yusufiyeden bir ışık:AHMET SELÇUK ÖZDAĞ NE DEDİ?

yusufiyeden bir ışık:AHMET SELÇUK ÖZDAĞ NE DEDİ?
--------------------------------------------------------------------------------

araştırmacı-yazar:ALPEREN GÜRBÜZER
Yusufiyeden bir ışık: Ahmet Selçuk Özdağ

Bu işin çilesini çekenlerden, Yusufiye diye adlandırdıkları mahpuslarda MHP davasında yargılananlardan Ahmet Selçuk Özdağ’da bakın neler diyor o Gönül Sultanı için:

1929'da Siyanüş'te Bir Güneş Doğdu
EFENDİME FATİHALARLA

İnsanlığın gönül dünyasını yıllar sonra aydınlatma görevi verildiğini mânâ âlemi biliyor, fakat insanlık henüz bilmiyordu...
Yıllarca hiç bıkmadan zahirî ve batınî ilimlerin müdavimi oldu, her zaman ve zeminde kendisini Allah'a (c.c.) kulluğa ve Allah yolunun yolcuları sadatlara (K.S.) hizmete vakfetti ve Ümmet-i Muhammedin dertleriyle inledi, inledi durdu...
Babası S. Abdulhakim El Hüseyni (K.S.) Hazretlerinin dergahında nefis terbiyesi altında iken, herkesin uykuda olduğu zamanlar uyanık durur, sofilerin, müridlerin tuvaletlerini temizlerdi.
Babası Gavs (K.S.) Hazretleri bir gün sohbette şöyle buyurdular ''Keşke Gavslık görevi ile görevlendirilmeseydim de benden sonra gelecek olana mürid olsaydım''. Bu söz gelecek şahsın yani S. Muhammed Raşid Hazretlerinin hizmetinin ve makamının büyüklüğüne işaretti.
Kendilerini tanımam 1977 yılında oldu. Gönül dostu, gerçekten bir er olan Ahmet Er ağabey bu mübarek, mübeccel insana intisablı idi, sık sık bizlere bahseder, ''devlet olmak için akıl ve heyecan yetmez gençler, gönül lazım, gönül lazım, gönül lazım'' derdi... 12 Eylül öncesi bir ağaç için koskoca bir ormanın feda edildiği günlerden önce çok çetin şartlar altında mücadele ederken bile Osmanlı'yı, Selçuklu'yu dolaşır, insanlığın gönül dünyasını bir güneş misali aydınlatan Süreyya Yıldızı gibi yön gösteren Allah dostlarına gıbta ederdik.
Uğruna herşeyimizi feda ettiğimiz ceylan gözlünün vefasızlığı neticesi ver elini 12 Eylül zindanları...
Ve... Allah'ın şefkat tokatı, zahiren zulme atıldığımız zindanlardan Allah bir nesli yarınlara hazırlıyordu. Üstad cennet mekan Necip Fazıl'ın dediği gibi ''ana rahmi zahir karanlığında nur doğuş sesler duymaktayım, davran ve boğuş...'' misali şafak, karanlığın en koyu olduğu yerden doğuyordu.
12 Eylül öncesi şehzadeler şehrinin manevi havasını teneffüs etmemize, Aynalı Camiinde Nûri Efendinin sohbetlerini dinlememize, Şekerci Dedenin zaman zaman dualarını alarak mübarek ellerini öpmemize rağmen Tasavvufun ne olduğunu bilmiyorduk. Herkes idraki oranında nasiplenirmiş ve bir gece Medrese-i Yusufiyede üç dört arkadaşın gördüğü aynı rüya... Gönüller sultanı... Sultanlar sultanı efendimiz, kurtarıcımız Buca cezaevinin 13. koğuşunda rüyalarındaydı... Sonra Ahmet Er ağabeye mektuplarla rüyamızı Muhammed Raşid Hazretlerine sorduk ve gelen cevap: ''Allah rûyâlarınızı makbul eylesin, Menzil İslam'ın lekesiz, gölgesiz, tertemiz uygulandığı bir yer ve o zât'da Mürşid'i Kamildir. Yolunuz ve haliniz mübarek olsun.''
O günden itibaren binlerce kerametine şahid olduğumuz tasavvuf ve istikamet M. Raşid (K.S.) Hazretleri efendimiz, yol göstericimiz, kurtarıcımızdı.
Medrese-i Yusufiyede iken Adıyaman'da öğretmenlik yapan akademiden mezun olan bir arkadaşıma mektup yazdım. ''Sen Menzil'e yakınsın, oradaki mübarek insanı ziyaret et, durumumuzu anlat ve bize dua iste...'' Arkadaşım gitmişti Menzil'e... Yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu: ''Menzil'e gittim kendisine ulaşamadım, çok kalabaktı fakat kardeşi Seyyid Abdülbaki Hazretlerine sizleri sordum. Bana dedi ki: Onlar günü geldiğinde çıkacaklar ve buraya gelecekler...''
Ve zulmen atıldığımız zindanlarda zahiri hürriyete adım attık ve de hakikaten Menzil'e ulaştık. Murad-ı İlahiyi öğrenmek istiyorduk... Dünyanın en güçlü istihbarat sistemine sahip olduğumuz idrakı ile Allah'tan, Resulullah'tan haber alan Allah dostlarının kader aynasına bakarak, Allah'ın izniyle gösterilenleri işitmek, duymak, gönül dünyamıza nakşetmek istiyorduk. Mübarek (K.S.) bize gülümsedi, sorular sorduk, ülkemizle, insanımızla ilgili çok az konuşan ''konuştuğunuz her kelimenin hesabını vereceksiniz'' Ayet-i Kerime mealine uygun hareket eden M. Raşid (K.S.) Hazretleri buyurdular ki: ''Sizlere teşekkür ediyoruz, siz olmasaydınız bu memleket felaketlere düçar olabilirdi... Ah... Ahh... Bir de İslamı yaşayabilseydiniz yeniden Osmanlıyı ihya etmek sizlere nasip olabilirdi.'' Aman Allahım ne büyük mazhariyet, ne büyük teşhisti o, eksikliğimizi tamamlamamız ve yeniden diriliş için harekete geçmemiz gerekiyordu. Bir gün kendilerine Doğu ve Güneydoğudaki hadiseler soruldu ve aynen şöyle buyurdular: ''Kürtçülük küfürcülüktür'' ve hep Ümmet-i Muhammed için dualar... Dualar... Dualar... ediyorlardı.
O, Allah dostu idi, Peygamber sevgilisi idi. Hayatı boyunca Sünnet'e ittiba etti, sadatlara mutabaat halinde yaşadı, yüzbinlerce insanı dünyadan ahirete bağladı, insanları çirkeften, zulmetten karanlıktan aydınlığa, güzelliğe, adalete hicret ettirdi.

