüzüyle yüzleşmek durumunda kaldık bile. Derken bundan böyle bu topraklar daha çok bir damla kan bir damla petrol ekseninde bir mücadeleye sahne olacaktır. İlginçtir Suriye’de petrol olmadığı halde, Ortadoğu’da en çok başı dertte ülkeler arasında gelmekte. Kendi kendimize bu ne iştir acaba dediğimizde biraz meselenin özüne indiğimizde, Suriye’yi önemli kılan husus Ortadoğu’nun giriş kapısı ve petrol bölge sahaları kapsam alanı içerisinde konumlanmış olmasıdır. Meğer Fransızların böylesi stratejik öneme haiz bu ülkeyi yaklaşık 25 yıl işgal altında tutmaları boşa değilmiş. Öyle ki, Suriye zar zor 1946’da bağımsızlığını elde ederek ancak Fransız boyunduruğundan kurtulabilmiştir. Tabii ki bağımsız olmakla her şey bitmiş sayılmazdı, işte görüyorsunuz bu gün olmuş halen gelinen noktada iki yakası bir araya gelememiş, habire dış ve iç güçler tarafından ayar çekilen ülke konumundadır Suriye.
Nasıl bu bir mantık kurgu ağıysa, Ortadoğu deyince batılıların, hele bilhassa İngiltere Kraliyet ailesinin aklına hep durmadan petrol akla gelmekte. Akıllara ziyan, Ortadoğu’ya “bir damla kan, bir damla petrol” tarzı bir hilkat garibesi mantık zaviyeden bakmakta ne demek, hem bu ters tutum hangi akla, hangi mantığa, hangi vicdana sığar ki? El insaf, adamlara ne söylesek hiç kâr etmiyor da, vicdanları kararmış bikere. Zaten vahşi batı oldum olası hep kanla beslenmiştir, bu saatten sonrada onlardan insaflı olmalarını beklemek hayalperestlik olur zaten. Çünkü onlar için tarihten bugüne milyonlarca insanın kanına girmenin ve gözyaşlarının akıtılmasının çokta kıymeti harbiyesi yoktur, asla onca yaşanan acı trajediler umurlarında olmaz. Varsa yoksa onlar için hammadde ve petrol kaynakları çok mühimdir. Baksanıza İsrail’in Ortadoğu’ya çıbanbaşı olarak yerleştirilmesinin arka planında da bu derin çıkar ilişkileri ve aç gözlülük yatmaktadır. İşte İsrail bu noktada Ortadoğu’da bir şekilde güven içerisinde varlığını sürdürmesi gerekir ki, hammadde kaynakları üzerinde sömürgeci emellerini sürdürebilsinler. Aksi halde hammadde kaynakları üzerinde ilelebet yemlenmeleri pek mümkün olmayacaktır.
