AKARSULAR (LOTİK SULAR) VE ORGANİZMALAR
AKARSULAR (LOTİK SULAR) VE ORGANİZMALAR
ALPEREN GÜRBÜZER
Belli ki ilk hayatın sudan başladığını unutalı yıllar olmuş. Bu yüzden olsa gerek ısrarla ‘Tuna nehri akmam’ diyor. Her ne kadar bu kahramanlık marşımızın dizeleri savaşta yaşananlar için söylense de niye aksın ki. Çünkü tüm akan suların ab-ı hayat olduğunu unuttuğumuz gibi Tuna’yı da unutmuşuz maalesef. Hatta o meşhur akarsu şimdilerde maviliğini yitirmiş durumda. Maalesef çevre kirliliği akarsuları da derinden vurmaktadır. Hakeza Ren nehri de öyle. Baksanıza Avrupalılar bu nehre artık ‘Avrupa kanalizasyonu’ demeye başladılar bile. Neyse ki her şeye rağmen kirletilen su, tabiat içerisinde bir döngü ile tekrar kullanılır hale gelebilmektedir. Zira gerek insanların kullandığı sulardan arta kalanlar, gerek bitkilerin terleme yoluyla (transpiration) bıraktıkları damlacıklar, gerek hayvanlardan perspiration yoluyla ayrışan su, gerekse nehir, göl ve denizlerde buharlaşma sonucu açığa çıkan suyun atmosferde toplanmasının ardından (Evapo-transpiration) tekrar rahmet yağmuru şeklinde yeryüzüne temizlenmiş halde dönebilmektedir. Yani yeryüzüne düşen yağışın 1/3’ü kadarı akarsular vasıtasıyla yeniden denizlere aktarılabilmektedir. Zira nehirlerde su takriben haftada bir, göllerde 10–100 yılda bir, denizlerde ise 3600 yılda bir defa tazelenmekte olduğu tahmin edilmektedir. Anlaşılan o ki bu döngü sayesinde kullanılan su hem sabit kalmakta hem de temizlenmekte. Zaten tabiatta bu su dengesi olmasaydı atmosferden inen su yerin alt katmanlarında kaybolması söz konusu olacaktı ki, bu tam manasıyla biyolojik dengenin sarsılması demektir. Hatta su olmasaydı sindirimde yapamazdık. Dolayısıyla vücudumuzun % 73’ü su olduğunu hesaba kattığımızda Allah’a ne kadar şükretsek azdır diyebiliriz.
Şu suyun güzelliğine bak ki ağaçların ve bitkilerin gövdesine ve tepelerine tırmanmakla kalmayıp tıpkı akarsuda olduğu gibi aşağıya doğru da akmaktadır. Bir akarsu kaynağı ile kaynağından döküldüğü yere kadar olan kısmı arasında ekolojik bakımdan oldukça geniş farklar vardır. Şöyle ki;
A-Kaynak formları- Kaynaklar ekolojik bakımdan oldukça yeknasak olan ortamları teşkil ederler. Çöllerin kavurucu sıcaklıklarında akrepler ve örümceklere rızk veren Allah, akarsu yataklarında hayatlarını idame ettirecek canlılara bir program ve organ donanımını esirgemeyecektir elbet. Karada olduğu gibi akarsuların da kendine özgü hayat şartları mevcuttur. Genelde akarsu kaynak formları ortam bakımdan temperatürü sabit olup, buralarda daha çok stenotein türler yerleşmiş durumdadır. Soğuk kaynaklarda bitkiler nadir olup, sadece birkaç alg ve yosun türleri ile temsil edilirler. Fauna bakımdan ise platyhelminthes türleri (planaria, alpina), Amphipod türleri (Gammarus sp), İsopoda potter da türleri (aselus) ve bazı böcek larvalarından meydana gelmiştir. Sıcak su ihtiva eden kaynaklarda ise bazı termofil türlere rastlanmaktadır.
İlginçtir Yeni Zelanda’da Allah’ın büyük bir nimeti olarak ırmaklar çok sıcaktırlar. Bu yüzden bu ülkede yaşayanlar sıcak su sıkıntısı çekmezler. Fakat her nimetin bir de külfeti var elbet. Nitekim Yeni Zelanda’da sık sık depremlerin olması da gözden kaçmamaktadır. Belli ki kaynar sularla ısınan toprak üzerinde tetikleyici rol oynayıp sarsıntılara sebep olmaktadır.
B-Akarsu formları- Ekolojistlerin çoğuna göre bir akarsu akış hızına, genişliğine ve yatak şekline göre birkaç zonda incelenebilir. Nitekim her zon dominant olarak ihtiva ettiği bir balık türü ile karakterize edilirler.
Alabalık zon (Nehirlerin üst kısımları, şelaleler)
Alabalıkların dominant olarak bulundukları zondur. Bu zonda alabalıkların hayatları optimal şartlarda geçer. Dolayısıyla yaşadıkları akarsuyun mutlaka temiz ve serin olması şarttır. Bu yüzden genelde akarsuların aşağıya doğru akması esnasında tükettikleri oksijeni, kenarlarında kordon boyu dizili ağaçlar tarafından takviye edilerek bu meselede halledilmiş olmaktadır. Aksi durumda oksijensizlikten dolayı yatağında kıvrım kıvrım akan akarsular alabalıktan mahrum kalacaklardı. İlginçtir akarsu aşağıya doğru akar diyoruz ya, alabalıklarda sanki akarsuyun bu akış insicamını bozmamak adına onlarda tek bir yöne doğru yüzmektedirler. Yüzlerce alabalığın nizami bir tempo içerisinde akarsu içerisinde yol alması elbette ki hayreti şayan bir olay olsa gerektir. Bu zonun genel karakteristik özelliklerine baktığımızda şu hususlar göze çarpmaktadır. Şöyle ki:
—Sular çok hareketli olduğundan O2 (oksijen) bakımdan zengindirler.
—Plankton yoktur, fakat zeminde hem fauna (hayvan toplulukları) hem de bitki florası mevcuttur.
—Taşlar üzerinde cycliophora (yeşil algler), lemanea (kırmızı algler), yosunlar, porifera ve bryozoa türlerine rastlanmaktadır.
Zeminde ise tricladida ve molluscalara (angus fluviatilis) rastlanır. Bu zonun başlıca öteki türleri efemerler, plecopterler, phylon ve birkaç diphterie türünden meydana gelmiştir. Balıklar transversal olarak yassılaşmış olduklarından yüzmeleri kolaylaşmış haldedirler.
Som Balığı (Thymallus thymallus) zonu
Som balığı yıllarca denizlerde gurbet hayatı yaşadıktan sonra doğduğu nehre dönebilmektedir. Düşünebiliyor musunuz yıllar sonra yolunu şaşırmadan vatanın kavuşması mucizevî bir olay olsa gerektir. Bu balığın zonu özellikle kuzey memleketlerinde alabalığın bulunduğu zondan sonra gelir. Genellikle nehirlerin genişlediği, zeminin kum ve çakıllarla örtülü olduğu bölgelere denk gelirler. Bazı bölgelerde ise Thymallus’un yerini Telestes sofia alır. Hatta Leuciscus rutilus’ta bu zonda yerleşmiştir diyebiliriz.
