ALEVİLİK-3(eHl-i beyt ve kerbela)

ALEVİLİK-3(eHl-i beyt ve kerbela)

ALPEREN GÜRBÜZER

Ehl-i Beyt
Belli ki; Sıffın savaşı tatmin etmemişti fitne odaklarını. İbn-i Sebe Sıffin savaşından sonra yeni bir planı yürürlüğe koymak için kollarını çoktan sıvamıştı bile. Bu sefer ki senaryonun adı: Ehli Beyt Muhabbetini istismar etme planıdır. Zira İbni Sebe başkanlığında bir grup Hz. Âli’nin huzuruna çıkarak:
‘’ -Sen Rabbimizsin, ilahımızsın..’’ deme cüretini gösterebilmişlerdir.. Bu duruma Hz. Ali (k.v) üzülse de, İbn-i Sebe’yi ordu içinde taraftarlarının çokluğu nedeniyle, ya da fitne ve zaafa yol açacağı endişelerinden hareketle yaktırmaktan vazgeçti, sadece onu Medayin’e sürmekle yetindi. İbni Sebe sürgün gittiği yerde de boş durmamış, vaktiyle Hz. Ali’den kaçan birtakım Harici gruplarla görüştü, derken reisleri Evfa Oğlunu buldu. Ne oluyorsa bu buluşmadan sonra oluyor, bu buluşmada alınan karar doğrultusunda Hz. Ali, Hz. Muaviye ve Amr İbnal As’ı öldürmek üzere Muharrem ayının 17. günü üç suikastçı yola çıkarılıyor. Takdiri ilahi olsa gerektir ki Hz. Muaviye ve Amr İbnül As bu suikast girişiminden kıl payı kurtuluyorlar. Hz. Ali (k.v) ise hilafetin gereği Hz. Muaviye gibi yanında yaver ya da korumaları olmadığından İbn-i Mülcem isimli suikastçının zehirli kılıcıyla vücuduna darbe alıyor ve zehirin vücudunda yol açtığı sızıyla yatağa düşer. Hasta yatağında iken kendisine;
‘’ -Hz. Hasan’a biat edelim mi?’’sualini sorduklarında cevaben:
‘’- Size bunu ne tavsiye ederim ne de yapmayınız derim sözleriyle aslında hilafetin seçimle olabileceği imasında bulunmuştur.
Hz. Ali (k.v) Allah Resulünün buyurduğu tenzil mücadelesini şehit düşerek bedelini ödemişti, sevdiklerine kavuşmuştu, ama ahirete irtihalinin ardından bile fitne güruhu Hicretin 39.yılında(Miladi 660) hac mevsiminde bir grup Harici kararıyla İbni Sebe’nin telkinleri doğrultusunda naaşına bile ‘hulul’ ya da ‘ulûhiyet’ isnat edilecektir. Ölen bir bedene saygısızlıkta ölçü tanınmayacaktı, böylece Şiiliğin tohumlarının atılmasına vesile olacaklardır bu olayla.
Hz. Muaviye ise Hz. Ali’nin şehit olmasının ardından O’na olan düşmanlığını mescitlerde Hz. Ali’ye lanet okuyarak başlanılan hutbelerle tutumunu devam ettirdi. Hz. Hasan tıpkı babası gibi birlik ve dirlik düşüncesiyle hilafet hakkını Muaviye’ye devretmesiyle, O’nun davasının Hz. Osman’ın katillerinin intikamının alınması olmadığını, asıl derdinin saltanat olduğu mesajını verip, bu dosyayı burada kapatmak istemiştir. Zaten Allah’ın Habibi ; ‘’ Benden sonra halifelik otuz senedir ondan sonrası mülktür’’ beyan buyurarak mülk, yani saltanat dönemlerinin eşiğine gelinmiştir böylece. Corci Zeydan bu yüzden; Hilafetin babadan oğula geçiş devrini Hz. Muaviye tarafından başlatıldığını söyler. Esasen İslam da hilafetin seçime dayalı olduğunu belirtir. Zira Allah Resulünden sonra dünyevi liderliğe Hz. Ebubekir seçilmişti.