EFENDİM, MUHAMMED RAŞİD (K.S.)
HAZRETLERİ'NİN ARDINDAN

Menzil-i ırak bu yolun, bu yola kim varası
Müşkülü çoktur bu yolun, bunu kim başarası.
(Yunus)
Gönülleri kainat çapında büyük olan insanları, kelimeleri dar kalıplarıyla ifade etmek son derece zordur. Mana iklimlerinin zirvelerinde dolaşan yüce kimseler için bu imkansız derecesinde zor bir iştir. Hiç şüphesiz bunlardan biri, belki de en birincilerinden biri (Mürid Şeyhini, Efendisini öyle bilmeli) de Ahlak-ı hamide sahibi, büyük öncülerden, Peygamber varisi, Silsile-i Sadatın gözbebeklerinden Seyyid Muhammed Raşid Erol Hazretleri'dir. (Allah ruhlarını ali etsin, Allah rahmet eylesin)
Görenlerin yüzünde dünya kirinin bulamadığı bir emsalsiz parlaklığı müşahede ettikleri, o büyük şahsiyetin en belirgin vasfı hiç şüphesiz sünnet ve cemaat yolunda gösterdikleri tarifsiz hassasiyettir. Öyle bir peygamberi metodla, peygamberi meşrebli olarak yaşadı ki, hem otoriteyle çatışmak istemedi, hem de İslami metodtan hiç ama hiç taviz vermedi.
Şeyh Sunusi (K.S.) Hazretleri 40 gün uzakta kalır sonra seslenirdi; ''Getirin herhangi birisini getirirler, Rabb-i Rahimimüyn izni ile irşad eder, fena fillah, bekabillah makamına çıkarırdı. Yüz yıllar sonra ahir zamanda Anadolu'nun kıraç topraklarından bir güneş doğdu.
Değil birilerini, binleri irşadla görevlendirildi. Asil bir edayla asli görevini tam bir iştiyak ve vecd haliyle deruhte ettiler. O İbrahim meşrebli idi; aynen Ceddi İbrahim (A.S.) gibi çıkıp seslenecek ''Bayrak düştüğü yerden kaldırılır darb-ı meseli gereği insanlığı Hakka, hakikate, Allah'a davet edecekti. Duyuracak olan da Allahımızdı (C.C.).
Muhammed Raşid (K.S.) Hazretleri oturuşundan kalkışına kadar, yürüyüşünden ibadetine kadar tek bir bidatın bile bulaşmadığı sade hayatında Asr-ı Saadet'in güneşler çağının nurdan izlerini görmek mümkündü.
Kendileri ile tanışmam, 12 Eylül hazan rüzgarlarının vatan çocuklarını acımasızca savurduğu günlere rastlar. O 12 Eylül ki bir tomurcuk için binlerce ormanı yaktı. Mecburi ikametgah olarak tahsis edilen Buca Cezaevi'nden, Manisa emniyetine götürülmüştüm. Acılarım o kadar uzuiyet kazanmış, şahsiyetim, kişiliğim ayaklar altına alınmıştı ki, İslam'ın yasakladığı intiharı düşünür olmuştum. Zamanın geçmediği, eziyetlerin zirveleştiği, aklımın durduğu bu demde canıma kıymaya karar verdim. Ben med ve cezirlerinin fazlalaştığında uzaklaşmıştım. Bir ara (uyku ile uyanıklık arası) bir ses duydum, -Muhammed Raşid Hazretleri, Muhammed Raşid Hazretleri- diye birisini çağırıyordu, sesleniyordu. Gözlerimi açtım, karşımda hücremde beyaz sakallı, yeşil cüppeli, iri cüsseli bir zat. Bir an titredim, acılarım unutturuldu, gülümsedim. Gördüğüm siluet kayboldu. Bir daha sorguya alınmadım. 12 Eylül önceleri, Ahmet Er, ağabeyimden, Seyda Hazretleri'nin ismini çok duyduğum için, keramet izhar ettiklerini, hücrelerde dahi tasarrufta bulunduklarına bizzat şahit oldum.
''Tarikat ve tasavvuf; bir telkin ve tavsiye işi değildir, bir nasip işidir'' sözü gereğince, istihare ve istişarelerden ve de bazı gönlümüze getirilen ilhamlardan sonra intisap devri başladı. Herkes idraki oranında nasiplenmiş. Biz de o günden bugüne dek idrakimiz oranında himmetten nasiplendik.
Bizlere birgün hususi sohbetlerinden birisinde şöyle buyurdular: ''İslam'a hizmet edin, İslam'a zarar vermeyin, maddenize ve mananıza zof getirmeden hizmet edin'' Ne muhteşem bir hizmet düsturu, mücadele anahtarı.
''Her kim boynunda ''Biat'' şerefi bulunmaksızın ölürse cahiliyet ölümü ile ölür''.
Gönül erlerinin elini tutan, ellerine tutunanlar için her taraf bağ-ı iremdir. O günden sonra zindinlar, medrese-i yusufiye gül-gülistan oldu bizim için. Buca Cezaevinin koğuşlarını, İmam-ı Rabbani'nin, Abdülkadir Geylani'nin, Seyda Hazretleri'nin, Said-i Nursi'nin ruhaniyetleri doldurdu. Biz Rabbül Alemin ezel şerbetini içmiş bir eli tutalım ki, o da bizi tutsun diyorduk. Bulduk. El ele, elde Hakk'a ulaşsın istiyorduk. Başardık. Seyda Hazretleri'nin (K.S.) davası, insanı karanlıklardan çıkarıp Nur'a kavuşturmak sevdası idi. Kainatın süsü, yaratılanların en şereflisi olan insanı layık olduğu yere ulaştırma davası idi. Bir cümle ile, ''ölü beşeriyetin dirilmesine vesile olmak'' ameliyesi şiarı, davası idi. Kanun-i umumidir ki, öğle vakti dünyaya gelen bir dava adamı yoktur. Onlar daima gece yarısı karanlıklar içinde dünyaya gelmiş, eziyet ve meşakkat içinde büyümüş, gördükleri zulüm ve işkence ile bilenmişlerdir. Seyda (K.S Hazretleri sürgünlere gönderildi, suikastlere maruz kaldı, gözetim altında tutuldu. Ama o irşaddan hiç geri durmadı.. ''Zaman imanları kurtarma zamanıdır'' diyen maneviyat kardeşi Said-i Nursi Hazretleri'nin döneminin şartlarında yapamadıklarını usul ve tasavvufla yapan son dönemin nadide güllerindendi. Mübarek Efendimiz'in (K.S.) kucağını kainat içine alacak kadar açarak, herkesi sinesine basması, bir taraftan ümmete merhametin nişanesi iken, öbür taraftan da, zamanı imanı kurtarma zamanı, tarikati de böyle bir vazifenin hareket merkezi olarak görme anlayışının şuurlu bir tecellisi olarak görülebilir.
O Menzil'i ruhani varlığı ile bir asr-ı saadet şehrine çevirendi.
O, dünya ateiler içerisinde iken Menzil'i gül-gülistan eyleyendi.
O, herkes şu veya bu sebeple, değişirken Kürd'ü, Türkmen'i, Çerkez'i, Arab'ı, Yörük'ü kardeşliğin engin denizinde yüzdürendi.
O, herkes cehennemlere koşarken aynen Necip Fazıl'ın ifadesi ile ''Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak'' diye haykıran insanlığı cennete davet eden davetçi idi.
O, Allah'tan haber alan bir silsilenin, sadat-ı teşkilatın numunelerinden biri idi.
Bir gün kendisini ziyarete gitmiştik, bir arkadaşımız Adnan Menderes'in iade-i itibarının edildiğini söylediler. İyi ve güzel olmuş dediler, döndüler ve buyurdular ki ''Sizler de yakın bir zamanda (tarih verdiler) Osmanlı'nın iade-i itibarını istersiniz''. Sonra bir kardeşinin seyyidlerin itibarını sordular, buyurdular ki, ''Onların itibarını Mehdi (A.S.) alacak.
Henüz Medrese-i Yusufiye'den çıkmamıştım. Bir gece bir rüya gördüm, rüyamda bir büyük zat Keçiören'in girişindeki tepelerde (Fatih Sitesi) Muhammed Raşid Hazretleri, Bediüzzaman beraberlerdi. Büyük zat, bana döndü dedi ki, Bediüzzaman geçen yüzyılın kutbu idi, Seyda da bu yüzyılın kutbudur. 15 gün sonra da zahiri hürriyetle tanıştım. Keçiören'de devletin bir müessesinde çok önemli görevleri ifa ettirdiler.''
Neslimiz mana ve madde planında yeni fetihler yapmak istiyorsa Bediüzzaman, Süleyman Hilmi Tunahan, M. Zahid Kutku, M. Raşid Erol (K.S.) gibi gönül erleriyle bir bütün olmak zorundadır. İnanıyor ve iman ediyoruz ki, bu ruhla maneviyat sofrasının ev sahipliğini Müslüman-Türk milleti yapacaktır. (Maneviyat dünyasının keşfidir).
Efendimiz; seni tanımak, nefesinden nefeslenmek, nazarlarına uğramak ne büyük şerefti, bizleri şerefyab eylediniz.
Şefaatinize nail olabilmek için imanla teslim-i ruh etmeyi Allah bizlere nasip etsin. Ülkemize ve insanlığa sizleri yüzler-binler olarak ikram etsin, lutfetsin.
O, (Seyda) Allah dostu idi, Peygamber sevgilisi idi. Hayatı boyunca sünnete ittiba, sadatlara mutabaat etti. Yüzbinlerce, milyonlarca insanı dünyadan ahirete bağladı. İnsanları zulmetten mutluluğa, çirkeften güzelliğe, dalaletten kurtuluşa, hicrete vesile oldu.
Efendime binler selam...
Efendime (K.S.) binler Fatiha...
Bir fatiha okumaz mısınız, bu yüce insana?...