Evet, İsrail Ortadoğu’da gelmiş geçmiş en büyük baş çıban bir terör devletidir. Hiç boşuna kimse heveslenmesin, bu baş çıban halledilmeden Ortadoğu öyle kolay kolay huzur yok gibi gözüküyor. Yine de Müslümanlar olarak ümitsizliğe ve yeise kapılmamak en doğrusu, illa ki Allah Teâlâ bir çıkış yolu için bir sebep halk edecektir elbet, buna inancımız tam olmalı da. Aksi halde, bu inançta ümit var olmazsak olaylar karşısında eli kolu bağlı olarak seyirci kalmak durumunda kalırız hep. Mutlaka neydik edip gücümüz ölçüsünce bir şeyler yapmalı ki, umutlarımız kararmasın hep yeşerir olsun. O halde şayet bir insan idareciyse diplomasi kanallarını kullanarak, şayet zenginse maddi gücünü kullanarak, şayet gerçek anlamda entelektüel fikir adamıysa fikriyatını kullanarak, şayet elinden hiç bir şey gelmez biriyse en azından buğz ederek katkıda bulunmalı ki, Suriye bir an evvel Esad zulmünden kurtulup özgür bir ülke hale gelebilsin. Ancak katkı sunarken de İrak’ta daha önce denenmiş ve kurgulanmış Saddam benzeri bir operasyon yöntemlerini örnek alarak değil, bilakis bu işin üstesinde gelecek şekilde çok yönlü stratejik hamleleri kendimize örnek model alarak katkı sunmalıdır. Diğer türlüsünde malum Saddam’ın devrilişi sırasında tüm dünyanın gözü önünde naklen izlettikleri bir takım görüntüler, meğer bir göz boyamadan ibaretmiş. Hele bu arada Saddam sonrası meseleyi enine boyuna analiz ettiğimizde dert dava Saddam değilmiş, asıl dert dava Irak pastasından pay almak olduğunu daha da iyi idrak etmiş olduk. Madem öyle, daha ne duruyoruz Suriye’den Esad ve yönetimi gidecekse de bir daha Irak benzeri aynı oyuna düşmeyecek şekilde meselenin üzerine gitmelidir. Yerine ikame edilecek yeni yönetimin mutlaka dış güçlerin güdümünde bir yönetim değil, tam aksine Suriye halkının kendi kaderini kendi belirleyeceği bir yönetim modelini uluslararası platformda yılamadan usanmadan azmimizden hiçbir şey kaybetmeden iyice kafalarına kazıyarak kamuoyu oluşturmalı. Ki, bu model Türkiye’nin sürekli olarak uluslararası alanda dillendirdiği bir yönetim modelidir zaten. Bizim derdimiz asla topraklarımıza toprak katmak değildir, bilakis hem bizim, hem de Ortadoğu ülkelerinin huzur içerisinde yaşamalarına yönelik toprak bütünlüğünü sağlamak dert davamızdır. Ama gel gör ki, İslam ülkelerinin yöneticilerinin hiçbiri uluslararası platforma taşıdığımız bu önerilerimize sıcak bakmadıkları gibi pek oralı da olmuyorlar maalesef. Onlar oralı olmaya dursunlar, Allah’tan Türkiye’mizin kuruluş iradesine sahip çıkan Menderes gibi, Özal gibi basiret ve yürek sahibi yöneticiler çıkıyor da ikide bir oralarda ne işimiz var demiyoruz. Yetmedi son hamlede Tayyip Erdoğan liderliğinde İsrail’e 'one minute' çıkışı yapıp tüm Ortadoğu mazlum halkların umudu olarak yüreklere su serpebiliyoruz. Ancak şu da var ki, bir yandan mazlumlara umut ışığı olurken, sanmayın ki yol kesen haramiler ve tiranlarda boş duruyorlar. Onlar da bizim Ortadoğu halklarının gönlünde yaktığımız her bir umut meşalelerini söndürmek için uğraş veriyorlar habire. Baksanıza Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı ve Bahar Kalkanı Harekâtları derken Suriye halen bu gün olmuş Esad belasından ve dış egemen güçlerin hegemonyasından yakayı kurtarmış değildir. Düşünsenize gelinen bu süreçte bir Rusya eksikti, maalesef