Tekir balığı (Barbus) ve Chondrostoma nasus zon
Bu zon daha çok nehirlerin durgun kısımlarında meydana gelip, bitki bakımdan oldukça zengin bir zondur. Zira zemin çamurunda molluscalardan unio, anodonta, psidium genusu türleri ile oligochaet ve chironomidler bulunur. Aynı zamanda bu zon plankton bakımdan da zengindir.
Bu zonlardan başka akarsu yatakların çamurları içerisine karışmış bilmediğimiz nice hayata dair mucizeler de mevcut. Nitekim yılan balığı cinsinden zarganalar yavrularını beslemek üzere akarsu kumlarına gömmektedirler. Peki, gömülen bu hayvanlar nasıl beslenecek derseniz, onları yaratan rızkını da ona göre yaratmıştır elbet. Şöyle ki; su içerisinde çamurlar içerisine sinmiş besinler adeta filtre edilerek sanki gizli bir ilahi güç tarafından ağızlarına iletilecek şekilde rızıklanırlar. Hatta bu süreç yavru balığın 1 yaşını doldurana kadar devam eder de. Bir yaşından sonra yılan balığı yavrusu için artık gömülü kumlardan başını çıkartmak zamanı gelmiştir. Derken yavru balıklar pırıl pırıl bir dünya’ya gözünü açmak suretiyle engin denizlere yelken açarlar. Yılan balıkları olgunluk çağına geldiklerinde bulundukları değişik türden göl ve nehirlere göç edip buralarda yavruladıktan sonra ölürler. Derken bu döngü yılan balıklara özgü bir şekilde devam edip, böylece suyun her bir katresi yılan balığıyla ünsiyet kurmuş olur. Kelimenin tam anlamıyla yön tayini veren ilahi güç karşısında adeta dilimiz tutulmakta.
Anlaşılan o ki balıklar dünyanın tüm tuzlu ve tatlı suları içerisinde yaşayan canlılar arasında en dikkat çeken omurgalı hayvanlardır. Bilimin şuana kadar tespit ettiği 30 bin türü ile her mevsimde protein ve vitamin bakımdan soframıza zenginlik katmaktadırlar. Bu yüzden Rabbül âlemin; “ Denizi-ondan taze bir et yemeniz, ondan giyeceğiniz (kullanacağınız) zineti çıkarmanız için- hizmetinize rameden O’dur. Gemilerin orada-suları - yararak gittiklerini görüyorsun ki - bu sırf Allah’u Teala’nın lutfu kereminden nasip aramanız ve - O’na – şükretmeniz içindir”(Nahl,14) diye beyan buyurmaktadır.
Yüce Allah balıkların mekânı sular olması hasebiyle onlara yürümesi için ayak ve soluması için akciğer ihsan etmemiş. Bunların yerine yüzgeç kanatları ve solungaçlar yarattı ki mekânlarında hem yüzsünler hem de nefes alabilsinler. Balıkların üremeleri için de kara hayvanlarında olduğu gibi genellikle hamile kalma yolu tercih edilmiştir. Yani zamanı geldiğinde bir karından sayısız aynı cins yavru balıklar meydana gelebilmektedir. Belli ki suda kuluçkaya yatmak imkânsız olsa gerek ki; Rabbül âlemin tüm tohumlar doğdukları andan itibaren kurutulmuş veya olgunlaşmış halde canlandırmayı murad etmiş.
dedekorkut1
18 Şubat, 2022 - 19:50
Kalıcı bağlantı
KIVRIM KIVRIM AKAN SULARDADIR BEREKET
KIVRIM KIVRIM AKAN SULARDADIR BEREKET
SELİM GÜRBÜZER
Belli ki ilk hayatın sudan başladığını unutalı yıllar olmuş. Bu yüzden olsa gerek ısrarla ‘Tuna nehri akmam’ diyor. Her ne kadar bu kahramanlık marşımızın dizeleri savaşta yaşananlar için söylense de hem niye aksın ki. Çünkü tüm akan suların ab-ı hayat bereket olduğunu unuttuğumuz gibi Tuna’yı da unutmuşuz maalesef. Baksanıza o meşhur Tuna nehrimiz şimdilerde mas maviliğini yitirmiş durumda da. Yetmedi çevre kirliliği akarsuları da derinden vurmuş gözüküyor. Hakeza Ren nehri de muzdarıp durumda. Öyle ki Avrupalılar bu nehre artık ‘Avrupa kanalizasyonu’ demekteler bile. Neyse ki kirletilen sular yine de bir şekilde çevre kirliliğine meydan okurcasına kendi su döngü deveranını işletip tekrar kullanılır hale gelebiliyor. Zira gerek insanların kullandığı sulardan arta kalanlar, gerek bitkilerin terleme yoluyla (transpiration) tabiata bıraktıkları damlacıklar, gerek hayvanlardan terleme (perspiration) yoluyla ayrışan su damlacıkları, gerekse nehir, göl ve denizlerde buharlaşmayla açığa çıkan suyun atmosferde toplanmasının akabinde (Evapo-transpiration) üzerimize tekrardan rahmet yağmuru şeklinde yeryüzüne bereketli ve temizlenmiş halde dönebiliyor. Yani bu demektir ki yeryüzüne düşen yağışın 1/3’ü kadarı akarsular vasıtasıyla yeniden denizlere aktarılmak suretiyle deveran tamamlanmakta. Nitekim su sirkülasyonu (deveranı) süreci içerisinde uzmanların bildirdikleri tahmini verilere bir bakıyorsun döngü içerisine giren sular nehirlerde haftada bir yenilenirken, göllerde 10 ila 100 yıl arasında bir kez yenilenmekte olduğu, denizlerde ise 3600 yılda bir tazelenip yenilendiğini görüyoruz. Anlaşılan o ki, bu söz konusu su döngüsü sayesinde tüketilen su miktarı deveranını tamamladığında eksik olanda tamamlanıp bereketlenmekteyiz. Ve dahi temizlenmekteyiz de. Zaten bu su döngüsünün yaratılışından bu güne devri daim eylemeseydi atmosferden yeryüzüne inen yağmur sularının yerin alt katmanlarında kala kalıp artık bu noktadan sonra su döngüsünden ve su bereketinden bahsetmek mümkün olmayacaktı. Bir başka ifadeyle yağan yağmur suları ve kar suları yerin alt katmanlarında döngü dışında konumlanacağından kayıp sudan bahsetmiş olacaktık. Hakeza tabiatta su döngüsü deveran eylemeseydi yediğimiz gıdalarında bir anlamı kalmayıp her yediğimiz kuru gıdaları susuzluktan sindiremeyecektik. Hele biyoloji derslerinde öğrendiğimiz kadarıyla vücudumuzun %73’ünün su olduğunu hesaba kattığımızda vücudumuz için elzem olan su döngüsünün ne denli önemli bir ab-ı hayat ve bereket kaynağı olduğu kendiliğinden ortaya çıkmış olur.