Hâsılı; Allah Resulünün ‘’ Ey Ali ben Kur’anın tenzili üzerine, sen ise tevili üzerine mücadele edeceksin’’ beyan buyurduğu devir böylece kapanmış olacaktır.

Kerbala
Üçüncü fitne olayı dediğimiz Kerbelâ olayı ise, içtihat meselesi olmayıp, doğrudan doğruya Emeviler’in ırkçılık politikalarına karşı tepkiden doğmuş bir harekettir. Yani, vakıanın temelinde din ve milliyet çatışması söz konusudur. Ki, Said-i Nursî Hz.leri bu mevzuda: “Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in Emeviler’e karşı mücadeleleri ise din ve devlet muharebesi idi. Yani Emeviler Devlet-i İslâmiye’yi Arap milliyeti üzerine istinad ettirip Rabıta-ı İslâmiyet’i, Rabıta-i milletten geri bıraktıklarından iki cihetle zarar verdiler... Rabıta-i diniyye yerine Rabıta-i millet ikame edilemez; edilirse adalet edilmez, hakkaniyet gider.’’ (a.g.e. sh.55) diye aydınlatıyor bizleri. Tabii netice malum, Hz. Hüseyin ve nice Ehl-i Beyt, Yezit zulmüne maruz kalarak katledilmiş ve şehit olmuşlardır. İşte bu vahim olay Müslümanlar arasında ciddi boyutta ayrılıklara yol açmıştır. Ayrılığın temelinde tarafların birbirini tanımamaları ve karşılıklı önyargılı suçlamalar yatmaktadır. Oysa hiçbir Ehl-i Sünnet ve Sünni çocuklarına Yezit ismi dahi vermemiştir. Aksine Sünni insanların çocukların arasında çok sayıda Ali, Hasan, Hüseyin isimleri var. Demek ki ayrılığımız ve gayriliğimiz yok. Yeter ki, birbirimizi tanımaya çalışalım, ‘iri olalım, diri olalım, gelin canlar bir olalım’ diyen arifibillah’ın sözlerine kulak verelim gerisi kolay, hasmani tutumları bir kenara atıp, İbn-i Sebe ve Hasan Sabbah kılığında aramızda dolaşan tahrikçi unsurlara meydan vermemek en doğrusu. İşi kolay kılmak varken birbirimizin kuyusunu kazmak niye?
Kerbelâ Vakası’nın neticeleri üzerinde Bediüzzaman Said Nursî: “Kader nokta-i nazarında feci akıbetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevi bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile manevi saltanatın cem’i gayet müşkildir, onun için onları dünyadan küstürdü, dünyaya karşı alâkaları kalmasın, onların elleri muvakkafat ve sûri bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimi bir saltanat-ı maneviyyeye tayin edildiler. Adı valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.” (a.g.e. sh.55) diye yorumda bulunur. Gerçekten de evliya aktabları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin kanalıyla günümüze kadar kollarıyla birlikte uzanmış, bir kısım silsile kollarının nispetleri de kesilmiş (manevi yönden halife bırakmayan kollar), bir kısım kollar da silsileyi şerife sayesinde manevi süluk yolunu kıyamete kadar devamını sağlayacak manevi sistemi kurmuşlardır. Nitekim Cafer-i Sadık Hazretleri gibi nice mürşitler Ehl-i Beyt’in manevi kanalından gelmiş, daha sonraları da Mevlâna Halid, Abdülkadir Geylânî, Ahmed El Rufaî, Şah-ı Nakşibendî, Piri Türkistan-î Ahmet Yesevi, Mevlâna gibi zatlar hep bu velayet pınarından yetişmişler ve böylece çağları aydınlatmışlardır.