o da sonradan Suriye tarlasında iz sürenler kervanına katılmış durumda. Hem de katılımı iş olsun babında öylesine bir katılımda değil, tam aksine şu sıralar sahnede sinsi başaktör olarak boy gösteriyor da. Her ne kadar bugünkü Rusya’nın siyasi yapısında Çar Rusya’nın esamesi okunmasa da bir şekilde Çarları aratmayacak şekilde zulme razı tavır sergileyebiliyorlar. Şayet zulme çanak tutulan bu süreçte Rusya’nın ardından Çin’de devreye girerse şaşmamak gerekir. Hakeza bu arada zulüm tavan yapıp üçüncü dünya savaşı çıkarsa da şaşmamak gerekir. Çünkü gelinen noktada sapla saman her şey birbirine öyle karışmış bir halde ki tamamen dünya dengelerini altüst edecek türden bir keşmekeşliktir bu. Dolayısıyla her an her şey olabilir düşüncesinden hareketle madden ve manen hazırlıklı olmak zorundayız. Her neyse, belli ki Türkiye'nin gerek Suriye mültecilere yönelik insani yardım çabaları, gerekse uluslararası arenada gösterdiği diplomasi ataklar tek başına meselenin üstesinden gelmesine yetmiyor. Yine de sakın ola ki girişimlerimiz havada diye kararlılığımızdan ve Ensari yaklaşımımızdan zerrece ödün vermek durumuna düşmeyelim. Ki, Can Türkiye’mize durmak yok, hem sahada hem de masada her daim var olmak yaraşır. Kaldı ki “şer odaklarının bir hesabı varsa, Allah'ın da mutlaka değişmez bir hesabı vardır” umudu bizim pes etmeksizin her daim iri ve diri olmamıza yeter artar da. Zaten bunun aksini düşünmek abesle iştigal olur. Unutmayalım ki, korkaklar asla zafer anıtı dikemezler, zafer anıtını ancak cesur abidevi şahsiyetler dikebilir, bu böyle biline. Zira masada 2020 baharında Rusya’ya ateşkes kararı aldırmamız gücümüzün göstergesi bir zafer anıtı olur da.
Malumunuz, 1967’de İsrail-Arap savaşında zaferle çıkan İsrail, Golan tepelerini işgal etmenin şımarıklığıyla Ortadoğu’ya adım adım yerleştiği günden beri Ortadoğu halklarının yüzü bir kez olsun gülmez oldu. Nasıl yüzleri gülsün ki, aldıkları bu ağır yenilginin akabinde Suriye yönetimini derinden sarsıp çatırdamalar baş gösterir de. Öyle ki, içte yaşanan iktidar çekişmelerinin ortaya koyduğu tabloda Baas Partisinin birinci çıkmasının şımarıklığıyla Hafız Esad fırsattan istifade kendi halkına darbe yapıp 1970’de yönetime el koyacaktır. Hafız Esad fırsatçılığı bu ya, iktidarını ayakta tutma adına daha sonraki yıllarda Müslümanların zaman zaman ayaklanma girişimlerini sert askeri tedbirlerle önlem alıp kendini sağlama almayı da ihmal etmez. Tabii bitmedi, dahası var elbet, bir yandan kendi halkına acımasızca zulmederken diğer yandan da İsrail’den gelecek muhtemel tehlikelere karşı da Hamas ve İslami Cihad örgütlerine güya destek verir görünümde sinsi bir politika gütme becerisini de sergileyecektir. Ancak bu sinsiliği bir yere kadar devam ettirebilir dediğimiz bir anda, ABD ansızın Bağdat’a girdiğinde tüm hesaplarını boşa çıkartacaktır. Çünkü Amerika Irak’tan sonra bu kez Suriye’yi gözüne kestirecektir. Nitekim ABD'nin Suriye ile doğrudan değil de dolambaçlı yollardan ilgilenmesi, hatta Suriye politikaları ekseninde dünya ölçeğinde kendine meşruiyet kazandıracak bir kamuoyu oluşturma çabası içerisine girerekten “Ey Suriye! Ayağını denk al, sıra sana geldi” demenin ön adımlarını atar bile. Derken bu ön adım işaret taşları bir bir döşenmek suretiyle zaman içerisinde yerine oturur da.
