BİRLİK’TEN DİRLİK, DİRLİK’TEN BİRLİK

BİRLİK’TEN DİRLİK, DİRLİK’TEN BİRLİK
ALPEREN GÜRBÜZER
Kardeşlik, ancak birlik ve beraberlik içerisinde yaşamakla mümkün. Allah Resulü (S.A.V), Birlikte rahmet, ayrılıkta ise azap olacağını beyan buyurarak, bize bizden başka gayrı dost olamayacağını uyarmışlardır.
Birlik ülküsünü şiâr edinenler, birbirlerine karşı mütevazı, dışa karşı kadife eldiven içinde demir yumruk olmanın idrakiyle, bu yolda karınca misali mesafe de alınsa, yılmadan, usanmadan birlik tutkusu heyecanıyla yeni ufuklara kanatlanmalı. Böylece birlik ülküsünde yoldaş olmak aşkıyla dirliğe ulaşılacaktır elbet. Pembe şafakların doğacağı güne kadar, nice zulüm ve engellemelerle karşı karşıya kalınsa da gayr-ı dostlara vereceğimiz en güzel söz Hünkâr Hacı Bektaşi Velinin dilinden:
“İri olalım, diri olalım
Gelin canlar bir olalım” cevabı olsa gerektir.
Bu kutlu seferde baş eğilmez, hiçbir dayatmacı gücün hışmı, kardeşi kardeşe bağlayan birlik tutkusundan koparamaz. Bu uğurda zaman zaman yolumuz kesilse de, gadre ve zulme uğrasak da, yolumuzdan dönmedik, dönmeyeceğiz de. Bir kere baş koymuşuz bu yola, Mevla’ya canlar adamışız, ta ki diri olana dek...
Dirlik; sevgi selinin en üst zirvesi, aynı zamanda hasret ve gül bahçesi. Yani ölümsüzlüktür. O makama ne öfke, ne kin, ne de riya yaraşamaz. Sadece ve sadece alınlarında şehit nübüvveti yazılanlara ait olan bir mertebedir. Maddenin manalaştığı, kurtuluşun adıdır dirlik.

Kendi öz vatanımız da parya durumuna düşmek de niye? Önce tarihimize sonra da mukaddesatımıza dil uzattılar. Bir zamanlar Türk’ü, Kürdü, Çerkez’i, Laz’ı bir idi, diri idi. Birlikte yaşadığımız cennet vatanımız da şimdilerde ayrılık sesleri yükseliyor, neden acaba? Oysa nasıl da dirlik ve birlik içinde yaşardık bir zamanlar. Bir ceylan gibi nasıl da severdik birbirimizi... Kurban olsun canımız bu vatana deyip, bağrımız güllerle süslüydü, öyle ki misafir ağırladık gönül hoşnutluğuyla.
Dost olmak varken, dirice yaşamak dururken şart mıydı yüreklerimize öfke ve ayrılık tohumları ektirmek. Allah bir, Peygamber bir, Vatan bir, Bayrak bir demek varken bu öfke niye? 12 Eylül öncesi ülkü nesli bir takım işkencelere maruz kaldı, mahpusa attılar yine de bir, bir, bir, dediler. Onların davası vazgeçilmez sevdamız oldu yüreklerde. Şimdi bize ait olan her şeyimizi yerle bir edip, yerimizi yeni efendiler aldılar. Bu ülkenin yiğit evlatlarını doya doya koklayamadan onlardan geriye kalan, leş kargaların üşüştüğü sadece içi boş bir ülke kaldı.