Evet, gerçekten de öyle anlaşılıyor ki, suyun paha biçilmez bir nimet olmanın ötesinde çok büyük bereket kaynağıdır da. Madem öyle, suyu canlı cansız mahlûkat için ab-ı hayat kılan Yüce Allah’a yaradılış gayemizin gereği çokça şükretmemiz gerekir. Hem nasıl şükretmeyelim ki, hele şu suyun akışına ve güzelliğine bak ki ağaçların ve bitkilerin gövdesine ve tepelerine yükselerekten akıp hayat kaynağı olduğu gibi yatağında kıvrım kıvrım dağ bayır şehir demeden aşağılara doğru nehirler gibi süzülerekten su üstü ve su altında ki canlılara da ab-ı hayat bereket olmakta. Hazır aşağıya doğru akan akarsu gerçeğinden bahsetmişken birde alışılmışın dışında bir başka istisnai bir nehir akıntı gerçeği daha vardır ki, onu da bakın İbn Battûta Seyahatnamesinde nasıl dile getiriyor kendi anlatımından bir izleyip görelim:
-“Nil diğer nehirlerin aksine güneyden kuzeye doğru akar; aşırı sıcaklarda öbür ırmakların suyu azalıp kururken Nil’in suyu çoğalır. Ama diğerlerinin suyu taştığı sırada Nil’inki eksilir; Nil’in ilginç özelliklerinden biridir bu. Sind nehri de böyle. Nil sularının kabarmaya başlaması “Haziran”dadır ki buna “Yunya” ayı denilir. Suyun yüksekliği 16 arşını bulunca sultanın haracı tamamdır! Bir arşın daha yükselirse o sene bolluk bereket olur. 18 arşına çıktığı takdirde ekili alanlara zarar verir, veba getirir. 16 arşından bir eksik olsa sultanın gelirinde azalma olur. İki eksik olduğu zaman halk yağmur duasına çıkar. Korkunç kayıptır bu.” (Bkz. İbn Battûta Seyahatnamesi, Çeviren A. Sait Aykut, Yapı Kredi Yayınları, sayfa 49, 5. Baskı 2016)
Ayrıca İbn Battûta’nın göz yanılması olarak seyahatnamesinde belirttiği Halep şehrin dışında Hama’dan geçen Âsî nehri vardır ki uzaktan bakan, suyun aşağıdan yukarıya aktığını zannedermiş, oysaki normal akışında akan bir nehirdir. İşte Seyahatnamede geçen ifadelerden de anlaşıldığı üzere sadece Nil’in kendine özgü bir akışkanlık yönü söz konusudur. Malum Nil’in haricinde bir diğer dünya sathında yatağından aşağılara doğru boylu boyunca kıvrım kıvrım akan nehirlerin genel karakteristik özelliklerine baktığımızda ise her bir akarsuyun doğduğu kaynağından döküldüğü yere kadar olan kısmı arasında ekolojik bakımdan beraberinde getirdiği geniş imkanlar ve geniş flora ve fauna zenginliği, geniş su yelpazeliyi, çokça lezzetliyi ve çeşitliliği söz konusudur. Ve bu söz konusu lezzetliyi ve çeşitliliği kaynak form ve akarsu form başlıkları altında şöyle özetleyebiliriz de:
Kaynak formlar:
Kaynak formlar ekolojik bakımdan oldukça yeknasak olan ortamları teşkil ederler. Hiç şüphe yoktur ki çöllerin kavurucu sıcaklıklarında akrepler ve örümceklere rızk veren Yüce Allah (c.c), elbette ki kaynak su formlarında yer alan canlılara da hayatlarını idame ettirecek şekilde lezzet kokan yosun tutan ortamı yaratıp rahman ve rahim sıfatıyla rızıklandırmayı esirgemeyecektir. Karada olduğu gibi kaynak suların da kendine özgü hayat şartları mevcuttur. Genellikle kaynak su formlarının ortam sıcaklığı bu tip yerlerde canlıların yaşayabileceği derecelerde sabit tutturulup, buralarda hem çevre etkilerine karşı son derece hassas ve çok dar bir tolerans gösteren özellikteki stenoik türler hem de çevre ve başkaca faktörler karşısında etkilenmeksizin geniş tolerans kabiliyeti gösteren Eoirik türler de yaşayabilir durumdalardır. Bu arada ortam sıcaklığı soğuk su kaynak formlarında bitkilerin durumu nedir ne değildir diye baktığımızda buralarda ancak sadece birkaç alg ve yosun türlerinin yetişebildiği, pek doğru dürüst bitki türüne rastlayamayacağımızı gözlemlemiş oluruz. Hayvan faunası bakımdan ise bazı bölgelerin kaynak su formlarına bakıldığında platyhelminthes türleri (planaria, alpina), Amphipod türleri (Gammarus sp), İsopoda potter türleri (aselus) ve bazı böcek larvalarının su kaynak formalarının bereketinden istifadeyle hayatlarını çok rahatlıkla idame ettiklerini görürüz. Sıcak su ihtiva eden kaynak formlarda ise bazı termofil mikroorganizma türlerine rastlandığı gözlemlenmiştir. İlginçtir Yeni Zelanda’da Allah’ın bahşettiği büyük bir bereket kaynağı nimete bakın ki akarsu yataklarında adeta kaynar sıcak akmakta. Bu yüzden bu ülkede yaşayanlar pek sıcak su sıkıntısı çekmezler de. Fakat her nimetin bir de külfeti var derler ya, aynen onun gibi Yeni Zelanda’da sık sık depremlerin olması gözden kaçmamaktadır. Belli ki kaynar sularla ısınmış toprağın yapısında tetikleyici rol oynayıp sarsıntılara sebep olmaktadır.
Akarsu formlar:
Şu bir gerçek akarsu formlarını akış hızına, genişliğine ve yatak şekline göre birkaç zonda inceleyerek ancak o zaman bir takım özelliklerini ortaya koymak mümkün olabiliyor. Nitekim çevreyle ilgili yönden bir akarsu zonu incelenmeye alındığında hangi balık türü daha baskın bir şekilde içeriyorsa o akarsu formu bu durumda ihtiva ettiği bir balık türü ile özellik kazanıp karakterize edilir. Madem kucağında büyüttüğü balık türü ile özellik kazanıyorlar, o halde bilim adamlarınca karakterize edilen akarsu formlarından bir kaçının özelliklerine bakalım nedir ne değildir bir görmüş olalım:
Alabalık zonu
Adından da anlaşıldığı üzere alabalıkların bilhassa nehirlerin üst kısımları ve şelalelerde daha baskın halde yaşadıkları bir tür akarsu formlarına ait zonun adıdır bu. Bu zonda alabalıkların en uygun şartlarda hayatlarını idame ettikleri gözlemlenmiştir. Dolayısıyla bu zonda bulunan balıkların her daim baskın formda olmaları için barındıkları akarsuyun mutlaka temiz ve serin olması lazım gelir. Nitekim bu bilinçte olan alabalık üreticiler akarsuların aşağıya doğru akışı esnasında alabalıkların tükettikleri oksijenin telafisi için akarsu kenarlarında kordon boyu dizili ağaçlarla donatılmasını arzu ederler. Balıkçılarda gayet çok iyi biliyorlar ki ağaçlandırma yapılmadığı zaman oksijensizlikten alabalık neslinin tükenmesi kaçınılmaz olacaktır.
