ALEVİLİK(Ebubekir ve osman dönemi)

ALEVİLİK-1(Ebubekir ve osman dönemi)

ALPEREN GÜRBÜZER

ALLAH Resulü hem dini, hem ruhani, hem siyasi, hem de devlet başkanlığı görevlerini kendisinde toplamıştı. Dolayısıyla İslam’ın ilk devirlerinde cemaat küçük olduğundan doğrudan Resulü Kibriya’nın uygulamalarını ve sözlerini takip edebilme imkânı vardı. Daha sonra İslam halkasının genişlemesiyle birlikte bu imkân ortadan kalktığı gibi bazı meselelerin nasıl olacağı noktasında farklı izahlara ihtiyaç duyulmuştur. İşte bu ihtiyaca binaen İslam dünyasında sanıldığının aksine ilk ihtilafın ilk halifenin seçimi yönündeki tartışmalarla başlamamış, bilakis siyasi iddiaların odağındaki Hz. Ebubekir’in seçilmesiyle alakalı bir husus olduğu anlaşılmıştır. Şöyle ki, ALLAH’ın Resulü vefatının şokunu atlatan birkaç Hazreçli kendi aralarında yangından mal kaçırırcasına ‘kim halife olacak’ sorusu yerine, ‘halife hangi kabileden’ sorusunu gündeme getirmişlerdir, derken mesele Ensar mı, Muhacir mi olsun eksenine taşımışlardır. Hatta bununla da kalmamışlar Sa’d’ı hasta yatağından kaldırılıp; ‘İşte, Rasulüllah’ın halifesi Sa’d…’ diyecekleri sırada Hz. Ömer(r.a) devreye giriyor:

— Ey Ebubekir! Sen ki ALLAH Resulüne içimizde en yakın bulunmuşsun, o halde halifeliğe layık sensin, bu görev sana uygun düşer deyip her kesin gözü önünde elinden tutarak biat etmiştir. Ardından Muhacir, Ensar ve her kabile birlikte itaatlerini bildirerek biat yemini yaptılar.

Zira mezheplerin ve meşreplerin doğuşu da böyle başlamıştır. Malum olduğu üzere mezhep zehap (zan, sanı) kökünden gelmektedir. Yani mezhep bir fıkıh görüşü olup itikatla ilgisi yoktur. Mezhep İmamlarının kendi aralarındaki görüş ayrılıkları iman itibarı ile değil, sadece ibadet, muamelat gibi vs. konulara ait farklı değerlendirmeler itibariyle ortaya çıkmıştır. Mezhep denilince; ayrımcılık bölünme anlaşılıyor sanki. Oysa Mezhep yerine içtihat farklılıkları da denilebilirdi pekâlâ. O halde farklı yorumlar, ya da içtihat gerektiren konular ayrılık gayrlık anlaşılmamalı, bilakis İslam toplumunun düşünceye ipotek koymadığının bariz bir delili olarak yorumlanmalı. Aynı zamanda bu durum İslam ümmetinin ne kadar çok fikir zenginliğe sahip olduğunun bir göstergesi olsa gerektir.

Sözün özü, ALLAH Resulü vefat edince İslam toplumunun idarecisinin kim olacağı konusu gündeme gelmiş, böylece Ensar ve Muhacir topluluklarının bir arada oturup tartışmaları sonucunda ortak karara varılıp Ebubekir Sıddık (r.a) halife seçiliverdi. Bu noktada bir kısım Sünni ulema ve bir kısım tarihçilerin tereddütleri olsa gerektir ki, Hz. Ali(k.v)’in bu müzakere ve tartışmalar esnasında hilafet için kendisinin seçilmesini umduğunu belirtiler, ancak Hz. Ali(k.v) bu konuda hiçbir mesele çıkarmadığı gibi, üstelik seçilen halifeye de biat etmiştir. Sadece ALLAH Rasulü vefat ettiğinde hengâmede hilafet meseleleri kendisinden habersiz şekilde görüşüldüğü için üzülmüş, bunun üzerine Hz. Ebubekir’e beyat etmemiş, bir başka nedende beyat ettiği zaman Fatıma’nın üzüleceğini düşünerekten bu konuda altı ay sessiz kalmayı yeğlemiştir. Sonunda Hz. Ali Hz. Ebubekir’in yanına varıp; ‘bu göreve layıksın, amma velâkin ALLAH Resulü’nün vücudu henüz ortada iken halifelik görüşmelerinin bana haber verilmediği için kırılıp geciktirmiştim, yarın mescitte herkesin huzurunda beyat edeceğim’ sözünü verdi, nitekim öyle de oldu. Hz. Ali beyat etmekle kalmamış, gerek Hz. Ebubekir gerek Hz. Ömer ve gerekse Hz. Osman’ın halifelik dönemlerinde her üç halifenin yar ve yardımcısı olmuştur. Hz. Osman döneminde de çok koşturdu, çok gayret etti ama, Halifenin etrafındaki Emevi dayanışma ağını aşamamış, O’nun bu samimi girişimleri ters yüz edilip, hatta yanlış algılanarak, Hz.Osman’a karşı tavır olarak gösterilmiştir. Bütün bunlara rağmen Hz. Osman’ı şehit olması anına kadar ümmetin birliği adına elinden geldiği kadar şahsi çabalarını esirgemedi.