Hafız Esad’ın ölümüyle yerine geçen oğul Beşşar Esad’ın o yıllarda göreve gelmenin ilk taze heyecanından olsa gerek babasının izlediği politikaların tam aksine ılımlı gözüken politikalarıyla başta Türkiye olmak üzere pek çok ülke arasında yaşanan gerginlikler nihayet son bulur. Ancak ne var ki ABD'nin o yıllarda oğul Esed’in gösterdiği bu ılımlı gözüken tavrını göz ardı edip yine bildiğini okuyacaktır. Nasıl mı? Önce Basra Körfezi ve Doğu Akdeniz arasındaki bölgeyi İsrail’in güvenliğini sağlama adına Suriye’yi yeniden çatışma alanlarının içine çekecek bir hamleyi devreye sokmak suretiyle elbet. Arap baharıymış, şuymuş buymuş sanki ABD’nin umurunda mı? Hadi diyelim ki; Sam amcanın demokratikleşme ya da terörü temizlemek buralarda bulunmak niyetinde olduğunu varsaysak bile, Beşşar Esad o yıllarda bu anlamda Arap Baharı havasına bürünmüş modunda bir hava estiriyordu ki, bu durumda ABD’nin buraları demokratikleştirmek ve terörden arındırmak için varım demesinin bir anlam ifade etmeyeceği çok açıktır. Belli ki ABD’nin çıkar hesaplarına kaos ortamı daha işe yaramakta. Derken düşündüğü kaos eylem planının Oğul Bush tarafından yürürlüğe konulması gecikmez de. Nitekim Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri'nin, 2005’te Beyrut’ta patlatılan bomba imha suikasta kurban gitmesi düşünülen işgal planının parçası bir senaryo olduğunu akıllara düşürür de. Tabii böyle bir olay karşısında Suriye bahar havasında olsa ne yazar, bikere ok yaydan çıkmıştı. Lübnan’da alev alan Şam karşıtı gösteriler bahar havasını dağıtmaya yetip Suriye orada ki 29 yıldır askeri varlığını askıya almak zorunda kalacaktır. Ancak bu geri adım Suriye üzerinde oynanan oyunları berhava etmeye yetmeyecektir. Delil melil hak getire, ortada en ufak şüphe uyandıracak herhangi bir delil olmamasına rağmen en nihayetinde Lübnan’da konuşturulan Suriye askerleri kovulurcasına kapı dışarı edilir de. Ne diyelim, işte görüyorsunuz Hariri dosyasında göz göre göre hedef şaşırtılacak ya, bu iş için tamda Suriye bulunmaz bir kaftandır. Yani, bu işte bit kemiği olarak hep Suriye parmağı aranacaktır. Tabii, hal vaziyet böyle olunca da işler ister istemez sarpa saracaktır. Ve en nihayetinde gelinen noktada Hariri olayı bahane edilerek hem Büyük Ortadoğu Projesinin devreye girmesi için adımlar atılacak, hem de Hamas ve Hizbullah’ın ikide bir karşılarına güç olarak çıkmasını önleyecek silahsızlandırma eylem planı devreye girecektir. Böylece bu planlar tuttuğunda güya kendi akıllarınca Ortadoğu halklarının direncini kırıp çirkin emellerine kavuşmuş olacaklardır.
Peki, bu süreçte Türkiye ne yaptı derseniz, hiç kuşkusuz bu süreçte de Türkiye her zaman olduğu gibi o yıllarda da her fırsatta Şam’ın uzlaşı yolunda attığı her adımın görmezden gelinemeyeceğini diplomatik kanallar vasıtasıyla dile getirerekten kendine yakışır bir tavır sergilemiştir. Ancak bizim bu samimiyetimiz ters tepecektir. Maalesef, Türkiye’nin tek taraflı tansiyonu düşürmeye yönelik tüm çabalar gerektiği kadar karşılık bulmayacaktır. Olsun onlar bilmese de Halik biliyor ya, bu yetmez mi? Biz zaten istesek de hiç kimseye asla kötülük düşünmeyiz. Çünkü bikere ecdadımızdan aldığımız terbiye mazlumlardan yana bir tavır ortaya koymamızı gerektirir. Dahası Osmanlı’nın torunları olarak mazlumlar için ne adım atılacaksa onu yaparız biz. Nitekim Hariri dosyasında hak hukukun tecellisi için Gaziantep’te görüşme önerisinde bulunmamız takdire şayan diplomasi atağı bir tavırdır. Ne var ki, bu öneriye Şam sıcak baktığı halde ABD sıcak bakmayıp her zamanki gibi muhalif bir tavır sergileyecektir. ABD böyle tavır sergiler de, BM Savcısı boş durur mu, derhal gereğini yapıp Hariri olayına karıştığı düşünülen şüpheli şahısların Viyana’da sorgulanmasına karar verecektir. Zaten mahkemeden çıkan sonuç bizi hiç şaşırtmaz da. Nitekim önceden tahmin edildiği şekliyle mahkeme heyetince Suriye yanlısı olarak takdim edilen dört üst rütbeli Lübnanlı Generalin tutuklanma kararı çıkacaktır. Oysa alınan bu kararla asıl olayın arka plan bağlantılarının aydınlatılmasının önüne geçilmiştir. Neyse ki çok zaman sonra Hariri suikastında Suriye’nin hiçbir dâhili olmadığı gün yüzüne çıkacaktır. Acı ama şu bir gerçek, bu senaryoya imza atıp da her kim yürürlüğe sokup uygulamışsa halen bu gün olmuş Suriye halkına çok büyük özür borçlu olduklarını unutmuş gözüküyorlar.