Ahmet Selçuk ÖZDAĞ

BİRİCİK NUR YÜZLÜ KIZIM MERVE NUR

SELİM GÜRBÜZER

Ayrılığın vakti geldi artık. Hoşça kal, biliyorum annen, baban ve kardeşinden ayrılmanın zor olduğunu, yine de sen tutku gözlerinden damlayan yaşı sil. Nasıl olsa geride unutulmayacak hatıralarımız var.
Yuvadan kopuş öyle kolay değil elbet. Anneni beyaz gelinlik içerisinde doğup büyüdüğü Karabük’ten alıp meslek hayatıma ilk adımını attığım İstanbul’a yola koyulduğumda ardımızdan anneannen ve dedenin mahzun bakışlarından bilirim. Karayoluyla önce Yalova’ya indik, ardından vapurla karşıya geçip İstanbul Anadolu yakasında Güzelyalı’da dünya evine girdiğimde bir gün çocuk sahibi olup senin beyaz gelinliğinle veda ettiğinde bunu daha da iyi anlamış oldum.
Daha sen dünyaya gelmeden önce Güzelyalı’dan Sultanahmet’e tren, vapur ve galata köprüsü üzeri yürüyüşle iş yerim Sultanahmet Sağlık Eğitim Merkezine gidiş gelişlerimin yorgunluğunu bir zaman sonra annenin; “Bir çocuğumuz olacak” müjdesi ancak dindirebilmiştir. Hele hele şu anne karnında ara sıra tekmeleyişlerin var ya, bir ömre bedeldi sanki. Tabii bazen sevinçle hüznü bir arada yaşadıklarımızda olurdu. Şöyle ki; hamilelik sürecinde ölçülen kan değerlerin çok düşük seviyeler de çıkması annenin moralini bozup karnında taşıdığı yavrusunun (senin) düşük doğma endişesine sevk etmişti. Neyse ki korktuğumuz başımıza gelmemişti. Hatta o süreçte İstanbul’un o akışkan hareketli hayatından daha sakin bir şehre gitme düşüncesi belirmeye başlamıştı. Nitekim o kararı almam zor olmazda. Derken Ankara’ya gelip Özal hükümeti döneminde Oltan Sungurlu’ya durumumu arz edip apar topar Balıkesir’e tayinimi aldırdım.
Evet, anne karnında yolculuğu seninle yaşadık. Balıkesir tanımadığımız bir şehirdi. Bir sofi vesilesiyle Balıkesir’de tâ Gavs zamanından beri vekil Hasan ağabeyimize göndererek yerleşim sıkıntısının giderileceğini söyledi. Derken Hasan ağabeyimle tanışma lütfüne eriştim ve evinde ağırlayıp balık ikram ettikten sonra Kamil Kaynaş’la tanıştırdılar. İyi ki de tanıştırmış, o kadar candan davrandı ki; “Hiç merak etmeyin evinize dönün eşyalarınızı toparlayana kadar yerleşeceğiniz evinizi biz buluruz” deyip oracıktan ayrıldım. Derken dönüşte eşyalarımızı toparlayıp anne karnında ilk nakli yolculuk gerçekleşip orada bizi dost Kamil Kaynaş kardeşim karşılayacaktır. Komşu oluruz da.
Artık hamileliğin 9 aylık süreci tamamlanma vakti yaklaşmıştı ki; hastane önünde o dostumla gecenin epey ilerlediği vakitte aldığım doğum haberi artık baba olduğumun müjdesiydi. Hastaneden eve geldiğinde annemin ve babamın yanımda kucağıma alıp sevdiğimde o an babaannenin şaşkın bakışları gözden kaçmaz. Öyle ki bir ara babaannen; “Büyük oğlumdan görmediğimi küçük oğlumdan gördüm” deyişini hatırlıyorum. Tabii bende babaannene; “Senin yanında, şunun yanında, bunun yanında sevmeyeceğimde kimin yanında seveceğim” diyebilmişim. Malum bizim doğup büyüdüğümüz Bayburt’ta evladını büyüklerin yanında sevme pek hoş karşılanmaz, olsun en azından böyle bir tabuyu kendi çapımda olsun yıkabilmişim.
Derken günler günleri kovalıyordu ki askerlik vakti yaklaşmıştı. Bizim aile efradı askere gittiğimde çocukları nereye koyup gidecek diye konuşurken bizde asteğmenliğin ilk dört ayında ev kirası ve askerlik harçlığımın yetip yetmeyeceği endişesi içerisindeydik. Ve askerlik şubesinden gelen yazımda İstanbul Tuzla çıkmıştı. Yalova’da ağabeyim vardı. Onlara dedim ki; “Görüyorum ki gerek Bayburt’ta annem ve babam, gerekse Yalova’da sizler eşim ve çocuğumu nereye koyacağı merak konusu. Oysa onların barınma diye bir meselesi yok, sonuçta Karabük’te olabilir. Dolayısıyla kimseye muhtaç olduğu için değil askerlik yapacağım yere yakın olması hasebiyle Yalova’da kalmalarına karar verdim.” Böylece bu çıkışımla tartışmalara son vermiştim. Belli ki herkesin derdi davası hanım tarafında mı, oğlan tarafında mı kalacak meselesi önemliymiş, kimsenin askerlik harçlığı var mı, kira meselesi var mı diye derdi yoktu zaten, hatta lafı bile olmadı. Yalova İskelesinden askere uğurlanışımda Allah kerim deyip vatani görevimi yapmak üzere vapura binişimde annene ve sana el sallayarak ayrıldım.
Vapur epey uzaklaşmıştı ki; denize seyre dalaraktan hep sizleri düşündüm, o an vapurun Kartal iskelesine demirlediğini fark ettim. Vapurdan iner inmez Kartal istasyonundan Tuzlaya giden trene bindim. Tuzla Piyade Okulu Komutanlığının kapısından girdiğimde asker olduğumu anladım. Yemin törenine 20 gün vardı. Bu süre zarfında hafta sonu ziyaretleri yoktu. Bu yüzden 20 günün geçmesini iple çekiyordum. Kolay değil yolumu bekleyen annen ve senin derin özlemi vardı içimde. Beraber çıkmıştık bu yola, acımızı neşemizi beraber paylaşıp yokluğumuzu belli etmezdik. Yemin töreni gelip çattığında aileler evlatlarının yanında bulunurken o törende yalnızdım, akrabayı taallukattan bir Allah’ın kulu yoktu. Neyse ki; bundan böyle hafta sonları Yalova’ya gidiş gelişlerimde sizleri görüp hasretlik duygumu gidermem o yalnızlığı unutmama yetmişti.
Tuzlada 4 aylık Yedek Subay eğitimin sonunda asteğmen öğretmen olarak Malatya’ya dağıtımım çıkar. O sıralar öğretmen açığını gidermek için böyle bir uygulama vardı. Ki; bu uygulamanın bana çıkmasına çok sevinmiştim. Nasıl sevinmeyim ki; hem küçük yaşlardan beri öğretmen olma duygusunu bu sayede tatma fırsatını elde etmiştim, hem de askerliğimi sivil olarak beraber geçirecektik. Nitekim vatani görevimin 12 aylık kalan süresi boyunca bizim için gerekli bir yer yatağı, bir katalitik soba ve birde açılır kapanır çocuk beşiğiyle otobüs bagajına koyup bindiğimizde artık İstanbul, Balıkesir ve Yalova’ya veda ediyorduk. Derken Malatya’nın Akçadağ ilçesine bağlı Bayramuşağı köyünde öğretmen lojmanına yerleşiverdik. Hele şükür bu sefer kafamızda geçim iaşe derdimiz yoktu. Aldığım asteğmen öğretmen maaşı Balıkesir’deki evin kira bedelini karşılamaya ve Kamil Kaynaş dostum üzerinden sipariş verdiğim salon için gerekli çekyat, kanepe vs. eşya havale taksit ödemelerime yetti bile.
Tabii askerlik süresince Fen bilgisi, İngilizce, müzik gibi boşta kalan hangi ders varsa bana verdiler. Bizde elimizden geldiği kadarıyla köydeki çocuklara yararlı olmaya çalıştık. Öyle ki; beraber görev yaptığım birkaç öğretmenle beraber köy okulumuzun adından söz ettirdikte. Zira okullar arası yarışmalarda buna Akçadağ’da dâhil birinci olmuştuk. Allah’a şükür başımız yere eğilmedi.
Köy ahalisi aleviydi. Bu yüzden cuma namazlarını karşı Sünni köye yarım saat süren bir yürüyüşün akabinde eda edebiliyordum. Bir gün hiç unutmam köyde birisinin vefatı münasebetiyle alevi dedesi gelmemişti, bana Kur’an okumamı rica ettiler. Tabii bizde severek okuduk. Bu tavrım hoşlarına gitmiş olsa gerek ki; “Hocam, bak bizim cenazemiz için hem Kura’n okudunuz hem de pilavımızdan yediniz. Bazıları var ki; bize selam bile vermiyorlar” diye sitem ettiler. Onlara; “Ayrımız gayrımız yok, bakın şurası Alevi kahvesi, şu karşı köyde ise Sünni kahvesi var. Sonuçta her ikisinde de kumar oynanıyor. Alevi-Sünni kahvesi diye ayırmak marifet değil. Asıl marifet kumara karşı birlik olmaktır. Bakın Hz. Ali (k.v) namaz kılıyordu, bizde kılıyoruz, gelin imam olun arkanızda namaza durayım” dediğimde nefesler boşalmıştı. Derken Bayramuşağı öğretmenleri, köy ahalisi ve çocuklarıyla çok iyi günler geçirdik.
Bayramuşağı köyünde ara sıra hafta sonları Adıyaman-Kâhta Menzil köyüne annen ve daha henüz salına salına yürümeye başladığın çağlarda ziyaretlerimiz oldu. Tabii Bayram uşağı köy halkı, öğrenciler ve öğretmenler bu ziyaretimizden haberdar değildiler. Bir seferinde Seyda Hazretlerini ziyaret ettiğim bir günde senin başını okşamasını içimden geçirmiştim, bunu çok arzuluyordum. Seyda Hazretleri namazı kıldırıp cami çıkışında Hane-i Saadatın avlusuna geçtiğinde seni kucağımda boynu bükük peşi sıra takibe koyulduk. Tam avlunun ortasında durduğunda kucağımda seni yere bıraktığımda o pamuk elleriyle başını okşadığında dünyalar benim olmuştu. Artık maksadıma ulaşmanın sevinciyle Malatya’ya geldiğimde yüzümden hiç neşe eksik olmadı. O pamuk el etkisini gösterir de. Nitekim kız çocuklarında pek alışık olmadık bir davranışın gözümüzden kaçmaz da. Çünkü dışarıda kırda bayırda gezerken eller arkada geziyordun. Seyda Hz.leri de zaman zaman eller arkada gezerdi. Bu gezişinden çok keyif alırdım, senin bu yürüyüşün rabıtama renk katıyordu. Karne tatili geldiğinde annen ve sen birlikte Bayburt’a gidip anne baba ziyaretimizi gerçekleştirdik. Bayburt’ta 40 gün kaldıktan sonra tekrar ders başı yapmak üzere Malatya’ya geldik. Tabii bu arada terhis vakti yaklaşmıştı ki bu kez öğrencilerimden ayrılış hüznü bürümüştü bizi. Hepsiyle helalleşip doğduğun Balıkesir’e tekrar dönüş gerçekleşir.
Balıkesir’de bir süre iş hayatıma devam ettiğim bir zaman diliminde Ankara’da bir zaman laboratuarda staj yaptığım Beşevler Sağlık eğitim Merkezinden aradılar. Beraber çalışmak istediklerini bildirdiler. Bunda bir hikmet var deyip bu teklifi kabul etmiştim. Kabul ederken de Atatürk Üniversitesinde okuduğum yıllarda şelale evinde tanışıp arkadaş olduğumuz dostlarımın birçoğu Ankara’da olması etken unsur olmuştu. Hatta Ankara’nın başkent olması dolayısıyla ilerleyen zamanlarda mesleki yönden kazanımlarımın olacağını da düşündüm, kim bilir bir gün bürokrat olma fırsatı da doğabilirdi. İşte bu duygu ve düşünceler eşliğinde Ankara’ya tayininim gerçekleşir. Derken Erzurum’da beraber olduğumuz arkadaşlarımın bulunduğu Etlik semtine yerleşiverdik.
