ANKARA ANKARA OLALI BÖYLE BAŞ OLMAMIŞTI

ANKARA ANKARA OLALI BÖYLE BAŞ OLMAMIŞTI

ALPEREN GÜRBÜZER

Baş baş olmalı ki ayaklar kokmasın. Balık baştan kokar sözü doğruluyor herşeyi zaten. Biz burda baş kavramını insan çerçevesinde değil, şehir açısından irdeleyeceğiz.
Bilindiği üzere İstanbul medeniyetlerin başkenti aynı zamanda... Çünkü; Roma-Bizans-İslam medeniyetlerinin bulunduğu alan burası. Osmanlılar ilk başkent nüvesini Söğüt’e ikiyüz çadır kurarak gerçekliştirdi, ordan filizlenip Yenişehire, Yenişehirden Bursa’ya, derken dalbudak salıp Edirne’ye taşıdılar payitahtımızı, en nihayet feth-i mübini müteakip İstanbul’u değişmez başkentimiz ilan etmişiz. Bundan dolayı Fatih Sultan Mehmed’e başkenti devletine, devleti başkentine kavuşturan lider gözüyle bakılmıştır. Hakeza Peygamberimizin mübarek lisanından akan; ‘İstanbul’u fetheden kumandan ne büyük kumandan’ diye başlayan hadisi şeriften hareketle, hem Fatih’in hem de İstanbul’un konumunun batıya karşı doğunun ışığı olduğunu teyid ediyor. Kelimenin tam anlamıyla İstanbul başlı başına bir kiymet hazinesi. Yani tarihi, kültürü, medeniyeti ve her haliyle örnek bir başkentimiz.
İstanbul sadece ülkemizin değil, İslam dünyasınında merkezi sayılır. Çünkü Şam, Bağdat Ankara’yı değil İstanbul’u tanır hep, öteden beri ona aşinadır.
İstanbul kadar acaba şu dünyada kendine özgü, hatta kendinden başkentlik meziyeti bulunan kaç şehir vardır? İddia ediyoruz yanlız payitaht değil, adeta başlı başına bir ülkedir İstanbul. Her tepesi gök kubbeyi selamlayan sedasıyla İstanbul’un başkent olduğunu haykırdığı gibi, aynı zamanda her tepeden onu seyretmek insana apayrı bir ruh katan müthiş bir şaheserimiz. Bir o kadar da kendine mest eden harika bir medeniyet cümbüşü. Bu özelliği ve tarihten geleceğe süzülen ışığı sayesinde hem coğrafyamızı hem de dünyayı aydınlatmaya devam ediyor, edecekte...
Dünyanın başkentlerine baktığımızda hemen hemen birçoğu İstanbul kadar olmasada köklü medeniyetin sembolleri olarak geleceğe meydan okuyor. Peki ya Ankara?
Sanırım dünyamızda kendi kök bağlarına bu kadar küskün bu şehrin eşi ve benzeri yok gibi. Birinci dünya savaşının o ateşli havasından bizimle beraber aynı kaderi paylaşan Avusturya-Macaristan imparatorlukları da mağlup düşmelerine rağmen başkentlerinin tüyüne bile dokunmamışlar, o gün bugündür Viyana hala başkent.