İlginçtir ABD’nin Saddam’ı devirmek bahanesiyle Irak’ı işgal ettiğinde o meşhur bildiğimiz Fransa, Almanya gibi ülkeler elinden gelen her türlü desteği vermeyi esirgemezken, Suriye söz konusu olduğunda meseleyi görmezden gelip hemen yan çizmişlerdir. İşte bu ve buna benzer olumsuz yan çizmelerin yanı sıra birde Rusya ve Çin’in her an ciddi karşı atak verme ihtimal dâhilinde göz önüne alındığında ABD’nin her işini elini kolunu sallayarak hiçte öyle kolay yoldan halledemeyeceğini az çok tahmin edebiliyoruz. Gerçektende dünya beşten büyüktür yerinde tespit bir söylemdir. Nasıl ki beş süper gücün kendine göre plan ve çıkarları varsa, diğer ülkelerinde kendilerine göre potansiyel bir güç oluşturmaları her an mümkün, hem neden olmasın ki? Bakmayın siz öyle beş gücünde adlarından süper güç olarak söz edilmelerine, düşünsenize kendi aralarında en ufak bir çıkar ayrılığı çıktığında bir araya gelemedikleri artık bir sır değil. Hadi bir araya geldiklerini varsaysak bile güç dengeleri bakımdan bunu dünya geneline vurduğunda her birinin aslında rozetleri büyük ama yüreklerinin küçük güç olduğu görülecektir. Hiç kuşkusuz bu çıkar ağı ilişkisinde Fransa’nın kendine göre Lübnan’da planları ve çıkarları olduğu göz ardı edilemeyeceği muhakkak. Zaten ABD, bu çıkar ilişki ağında her bir devletin hangi konumda olduğunu çok iyi bildiği içindir bu doğrultuda ikna turlarına çıkmayı da ihmal etmez. Tabiatıyla ikna turları sonuç vermese de, sonuçta ABD’nin her zaman alışık olduğumuz o meşhur A, B, C diyebileceğimiz planlarına ihtiyaç hâsıl olduğunda mutlaka uygulanmak üzere bir köşede saklı tuttuğu da herkesin malumu zaten. Ki, her an uygulayacakları düşünülen bu planlar arasında Suriye halkına yönelik bir takım ekonomik yaptırımlardan tutunda Suriye halkını açlığa susuzluğa mahkûm ederekten köşeye sıkıştırmakta vardır. İşte tamda bu planların yürürlüğe gireceği safhalarda her ne oluyorsa Beşşar Esad’ın hiç umulmadık bir anda Suriye'de babasının işlediği sayısız cinayetleri aratmayacak şekilde tüm dünyanın gözü önünde zulüm operasyonlarına start verdiğine hep birlikte şahit oldukta. Derken Beşşar Esad’ın bu haltı işlemesiyle Suriye’de planları olan ülkelere yeni bir fırsat doğacaktır. Nasıl fırsat doğmasın ki, Arap baharı havasına bürünmüş Esad gitmiş yerine bambaşka kılıkta kendi halkına kıyacak derecede gözü dönmüş zalim Esad gelmiştir artık. İşte Esad'ın üstlendiği bu yeni rol o gün ne umduk ne bulduk misali en çokta Türkiye’nin başını ağrıtacak kronik bir vakaya dönüşür de. Gerçekten de beklenmedik durumdu, meğer Beşşar Esad göründüğü gibi değilmiş, camileri bile bombalayacak kadar gözü dönmüş bir canidir o.