Evet, yukarıda da belirttiğimiz üzere akarsular normal şartlarda aşağılara doğru kıvrım kıvrım akaraktan yol alırlar hep. Ancak bu arada unutmayalım ki alabalıklarda sanki koynunda yaşadığı akarsuyu üzmemek adına ya da akış insicamını bozmamak adına olsa gerek akarsuyun akış koridorunun tam aksine tek yönlü istikametinde yüzme eğilimi gösterirler. Hakeza bu tip akarsu zonlarının daha genel anlamda yapısına baktığımızda şu özelliklerle de karşılaşırız:
-Bu tip zona sahip akarsular çok hızlı akışkan halde hareketli olmaları hasebiyle oksijen bakımdan da zengin oldukları gözlemlenmiştir.
-Bu tip akarsu zonlarında plankton yoktur, fakat zeminde hem fauna (hayvan toplulukları) hem de bitki florası mevcuttur.
-Yine bu tip akarsu zonlarında ki taşlar üzerinde cycliophora (yeşil algler), lemanea (kırmızı algler), yosunlar, porifera ve bryozoa türlerinin de var oldukları gözlemlenmiştir. Zemin kısımlarında ise hayvan türlerinden tricladida ve mollusca (yumuşakçalar) türlerine rastlanmıştır.
-Bu tip zonların başlıca öteki türleri efemerler, plecoptera ve birkaç diphtherie türünden meydana gelmiştir.
-Balıklar bu tip zonda transversal olarak yassılaşmış olduklarından yüzmeleri kolaylaşmış haldedirler.
Somon Balığı (Thymallus thymallus) zonu
Alabalıkgiller ailesinden Somon balıkları göç ettikleri denizlerde yıllarca gurbet hayatı yaşadıktan sonra yol güzergâhlarını şaşırmaksızın doğdukları nehre yeniden dönüş yapabiliyorlar. Düşünebiliyor musunuz yıllar sonra yolunu şaşırmadan asli vatanlarına kavuşması mucizevî olayın ta kendisi bir hadise dersek yeridir. Bu balığın zonu özellikle kuzey memleketlerinde alabalığın bulunduğu zondan sonra gelir. Genellikle nehirlerin genişlediği, zeminin kum ve çakıllarla örtülü olduğu bölgelere denk gelirler. Bazı bölgelerde ise Thymallus’un yerini Telestes sofia alır. Hatta Leuciscus rutilus’ta bu zonda yerleşmiştir diyebiliriz.
Tekir balığı(Barbun), Bıyıklı balık(Barbus barbus) ve Karaburun balığı(Chondrostoma nasus) zonu
Bu zon daha çok nehirlerin durgun kısımlarında görülen ve bitki bakımdan oldukça zengin bir zondur. Zira zemin çamurunda molluscalardan Unio pictorum, Anodonta Sp. genusu türleri ile Oligochaeta ve Chironomi türler bulunur. Aynı zamanda bu zon plankton bakımdan da zengindir.
Bu zonlardan başka akarsu yataklarının çamurları içerisine karışmış daha nice bilmediğimiz hayat kaynağı ve bereket türlerde vardır elbet. Nitekim yılan balığı denen zarganalar yavrularını beslemek üzere akarsu kumlarına gömmektedirler. Peki, gömülen bu yavru hayvanlar nasıl besleniyorlar derseniz, Yüce Allah (c.c) elbette ki rızkını yatağında halk edip hayatını da ona göre rahmetiyle idame ettirecektir. Şöyle ki; su içerisinde çamurlar içerisine karışmış besinler ilahi güç tarafından ağızlarına filtre edilmek suretiyle ağızlarına verilerekten rızıklanmaktalar. Hatta böylesi rızıklanma süreci yavru balığın 1 (bir) yaşını doldurana dek sürüp akabinde yılan balığı yavrusu gömülü kumlardan başını çıkartır da. Ve başını çıkarma vakti geldiğinde yavru balıklar gözlerini pırıl pırıl bir dünyaya açtıklarında doğdukları sulardan daha başka su yataklarına yelken açmak için koyulacaklardır. Böylece açıldıkları değişik türden su yataklarından mesela göl ve nehirlerde olgunluk yaşlarında yavruladıklarında ömürlerini tamamlayıp hayata veda edeceklerdir. Aslında buna hayata veda demek yerine misyonunu tamamlamanın öyküsü bir ayrılış demek daha doğru yaklaşım olur. Öyle ya burada önemli olan misyonunun tamamladıktan sonra nöbet değişimini gerçekleştirebilmek çok mühimdir. Kaldı ki böylesi bir hayat döngüsü yılan balıklara özgü bir durum olup bu sayede doğduğu sulardan göç ettiği sulara dek geçen sürede ahır ömrünü suyun her bir katresine bereketlilik kazandırmış olur da.
Hazır yılan balıklardan söz etmişken bu arada yılan balıkların nezdinde tüm balıkların yaşadıkları ortamlara baktığımızda balıklar sadece akarsu yataklarında değil dünyadaki okyanus ve denizlerin engin sularında yaşayan omurgalı canlılar olarakta dikkatleri üzerlerine çekmekteler. Hem nasıl dikkat çekmesinler ki, baksanıza şu ana kadar bilim dünyasının 30 bin olarak tespit ettiği balık türlerinin hemen hepsi her mevsimde protein ve vitamin bakımdan hem sofralarımıza hem de su florasına bereket katan canlılar olarak adlarından söz ettirmekteler. Bu yüzden Rabbü’l âlemin; “Denizi-ondan taze bir et yemeniz, ondan giyeceğiniz (kullanacağınız) zineti çıkarmanız için- hizmetinize ram eden O’dur. Gemilerin orada -suları- yararak gittiklerini görüyorsun ki - bu sırf Allah-u Teâlâ’nın lütfu kereminden nasip aramanız ve -O’na- şükretmeniz içindir” (Nahl,14) diye beyan buyurmaktadır.