Oysa Yusuf Yüzlüler Cemil Meriç’in “Bu Ülke”sine yeni bir soluk vermenin muştusuyla, yeni nesle birliği ve dirliği tanıttırmak sevdasında mücadele verdiler. Bir zamanlar sıkça söylenen Birlik türküsüyle yeniden vatanımıza adımımızı attığımızda bu ülke de yine bir yanımız aksıyor. Kolay değil, her yer viran olmuş, dedemizin bıraktığı koca mirastan geriye kalan birkaç kitap, birkaç dost, birkaç tarihi eser kalmış. Artık bu ülkede yeni efendiler var, milletten kopup bir eli yağda bir eli balda olanların borazanları, sirenleri ürkütüyor caddeleri ve sokakları... Bu ülke tekrar gözlerimizin yerden kalkacağı ve ruhlarımızın dirileceği günü sabırsızlıkla bekliyor, asıl sahiplerinin işbaşına geleceği arzuluyor tüm iştiyakla. Yusuf’un yanıp sönen o ışığı, ta ki Yemen Çöllerinde Veysel Karani’nin aşkıyla tutuşup diri olana kadar, bu birlik sevdası da bitmeyecek gibi, bu böyle biline.
Dalga dalga zulüm devam etse de, ninelerimizin başörtüsü üniversitelerde çıkarılsa da, çaresiz mazlumların ahı göklerden ötelere yankılanıp, yeniden bu ülke bir olacak, diri olacak elbet. Ne yaparsalar yapsınlar bizi bize düşüremeyecekler, Yusuf’un zindanına atsalar da, bu vatan zalime korku, mazluma umut olana kadar bu mücadele tükenmeyecek ve birlik günü bizim olacak, bundan ötesi her an alnımızda ne yazılıysa ona da razıyız. Zira Yunusçasına sevgiden anlamayanlara karşı tavrımız yavuzcasınadır.
Her yer mezar olsa da, gül bahçesinin doğacağı günler pek yakın. Bakmayın bu cemiyetin böyle dağınık olduğuna, bir gün kendini hatırladığında, titreyip kendine döndüğünde bak gör o zaman kızılca kıyameti... Kendi ülkemizde, bizlere parya muamelesi yapan bir avuç seçkinci oligarşi zümrenin gül kokusundan kaçacak delik arayacağı günler çok yakın.
Aslında yolumuz açık, yeter ki şöyle bir kendimize gelelim, bir olalım, diri olalım gerisi kolay. Doğru yol’u Hak’ta gördükten sonra birlik de, dirlik de kendiliğinden oluşuvereceğine inancımız tam. Çünkü bizim kapı dost kapısı, yani birlik ve dirlik kapısı. Bu kapıdan girene zeval olmaz, yüreklerimiz kaynar her saat ve her dem... Kimsesizlere kol kanat gereriz. Mevlana varı davranırız bu kapıdan girene, canımız kurban deriz.
Elbette bir gün sular durulacak, ümit varız. Zaten ümidimizi hiç yitirmedik ki. Çünkü bu vatan bizim, bize ait olan her şey bizim.
İşte! Birlik de, dirlikte Mevlana’ca; “Ne olursan ol yine gel” diyebilmektir.
Velhasıl birlikten dirliğe, dirlikten birliğe bizim şiarımızdır. Bize bizden gayri dost yok, bu böyle biline.

GELİN CANLAR BİR OLALIM

ALPEREN GÜRBÜZER

Canların bir olması ancak bir arada kardeşlik şuuru içerisinde yaşamakla mümkündür. Zira Allah Resulü (s.a.v) “Birlikte rahmet, ayrılıkta azap olacağını” beyan buyurmakta, böylece ümmetine ayrılık ve gayrlığın felaket olacağının ilk işaretini vermiştir.
Canların birlik ve dirlik ülküsünü şiar edinenler mutlaka birbirlerine karşı alçak gönüllü, dışa karşı ise çetin olmak durumundadır. Olunma ki, kardeşlik şuurunu yılmadan, usanmadan karınca misali de olsa yeni ufuklara taşınabilesin. Taşınsın ki birliğe ve dirliğe ulaşmak kolay olsun. Aksi halde Hünkâr Hacı Bektaşi Velinin;
“Bir olalım, iri olalım, diri olalım
Gelin canlar bir olalım” kardeşlik muştusu içeren dizeleri söz olmaktan öteye geçmez.
O halde, gelin canlar hep birlikte bu çağrıya icabet edip ‘İri’ olalım, ‘Diri’ olalım, 'Bir' olalım. İri olalım, diri olalım, bir olalım ki üzerimize leş kargaları üşüşüp de kardeşliğimize halel getirmesin.