Aslında son tahlilde 36 şehit verdiğimiz hadiselerden çıkaracağımız sonuç şudur ki; Suriye halkına Türkiye’den başka arka çıkıp çare olacak yeryüzünde bir başka devletin çıkmayacağıdır. . Hiç kuşkusuz dünyada Esad zulmünden göç etmek zorunda kalan binlerce insanı Ensarca bağrına basacak olan tek ülke sadece Türkiye vardır. Üstelik bunu yaparken de her türlü zorluklara karşı göğsünü siper ederek yapmakta. Nitekim Gelinen noktada Suriye’de durum vaziyet öyle işin içinden çıkılmaz bir hal aldı ki, artık kimin eli kimin cebinde belli değil, dünyanın tüm istihbarat örgütleri habire meseleyi kangren hale getirip sürekli kaos ortamını daha da derinleştirmek peşindeler. Bunu yaparken de kimi zaman Kobani olaylarıyla, kimi zaman kendi elleriyle büyütüp besledikleri DAEŞ, PYD ve YDP, hatta arka planda FETÖ gibi şer örgütler kanalıyla yapmaktalar. Kelimenin tam anlamıyla Suriye halen ateşten bir gömlektir. Gel de bu ateş çemberinden çık çıkabilirsen. Dedik ya, yinede her şey bitmiş sayılmaz. Mehmetçiğimizin 2020 Bahar Kalkan Harekâtı bu umutlarımızı tazeleyip güçlendiriyor da. Öyle ki, Mehmetçiğin havada karada ölümüne gerçekleştirdiği Bahar Kalkan Harekâtı bu topraklarda gözü olan tüm şer odaklarının uykularını kaçırdığı gibi, yüzyıllık planlarını bile berhava edecek nitelikte bir harekât olduğunun sinyallerini bu odakların gözünün içine sokaraktan gösteriyor da. Böylece Mehmetçiğimizin sarsılmaz iman dolu yüreği sayesinde özgür Suriye ikliminin doğuşu bir hayal değil hakikatın tâ kendisi bir doğuş olacaktır. Aynı zamanda bu doğuşla birlikte Şah-ı Hazne (k.s)'in ruhaniyetinin yeniden bu topraklarda canlı tutulacağına dair inancımızın teyid edileceğine de umut varız. Nitekim bu güzel duygular eşliğinde Suriye’yi ne Şah-ı Haznesiz, ne de Şah-ı Hazne'yi Suriyesiz asla ayrı düşünmeyiz de. Çünkü bu topraklara can suyu olabilecek manevi anlamda diyebileceğimiz en son elde avucumuzda kalan tek şey Şeyh Ahmed-el Haznevi (k.s)’ın Suriye topraklarına üflediği nefesi kalmıştır. Allah korusun bu nefeste ziyan olursa Suriye’nin hali nice olur, bunu da siz bir düşünün. Dolayısıyla eksik kalan bu nefesi yeniden canlandırıp tamamlamak gerektir dersek maksadımızı aşmış pek sayılmayız.