Bu arada unutmayalım ki, Yüce Allah (c.c) balıkları karada yaşayan canlılardan çok farklı özelliklerde yaratmıştır. Farklılığının en belirgin nişaneleri yaşadıkları ortamlarının su yatakları olmasıdır. Bundan dolayıdır ki Yüce Allah (c.c) vücut azalarını karada yaşayan canlılardan farklı işlev üzere halk etmiştir. Nitekim balıkların vücut organlarına bir bakıyoruz karada yaşayan canlılara has yürümesi ve hareket etmeleri için verilen el, ayak, kol bacak organları yerine onlara da yüzgeç kanatlar verilmiş, yine karadakilerin solumaları için verilen akciğer organı yerine onlara da yaşadığı mekânlara uygun solungaçlar verilmiştir. İşte sizde görüyorsunuz balıkların karadaki canlılardan farklı işlev özelliklere haiz vücut donanımlarıyla yaratılmış olmalarının nedeni gayet net açık ortada, hiç kuşkusuz yaşadıkları sularda hem rahatça yüzsünler hem de nefes alabilsinler diye böyle yaratılmışlardır. İlginçtir balıkların üremesi için de suda kuluçkaya yatmak imkânsız olsa gerek ki; Rabbü’l âlemin üreme esnasında dişi balıklar yumurtalarını suya bırakacak şekilde donatırken, erkek balıkları da bırakılan yumurtalar üzerine spermlerini bırakacak bir donanım üzerine yaratmıştır. Hatta üremelerine yönelik harikulade donanımla donatıldıkları şundan besbellidir ki erkek balıklar üzerine düşen görevi kat be kat yerine getirmenin ötesinde bir bakıyorsun dişi balığın yumurtlaması için yuva hazırlığına koyulmayı ihmal etmez de. Böylece yapılan tüm hazırlıklar eşliğinde erkek balıkların spermlerinin bırakmasının akabinde yumurtalar döllenir de.
Her neyse kıvrım kıvrım akan sulardaki bereketi yine İbn Battuta’nın seyahatnamesinin sayfalarını çevirerekten Nil nehrinin nezdinde tüm nehirlerin hem manen hem de bereket kaynağı olduklarına dair makale başlığımızda yerini bulan “Kıvrım kıvrım akan sulardadır bereket” konumuzu özetle şöylede bağlayabiliriz pekâlâ:
-“Nil nehri güzelliği, suyunun lezzeti, geniş bir alana yayılışı ve sağladığı büyük imkânlar sebebiyle dünya nehirlerinin hepsinden üstündür. Kıyılarında art arda uzayıp giden şehir ve köyler, bayındırlık açısından eşsizdir. Kıyıları Nil kadar ekili, dikili ve mamur başka bir ırmak yok dünyada! Deniz diye adlandırılmış başka akarsu da yok. Hak Teâlâ Yüce Kur’an’ında Nil’i “Yemm” diye anıyor;
“Musa için korkarsan, at onu denize!” diye buyuruyor. “Yemm” eski dilde deniz demektir. Sağlam hadislerde bildirilmiştir ki Allah elçisi İsrâ gecesinde Sidretü’l Müntehâ adı verilen ağaca varınca kökünden dört nehrin fışkırdığını, bunların ikisinin içeride, ikisinin dışarda bulunduğunu gördü. Cebrail’e bu nehirleri sordu. Allah’ın selamı üzerine olsun, Melek Cebrail: “İçerde olanlar cennettedir, dışarda olanlar ise Nil ile Fırat’tır” cevabını vermiştir. Aynı şekilde Nil, Fırat, Seyhun ve Ceyhun’un cennet nehirlerinden olduğuna dair hadisler vardır. Nil dünyanın beş büyük nehrinden biridir. Topluca şöyle sıralayabiliriz: Nil, Dicle, Seyhun ve Ceyhun. Bunun eşi olan beş nehri de şöyle sayalım: Birincisi Pencâb denilen Sind nehridir. Diğeri Kenk (: Ganj) adı verilen Hind nehridir. Hind halkı bu nehri ziyaret eder, ölülerini yaktıktan sonra külünü bu nehre bırakırlar. Kenk’in cennetten çıktığını iddia ederler! Bir diğer nehirde yine Hind’de bulunan Cûn (: Cumna; Yumna) nehridir. Kafcak bozkırında (: Deşt-i Kıpçak) akan İtil nehri de çok büyüktür ve kenarında Saray şehri vardır. Ayrıca Hıtâ arazisi denilen Kuzey Çin’de Sarû Irmak var. Bu nehrin kıyısında Hânbâlık (: Pekin) şehri kurulu. Sarû Irmak oradan Hansa şehrine, ardından Çin’deki Zeytûn bölgesine iner. Nil Mısır’dan (: Kahire’den) geçtikten sonra üç kola ayrılır. Ya, kış bu kollardan gemisiz geçmek mümkün değildir. Her beldenin Nil’e bağlanan yan kolları arkları vardır. Ark tutakları açılınca ekili alanlar koşar Nil. (Bkz. a.g.e. sayfa 49, 5. Baskı 2016)
Dımaşk’ betimlemek konusunda Seyyah İbn Cübeyr’i kimse aşamamıştır, şöyle diyor: “Dimaşk doğunun cenneti, hatta ışığın doğduğu yerdir. Araştırma amacıyla ziyaret ettiğimiz İslam ülkelerinin yüzüğü, fethettiğimiz şehirlerin gelinidir. Hoş kokulu bitkilerin çiçekleriyle süslenmiş, ipek elbiseler giyen bahçelerin içinde altın gibi ışımıştır. Son derece değerli bir yer olmakla zaten nasibini almıştır güzellikten. Ve düğün tahtına kurulan dilber gibi bezenmiştir. Mesih’in ve annesinin sığındığı o yerleşime elverişli, sulak Rabve tepesi de bu şehrin bir parçasıdır. Bu yüzden yüceltilmiştir. O tepenin gölgesi çok uzun, suyu durmaksızın akan cennet nehridir. Buranın ırmakları ve arkları alaca yılanın dalgalanması gibi her yana yayılır. Bostanlarının meltemi insana hayat verir. Bu şehir, seyredenlere tüm güzelliği ile görünüp sanki şöyle der:
“Zarafetin konuk olduğu ve öğle uykusuna yattığı yere geliniz” Toprağı suya kanmış, neredeyse özlemiştir kuraklığı. Pek sert olan kayaları dile gelir de sana şöyle der:
“Vur ayağını yere! Burada hem yıkanacak, hem de içilecek buz gibi soğuk ve leziz su var!” (Bkz. a.g.e. sayfa 94, 5. Baskı 2016)
Ne diyelim, işte görüyorsunuz ünlü seyyahlarımız nede güzel dile getirmişler suların akışını, güzelliğini. Madem öyle, bu durumda bize ancak Allah (c.c) onları su gibi aziz eylesin demek düşer.