O halde, gelin canlar bu kutlu seferde kınayanın kınamasına ve zorba gücün hışmına aldırış etmeksizin yüzümüz ak, sırtımız pek, gönlümüz zengin, elimiz açık olsun ki, asla başımız yere eğmesin.
O halde, gelin canlar bu kutlu yolda ‘sefer der vatan’ olalım ki birlik ve dirlik tutkumuz sonsuzluk kervanına dâhil olsun. Her ne kadar birlik ve dirlik uğruna yürüdüğümüz yolda önümüze taş koysalar da şer güçlere karşı vereceğimiz en cevabı ibretlik ders; ‘Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğnerim aşarım, yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım’ iman dolu göğsümüzle bir olduğumuzu, iri olduğumuzu, diri olduğumuzu göstermek olmalıdır. Hatta göstermekle kalmayıp kararlılığımızı her durakta, her nefeste zinde tutup ‘sefer der vatan’a, yani asıl vatana yolculukta hasret ateşimizi alevlendirmek de gerekir. Alevlendirelim ki son nefesimiz hüsn-ü hatimeyle sonlansın. Böylece Şeb-i arus vuku bulur da. Şayet ömürde bir kez olsun candan ‘Hû’ der ve şayet her nefeste ‘Huş der dem’ üzere, yani nefesimizi boş yere tüketmemek’ üzere yaşarsak, biliniz ki o candan alınan ‘Hû’ nefesler sayesinde mahşerde de “Bir” olacağız demektir. Nasıl ki 12 Eylül öncesi Yusuf Yüzlüler dur durak bilmeden İ’lay-ı kelimetullah için bu kutlu yola baş koyup Mevla’ya canlarını adamışlarsa, bizlerde her durakta ve mahşerde 'Bir olmak’, ‘Diri olmak’ uğruna kendimizi Hakka adayabiliriz pekâlâ. Hatta adamakta ne söz, birlik tutkusunu en üst doruk noktada tutmakta gerektir. Doruk noktada tutalım ki birlik ve dirlik ruhunun remzi Ravza-i Habîbi’in Gülü yaprağı gönül dünyamızda solmasın. O halde ne duruyoruz, şimdi birlik ve dirliğimizi kutlu makamlara ulaştırmak zamanıdır. Şimdi zamandan ve mekândan münezzeh Yüce Allah için gönül seferberliğine koyulalım ki her durakta, her menzilde gönül sultanların yollarıyla yolumuz kesişmiş olsun. Kesişsin ki başımız göğe değsin. Göğe değsin ki; bedenimiz akkor kesilip o kutlu makamlara ne öfke, ne kin, ne de riya yaraşsın. Hiç kuşkusuz o kutlu makamlara ancak Sâdıklar, Sâbikûnlar, Muhsinler ve alınlarında şehit mührü olan Alperenler ve Gazidervişler yaraşabilir.
Ne mutlu makamı bin şeref olanlara.
Ne mutlu Makam-ı İbrahim’den gelen çağrıya uyupta o yüce makamlardan gelen himmet-i ula ile müşerref olup Arafat’ta ‘Bir’ olanlara. Tabii sadece Arafat’ta ‘Bir’ olmak yetmez, bunun yanı sıra Gönül Sultanlarının rehberliğinde Merve ve Safa arasında “Hamdım, yandım, piştim, kül oldum” mertebelerinde sa’y yapmakta gerektir. Sa’y yapmalı ki vuslat hâsıl olsun.
Gelin canlar bu kutlu seferde öyle birlik ve diriliş tutkusuyla sa’y yapalım ki; sevgilinin bir bakışı gönlümüzü mest edip diri tutmaya yetsin. Şayet birlikten ve dirlikten uzak şu fani dünyada başıboş avare avare dolaşır ve boş yere nefes tüketirsek biliniz ki gönül dünyamız ışıksızlıktan virane olacaktır. İlla ki gönül dünyamızın ‘Hamdım, yandım, piştim, kül oldum’ mertebelerinden geçmesi gerekir. Geçelim ki, aşkın gözyaşı seli galebe çalıp hayırlar feth ola şerler def olsun. Şerler def olsun ki; birliğimiz ve dirliğimiz daim olsun.