Ehli Beyti birde Dursun Ali Erzincanlının ‘Kerbala’ albümünden etkilenerek dinlediğim ve o akıcı lisanından dinleyelim hep birlikte:
‘’Hicretin dördüncü yılı, birer yıl arayla Medine de iki doğum, iki bayram, iki ay parçası, yeryüzünün en hayırlı dedesinin gözbebekleri doğuyor Fatımat’üz Zehra’nın körpecik fidanları, Ali’yyül Mürt’eza’nın eşsiz kahramanları, ehli beytin nazlı çiçekleri, merhaba diyor o incecik sesiyle, isimlerini rahman koyuyor Cebrail nefesiyle. Siz onlara Allahın lütfü deyin birinin Hüseyin diğerinin Hasan. Onlar cennet gençliğin iki seyyidi, onlar peygamber dizinde büyüdüler, zaten onlar semada büyüktüler.
Bir gün peygamberimiz oturuyorlar, Hasanla Hüseyin birbirlerini yakalamak için uğraşıyorlardı buyurdular;
—Ha gayret Hasan göreyim seni, yakala Hüseyin’i ‘diyordu.
Hz. Ali:
—Ya Resulullah! Hüseyin den yana taraf olman gerekmez mi, Hüseyin daha küçük.
Serverı Kâinat Efendimiz(s.a.v) buyuruyorlar:
— Baksana Cebrail de Hüseyin’i tutuyor, ha gayret Hüseyin göreyim seni diyor.
Yine bir gün Efendimiz ashabıyla yürüyorlardı. Hz Hüseyin arkadaşlarıyla oynuyordu, Peygamberimiz ellerini açıyor, Hz.Hüseyin bir oraya bir buraya kaçıyordu, Resulüllah gülerek onu yakılıyor Nebiler Serveri, öpüyor kokluyor sonra zaman ve mekâna sesleniyor; Hüseyin bendendir, bende Hüseynidenim Allah’ı seven Hüseyni sever Hüseyin torunlardan bir torundur.
Bir gün Cebrail bir haber veriyor; Hüseyin Fırat kıyısında şehit edilecektir, orası üzüntülü, tasalı, mihnetli ve belalı bir yerdir, Kerb-ü beladır, orası Kerbala’dır.
Hicretin 61. yılı. Aylardan Muharrem. Kan renginde Fırat. Ve dudaklar susuz, yürekler susuz. Kerbala’da bir oğul var, yoluna oğullar feda, bir torun Kerbela’da, dedesinden elli yıl uzakta, onun gibi bembeyaz giyimli, bembeyaz yüzlü. Atının üzerinden sesleniyor merhametten yoksun olanlara;
Ben peygamberiniz (a.s)’ın kızının oğlu değil miyim?
Ben Hz. Muhammed Mustafa’nın torunu değil miyim?
Şehitler Seyyidi Hamza, babamın amcası değil mi?
Çift kanatlı şehit Cafer, benim amcam değil mi?
Kerbela’da bir oğul var, çevresinde yeminler ediliyor şahadete ve bir bir toprağa düşüyor yiğitler. Ehli beytin solan ilk çiçeği Aliyyul Ekber’dir, sonra sıra sıra soldu cıvanlar; Muhammed bin Abdullah bin Cafer, Abdurrahman bin Akil, Cafer bin Akil vs.
İşte bakın biri daha yürüyor ölüme. Hz. Hasanın oğlu Kasım. Onunda yüzü ay parçası, elinde kılıç, üzerinde gömlek, lekeleri, ayak sandallarından birisinin bağı kopmuş, başına kılıç iniyor ve amca diyerek yüz üstü düşüyor Kerbela’ya.
Kerbala’da bir oğul var, bir şahin var, kucağında üç yaşında bir seyyid, adı Abdullah. Ve bir ok Abdullah’ı boğazından vuruyor. Hz. Hüseyin kanla dolan avuçlarını yere boşaltıyor, ‘’Yarab! Bize göklerden yardım etmeyeceksen hakkımızdan ondan daha hayırlısını ihsan et. ‘’
Hicretin 61.yılı. Muharrem ayının onu, bir şehit var Kerbela’da, tam otuz üç mızrak yarası, otuzdört kılıç yarası. Ey Muhammedim! Nerdesin, nerde. Hüseyin’in başı bir yerde gövdesi bir yerde. Bu Hz. Zeynep’in feryadıdır dedesine;
—Ey Muhammedim, Ey Muhammedim! Sana göklerde ki Melekler Selatü selam getiriyorlar, Hüseyin ise şu otsuz bozkırda, çölde, tozlara topraklara, kanlara bulanmış azaları kesilmiş yatıyor. Ey Muhammedim! Senin kızların esir edilmiş, zürriyetin hep öldürülmüş sabah yelleri onların üzerine toz toprak savuruyor.