Velhasıl-ı kelam; kıvrım kıvrım yatağından ötelere akan akarsularımız Yüce Allah’ın kullarına bahşettiği bir ikramıdır. Tabii kıymet bilene.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/kivrim-kivrim-akan-sulardadir-bereket-5554-kose-yazisi
dedekorkut1
11 Mart, 2022 - 19:35
Kalıcı bağlantı
VİRA BİSMİLLAH DİYEREK MAVİYE GÖNÜL VERDİĞİMİZ DERYALAR
VİRA BİSMİLLAH DİYEREK MAVİYE GÖNÜL VERDİĞİMİZ DERYALAR
SELİM GÜRBÜZER
Yüce Allah (c.c) okyanusları denizlere, yeryüzünü de kıtalara komşu kıldı. Hatta birbirine komşu kılmanın ötesinde hem karasal âlemi hem de deniz ve okyanus gibi deryalar âlemini canlılarla donatıp biyolojik hayatı diri eyledi. Nitekim derya âleminde yaşayan canlıların sayısı karada yaşayan canlıların neredeyse dört katı büyüklüğündedir. Mesela derya âleminde öyle ilginç özelliklere ve donanımlara haiz yaratıklar vardır ki zaman zaman su yüzeyine çıktıklarında sanırsın ki deryanın ortasında kara parçası vardır.
Netice-i itibariyle konumlandığımız evrende her ne canlı varlık bize ilginç gelirse gelsin şu bir gerçek nice deryalar canlılara hem yuva olmakta, hem de bağrında pek çok madenleri barındırıp yataklık vazifesi de görmekte. Nasıl mı? Mesela deniz içerisinde kayalık manzara halde bulunan mercanlar bunun en bariz örneğini teşkil eder. Gerçekten de deryalara dalan dalgıçlar bu manzaraya baktıklarında bitki sanır, dokununca da taş. Oysaki gördükleri ve dokundukları o manzara, adına polip denen küçücük canlılara ait artık maddelerin bir araya gelmesiyle deniz içerisinde meydana gelen kalkerli kabuk oluşumlarından başkası değildir. Derken belli bir zaman dilimi içerisinde mercan iskelet artıklarının kaynaşmasıyla ortaya öyle muhteşem kayalık bir manzara çıkar ki bu durum deniz terminolojisinde “resif kayalık’ olarak karşılık bulur. Tabii deniz terminolojisinde bu muhteşem manzara bir diğer adıyla “su altı kayalık” olarak karşılık bulur da deryalara açılanlar için bir başka anlamda karşılık bulmaz mı, elbette bulacaktır. Nitekim deryalara doğa harikası olarak dalanlar için turistik bir manzarayı seyretmek olarak karşılık bulduğu gibi ticari anlamda dalanlar içinde mercan toplamak olarak karşılık bulmaktadır. Bu arada mercan pazarlamak için deryalara dalanlar sayesinde mercan atölyeleri sahipleri de onlardan satın aldıkları ham ürünleri tezgâhlarında işleyip ziynet takısı üretmek suretiyle rızıklarını temin etmiş olurlar. Ancak unutmayalım ki rızkını deryalarda arayanlar için hammadde ürünü sadece mercan değil incide çok önemli hammadde ürünüdür. Tıpkı mercan gibi incinin de kökeni canlı bir hayvana dayanıp aslı yumuşakça sınıfından bir istiridye ürünüdür. Yani bu demektir ki inci denen mücevherat istiridye tarafından üretilen çok değerli organik taşın ta kendisi ziynet ve süs eşyasıdır. İstiridyenin içine kum tanesi ya da kuma benzer bir madde koyulup sedefle kaplandığında bir bakmışsın karşımıza çok değerli mücevherat inci olarak veya süs eşyası olarak çıkabiliyor. Zira kıymetli oluşundan dolayıdır ki inci meraklıları böylesi organik ürünü yerinde ve kaynağında pek rahat bırakmazlar, her daim inci toplamanın derdine düşeceklerdir. Ne diyelim, işte sizde görüyorsunuz ya, Yüce Allah (c.c) mercan, istiridye ve salyangoz gibi küçücük canlıları birer mücevherat üreticisi olarak yaratıp biz aciz kulların hizmetine sunmuştur. Ve dahi sunulan bu nimet sayesinde insanoğlu paha biçilmez derecede en değerli ziynetleri hem takı olarak kullanıyor hem de bu tür organik ürünlerden istifadeyle ticari anlamda ciddi büyük gelir kazancı elde edebiliyor. Ancak ne var ki, insanoğlu işin hep ziynet yönüne takılıp nimet boyutunu unutmuş gözüküyor. Hadi Kur’an’dan bihaber olanları anladık ta, bu arada Müminler olarak bizlere ne demeli. Maalesef bizlerde mesela kabuklu canlılardan salyangozunda kabuğunun süs eşyası olarak kullanılmasına takılıp dururuz da nimet boyutu söz konusu olduğunda yan çizip şükretmekten bile aciz duruma düşebiliyoruz. Bakın, Allah Teâlâ göz ardı edilen bu gerçeği Kur’an’da: “ O iki denizden büyük ve küçük inci mercan çıkar. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz” (Rahman, 22-23) diye beyan buyurmak suretiyle inananı inanmayanı hiç fark etmez tüm kullarını bu hususta uyarır da. Öyle ya, madem Yüce Rabbimiz kullarına ihsan eylediği nimetleri üzerinde düşünmemizi murad eylemekte, o halde deryalarda bizim için mücevherat ve süs eşyası üreten canlılardan “…takacağınız bir süs (eşyası) çıkarmanız için denizi emrinize veren O’dur” (Nahl, 14) ayetinin mana ve ruhuna uygun olarak süs eşyalarını hakkıyla kullanıp şükreylememiz icab eder.