Peki, biz ne yaptık, sınır uçlarında kalmanın risk olduğunu düşünerekten Anadolu’nun tam ortasında biryerde konuşlanmışız. Özellikle kimselerin dikkatini çekmeyeceği bir yer seçmişiz, sanki burası kimseler görmesin diye tasarlanmış. Tabiatıyla gözden uzak olunca köklerden de ırak kalınması doğal. Atalarımız boşuna dememişler gözden uzak olan gönüldende ırak olur diye. Anlaşılan tek ulus (üniter) mantığıyla Anadolu’nun orta noktasına mıhlanmanın kararını almışız. Oysaki İstanbul bin yıldan fazla payitahtlık yapmış, Ankara daha henüz yüzüncü yılını doldurmuş bile değil, hala taptaze. Milli mücadelenin ardından kendimizi göbek taşına kilitlemişiz adeta. Ankara’nın Başkent oluşu sebebinin İstanbul’un işgal edilmesiyle yakından ilgisi olduğu söylenip durur hep. Farz-u muhal olarak o zamanki şartlar için bu görüşü bir nebze geçerli kabul etsek bile, artık günümüz dünyası için savaşlar cephe ilerisi kadar cephe gerisi de aynı ölçüde tehlike içinde olduğu gerçeği ileri sürülen mazereti doğrulamıyor zaten. Kaldı ki İstanbul’un büyüklüğü ve coğrafi zenginliği Ankara’ya göre çok daha bir korunma imkânı veriyor üstelik. Zaman içerisinde anlaşıldı ki; Ankara bu yapısıyla Türkiye’yi çalkantılar ülkesi olmaktan hiçbir zaman kurtaramamıştır. Şayet Ankara’mız üniversiteler yuvası yani ilim ve kültür merkezi şeklinde dizayn edilseydi bu mesele bir çırpıda çözülebilirdi. Dolayısıyla çok milletli ve aynı zamanda tüm medeniyetlerin izlerinin bir arada görmek imkânının bulunduğu payitahtı terki diyar eyleyeli, hala iki yakamız bir araya gelmiş sayılmaz.
Bu yüzden çok renklilikten tek renkliliğe geçişin adıdır Ankara. İstanbul’la Ankara’nın farkı biri hareketlilik, diğeri durağanlığın simgesi olmasında gizlidir. İstanbul tarihle her an, her daim buluşmanın adresi ve aynı zamanda medeniyetlerin beşiği, Ankara ise tarihten uzaklaşmanın ve stabil kalmanın mekanı. Nitekim soğuk savaş döneminin sonuna kadar ne etliye nede sütlüye karışılmama politikasının en iyi şekilde icra edildiği bir alan olma özelliğini korumayı başarabilen, belki de dünya da başka bir örneği bulunmayan nevi şahsına münhasır tek başkent Ankara’dır diyebiliriz.

ANKARA İSTANBULLAŞIYOR MU?
Stabil kalabilme anlayışı için en iyi, özellikle bulunmaz ve biçilmiş kaftan bir yer olarak Ankara da karar kılınmış. Belli ki; dünyadaki gelişmelere kapalı kalmak için en iyi tercihin bu olduğu düşünülmüş. Ankara bu yüzden soğuk savaş döneminin sonuna kadar suya sabuna dokunmama politikasının en iyi şekilde uygulandığı bir payitaht özelliğini korumayı başarabilmiştir. Fakat gelinen noktada bu tutumun sürdürülebilir şansı kalmadığı iyiden iyiye ayyuka çıkmaya başladığı gözlerden kaçmıyor. Özellikle etrafımızda cerayan eden etnik meselelerin yanı sıra Bosna, Ortadoğu, Kıbrıs, Kafkasyadaki gelişmeler Ankara’nın umursamaz havasını silip süpürüyor bir anda. Artık bir dünya devleti olmak misyonumuza dönüş yapıp, bir bölge devleti olmak israrımızdan vazgeçme noktasına geliyoruz. Ankara geçte olsa İstanbul’un misyonunu yüklenme gerektiğini farkediyor, eskisi kadar bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın söylenemiyor ve bu anlayışını terketme noktasına geliyor nihayet. Her ne kadar eski klasik şablonlarla yetişmiş bir üst rütbeli askerimizin; ‘Bizim ne işimiz var Yemende, Lübnan’da’ diye fikir yürütse bile ülke çıkarları ne gerektiriyorsa onu yapmaya itiliyoruz. Şimdilik söz sadece söylenmekle kaldı, gördük ki askerimiz Kore’de olduğu gibi Afganistan’a, Lübnan’a gönderilebiliniyormuş pekâlâ. Doğrusu da buydu zaten.