Evet, aşkın o gözyaşı selinden zerre miskal nasiplenmeyenler maalesef bu topraklarda her on yılda bir darbe yaparaktan birlik ve dirlik tutkumuza gölge düşürmüşlerdir. Derken kendi öz vatanımızda parya durumuna düşürülen neslin kayıp yıllarından bugünlere gelmek hiçte kolay olmadı. Adını anmak bile istemediğimiz o karabasan yıllar; “artık yetti gayri canımıza tak” dedirttirecek cinsten yıllardı. Malum, o yıllarda önce tarihimize ve mukaddesatımıza dil uzattılar, sonra ellerinde tüfeklerle gelip tarih boyunca kardeşçe bir arada yaşadığımız Türk’ü, Kürdü, Çerkez’i, Laz’ı ayırmaya çalıştılar. Oysa biz ayrılık ve gayrılık nedir bilmezdik, doğrusu kardeşçe birlik ve dirlik içinde yaşadığımız için bilmezdik. Oysa biz ceylan bakışlarla nasıl da severdik birbirimizi. Böylece bu sevgi seliyle hep birlikte 'Bu cennet vatana canımız feda olsun' deyip gönül bahçemizi güllerle donatırdık. Hatta bunla da yetinmez dost düşman demeden gönül hoşnutluğuyla misafir ağırlardık otağımızda hep.
Aman Allah’ım neydi o günler, hiç tereddütsüz 'Eski Türkiye' zihniyetinin milletimize kayıp yıllar yaşattığı o kadar net açık ki, bugün olmuş halen o kâbus dolu yıllarda yaşanılanları unutmuş değiliz. Nasıl unutulur ki, dedik ya maalesef o yıllarda 'Yeni Türkiye hedefine kilitlenmek, dost olmak varken, dirice yaşamak dururken yüreklerimize 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat darbelerle içimize öfke ve ayrılık tohumları ektiler. Ektiler de ne oldu, sonunda kendileri bile jurnallikleriyle kala kaldılar. Şart mıydı maşa olmak, işbirlikçi olmak? Ne vardı Allah bir, Peygamber bir, Vatan bir, Bayrak bir demek varken bizi bölüp parçalamak için fırsat kollayan güçlerin maşası olmak neyin nesiydi doğrusu şaşmamak elde değildi. Her türden darbeye alet odlularda ellerine ne geçti ki? Sonunda kazanan derin milletin derin sinesi oldu ya.
Şurası muhakkak her yapılan darbe bu ülkeye çok büyük kayıp zamanlar yaşatmıştır. Hele bilhassa 12 Eylül darbesiyle Yusuf Yüzlüleri zindana atıp kıydılar da. O yılları yaşayanlar çok iyi bilir ki hem 12 Eylül öncesinde hem de sonrasında Yusuf Yüzlüler her türden dayanılmaz işkencelere tabi tutup mahpusa atılmışlardı, olsun onlar yine de gönül seferberliği tutkusuyla davalarından pes etmeyip 'Hep Birlikte Türkiye’yiz' diye haykırmasını bilmişlerdir. Ama gün geldi bu haykırışları da duyamaz olduk. Çünkü bu ülkenin yiğit evlatlarına annelerinin cennet ayaklarını doya doya öpmelerine fırsat verilmeden kendi öz yurdunda parya edilip sesleri kıstırılmıştır. Derken o elim günlerden geriye leş kargaların üşüştüğü sadece içi boş bir ülke kaldı bize. Neyse ki tüm umutların tükendiği noktada bu doğurgan topraklarda yeniden bir umut ışığı yeşerdi de kendimize gelir olduk. O malum zinde güçler bize ait olan değerleri yerle bir etmekle bu ülkenin ebedül ebed kalıcı efendileri olacaklarını sandılar, ama kazın ayağı hiçte öyle olmadı. Hani bizim şu meşhur “Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste” bir atasözümüz var ya, gerçektende bu atasözümüz geçte olsa yerini bulup gerek Ergenekoncuların, gerekse İhanet Çetesi Paralel örgütün kalbinden vurdu da. Hatta bir kısmı da kaçacak delik arayıp, kimi yurtdışında, kimi Silivri’de, kimi Pensilvanya’da, kimi Kandilde soluğu aldı. Sonuçta nereye kaçarsalar kaçsınlar er geç mazlumun ahı kaçanlarında elbet inlerinde girip perişan olacaklarına inancımız tamdır. Şimdi sırada PKK şer örgütü var, hiç endişeniz olmasın onunda defterinin dürüleceği günler pek yakın.