Abdullah b. Abbas o gün Medine’de Rasulüllah (s.a.v)’ı görür rüyada. Yanında içi kan dolu cam bir bardak ve şöyle buyurdular;
—Benden sonra ümmetimin yaptığı şeyi biliyor musun? Hüseyin’i şehit ettiler. Bu onun ve ashabının kanlarıdır, bunu Allah’a sunacağım.

—Ya Rasulüllah! biz asırlar sonra geldik. Eğer o gün olsaydık Kerbela’da, Allaha kasem olsun ki ashabının seni koruduğu gibi korurduk ehli beytini, ya da o uğurda verirdik canımızı. Bu sözümüzün bir ispatı olarak bu gün biz senin kapındayız. Taşıdığımız ehli beyt isimleri; kimimiz Ali, kimimiz Fatıma, kimimiz Hasan ve Hüseyin ve iftiharla senin ismini taşıyor çoğumuz. Allah ruhumuzu senin kapında, Ehli beytine layık olduğumuz bir anda alsın. Aliyyi Azharla, Zeynel Abidinle her asırda Hüseyni çiçekler açarken, yanaklarında peygamber busesi ve her biri senden bir koku taşırken çağlara, Allah bizi onlardan ayırmasın. Bizi senden ve rızasından ayırmasın. ‘’ (Bkz.Dursun Ali Erzincanlı-Kerbala albümü)
Hz. Ali (k.v) sonrasını tufan demiştik. Nasıl ki İbn-i Sebe Hz. Ali(k.v) ve oğullarını istismar etmişse, İbn-i Meymun’de evladı resul olan Caferi Sadık Hz.leri ve oğlu İsmail’i istismar etmişlerdir. Oysa Ehli Beyt sevgisi ayrılık konusu olmamalıydı. Ehlisünnet yolunun ilk imamı sayılan Hasanı Basri(r.a) Hz. Ali (k.v)’in yetiştirdiği tabiinler’dendir. Ehlisünnet yolunun imamlarının çoğu Ehli Beyt’ten istifade etmişlerdir Mesela İmamı Azam Ebu Hanife, İmam Cafer Sadık Hz.lerinin talebesidir. Öyle ki; İmamı Azama onu şu sözlerle över; ‘Son iki yılımı İmam Cafer’in elinden tutmasaydım Numan helak olurdu.’ İşte gerçek anlamda Ehli Beyt sevgisi bu sözlerde gizli. Ebu Hanife Ehli Beyt sevgisini açıklamaktan yüksünmemiş, bu yüzden zindanda ölmüştür. Zira İmamı Ahmed İbni Hanbelî de öyleydi. Hatta İmamı Şafii’nin Arafat hutbeleri de düşünülürse Hz. Ali ve ehli beytin kadir kıymetini onun kadar candan öven kimseye belki de bu cihanda rast gelinmemiştir dersek yeğdir. Keza İmam-ı Malik hakkında da aynı mütalaalar mevcut. Çünkü o da Ehli Beyt sevgisi taşıyan bir âlimimizdi. Hâsılı dört mezhebin öncülerinin beyan ve yaşantıları Ehli Beyt ile mütabaatı şeksiz şüphesiz tamdır. O halde herkim ki sünnidir biliniz ki alevidir, herkim ki Alevidir biliniz ki onlarda Ehlisünnettir. Zaten İslam vahdet dinidir Birliği esas unsur kabul eder. Bu yüzden Allah Resulü; Ümmetimin ihtilafında rahmet vardır buyurmuşlardır.
(devam edecek)