Biz istemesek de şartlar zorluyor ve her geçen gün Ankara İstanbullaşıyor, yani tarihten ve sınır ötesi coğrafyadan yüzleşmekten bir türlü uzaklaşamıyor. İstanbul bir zamanlar yetmiş iki milletin derdiyle dertlenerek maiyetindekileri yönetirken, Ankara meseleleri geçiştirmekle bugüne geldi. Çiçeği burnunda yeni başkentimizi sadece Kore’ye asker göndermek, bunun yanı sıra Kıbrıs’a bir kez barış gücü çıkarmanın haricinde gözle görülür manevrasına şahit olamadık. Ankara seksenbeş yıllık sürecini hep içteki mekanizmalarla uğraşarak nötr kalıp, dışarıya karşı elimizi zayıflatmıştır. Çok şükür ki halkımız hor görülüp itilip kakılmalarına rağmen kendisini yönetenlere burukta olsalar Allah devletimize zeval vermesin diyen necip bir milletimiz var. Bu milletin kökleri ile bağları koparılmaya çalışılsada devletine küsmedi, kolay kolay küsmezde. Zaman zaman duyguları rencide edilsede ordumuzu Peygamber ocağı görmeye devam edecektir hala. Çünkü güçlü kök yapıları kolay kolay çözülmez. Allah korusun tarihi kök tırpanlanırsa ortada gövde bile kalmayabilir.
Yeni devlet Osmanlı’nın devamıydı aslında, ama devamı olduğunun kabulü noktasında tereddüt hali yaşaması bugünkü sıkıntıların kaynağını oluşturuyor belkide. Osmanlı devletini dış borçlarını kabul ederken babasının borcunu yüklenip mirasından faydalanmayan konumu tercih etmemiz büyük bir hataydı. Oysa miras reddedilse bile oğul olma gerçeğini ortadan kaldıramıyor. Şimdiye kadar diplomaside masanın dışında kaldık hep, bugün ise diplomatik atakların masanın başında bulunmakla gerçekleşeceğini farkettik, daha da ötesi taşın altına elimizi koymayı yeniden keşfediyoruz. Dünyada ki hızlı gelişmeler, hızlı dönüşümler bu koridora kendiliğinden bizi zaten sürüklüyor. Neyse ki; sadece evimizin önününü değil komşu bahçemizin durumuda bizi ilgilendirir anlayışı yavaş yavaşta olsa yerleşmeye başlıyor. Donuk kalmak bir yere kadarmış meğer.
İÇ GÜVENLİK KAYGISI
Tek tip insan yetiştirmek, herkese aynı elbise giydirmek ve kültürü basitleştirmek uygulamaları tercih hatası idi aslında... Sonradan anlaşıldı ki; tek düze uygulamalar içte sıkıntılar doğuruyor. Şöyle ki; geçmişte Şeyh Said’in şahsında simgeleşen Kürt olayı, Risalei Nur talebelerine uygulanan sıkı takip politikaları ve Türkçülere uygulanan tabutluk işkenceleri, hakeza 12 Eylül öncesi ülkücü ve devrimci reflekleri sonucu oluşan tepkiler bunun en tipik göstergeleri. Ankara İstanbul gibi kültürleşemeyip siyasileştikçe her on yılda halk iradesi kesintiye maruz kalıyor. Her demokratik kesintinin ardından halk kendine yakın olanı iktidar yaparak tepkisini ortaya koysada tek tip üniforma giydirme dayatmaları hız kesmiyor hala. Yine bildiğimiz senaryolar servis edilip zaman zaman psikolojik tehditler tazelenerek ülkemizin semalarında seyreden karabulut misali üzerimizi kaplıyor.
Bu arada bir başka mesele; sürekli kurtuluş savaşı mitinin canlı tutulmaya çalışılması hadisesi. Galiba bu durum korkunun eseri olacak ki, ikide bir her yıl kurtuluş günleri düzenleme ihtiyacını hissediyoruz. Milli mücadele ile kurtulmuşuz, ancak garip bir korku hali midir yoksa endişe midir her ne ise bilinmez, ama kutlanan bayramlarla halkımıza korku yaşatıyoruz sürekli. Bakın Fransa ve Paris iki kez işgale uğramış, ama hiçbir Fransız kalkıp ta kurtuluş günü yâd etmez. Bu güne kadar iç güvenlik dış güvenlik dürtüleriyle politika yapmayı hüner sandık. Mareşal Fevzi Çakmak’a ulaşım için yol yapılması teklifi sunulduğunda Paşa; ‘Ulaşım geldiğinde güvenliğimiz tehlikeye girer’ cevabıyla meseleyi geçiştiriverir.