Aslına bakarsak Peygamberimizin darı bekaya irtihalinin ardından ilk halifenin Kureyş’ten olması birlik ve dirlik adına iyi olmuştur. Şayet başka bir kabileden olsaydı ilerisinde önüne geçilmez bir takım olaylara sahne olabilirdi, yani ortalık biranda alevlenebilirdi. ALLAH’ın Habib-i her türlü kabileciliğinin İslam’a aykırı olduğunu beyan etmesinin asıl nedeni kan bağına göre teşkilatlanmış bir Müslüman topluluğunun varlığının söz konusu olmasından dolayıdır. Nasıl ki Araplarda Kureyş ne ise, Türklerde de Oğuz boyu da odur. Her iki kabile de tarihin akışında çok büyük önem ifade ettiği gibi iki kilit isim oldukları da bir vaka.

Bilindiği gibi Yahudiler Hz. Muhammed (s.a.v)’in yüzüne karşı; Cebrail bizim düşmanımızdır. Eğer sana gelen Mikail olsaydı iman ederdik demişlerdi. Buradan hareketle, güya Kur’an Hz. Aliye gönderilmişte, Cebrail(a.s) Onu Muhammed(s.a.v)’e getirmiş iddiaları türeyiverdi. Belli ki bu tür iddiaların temelinde öteden beri Yahudilerin Cebrail (a.s)’a karşı besledikleri kin ve düşmanlık duygularının yansıması yatmaktadır. Oysa Hz. Ömer’in teklifiyle Kur’an ayetleri Hz. Ebubekir’in döneminde kitap haline getirildi ve adına da Mushaf denildi. Hatta Kuran’ın Mushaf haline getirilmesi ashap arasında yetişen hafızların riyaseti altında ve Hz. Ebubekir’in hilafeti döneminde gerçekleşmiştir. Bütün ashap kuşkuya mahal bırakmayacak şekilde Hz. Peygambere indirilen Kuran’ın, aynı Kur’an olduğuna şahitlik etmişlerdir. Üstelik Hz. Ali(k.v)’in kendi eliyle yazdığı Kuran’da ortada iken nasıl oluyor da bu tür zırvalara başvuruyorlar doğrusu anlamış değiliz. Nitekim bugüne kadar okuduğumuz Kur’an da, Hz. Osman’ın miras bıraktığı Kuranın aynısıdır. Tabii mesele burada noktalanmıyor, bir başka iddia ise; Kurandaki ayetler aslında mevcut ayetlerden fazlaymış da, Hz. Osman zamanında bazı ayetler çıkarılarak şimdiki hale dönüştürülmüş güya. Oysa Kuran’ın Hz. Ebubekir döneminden tek farkı Mushaf’ın bugünkü haliyle tertip üzerine yazılmış olmasıdır.

Hülasa-ı Kelam; Kur’an Hz. Ebubekir döneminde Mushaf haline getirilmiş, kurulan heyetin çalışmaları neticesinde o güne kadar değişik lehçelerde yazılı olan Kur’an nüshaları ashabın şahitliğinde yakılıp orijinaline uygun olarak Hz. Hafsa’nın evinde asılı duran Kur’an’dan altı adet çoğaltılarak büyük İslam merkezlerine gönderilmesi neticesinde günümüze kadar gelmiştir. Bütün bu gerçeklere rağmen hala deli saçması dediğimiz cin fikirlerin ortalıkta mevzu yapılması son derece çirkin olduğu gibi, bu tür tartışmaların odağındaki yine ister istemez Yahudilerin Müslümanları bölük parça etmeye yönelik oyunun bir parçası olduğunu düşünüyoruz.