Bilindiği üzere Şah-ı Hazne (k.s) Suriye'nin Pirifâni Şeyhi olmasının ötesinde Nakşibendî Tarikatının halkasında yer alan Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s)'in dizinin dibinde yetişen bir nefesidir de. Tabii yetişti derken, tarla tapan için yetiştirilmedi elbet, hiç kuşkusuz insanlara nefes olup irşad etmek için yetiştirildi. Üstelik zor şartlar altında yetişmiştir. Düşünsenize Şah-ı Hazne o yıllarda Nurşin’de Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s)’in hizmetindeyken bir ara kuraklık ve kıtlık baş göstermişte. Hatta bir gün bu bölgenin ağalarından biri, Hazret Muhammed Diyâeddin’i sofileriyle birlikte davet ettiğinde Şah-ı Hazne (k.s) içinden şöyle iç geçirip kendi kendine;
"-Nihayet midemiz kırk yılda bir güzel yemek görecek" demiş.
Tabii bu iç geçirmenin akabinde çarıklarını yıkamış, kurutmuş ve hazırlığa koyulur bile. Ertesi gün Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s) sofileriyle birlikte davete giderken, dönüp arkasına şöyle der;
"-Molla Ahmed (Şah-ı Hazne) burada kalsın, diğerleri benimle gelsin."
Hakeza yine bir gün Ramazan ayıymış, malum bu ayda mollalar zekât, fitre her ne varsa almak için icabında köy köyde dolaşırlarmış. İşte mollalar bu ayın hürmetine biraz dünyalık toplamak için yola koyulduklarında Şah-ı Hazne de o sırada onlara heveslenip Hazret Muhammed Diyâeddin'den izin istemiş. Bu durum karşısında Hazret Diyâeddin (k.s) demiş ki:
"-Allah için sen çalış, Allah sana her şeyi verir."
Gerçektende Şah-ı Hazne (k.s), eskiden çok fakirmiş, öyle bir zaman gelir ki, Suriye’nin ordusunu bile doyuracak hale gelir. Kaldı ki o’nun geride bırakacağı en büyük miras Gavs-ı Bilvanisî (k.s) olacaktır.
Bakın, Seyda (k.s) ise, Şah-ı Hazne (k.s) hakkında şöyle der:
Nasıl ki Hazret Muhammed Diyâeddin Şah-ı Hazne gibi büyük bir zat yetiştirmişse, aynen Şah-ı Hazne (k.s)’de babam Gavs-ı Bilvanisî Abdûlhakim el Hüseyni gibi büyük bir zat yetiştirmiştir. Ve Gavs-ı Bilvanisî (k.s) o’ndan el aldığı zaman, dergâhın ileri gelen sofileri merak edip Şah-ı Hazne'ye sorarlar;
"-Kurban! Molla Abdûlhakim'in makamı nasıldır?"
Cevaben der ki;
"-Biz kendi bulunduğumuz mertebeyi biliyoruz, ama sonrasını biz de bilmiyoruz."
Hatta Gavs-ı Bilvanisî (k.s) daha bir günlük sofi iken, Şah-ı Hazne (k.s) halifelerinden Molla İbrahim'i çağırmış ve demiş ki;
"- Molla Abdûlhakim'i nasıl bilirsin, uğraşmaya değer mi?"
Molla İbrahim cevaben;
"-Bu adamda iş yok, gelsin gitsin, bununla pek uğraşmaya değmez" demiş.
Tabii Şah-ı Hazne'nin yüzü anında değişip şöyle der:
"-Çocuklarıma dua et, onların hocasısın, yoksa şu anda tarikattan tard olmuştun."
Ve diğer halifesini çağırmış demiş ki;
"- Sen ne dersin uğraşmaya değer mi?"
Halife cevap vermiş;
"-Aman efendim, hiç kuşkusuz onun için elimizden geleni yapmamız lazım, bizim ona emek vermemiz icap eder, o bizim ümidimiz, o bizim istikbalimiz, hatta ona her şeyimizi devretmemiz lazım."
Ve Şah-ı Hazne (k.s) bu söz üzerine bir anda yüzü aydınlanıverir.
Gerçektende Şeyh odur ki; "Yolun başından sonunu göre."