Evet, mahpushane ihanet çete mensuplarına zindan olurken, hiç kuşkusuz mazlumlar içinse Yusufiye medresesi olmakta. Tabii Yusufiye aşkını ruhunda hissetmeyenler Yusufiye medresesi nedir bilmez. Kaldı ki bu ruhtan bigâne kalanlar hak hukuk gibi temel kaideleri de idrak edemez. Nasıl idrak etsinler ki ruhsuz adamların rozetleri cüsselerinden büyük, bunlar bir eli yağda bir eli balda kelli felli adamlardır. Dedik ya, mazlumun hak hukukunu gözetmek ancak hayatını birlik ve dirlik tutkusuyla tanzim edenler idrak eder. İşte bu yüzdendir ki onlar gönüllerde Yusuf Yüzlüler olarak anılır hep. Ki; Yusuf Yüzlüler Cemil Meriç’in “Bu Ülke”sine yeni bir soluk aldırmanın muştusuyla hareket edip kendilerinden sonraki kuşaklara birlik ve dirlik tutkusunu tattırmak için mücadele vermişlerdir hep. Her ne kadar onlar mücadele ettiği dönemlerde pek kıymetleri fark edilmiş olmasa da tarih onları çoktan altın sayfalarına kaydeder bile. Nasıl kayda geçmesin ki, öz vatanında birlik tutkusuyla soluklamak istediklerinde hep bir yanları aksar halde soluklamışlardır. O günler, zor günlerdi elbet, virane olmuştu her yer. İşte virane olmuş döküntü ve yıkıntılar arasında dedelerinden miras kalan küllenmeye yüz tutmuş bir kaç kitap, bir kaç tarihi eserlerle ülkemizi iri ve diri tutmaya çabalamanın mücadelesini vermişlerdi.
Peki ya sırça köşklerde hayat sürüp kendini efendi gören kesim ne yaptı dersiniz? Malum, bu kesim fildişi kuleden başımızda hep boza pişirdiler. Böylece üzerimize serptikleri ayrılık ve gayrilik tohumlarıyla bu güzelim ülkemizi altını üstüne getirdiler. Ama boza pişirmekte bir yere kadardır, bu devran hep böyle sürüp gitmezdi ya, her inişin bir yokuşu olduğu gibi her düşeninde yerden kalkacağı bir doruk nokta olmalıydı elbet. Nasıl mı? İşte bu ülke insanı yeniden kendi ruh köklerine döndüğünde gözlerinin ışıldadığını ve kararmış ruhunun parladığını hissetti de. Hissettikçe de bu ülkenin asıl sahiplerini dört dönemdir iktidara taşımasını bilmiştir. İyi ki de taşınmışlar, böylece umuda yolculuğumuz daim hale gelir oldu. Değil midir ki Yusuf’u düştüğü kuyudan çıkaran o umuttur, keza Üveysü’l Veysel Karani’yi bir kez olsun Habib’i Erkemi görme aşkına Yemen çöllerine salanda o umuttur. Bu yüzdendir ki, umuda yolculuğumuz ezelle ebed arasında örülmüş bir çizgide daim olacağına inancımız tamdır. Nasıl tam olmasın ki, Yusuf Yüzlülerin iki kaşı arasından saçılan o umut ışığı bizim içinde bir tutku ışıktır.