Balıkesir’de dostlarımın uğurlayışı da hoştu, eşyalarımın kamyona yerleştirilmesinde çok yardımcı oldular. Sabahın erken vaktinde Ankara’nın Etlik semtine indiğimde kamyondan eşyaları annenle birlikte taşıdığım o anı hiç unutamam. Güneş etrafı aydınlattığında bir zaman Erzurum’da üniversite öğrenci yurdunda kaldığımda zaman zaman hafta sonu ziyaretlerine şelale evinde tanışıp dost olduğum arkadaşlarım bizi karşılamaya geldiklerinde taşınma işlemi bitmişti. Tabii bana, “Ne acelen vardı, biz ne güne duruyoruz” diye sitem ettiler. Oysa kimseye yük olmama duygusu öteden beri bizim genlerimize işlemiş bir hasletti. Belki de bu duyguyu onlarda fark etmiştir. Gerçekten de şelale dost arkadaşlarımla Etlikte aileleriyle birlikte akşam oturmalarımız, muhabbetlerimiz hayatımın en güzel geçirdiğimiz yıllardı. Onlarla birlikte olmak bir başka ufuk kapısı açmıştı bize. Öyle ki; Şelale dostlarımdan Nurullah Zengin, Muzaffer Sungur, Tahir, Uşaklı Osman, İskender Çalış, Adnan Bozyel, Necdet Ünüvar, Mehmet Emin Fidan, Şinasi Yaşar’ın nezdinde onlarla birlikte yeni arkadaşlar da edinmiştim. Yeni arkadaşlarım Şükrü Tarhan, Selçuk Bekâr, Sabri Özcan, Mertol Bulur, Nusret, PTT’ci Abdullah, Mustafa Bahar, Muzaffer Zengin, Mustafa Aguş, Vedat Güçler, Albay lakaplı Celaleddin, Nafiz Çalık, Celaleddin Tarhan, genç Mesut Koçak, Hâkim Nevzat, Doğan Akın gibi her biri ayrı özellikte değerli dostlardı. Ailece biz onları sevmiştik onlarda bizleri sevmişti.
Sekiz yıl kirada geçirdiğim Etlikte birde sana kardeş gerekirdi ki; aramıza Ahmet Alperen dâhil oldu. Böylece kardeşlik sevgisini de tatmış oldun. Artık yalnız değildin erkek kardeşin vardı çünkü. Tabii benim açımdan 2 çocuğun eğitimi, kira, ayrıca bir evimiz olsun diye kooperatif taksitlerinin getirdiği sıkıntılar kolay değildi. Hatta bu sıkıntıyı ailece birlikte yaşadık. Mümkün mertebe dostlarımıza sıkıntılarımızı belli etmezdik. Dostlarımın çocukların hali vakti bize göre çok iyi olmasına rağmen bunu dert etmedik. Ancak bir ara senin bazen akşam oturmalarına gelmek istemediğini fark etmiştim. Anladım ki arkadaşlarımın çocukları yanında senin mütevazı giysinin vermiş olduğu eziklik vardı.
O yıllarda Muhsin Yazıcıoğlu’nun katıldığı kongrelere ailece gittiğimiz günlerde olurdu. Bir seferinde Ankara Altın Park kongre organizasyonunda Hasan Sağındık müziği ile ruhumuzda fırtınalar estiriyordu. Müziğin akabinde Muhsin Başkan’ın karşısına hem seni hem de kardeşini çıkardığımda sevip hal hatır etmişlerdi. Keza o yıllarda Seyda Hz.lerinin Pursaklar’a geldiğinde tıpkı seni Menzilde başını okşayışında olduğu gibi kardeşin Ahmet Alperen’i de okşayacağı düşüncesiyle ziyaretine gittiğimizde Seyda Hz.lerinin vefat haberi bizleri derinden sarsmıştı. Kafileler eşliğinde Etlikteki dostlarımızla birlikte Menzile vardığımızda Muhsin Başkanda vardı. Öksüz kaldığımızı sanmıştık, ama öksüz değilmişiz. Şükürler olsun Abdulbaki Hz.lerinin nefesi Seyda Hz.lerini gönlümüzde yaşatmaya yetmiş artmıştı bile. Oğlum Seyda Hz.lerini görememişti, ama Abdulbaki Hz.lerini görmüştü.
Hani kooperatif evimiz bitip Etlikten Sincan Fatih’e taşındığımız Güneşevler sitesinde misafir ettiğimiz hiç hayatında doğru dürüst namaz kılmamış bir akrabamız vardı ya, hatırlarsın elbet, kendisi Cebecide oturuyordu, her gün ayyaş gezerdi. Onunla birlikte Menzile gittiğimizde yeni bir hayata dönüş yapması kardeşinin ruh dünyasında çok büyük etki bırakmıştı. İşte tam ondan söz etmek zamanıdır. Malum bir seferinde Ünsal Baksı, ben ve kardeşin Ahmet Alperenle birlikte Menzil ziyaretlerimiz olmuştu. Gün geldi Ünsal amcanız akciğer kanser hastalığına yakalanmıştı, son nefesinde Kelimeyi şahadet getirip Saadatlara kavuştuğu haberi acımızı dindirmeye yetmişti. Biliyorum Ünsal amcanızı hep aileden biri bildiniz. Onun için hatırlatma ihtiyacı hissettim. Onun hayatını ailece yakinen izlediğimizde insan hayatının başlangıcından ziyade son nefesin önemli olduğunu idrak ettik. Derken o manevi iklimin ne demek olduğunu yakından görmüş olduk.
Yeni evimizde kaldığımız sıralarda sen Tevfik İleri İmam Hatip okulunu okurken kardeşinde orta öğretimde okuyordu. Derken okulu bitirdiğinde katsayı adaletsizliğine uğrayıp ilahiyatın 2 yıllık açık öğretimini okudun. Bir seferinde Muhsin Başkan çalıştığım kurumda bir cenazenin otopsisi için gelmişti. Daha önceleri Gündüz gazetesi, Nizam-ı Âlem dergisinde yazılar yazmam ve ara sıra genel merkeze gittiğimde karşılaşmalarımız olması hasebiyle bizi tanıyorlardı, ama 10 yıl ara vermiştim, genel merkeze gitmez olmuştum. Buna rağmen işyerinde karşılaştığımda ilk cümlesi; çocuklar nasıllar, iyiler mi sorusu oldu. Bende senin katsayı adaletsizliğinden dolayı 2 yıllığı okuduğunu söylediğimde, derin bir nefes çekip bu bizim kanayan yaramız deyip teselli vermişti. Evet, Muhsin Başkan böyle bir başkandı, çocuklarımızın hali vaktini bile dert edinen vefakâr bir dost liderdi. Zaten o buluşma üzerinden 2 ay geçmedi Muhsin Başkan kar beyaz dağlardan gelen vefat haberi yüreğimizi burkmuştu. İyi ki de o son buluşmamız olmuş, meğer o görüşme helallikmiş.
İki yıllık öğrenimini başarıyla tamamlayıp ardından dikey sınavlarını kazanıp Isparta’da Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesine kayıt olman benim için en büyük hediye olmuştur. Isparta’da nerde kalacak arayışı içerisinde Balıkesir’de ki dostum Kamil Kaynaş ve Ankara’da Adnan Bozyel amcanla istişare ettiğimde bana bir adres verdiler. O adres üzerine gittiğimizde her ikisinin de verdiği adreste Türk Dili bölümünde öğretim görevlisi Halil Karagöz ağabeyimiz çıkıp kendisiyle tanışma fırsatı bulmuştuk. Öyle ki; o ağabeyimiz dersi yarıda kesip bizimle hemhal olmuşlardı. Böylece sen vakıf evinde barınma imkânına kavuştun. O ev artık senin hatıralarının bol olacağı mekân olur. Isparta’da okuduğun sıralarda anneannen kemoterapi tedavisi görüyordu. Ara sıra Isparta’dan Ankara’ya geldiğinde anneanneni hastanede ziyaret edip dualarını almayı da ihmal etmemiştin. Ne var ki mezuniyetinin son yılında anneannenin vefatı ailece bizi derinden etkilemişti. Her şeye rağmen yinede Allah sabrını verip derslerine çalışmayı ihmal etmedin. Artık mezuniyet törenleri yaklaşmıştı ki, seni kep törenlerinde görme heyecanı sarmıştı bizi. Biletimizi tam almıştık ki, o sırada Abdurrahim Karakoç vefat haberini işittik. Tabii Isparta’ya indiğimde hüznü ve sevinci bir arada yaşadım. Annenle sen kız vakfı evinde, bende erkek vakfında konakladığım güzellikleri yaşadık. Kız arkadaşların tıpkı senin gibi candan idiler. Artık onlarda bizim aileden sayılırlardı. Sağ olsunlar öğrenci harçlıklarından fedakârlık yapıp imece usulü hep birlikte bir cafede yemek ziyafeti vermeleri benim için çok derin anlamı vardı. Arkadaşlarınla yemek yerken o ara Atatürk üniversitesinde öğrencilik yıllarımı hatırladım, o an kendimi öğrenci hissettim, eski günlerime döndüm bir an, sanki aranızda anne baba yok, bir öğrenci arkadaşınızdık.
Senin mezuniyet merasimini izlerken ara sıra dalıp Abdurrahim Karakoç’un hatıraları gözümde canlanıyordu. Akşam olduğunda Isparta caddelerinde gezinirken biraz nefeslenmeye ihtiyacımın olduğunu hissedip annen ve senden müsaade isteyip kendimle baş başa kaldım. Isparta stadyumda mezuniyet etkinlikleri hala devam ediyordu. Stadyuma akan kalabalığa dalıp türbinlere çıktığımda sanat dünyasından bir sanatkâr Mihriban şarkısını seslendiriyordu. Bu ses beni kendimden alıp kendime getirmişti. Böylece Ankara’da defin esnasında bulunamama burukluğunu üzerimden alıp anısını tazelemeye yetti de. Gerçektende nefeslenmiştim. Bu bana Allah’ın bir lütfüydü elbet. Ertesi gün annenle birlikte bizi Eğridir gölüne götürmüştün. Baba kız gölün kenarında çayımızı yudumlarken dertleşmiştik. Bir ara bürokrat olmak için verdiğim uğraşlarımın hangi noktada sorduğunda bize dost elinin hala uzanmadığını söylediğimde; ‘Baba canın sağ olsun bunda da bir hayır vardır’ teselli edişin çok güzel bir duyguydu. Erzurum şelale dostlarımın her biri belirli mevkilere gelmiş babanın kenarda kıyıda kalmışlığını unutturmuştun. Meğer dostluklar mezara kadar değilmiş, bize bizden fayda varmış dedik ailece yürek olduk. Her şeyden öte ailece baş başa kalmakta güzelmiş.
Evet, sevinç ve hüzün dolu yıllar böyle geçti. Artık senin üniversite hayatın bitmiş yeniden yuvana dönmüştün. Derken Güneşevlerden çok sevdiğimiz küçük yaşlarda gözlerini kaybeden âmâ Ömer ağabeyimizin tavsiyesi üzerine seni istemeye geldiler. Bu vesileyle aileler birbirlerini tanışıp Allah’ın emri Peygamberin buyruğu gereği nişanlandın. İşte sen mütevazı bir aile yuvasında bizimle beraber çile ve hüznü bir arada yaşayarak bu günlere geldin.
Düğününe 20 gün kala Alparslan Türkeş’in vefat yıldönümü anma töreni esnasında fenalaşıp kalp krizinden vefat eden dayın Zülküf Köse’yi kaybettin. Kaderde dayının o mutlu gününü görememekte varmış. İlginçtir düğünün Demetevler Afitab Kültür merkezinde oldu, bu tesadüf olamazdı. Anneannenin kemoterapi tedavisi olduğu Onkolojinin hemen altında bir yer. Onkoloji Hastaneye gidiş gelişlerimizde kim bilirdi ki bir gün sen burada gelin olup Aksaray’a gideceksin. Düğün salonunda yalnız değildin, Isparta’dan gelen Esin ablanız, Remziye, Funda, Sevilay, Safiye, Beyhan, Semra, Hava Nur, Kübra ve lise arkadaşlarından Zehra, Büşra Sümeyra, babanın yurtta aynı odada kaldığı Mustafa Özdemir amcan, Etlik arkadaşları, komşularımız, anne ve baba sülalesi, mailleriyle mutluluk dileklerini bildiren Bayburt Postası Gazetesini yeşerten Kürşad Okutmuş ve Murat Okutmuş, Adana milletvekili Necdet Ünüvar ve Manisa milletvekili Selçuk Özdağ’ın sevincini paylaşan telgrafları vardı….
Yazımın başında da belirttiğim üzere seni yuvadan çıkarmak gerçekten kolay değilmiş. Seni beyaz gelinlik içerisinde bizim üzerimizde bıraktığın o derin hatıralarınla birlikte Aksaray’a uğurlayışının sevincini yaşıyoruz. İlginçtir uğurladığımız gün Gavs’ın sofilerinden Dr. Ahmet Çağıl’da toprağa verilip Hakka yürüyordu.
Velhasıl; Şimdi sende bir anne adayısın. Hoşça kal biricik nur yüzlü kızım Merve Nur. Yolun açık, Allah’a sonsuz şükürler olsun.
http://www.bayburtpostasi.com.tr/biricik-nur-yuzlu-kizim-merve-nur-makale,5736.html