Ne diyelim, işte görüyorsunuz Suriye’nin nefesi Sah-ı Hazne böyle bir nefestir.
Dahası o nefesin yetiştirdiği Gavs-ı Bilvanisî (k.s) nefesi de şöyle der: "Biz ulaşmak istediğimiz yerlere ulaşamadık, ama hamd olsun ulaşanı ulaştırdık."
Gavs-ı Bilvanisi (k.s)’ın yetiştirdiği nefes Seyda (k.s) ise kendisine nefes olan babsı için şöyle der: "Millet, Gavs Hazretleri'nin gerçek çehresini göremedi. O'nu başında sarık, sırtında cübbe bir molla gibi gördüler. Hakikatini gören olmadı."
Tabii tüm bu sözler bizim aklımızın alamayacağı hakikat pınarından süzülen sözlerdir. Her ne kadar sözlerin mana ve ruhuna vakıf olamazsak da bizim için kayda değer olan onların nefeslerinin insanlar üzerindeki etkisi çok mühimdir. Gavs-ı Bilvanisî (k.s) iyi ki de Suriye’nin nefesi Şah-ı Hazne’nin nefesinden istifade edip nefeslendi de bu sayede Nakşibendî tarikatının silsilesinde yer alan tüm nefeslerin ruhaniyetini Türkiye topraklarına taşımış oldu. Belki de o zincirin halkalarında yer alan her bir Sadatın nefesi, soluğu oralardan buralara taşınmasaydı bu altın halkanın kıyamete kadar sürecek tüm nefeslerini ziyaret etmek pek mümkün olmayacaktı. Nasıl mı?
Malumunuz, Abdülhâkim El Hüseyn (k.s), Şahı Nakşibendî (k.s)’ın nisbetini ve bu yolun feyzi bereketini Suriye’deki Şah-ı Hazne’nin elinden devr alıp Türkiye coğrafyasına taşıyan zattır O. Tabii bu nisbeti buralara taşımak öyle kolay olmadı. Gavs Hazretlerinin bizatihi Suriye’ye Şeyhini ziyarete gitmek için sınırda mayın tarlalarına basmayı göze alıp o’nun nefesiyle nefeslenerekten gerçekleşen bir taşınmadır bu. Derken Şeyhine olan bağlılığı ve canını feda etme pahasına da olsa o müthiş teslimiyetinin neticesinde Gavs’lık makamına erişir de. Dedik ya, şayet Gavs-ı Bilvanisi (k.s) o emaneti Suriye gibi kaygan bir zeminden Türkiye’ye getirmemiş olsaydı Şah-ı Nakşibendî yolunun bereketinden istifade etmek için Türkiye dışına gitmek zorunda kalacaktık. Allah’a şükürler olsun Gavs-ı Bilvanisi sayesinde o nisbet şimdi Türkiye topraklarında atmakta. Artık Türkiye dışına gitmeye gerek kalmaz da.
Umut edilir ki, bu nisbet kıyamete dek Türkiye topraklarında atacak da. Nitekim Ehli Sünnet İslami kaynaklara baktığımızda denilir ki; ahir zamanda Hz. İsa (a.s) gökten ineceği zaman Suriye’nin merkezi Şam’da ak minareye inecek ve Mehdi aleyhi rahmeye yardım edip kötülüğün timsali Deccala karşı birlikte omuz omuza mücadele edeceklerdir. En nihayet bu mücadeleyi zaferle taçlandırılıp Yüce Allah’ın nurumu tamamlayacağım diye beyan buyurduğu o yüce adalet tüm dünyada tecelli edecek de.
Velhasıl-ı kelam, o günler ne zaman gelecek bilinmez ama şu bir gerçek Ortadoğu’da yaşadığımız olayların varacağı son nokta “Allah nurunu tamamlayacak” noktası olacaktır. Her ne kadar zinde odaklar bunu arzu etmese de buna inancımız tamdır.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3778/suriye-ve-sah-i-hazne