Evet, hiç şüphe yoktur ki denizler ve okyanuslar şükrünü bilen kullar için çok büyük bir nimettir. Şükrünü bilenler bu yüzden denizlere ve okyanuslara açılmak istediklerinde “Vira vira Bismillah” demekten kendilerini alamazlar da. Aynı zamanda ‘Vira Bismillah’ maviye gönül verenlerin besmelesidir de. Hele ki bizim olan topraklarda “Vira vira Bismillah” diyerek deryalara açılmak iyi başlangıç dileği manasına kullanılan bir ifade anlamı taşır. Öyle ki bu ifade bir zamanlar Akdeniz’de denizcilik yapan tayfalarımızın dillerinden düşürmeyip de denizlere ve okyanuslara yelken açmanın parolası olarak bugüne gelmiştir. Hatta sıradan bir ifade, sıradan bir parola olmadığı şundan besbellidir ki, daha kaptanın ağzından “Vira Bismillah” ifadesi çıkar çıkmaz hem deniz mürettebatı aşka gelir hem de bindikleri gemiler. Zaten ‘Vira Bismillah’ parolasıyla aşka gelinmese tarihten bu güne gelinen noktada ne Çaka Bey’den ne Barbaros Oruç Reisten, ne Hızır Bey, ne Piri Reislerden ne de bindikleri yelkenli gemilerden söz edemezdik. Ki, bu hususta Yüce Allah (c.c); “İnsanlara yarayan şeyleri denizde akıt(ıp) taşıyan o gemilerde akıllı kimseler için nice ayetler vardır” (Bakara, 164) diye beyan buyurmakla gemilerin “Vira vira Bismillah” sesleri eşliğinde kıtalardan kıtalara yelken açacağını düşünen dimağların dikkatine sunmuştur. Nitekim bu ayetin mana ve ruhu üzerinde inceden inceye düşünüp hikmetini anlamaya çalıştığımızda, Yüce Allah (c.c) sadece karada değil denizlerde de ulaşımın rahatlıkla yapılacağına işaret edip kullarının bu noktada ağaçların özgül ağırlığını sudan hafif tutup gemi yapmalarını akl etmeyi dilemiştir. Yeter ki biz aciz kullar olarak akl edelim bir bakmışsın rüzgârlar bile Yüce Allah’ın emri doğrultusunda ‘Vira vira Bismillah’ sesleri eşliğinde bineceğimiz geminin rotasını belirleyen pusulamız olur da. Nitekim maviye gönül vermiş tayfalar “Yelkenler fora” demekten kendilerini alamaz da. Böylece bu komutla sulara açılan gemi mürettebatı gittiği limanlarda demirleyebilmenin kutlu zaferini Hasan Sağındık’ın dillendirdiği “Zafer Güvercinleri” adlı şarkının dizelerinde şu şekilde anlam kazanır da:
“Göğsünü yelken gibi rüzgâra gere gere
Tunç bedenli tayfalar çıkıyor bir sefere
Belki ayın güneşin doğup battığı yere
***
Tuz kokan yosun kokan sulardadır bereket
Vira vira Bismillah başlayacak hareket
***
Akdeniz anne deniz eski çağlardan beri
Fırtına kalyonlarla tanır bizi tan yeri
Selam gökteki yıldız, selam deniz feneri
***
Gelen Türk tayfaları yol ver hey deli deniz
Rüzgârla konuşuruz pirimiz Piri Reis
***
Öpülesi yelkenler zafer güvercinleri
Bin Haçlıyı batırmış Barbaros’un kırk eri
Çalkalanır durur deniz o ulu seferden beri
***
Coşsa kudursa deniz, tufan olsa giderdik
Elde değil bir kere maviye gönül verdik”
İşte dizelerde geçen ifadelerden de anlaşıldığı üzere maviye gönül verdiğimiz deryalar gerek kahramanlık destanlarımız bakımından, gerek tuz kokan yosun kokan memba sular olması bakımdan, gerek bağrında taşıdığı zengin florası, faunası, incisi ve mercanı bakımdan, gerekse ab-ı hayat deryayı umman engin su oluşları bakımdan çok büyük bir nimetle karşı karşıyayızdır elbet. Ve dahi böylesi bir nimet karşısında bilim adamları zihinlerde herhangi bir karışıklığa meydan vermemek için dünyada mevcut deryaların yüzey sıcaklığından tutunda topoğrafı özelliği, batimetre ölçüm değeri ve biyolojik yapısına dair her ne varsa ellerinden gelen tüm çabayı göstererekten böylesi deryalar âlemini şöyle sınıflandırılmışlar bile:
1-)Topoğrafı yönden sınıflandırma:
Bu da kendi arasında dört kategoride incelenir:
-Kıyısal (bordier) denizler: Büyük okyanusların sınır çevresinde yer alan denizlerdir. Örnek olarak Atlantik sahili deryalar, Pasifik sahili deryalar.
-Akdeniz’le bağlantılı lokal denizler: Bu denizler kıtalar içinde bulunurlar. Kıyısal denizlere oranla derinlikleri azdır. Örnek- Adriyatik deryası, Ege denizi deryası.
-İç denizler: Her hangi bir kıtanın iç kesimlerinde konuşlanmış aynı zamanda dar alanda derin olmayan bir eşikte diğer bir denize açılan denizlerdir. Örnek: Karadeniz ve Baltık deryaları.
-Kapalı denizler: Her ne kadar kendisine deniz gözüyle bakılmasa da tam da karaların ortasında bulunan diğer denizlerle hiçbir iç denizlerle bağlantısı olmayan denizlerdir. Örnek: Hazar ve Aral gölü deryaları.
2-)Yüzey sularının ısısına göre sınıflandırılma:
Bu sistemde çeşitli sistemler rol oynar. Bunlardan en yaygın olan sınıflandırma olup ısı özellikleri şu şekilde tanımlanır:
-Polar denizler- Temperatürü, yani sıcaklığı 5 santigrat derecenin altında deniz sulardır.
-Subpolar denizler- Temperatürü 10 santigrat derecenin altında olup ortalama 8 santigrat derecelik ısıda denizlerdir.
-Ilıman denizler- Temperatürü 8-23 santigrat derecenin altında olup soğuk ve sıcak ılıman iki grub altında incelenen denizlerdir. Malum soğuk ılımandakiler 8-10 santigrat derece de olup sıcak ılımandakiler ise 12-23 santigrat derecede olan denizlerdir.
3-)Batimetrik yönden sınıflandırılma:
Okyanus veya deniz suları doğal olarak üç fiziki faktörün etkisi altındadır. Bunlar temperatür, ışık ve med cezir çalkantılarıdır. Dolayısıyla söz konusu faktörlerin etkisiyle suların meydana getirdiği dikeyine evrilen zonasyonların yüzeyinden dibine doğru üç zonlu oluşumunu da beraberinde getirdiği muhakkak. Mesela ışık faktörü bakımdan deryalar üç başlık altında incelendiğinde öfotik zonasyon, oligofitik zonasyon ve afotik zonasyon olarak isimlendirilirler. Madem öyle, kısaca özellikleri neymiş bir görelim:
Öfotik Zon: Yaklaşık 20 metreden 150 metreye kadar olan derin bölgeleri kapsar. Bu zonda ortalama derinlik 50 metre civarındadır. Bu derinliklere nüfuz eden bütün kırmızı ve mavi ışığa ait radyasyonların hemen hepsi absorbe edilebiliyor. Derken bu arada öfotik zonun özelliğinden istifade eden ototrof canlılar da kendi ihtiyaçları olan maddeleri suda bulunan karbondioksit ve güneş enerjisinden almış olurlar.
Oligofotik zon: Takriben 300-600 metre derinlikteki ışık huzmesini kapsayan (ortalama 500 metrelik derinlik huzmesi) bir zondur. Ancak güneş ışığının huzme etkisi öfotik zonda olduğu gibi ziyadesiyle pek bu zona nüfuz edemediğinden klorofil içeren bitkilerden mahrum bir zon olarak karşımıza çıkar. Hatta bu zonda med cezir türünden dalgalanmalara da pek rastlanmaz. Yine de bu zonda organik madde üreten iki kaynağın varlığı söz konusudur.