İLİMSİZ TASAVVUF ASLA!
SELİM GÜRBÜZER
Yunus ne de güzel söylemiş “İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir, sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır“ diye. Bu demektir ki kendini bildirecek ilmin adıdır tasavvuf. Dolaysıyla hakikat yolunda illa ki ilim şarttır. Bu yüzden Seyda (k.s) “Bir medrese talebesini binlerce sofiye değişmem“ buyurmuşlardır. Öyle ki irşat faaliyetlerinde fırsat bulamadığı içindir ilmi mevzularda danışma ihtiyacı duyan sofileri genellikle Molla Yahya Hz.lerine yönlendirirdi. Böylece bu sayede sofiler aydınlanmış olurlardı. Tabii bizde bu arada bir televizyonda Seyda Hz.lerini anma proğramında ilmin önemini dile getiren Molla Yahya Hz.lerinin sözlerini banda kaydedip makale haline getirmekle bu yolun ilimsiz olamayacağını idrak etmiş olduk. Malum molla demek alim demektir. Madem öyle, fazla söze ne hacet bu işin piri diyebileceğimiz Molla Yahya Hz.leri bakalım ne diyor bir izleyelim:

KİM SEYDA HAZRETLERİNİ SEVİYORSA , ONUN YOLUNA DEVAM ETSİN

Malum bir söz var. Bir kişinin hali bin kişiye tesir ediyor. Bir kişinin kal’i (sözü) bir kişiye tesir etmiyor. Acizane kendi üzerimde anlatmak istiyorum.