Hz. Osman’ın Şahadeti

İslam toplumunda ilklerimiz çok maalesef, bu ilklerden (büyük fitnemiz(anarşi)) biri de Hz. Osman(r.a) hilafeti döneminde İbn-i Sebe’nin provokatif girişimlerinin sonucunda ortaya çıkan eylemlerdir. İbn-i Sebe, eski bir Yemen’li Haham başı olup görünüşte Müslüman, fakat gerçekte komiteciden başkası değildir. Nitekim O, Hz. Osman döneminde fitne çıkarmak amacıyla Medine’ye gelir gelmez ayağın tozuyla istismara müsait konu olan Haşimilik ve Emevilik meselesini provoke etme planını uygulamaya koymuştur. Hatta Hz. Osman ve devlet erkânı hakkında bir sürü iftira listesi hazırlamayı da ihmal etmeyecek kadar kurnaz bir tiptir. Dahası var, O birtakım etkin yerlere gönderdiği mektuplarla Hz. Osman’ın hal edilmesi senaryosunu adım adım yürürlüğe koydu, derken bu mektuplar kısa zamanda semeresini vermeye başladı bile. Öyle ki isyancılar Medine’yi basıp Halife Hz. Osman(r.a)’ı evinde Kur’an okurken bile şehit edecek kadar gözü kara olabileceklerdir. İşte isyancıların gerçekleştirdiği ilk anarşi, ilk kan dediğimiz hadise budur. Yani ciddi anlamda fitne hareketi

Halifenin şehit edilmesi ile başlayacaktır. Öyle ki bu işlenen cinayet zincirinin ilk halkası zamanla etrafa sıçrayacak ve ortalığı dalga dalga kasıp kavurmaya devam edecektir.

Bundan sonraki merhalede ise Emevilerle Haşimileri birbirine düşürecek planı hayata geçirmek vardı. Nitekim sosyal ve siyasi olaylar zincirinin bundan sonraki bölümü Hz. Osman’ın kan davası şeklinde yaşanacaktı. Zira plan gereği Hz. Osman’ı Hz. Ali(k.v)’ nin öldürttüğü şaibesi yayılacak, böylece Emevilerin bam teline bu şekilde dokunulup kışkırtılması sağlanacaktır. Bilindiği gibi Kureyş’in en önemli iki kolu, Haşimilik ve Emeviliktir. Hz. Ali(k.v) ise Kureyş’in Haşimi kolundandır. O halde Hz. Ali’nin halife olması hilafetin Emevilerin elinden den çıkmasına anlamına da geliyordu. Dolayısıyla bir yandan Emeviler tahrik edilmeye çalışılırken diğer yandan da Hz. Ali (k.v)’in halife olması için gayret gösterilecekti. Hz. Osman’ın şehit olmasının ardından Basralılar Talha b. Zübeyir’i, Kufeliler Zubeyr b.Avvam’ı, Mısırlılar da Hz. Ali’yi halife olma konusunda ikna edemediler, hatta Sa’d b. Vakkas ve Abdullah b. Ömer’e başvurdular ondanda netice alamadılar. İsyancılar bu defa ültimatom yağdırarak; yarına kadar ashabın ileri gelenlerinden herhangi biri halife çıkmazsa boyunların vuracağız tehdidinde bulundular, bu elim vaziyette Ensar- Muhacir grubundan bir topluluğun ikna etme girişimleri sonucunda; Hz. Ali (k.v) ertesi gün mescitte insanlardan beyat almıştır. Anlaşılan odur ki; Hz. Ali (k.v) önce halifeliği kabul etmez, ancak yoğun ısrarlar neticesinde halifeliğe geçmek zorunda kalmıştır. Artık Hz. Ali dördüncü halifedir.

Şimdi Müslümanları derinden yaralayan ve İslam âleminde ihtilafa sebep olan şu üç olaya göz atalım. Bu üç olay ana başlık itibarı ile:

‘’1- Cemel Vakası,

2- Sıffın Vakası,

3- Kerbela Vakası’’dır. Ki, bugün bile bu üç tarihi olay hafızalarımızda hala canlı ve dipdiridir.
(Devam edecek)