İşte bu sergilenen tavır sadece Paşanın şahsına şamil değildi elbette, yaşanan korkuların tipik özetiydi sadece. Bakın dünyanın hiçbir yerinde mantık gereği Zırhlı Birlikler içte konuşlandırılmaz. Hatta tanklar, mekanize ve motorize kuvvetler hep sınır boylarındadır, hudutlardan içe doğru emniyeti almak için bu böyledir. Şimdi soruyoruz; Allah aşkına Ankara sınırmı ki Zırhlı Birliği uç noktalardan orta sahaya alınmış. Anlaşılan tıpkı başkentimizi merkeze aldığımız garip mantık eserinde olduğu gibi davranılmış. Şaşmamak elde değil, belli ki iç tehdit duyarlılığı bu kararın alınmasında en önemli etken olmuş. Kartlarımızı şimdiye kadar içteki halka karşı kullandık, dışta ise sönük kalmayı tercih ettik. İçe karşı sert, dışa karşı esnek ve barışcıl görünmek çelişkiydi zaten. İster istemez bu tutum halkla devlet arasında güven duygusunu aşındırıyor da.
ANKARA ANKARA OLALI BÖYLE DÖNÜŞÜM YAŞAMADI
Ankara Ankara olalı Menderes, Özal ve Tayyip Erdoğanla devam eden bu denli diplomasi atağını yaşamamıştı hiç. Menderes, Özal ve Tayyip Erdoğan yönetimleri İstanbul merkezli çizginin dışa açılan penceresi. İnönü, kısmen Demirel, Mesut Yılmaz ve Ecevit iktidarları Ankara merkezli içe kapanmanın adresini ve ana hattını teşkil ediyor. Özal’da politikaya soyunduğunda milletçe kabul gördü, ama sonra Ankara’nın bürokrasi havasına boğuldu. Tayyip Erdoğan’ın da zaman zaman Ankara’nın bürokratik engellemelerini aşamadıklarından serzenişinde bulunması bu durumu teyid ediyor zaten. Özellikle bürokrasiye değişim siyaseti izleyenler takılıyor sürekli hep. Çünkü bürokratların hemen hemen birçoğunun gerçek hayattan gelmiş insanlar değiller. Dolayısıyla siyaset bürokratik yapıya bürünmek zorunda kalıyor ve Ankara nefes alamaz oluyor böylece. Ankara bir an evvel bürokratik sıkıcı ve boğucu havasından kurtulmalı, yarınlarımızı heba etmek istemiyorsak şayet.
Eskinin kara tren türküleriyle avuna duralım, şimdi bu tür korkuların yerini Ankara İstanbul arası hızlı tren hattı girişimine terketmesi sevindirici bir gelişme ve çok yerinde bir karar. İstanbul Ankara hattı ne kadar kısa olursa tarihle yüzleşmemiz çok daha çabuk ve çok daha farklı insan ilişkiler ağıyla buluşmamız kolay olacaktır. Kültür merkezli İstanbul ile siyasi ve ticari merkezli Ankara’nın geçek manada buluşmasına şahit olacağına inancımız tam ve böylece ufkumuz ötelere yelken açmış olacaktır gelinen noktada.
Vakit kaybetmeden bir arada yaşamak için yeniden el ele gönül gönüle verip birliği tesis etmeli ki yeniden dirilişe geçebilelim. Ayırımcılıktan hiçbir zaman verim alamadık ki şimdide alınsın. Ankara silkinirse ya da asıl kaynağına dönüş yaparsa dünyanın özlediği asıl barış rüzgârları o zaman doğabilir. Çünkü bu ümidi her zaman milletçe sinemizde taşıyoruz.
Velhasıl; bugüne kadar az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik, derken ‘Ankara’nın taşına bak gözlerimin yaşına bakar’ diyerek teselli olmuşuz ninnilerle. Artık ayağa kalkma zamanı. Gün bugün. O halde tez yol almalı, tarihi misyonumuz gereği.
Vesselam.