Benim rahmetli pederim alim idi, dolayısıyla küçük yaşta (6 yaşında) ilme başladım. Askerden evvel de iyi bir alimdim. Doğu ve güneydoğuda medreselerde okudum. Çok şükür iyi bir alim olarak yetiştim. Fakat, tatbikine gelince, millete vaaz veriyoruz, maalesef kendimiz dahi tatmin olamıyoruz. Ucubdan, kendimizi görmekten, hased gibi hastalıklardan kendimizi muhafaza edemiyoruz. Bilahare 1957 senesinde bu yola girmek nasip oldu. Merhum peder daha evvel girmişti, yani o sene. Derken daha sonra Gavs (k.s.)’ın yanına okumaya gittim. Tabiiki, büyüklerin meclisinde oturmak bile insana büyük feyiz veriyor. Ve buna tasavvuf dilinde tasarruf deniliyor. Malum tasarruf ve manevi himmet Resulüllah (s.a.v.)’in zamanında nasıl ki katı kalpli bir Arabi gelip önüne varmakla ve şehadet getirmesiyle birlikte bir anda ahlakı değişiyor idiyse, aynen öyle de Resulüllah (s.a.v.)’in hakiki varisleri olan bu zatların önüne varan da yine bu şekilde değişerek kalplerinde tasarruf meydana gelmektedir. Hani kalpten kalbe yol vardır denilir ya, işte kalpteki tasarrufta mürşidden müridlerin haline tasarruf yoluyla gelmekte. Zaten o gün bugündür anladım ki, hakikaten zahiri ilim tek başına fayda vermemekte, insanı Allah’a yaklaştırmadığı gibi kimseye de faydası olmaz. Kelimenin tam anlamıyla bu büyük zatlar manevi tasarruflarıyla insanlığa çok büyük tesir yapıp faydaları olmuşlardır. Nasıl faydaları olmasın ki, insanlığa günahların zararları çok büyüktür. Nasıl ki zehirin vücuda zararı olduğu gibi, günahların da ruha o kadar zararı çoktur. İstanbul’da yanıma gelen çok kişiler oluyor. Gelenlerin bu noktada sıkıntılarının kaynağına indiğimizde bilhassa günahlara bulaşmanın neticesi olduğunu müşahede ediyoruz. Günahlar hiç kuşku yoktur ki insanlara sıkıntı veriyor, insanların rızıklarının azalmasına sebep oluyor ve insanların yüzünün siyah olmasına vesile oluyor. İster istemez burda Resulüllah (s.a.v.)’in “Günahlar küfrün elçisi” diye beyan buyurduğu hadis-i şerifinin mana ve ruhu ortaya çıkıyor. Bir insan nasıl ki, müslüman kardeşini ateşte görüp ya da müslüman kardeşini suda boğulurken görüp onu kurtarması gerekiyorsa aynen bir müslümanı da içki ve alkolik aleminden neydik edip kurtuluşuna vesile olması lazımdır. Hiç kuşkusuz bunun içinde gerekli olan kurtuluş reçetesi evvela kalbin tasfiyesiyle mümkün olmakta. Dolayısıyla tasavvufun en büyük faydası kalbi tasfiye ve nefsi tezkiye etkisidir. Nitekim bu hususta İbn-i Hacer, Kitabül Kebair günah diye bir kitap yazmış. O kitabın başında ilkin kalbi günahlardan bahsediyor. Kitapta hased, kibir, hırs, şehvet gibi bir dizi 67’ye ulaşan kötü hallerden bahisle diyor ki; neden bunları ilk evvela sıraladım derseniz, bunların çok daha tesiri fazla ve diğer günahlara sebep olacağından ötürüde onun için. Malumunuz yeryüzünde ilk işlenen günahlara önderlik eden şeytandır. Şeytanı bu hale düşüren baş faktör neden kibirden başkası değil elbet. Zira Resulüllah (s.a.v.) “Gönlünde zerre miskal kibir olan kişi Cennet’e giremez” buyuruyor. Tabii bu husus Resulüllah (s.a.v.)’e şöyle soruluyor:

“- Ya Resulüllah, bir insan güzel elbise giymek, güzel ayakkabı giymek istiyor. Bu kibir midir?”

Cevaben buyuruyorlar ki:

“-Hayır, bu kibir değil. Asıl kibir insanları hor görmek ve hakikati kabullenmemektir.”

Evet, Şeytan da nasıl ki Allah’tan gelen emri kabullenmedi ve gurura kapıldı, aynen öyle de bir başkasını hor görmek de kibire yol açacağı muhakkak..

İkinci günah Habil-Kabil kavgasında gizli. Bu durumun baş sebebi de hiç kuşkusuz hasetten ileri gelmektedir. Peygamber (s.a.v.) hased hakkında ise şöyle beyan buyurur: “Ateşin odunu yok ettiği gibi hased de hasenatı mahveder.”

Dikkat ettiyseniz kibir ve hased dedik hep, tabii ki dahası var, yani daha pek çok günah çeşitleri var elbet. Sonuçta hangi günah çeşidi olursa olsun tüm günahların izale yolu, tasavvuf yolunda nefsi tezkiye etmekle mümkün.

Bakınız, Gavs Hz.leri benim ilk mürşidim ve ilk üstadımdır. Seyda Hz.leri ile ilim yoluna birlikte çıkmışım, okumuşum ve ders almışım. Bir alim olarak bu yola ilk koyulduğumda hased, ucub, kibir gibi mevzulara vakıftım ama, bir türlü içimi temizleyemiyordum. Bu niye böyle oluyor diye kendi iç dünyamda sorgularken bir gün mübarek bana buyurdu ki; işte kibir böyledir, hased böyledir, şu böyledir falan diye. Ben de o arada dedim ki:

-Kurban, eğer ben kendi nefsimi islah edebilseydim, size gelmeye ne gerek vardı ki.

Malum Gavs Hz.leri hem Arapça’yı hem de Farsça’yı çok mükemmel bilirdi. Bunun üzerine bana cevaben Arapça şöyle tabir ettiler :

“-İşaretül tasarrufil mürşidi fil mürid-i et-teslim’’ Yani “Bir mürşidin müride tasarruf olmanın şartı teslim olmaktır” diye buyurdular.

İşte o arada her ne oluyorsa Cenab-ı Allah (c.c) lutfetti, o himmet etti, sanki kalbim onun elindeymişcesine dedim ki:

“Kurban buyur kalbim sana teslim.”

Şimdi bu gerçeklerden hareketle olur ya, yinede bir insan düşünün ki Seyda Hz.lerinin kapısına varıp markadı ziyaret etmesine rağmen yine de hiç bir fayda görmedim diyorsa, biliniz ki bu durumun kapıyla hiç bir alakası yoktur, bizatihi kendisiyle ilgili bir durum. Yani kapıya tam manasıyla teslim olmamanın bir neticesidir. Bizatihi kendim bu kapıya tamamıyla teslim olunca da elhamdülillah o günden bu yana kalbi hastalık nedir bilmiyorum. Allaha şükür hased, kin ve kibir nedir bilmiyorum. İşte tasavvufun en büyük faydası budur. Kaldı ki, tasavvufun kaynağı ilahi vahiy’dir. Ayrıca Resulüllah (s.a.v.)’in de manevi medresesidir. Tasavvuf asla mecusilerden, feylezoflardan ve sonradan gelen bir müessese değildir.

Bakınız Kur’an-ı Kerim’e birçok ayetler ameli konulardan, bir çok konular imandan, birçok konular da nefsin tezkiyesinden (ahlaktan) bahseder. Bu yüzden tasavvufun tek gayesi ahlaktır. Hatta tasavvufun hepsi ahlaktır dersek yeridir. Kim ahlakta üstünse onun tasavvufu daha fazladır diyebiliriz.

Tasavvufun ikinci anlamı ise, Cenab-ı Mevlanın (c.c) işaret ettiği:

İbadet etmek, kulluk etmek ve devamlı Cenab-ı Allah (c.c) beni görür, beni kontrol eder, beni müşahade eder düşüncesiyle amel etmektir. Amel edincede Allah (c.c.)’ın bütün mahlukatına şefkat gözüyle bakıp hiç kimseye kin beslememek, hiç ayırım yapmamak ve hiçbir tefrika içine girmemek diye tabir edeceğimiz tasavvufi ahlak olarak ortaya çıkmaktadır.

Bir gün insan kisvesine bürünmüş halde gelen Cebrail (a.s), Resulüllah (s.a.v.)’in meclisi şerifinde yanına sokulup sorduğunda her bir soruya sırasıyla şöyle cevab alıyor:

Birinci soru:

- İslam nedir?

Rasulüllah (s.a.v.) cevaben İslamın beş şartını beyan ediyor.

İkinci soru:

- İman (akaid) nedir?

Resulüllah (s.a.v.) cevaben imanı beyan ediyor.

Üçüncü soru:

- İhsan nedir?

Resulüllah (s.a.v.) cevaben :

“İhsan, huşu üzerine Allah’ın huzurundayken, bir şey tasavvur etmeden Allah’ı görür gibi ibadet etmektir” diye buyurur ki, tasavvufta buna murakabe hali denir. Tabii bu soru cevap ilişkisinde en son Hz. Resulüllah (s.a.v.) sahabesine dönüp “Bu gelen kimdi biliyor musunuz, Cebrail’di elbet, dinimizi öğretmek için gelmişti.” Üstelik bu hadisi Hz. Ömer (r.a) rivayet ediyor. Yani, hadis meşhurdur ve bütün hadis kitaplarında mevcut. İşte burda en can alıcı nokta budur.

Evet, Cebrail hem İslam’ı, hem imanı, hem de ihsanı sordu. Malum İslam, zahiri amel, namaz, oruç, zekat, hac, ukubat ve muamelat üzerine kurulu.. İmansa akaidin temeli, yani insanın kalbindeki tevhid meşalesidir, buna amentü ve Resulüllah (s.a.v.)‘ı tasdik ve iman etmekte dahildir. İhsan ise tasavvufta murakabenin adıdır. Nitekim ihsan ismi ilk defa Hicret’in 150. senesinde Ebu Haşim Sofiye nispetle verilerek tasavvuf denilmiştir. Kaldı ki tasavvufa sırf isim olarak da bakamayız, bunun yanısıra hakikatına baktığımızda ilahi vahye dayanmakta ve müessiri ilahi vahiydir. Besbelli ki Allahü Zülcelal İslam ve imanı beyan ettiği gibi tasavvufu da beyan etmiştir.