O tutku ışık ahır ömrümüzde bize şunu da gösterdi;
Meğer hiç bitmeyecek denen 28 Şubat Postmodern darbeyle ninelerimizin başörtüsünün üniversitelerde kapı dışarı edilme hadisesi bir yere kadarmış. Zulüm nerede payidar olmuş ki bu cennet vatan Türkiye'de de olsun. Besbelli ki çaresiz mazlumların ahı gök kubbede yankı buldukça, ülkemiz üzerinde oynanan bir takım kirli operasyonlar eninde sonunda fiyaskoyla neticelenebiliyor. Ancak şu da var ki fiyaskoyla neticelenen her bir tezgâhlanmış oyun bir başka zamanda bir başka yeni sürümüyle karşımıza çıkabiliyor. Nitekim otuz yılı aşkındır Doğuda ve Güneydoğuda sürdürülen şer oyun bunun en bariz delili. Yani şimdi bizi yeni oyunda PKK terör örgütünün işlediği cinayetlerle can evimizden vurmak istiyorlar. Bakalım bu çirkin sürüm nereye kadar sürdürülecek. Onlar sürümlerinde oyun kura dursunlar, bize de her çıkan sürümde tüm oyunları bozmak düşer. Dün nasıl ki umuda olan yolculuğumuzda önümüze konulan irtica yalanı sürümünde milletimizin derin sinesiyle oyunlarını bozup kurtulduysak, pekâlâ bugünde umuda yolculuğumuzda PKK şer örgütü de hezimete uğrayıp bizi 2023 hedefinden alıkoyamayacaktır. İç ve dış karanlık güçler ne oyun kurarsalar kursunlar şunu iyi bilsinler ki bizi birbirimize asla düşüremeyeceklerdir, hiç kuşkunuz olmasın yine milletimizin derin sinesi kazanacaktır. Şunu iyi bilsinler ki; Türkiye Sevdalılarını Yusuf’un düştüğü zindana atsalar da, birlik tutkumuz zalime korku, mazluma umut olmaya devam edecektir. Bu öyle bir umut ışığıdır ki, Yunusçasına sevgiden anlamayanlara karşı Yavuzcasına tavrın tâ kendisi bir ışıktır.
Allah’a çok şükürler olsun ki, bu ülkeye gönül verenler hiçbir dönemde umutsuzluğa kapılıp inancını yitirmedi, yitirmez de. Bakmayın siz öyle bu ülke sevdalıların ara sıra sessiz durgun göründüğüne, icabında yeri geldiğinde derin güçlerin planlarını bozup bir kalemde silebiliyor. İşte görüyorsunuz yerinden doğrulup kendine geldiğinde neler yaptığını. Gerçekten de biz bunu kendi öz yurdumuzda bizleri parya duruma düşüren kendini seçkinci sanan bir avuç güruhun soluğu Silivri'de alışından, yine dost görünüp de sinsi sinsi bizi sırtımızdan hançerleyenlerin soluğu Pensilvanya’da alışlarından biliriz.
Şurası muhakkak; acısıyla tatlısıyla geçmişten bugüne çok büyük bir tecrübe birikimi edindik, yeter ki bu tecrübe birikimimiz unutulmayıp ders alınsın, bak o zaman çağlar üzerinde sıçrayacak konuma gelmemiz an be an mümkün diyebiliriz. Yeter ki doğru yol’u Hak’ta görülsün bak o zaman birlik ve dirlik davamız nişanımız olacaktır. Çünkü bu kapı birlik ve dirlik kapısıdır. Bu kapıdan girene zeval olmaz, zeval da ne söz bilakis can yürekler sevgi deryasında iri olur diri olur da. Hele bir insan bu kapıdan içeri girmeye dursun, bir bakmışsın iyi günde kötü günde her halükarda kimsesizlere cana-ı canan olup kol kanat gerer de. Bu yüzden bu kapıya gelene Mevlana kucak açılıp can kurban denilir de. Niye denilmesin ki, hepimiz iri olmak, diri olmak ve her şeyden önemlisi kardeş olup bir olmak için varız.
Velhasıl; Birlik ve dirlik tutkusu “Mevlana’ca; “Ne olursan ol yine gel” diyebilmektir.
Vesselam.