Afotik zon: Oligofotik zonun hemen alt tabakasını oluşturup dibe kadar devam eden bir zondur bu. Bu zonda sıcaklığın çok düşük olması hasebiyle viskozite yüksektir. Suyun akışının akışı ise genellikle durgun halde seyreder.
4-)Biyolojik yönden sınıflandırma:
Biyolojik özelliklerine göre okyanus suları bentik ve pelajik bölge olarak sınıflandırılarak kategorize edilirler. Böylece bir sınıflandırmadan hareketle bentik bölge sadece kendi alanını kapsar anlamında bir isimlendirme olurken, pelajik bölge ise bentiği de içine alan sahayı kapsar anlamında bir isimlendirme olur.
Pelajik bölge
Bilim adamlarının çalışmalarıyla bu bölgede yaşayan canlıların sınıflandırması yapıldığı gibi bağrında taşıdığı sistem analizleri de ortaya konulmuştur. Örnek mi? Mesela sonraki yapılan araştırmalar ve çalışmalar sonucunda Kuril adalarının derinliklerinde pelajik bölgeyi kapsayan alının yüzeyden derinliğe kadar tüm ayrıntılarıyla ele alınıp 6 zon olarak tasniflenmesi bunun en bariz tipik misalini teşkil eder. Şöyle ki;
-Epipelajik Zon: 0-200 metre derinliklileri kapsayan bölgelerdir. Yani ökoryatik su yosunlarının fitoplanktonların oluşturan Diyatomeler ve sucul ekosistemin ana fitoplankton guruplarından Dinoflagellatlar türü ototrof, saprotrof, parazit ya da holozoik beslenen organizmaların bulunduğu alanı kapsayan bir zondur bu.
-Mezopelajik Zon ve İnfrapelajik Zon: Planton yoğunluğunun azaldığı gözlemlenen ve 200-1000 metre derinliği kapsayan bir zondur. Aslında bu iki zon (Epi-Mezopelajik) bazı Rus araştırmacıları tarafından 0-200 metreye ulaşan yüzeysel alan superficial zon adı altında birleştirilmiştir. Yani bu demektir ki bu iki zon ortalama 200-800 metre derinlikleri ile dipteki soğuk suları arasında geçit teşkil eden zonlardır. Nitekim yapılan araştırmalarla gündüzleri İnfrapelajik zona geçen suların geceleri süperficial zona geçiş yaptıkları gözlemlenmiştir. Dahası planktonlar için adeta gündüzleri bir barınak olarak kullanılan geçiş zonudur bu.
-Batipelajik Zon: 1000 metre derinlikten 200-2500 metre derinlikleri arasındaki sahaları kapsar. Bu zonda eklembacaklılardan kopepodlar yoğunluğu baskın haldedir.
-Abissopelajik Zon: 2600 -7000 metre derinliğe kadar ulaşan bölgeyi kapsamaktadır. Her ne kadar bu zonda yaşayan makro planktonlar kalitatif yönden fakir olsa da kantitatif yönden oldukça zenginlik içermektedir.
-Hadopelajik Zon: 7000 metreden sonraki bölgeleri kapsayan bir zondur. Çok fakir alanı kapsamakla beraber az da olsa tırnaksı denen amphipoda ve eklem bacaklılardan copepoda’lara rastlanabiliyor.
Tabii pelajik bölge ile ilgili tanımlamalar bunlarla sınırlı değil, devamı var elbet. Dahası pelajik bölgeyi ayriyeten topoğrafik bakımından da ele aldığımızda Neritik bölge ve Oseanik bölge diye iki bölge olarak kategorize edildiğini görürüz:
Neritik Bölge
Dikey yönden 200 metrelik derinlikle sınırlanmış sahayı kapsayan bir bölgedir. Bu bölge suları asılı halde pek çok maddeleri içerdiğinden berrak değildir, ama bitkilerin ihtiyacı olan mineral bakımdan oldukça zengindir diyebiliriz. Kıtaların etki alanının ve derinliğinin az olması hasebiyle su sirkülâsyonunun çok kolay yer değiştirmesi ve akışkan hal almasıyla birlikte minerallerin yenilenmesini de beraberinde getirdiğini görürüz. Nitekim Neritik bölgede bitkiler için gerekli olan mineral maddeler son derece zenginlik arz eder. Ayrıca bu bölge uskumru, hamsi, som balığı gibi balık türlerin bulunması yönüyle dikkat çeker.
Oseanik Bölge
Okyanus ve denizlerin neritik bölgenin dışında kalan sahaları kapsayan bölge olarak dikkat çeker. Neritik bölgenin dışında alanı kapsadığı şundan besbellidir ki, sularının oldukça berrak olması hasebiyle adından masmavi sular olarak söz ettirir hep. Hem nasıl adından masmavi adından söz ettirmesin ki, baksanıza hem organizma yönünden fakir hem de asılı maddeler bakımdan fakir olup neredeyse mineral madde yok denecek kadar bir içeriğe sahiptir. İşte bu noktada içeriğinin fakir olması avantajıyla güneş ışınları (radyasyonları) çok rahatlıkla absorbe olmaksızın geçiş yapabiliyor da. İlla içeriğinde herhangi bir madde varlığından söz edeceksek sadece bu bölgede ce Salinite oranının (tuz oranı) oldukça yüksek olduğundan söz edebiliriz ancak.
Bentik Bölge
Sahil hattından itibaren okyanusların en derin kısmına kadar olan bütün tabanı kapsayan alan temsil eden bölge olarak dikkat çeker. Bu bölgenin içeriğine baktığımızda morfolojik ve biyolojik bakımdan çeşitlilik arz edip, içeriğinde bitkisel ve hayvansal organizmaların varlığını görürüz. Bu yüzden bentik bölgenin (dip bölge) sınıflandırılması pelajik bölgeninkine nazaran daha zor olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bentik bölge; Littoral sistem (fital sistem) ve Derin deniz sistemi (afital) şeklinde çift başlılık diyebileceğimiz karmaşık bir yapı söz konusudur. Başlıca özellikleri:
1-Littoral sistem (fital sistem)
- Bu sistem içerisinde yaşayan organizmalar türce zengindir.
-Alglerin hepsi ototroftur.
-Klorofil içeren bitkiler bulunur.
-Temperatur çok değişkendir.
-Substratum değişik tabiattadır.
-Organik madde boldur.
Littoral sistem ise kendi arasında Supralittoral zon (su dışında kalan zon), mediolittoral zon, infralittoral zon, circa littoral zon diye 4 zona ayrılır.
2-Derin deniz sistemi(afital)
-Klorofil ve ışık yoktur (afital sistem)
-Su basıncı yoktur vs.
Velhasıl-ı kelam; Vira Bismillah diyerek maviye gönül verdiğimiz deryalar Yüce Allah’ın kullarına bahşettiği deryayı umman ikramıdır. Tabii kıymet bilene.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/vira-bismillah-diyerek-maviye-gonul-verdigimiz-deryalar-5615-kose-yazisi