Seyda (k.s) şeyh olmanın ötesinde aynı zamanda alimdi. Üstelik hem anne hem de baba tarafından Seyyid de. Yani evlad-ı Resuldür. İşte bu tespiti yaptıktan sonra, şimdi gelelim ahlaki yönüne. Malum, ahlak nedir diye tarif ettiğimizde karşımıza iki ana başlık çıkıyor:

- Fıtri ahlak (doğuştan ahlak)

- İhtiyari ahlak (sonradan kazanılmış ahlak) diye.

Hiç kuşku yoktur ki Seydamız (k.s)’ın ahlakı birinci başlıkta gizli, yani fıtri ahlaktı, üstelik sima bakımından da Resulüllah (s.a.v.)’e çok benziyordu. Düşünsenize daha Gavs (k.s) hayatta iken Haci Efendi adında bir sofi geldi:

“- Kurban ben rüyamda Resulüllah (s.a.v.)’i gördüm ve şu senin büyük oğluna çok benziyordu” deyip bunu tasdik ettirmiş bile.

Gavs (k.s) ilim, ahlak ve fazilet timsali bir alim şeyhti. İşte böyle bir zatın terbiyesi altında yetişen Seydamızın (k.s) kamil ahlak sahibi olması gayet tabiidir. Keza hizmetkarlık yönü de öyleydi. Dile kolay babasının hayatı boyunca sürdürdüğü irşad süreci içerisinde dergahın tüm hizmetleri onun omuzları üzerineydi. Hakeza dergaha gelen tüm misafirlerin hizmetine de o koşturuyordu. Peki ya alimliği? Şüphesiz deniz gibiydi. Seyda Hz.leri üzüntülerini bile içinde tutup, dışarıya güzel ahlak verirdi. Ne kadar sıkıntı varsa, ne kadar hizmet varsa, bütün herkesin derdini içinde saklayıp, hemen herkese karşı merhametli, şefkatli bir tavır sergilerdi. Değim yerindeyse toprak gibiydi. Nasıl ki her çeşit kirli madde toprağa atıldığında topraktan binbir türlü reha güzel ürünler çıkar ya, aynen öyle de Seydamızın hal ve tavrına bakanda güzel haslet sahibi olurdu. Hiçbir şeye bağlılığı yoktu. Mesela kendisi zengin bir aileden olduğu halde yemeği kendi hazırlardı veya ne hazırsa onu yerdi. Evinde günde bir sefer çay yapılıyor, haftada bir sefer çay içer, hiçbir şeye bağlılığının olmadığını müşahede ederdik. Hatta şu yemek, bu yemek demez, üzerinde tıpkı Resulüllah (s.a.v.)’in fıtri ahlakı mevcuttu. Şefkat desen o da tüm insanlara şamildi zaten. Tabii bunun bir istisnası vardı ki, Gavs (k.s) Gadir’de irşat yaptığı günlerde bir gün Seyda Hz.leri ile birlikte beraber Nurşin’e taziyeye gittik. Dönüşte bir arabadan indik, akşam namazını kıldıktan sonra yayan köye doğru yürürken, tabii yolda konuşuyoruz. O arada Gavs (k.s) zamanında çok sağlam bir sofi ve seyr-i süluku bitirmiş, fakat daha sonra ondan sadır alan bazı hareketlerden dolayı Gavs (k.s.)’ın tard ettiği bir Hacı Efendi vardı. Ben de bunu Seyda Hz.lerine yolda hatırlatıp şöyle dedim:

“-Kurban, biz size devamlı geliyoruz, nereye gitsem Gavs, beni seninle gönderiyor, senden ayrılamıyorum. Fakat size sorum şudur ki: İşte bu adam seyr-i sülukunu bitirmiş, senelerce amel etmiş, üstelik yaşı da ilerlemiş durumda. Sonradan bizimde başımıza aynı şeyler gelmesin.”

Bu sualim üzerine Seyda Hz.leri şöyle der:

“- Yahya, insanın yapmış olduğu hata iki kısımdır. Zaten kimse hatadan masum değildir. Peygamberlerden başka kimse masum değildir ama hata eğer nefisten değilse insan bir yanlış davranışta bulunduğu zaman, sonra hatanın farkına varıyor, tevbe ediyor, pişman oluyorsa Allah affediyor ve bir şey olmuyor. Fakat eğer yaptığı hata kibirden ve nefisten gelirse farkına varırsa da o kimse pişman olmaz ve sadat da affetmez. Tabii bu dediğin adama ben bizzat babamdan habersiz yanına gittim. Ona acıdım, haline acıdım. Ayağına giderek, hatır ziyada bulundum. Çünkü haline acımıştım. Üzülerek söylüyorum ki, hiç pişmanlık ve nedamet duymadığı gibi pes etmedi de. Eğer pişman olsaydı, babama gelip ricada bulunacaktım. Onun hatasından dönüşüne vesile olacaktım. Demek ki o adamın Gavs’a kabahati olmuş ki Gavs (k.s) tard etmiş.”

İkinci şefkat, vefatından 15 gün evvel Afyon’da beraber idik. Seyda Hz.lerine bir gün sordum:

“- Kurban buranın havası nasıl size iyi geliyor mu, hoş mu?” Cevaben dedi ki:

“- Tabii, çok hoş. Burası yaz, Menzil’de yazın çok yakıcı, çok sıcak havası var. Fakat şunu ifade edeyim ki, yine de üzgünüm, çok üzülüyorum.”

Bu cevabın üzerine:

“- Neden Kurban hayırdır?” dedim. Buyurdular ki:

“- Buraya gelen misafirlere birşey ikramda bulunamıyoruz. Baksanıza ne çorba, ne yemek, hiç birşey ikramda bulunamıyoruz. İkramda bulunamadığımız için çok üzülüyorum. Uzaktan geliyorlar, aç gelip, aç gidiyorlar. Neyse ki burası yapıldı, bitme aşamasında, inşallah önümüzdeki seneye gelen misafirleri yemeksiz bırakmayız.” İşte, bu ifadelerdende anlaşıldığı üzere şefkati son derece doruk noktadadır.

Seydamız (k.s.), ayrıca bütün işlerde mutedil üzereydi. Yani ifrat ve tefritten çok kaçıyordu. Herşeyde mutedildi. Mutabaat ve ibadetinde de öyle olup Resulüllah (s.a.v.)’in sünnetine uygun davranırdı. Hatta ayakkabı giyerken, camiiye girerken, camiiden çıkarken, hiçbir hal ve davranışında Resulüllah (s.a.v.) neyse, Seyda (k.s)‘ın da mutabaatı da fıtri olmuştur hep. Mesela yine Seyda (k.s)‘ın Çanakkale’ye gidişi Resulüllah (s.a.v.)’e mutabaattır. Yani hicret istemediği halde memleketinden ayrıldı. Hatta memleketimizin büyük bir alimine sofinin birisi gidip; Seyda’mız gitti biz başsız kaldık falan diyor. İlginçtir o alim şu cevabı veriyor:

“Sofi sen ne diyorsun. Zaten Seydamız da bu eksik idi, bu da tamamlanmış olud.” Yani Resulüllah’a mutabaatlarında bir bu eksik kalmıştı, böylece bu da tamamlanmış oldu diyor.

Seyda (k.s.)’ın en önemli hasletlerinden bir yönü de hiçkimsenin hakkında şikayet ve hüküm vermemesiydi. Bu çok önemliydi. Tahkik etmeden, araştırmadan hüküm vermezdi. Hatta bir seferinde:

“Kurban, korkuyoruz, bazı yanlış şeyler söyleriz” diye. Cevaben buyurdular ki:

“- Endişelenmeyiniz, inşallah böyle birşey olmaz” diyerek bizlere teselli vermeyi ihmal etmezde.

Seyda (k.s.)’ın ibadeti daimi idi. Resulüllah (s.a.v.)’in ibadetine mutabaatı her halükarda tamdı. Her mevsimde sadatın gece 11 rekat namazı vardı ki, teheccüd namazıdır bu. Ayrıca günde bir cüz Kur’an-ı Kerim okumak, ayrıca sünnet-i müekked ve kuşluk namazı vardır. İşrak, tan doğuşuyla güneşin doğuşu arasında ibadetle geçirmek de daimi ibadeti idi. Her gece teheccüd namazı kılmak gibi. Tabii onlara özel olarak birde bazı evradları vardı. Kaldı ki devamlı insanlarla meşgul olduğu için de ibadeti daimi sayılırdı. İbadeti daimi olduğu için de “Onlar her halükârda Allah’ı zikretmiş oluyor.” Malum, bu zikir dil ile değil kalbi zikirdir. Yani zakir olduğundan, kalbi zikirle de ibadeti daimi olmuş oluyor. Gerek Gavs (k.s.), gerekse Seydamız (k.s) zaman zaman kalbi zikin çekenlerin kalblerini test ederdi. Yani kalplerin böyle zikir yaptığını, ses duyduğunu, hatta bazılarının kalbine Seyda’mızın elini koyarak test eder, hatta biraz ağrıları olanları gördük. İşte bu zikir bu yüzden daimidir.

Onlar kuşluk namazını kıldıktan sonra ancak o zaman istirahat ederler di. Diğer vakitler taat ve daimi ibadetle meşgullerdi.

Şuda var ki, Menzil’de ibadetin yanısıra, Allah (c.c) için hizmet de esastır. Allah’a (c.c) muhabbet, Allah’ın (c.c) mahlukuna şefkat bu bakımdan geliyor. Bizlere birgün misafir geliyor, ikinci gün geliyor ve üçüncü gün de misafir geldiğinde huzursuz oluyoruz. Tabii bu bizim zaafımız, besbelli ki Allah dostlarına günlerce devamlı gelen misafirlere şefkat göstermeleri ve her türlü ikramda bulunmaları vazife olmuş. Bunu ta Gavs (k.s) zamanından beri müşahede ettim de. Düşünsenize Gavs (k.s.) misafirleri az olduğu zaman başım ağrıyor diye şikayette bulunurdu. Seyda’mız da aynı titizliği devam ettirdi. Bu kadar gelen misafire ikramda bulunmak aslında kolay bir iş değil, hakikaten burada büyük bir keramet de var. Çünkü gelen mahsulatı, bu giden mahsulatla karşılaştırdığımız zaman, çok büyük hikmetler gizli. Hele bunca misafire yemek vermek, yetmedi yemekle beraber herbir misafirin cebine birkaç ekmek koyarak memlekete götürmelerini de hesaplarsanız, akıl sır erdiremezsiniz. Şahsen ben gittiğim zaman 10 ekmekten aşağı getirmiyorum. Hatta bir miktar çantamızda getiriyoruz ki müslümanlara faydamız olsun. Cenab-ı Mevlam (c.c)’ın büyük bir bereketi ve lütfu olmazsa bu kadar ekmek yetiştirmek ne mümkün. Bütün bu hizmetler bir aşkın semeresi, aşkla, muhabbetle, canla ve başla o ailenin efradı olarak en fazla hizmet onlardan geliyor. Ondan sonra oradaki hizmetçiler devreye giriyor. Seyda Hz.lerinin bizzat Gavs (k.s) zamanında defalarca çorba taşıdığını gördük, müşahade ettik ve Gadir’deki değirmen de akşama kadar çalıştığını gördük. İşte Rıza-ı Bari demek insanlara, müslümanlara hizmet etmek demektir. Hakeza aile efradı da öyle idi. Nitekim annelerimiz de öyleydi. Seyda Hz.lerinin ailesi ve annemiz şimdi yaşlanmış durumdalar, herhalde daha eskisi kadar hizmet yapamayabilir, fakat zamanında çok büyük bir hizmette idiler. Gavs Hz.leri hayatta iken en fazla hizmet Seyda’mızın ve ailesi üzerine binmişti. Ve Gavs (k.s.)’ın şeyhliği de onların yardımıyla idi. Tabii bunların hepsi ilahi aşk, ilahi muhabbet ve Allah için çalışmakla oluyor. Zaten Allah’ın muhabbeti olmazsa, insan bu kadar hizmeti bir arada mümkün değil yapamaz. Yani onca hizmete can dayanamazdı. Seydamız (k.s) hem kâmil, hem mükemmil bir zattı. Nitekim bu özelliğini halifelik zamanında alması da önemli bir husustur.

Malum Allah’ın (c.c) nimetleri namütenahidir, saysan bitmez ve mahluklara olan nimeti çok fazladır. Bakın Cenab-ı Allah (c.c.) bu hususta “Allah’ın nimetlerini tek tek saymak isteseniz de biliniz ki fert fert birincisini dahi sayamazsınız” buyuruyor. Bu nimetleri iki kısımda mülahaza edebiliriz:

Birincisi dünyevi nimet, ikincisi uhrevi nimettir.

Allah (c.c.) dünyevi nimmetlerinde dost, düşman, Müslüman ve kâfir ayırmaksızın herekese veriyor. Mesela bu zahiren göz, kulak, insan olmak gibi nimetler herkese vardır. Fakat uhrevi nimet öyle değil, Cenab-ı Allah (c.c) sadece dostlarına vermiş, düşmanlarına vermemiştir. Dünyevi nimeti hem dostluna hem de düşmanına veriyor. Hatta dünyevi nimetlerden belki düşmanlara daha fazla vermiştir. Nitekim, Cenab-ı Mevlam (c.c.) “Kafirlerin zengin zengin dolaşmaları lüks hayat yaşamaları sizi aldatmasın. Onlar geçici bir hayattır. Sonra onların yeri de Cehennem’dir ve en kötü yer de burasıdır” buyuruyor. Seyda’mız (k.s.)’ın maksadını hakiki manada Allah bilir. Vefatına yakın “Nimetler” konusunu veda hutbesi mesajında ifade etmesi çok büyük önem taşıyor. Müslüman olmak, insanın ebedi hayatını kurtardığı için İslamca yaşamak çok önemlidir. Tefrikadan da kesinlikle kaçın diye de tavsiye etmiştir.

Malumumuz İslam iki anlamdadır. Allah-ü Teala’ya tamamıyla inkiyad ve itaat anlamında, bir diğeri de barış ve sulh içinde olmaktır. Peygamber (s.a.v.) bu ikinci konuda “Müslüman kime denilir” sorusuna “Müslüman elinden ve dilinden insanların hatta hayvanların hatta eşyaların emin olduğu kişidir” cevabını vermiştir. Yani herkesle barışmak, hatta Resulüllah (s.a.v.) gayri müslimlerle bile barış içinde bulunmamızı tavsiye etmişlerdir. Ve: “Kim bir ecnebiye eziyet ederse (içinizdeki bir hıristiyana, bir yahudiye eziyet ederse) kıyamet gününde bu hususta tek davacı benim” buyurmakta.

İkinci nimet malum, Peygamberimiz bütün kainatın efendisi. Bizzat Cenab-ı Mevlam (c.c) buyurmuş: “Yeryüzüne gelen ümmetin en sevgilisi sizsiniz.” Yine Allah (c.c.) “Sizi en hayırlı ümmet kıldık, bütün insanlara kıyamet günü şehadet ederseniz” diye buyurmaktadır. Hasan (r.a.) “Bizim başka ümmetlere faziletimiz bakımından kâfiliği Resulüllah istemiştir.” O Resulüllah’ın söylemesidir, o bize kâfidir. Yani başka ümmetlere fazileti kâfidir. Resulüllah (s.a.v.)’in ümmeti olmak daha fazla değer kazandığımızdan dolayı en büyük nimet oluyor ve bunu da Seyda’mız (k.s) bütün insanlara , bütün müslümanlara hususi bütün sofilerine tavsiye bırakmıştır ki:

Madem ki bizim şerefimiz Resulüllah’ın (s.a.v.) ümmeti olmaktadır, o halde Resulüllah’ın yolunu bırakmıyalım.”

Resulüllah (s.a.v.) değil kendi dostlarına, kendi düşmanına dahi beddua etmez, dua ederdi. Malumunuz Resulüllah (s.a.v), Uhud Savaşı’nda Hz. Hamza (r.a) şehid olmuş, yine de “Allah’ım o kavme hidayet ver. Onlar bilmiyorlar” diye duada bulunmuştur.

Seyda (k.s) yine hepimize bir mesaj bırakmış ve vefatına yakın olarak da:

“Eğer gerçekten siz kurtuluş yolu arıyorsanız Resulüllah’ın yolunda olun. Çünkü biz onunla müşerref olduk, şerefimizi ondan aldık” beyan buyurarak bu şekilde ikinci nimetin önemini ortaya koymuştur.

Üçüncü nimeti Seyda’mız (k.s.), ahir zamanda az amelle çok kazanç elde edilebileceğini vurgulayarak çok kârlı ticareti ortaya koymuştur. Resulüllah (s.a.v.) demiş ki: “Fesâd-ı ümmetim zamanında benim sünnetimi yapan, benim yolumu takip eden yüz şehidin ecrini sevabını kazanabilir.” Yani az amelle, çok büyük kazanç olduğunu, Seyda’mız (k.s) o bakımdan demiş. Bu zamana gelmemiz az bir amelle çok fazla kazanç yapıyoruz ve malumunuz kıtlık anında ne kadar ekmek kıymetli ise, şu zamanda taat da o kadar kıymetlidir. O yüzden Seyda Hz.leri buna işaret etmiştir.

Seyda (k.s.)’ın icazeti zamanında , Gavs’a (k.s) hem vefa borcu hem de onun oğlu olarak ameli bitirmiş, seyr-i sülukunu tamamlamış ve sadatların işaretleri gelmiş, fakat Gavs’ın mürşidi olan Şah-ı Hazne’nin oğlu Şehabeddin’den birinci isteği, onun istişaresiyle oğluna halifelik vermekti. Sene 1968’de Şehabeddin köye gelmişti, biz de onun ziyaretine gittik. Gavs (k.s) durumu Şehabeddin’e anlattı, böyle bir durum var diye. Şehabeddin oğlunu çağır gelsin görelim, öyle konuşalım. Gavs (k.s) adam gönderdi. Seydamız geldi. Bir ikinci gün Seydamız kaldıktan sonra, Şehabettin şöyle buyurdu:

“Bunun hakkı çoktan gelmiş. Bunu sen tehir etmişsin, hele şükür ki Raşid’i görmüş oldum. Ülhamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah, artık gözüm arkada kalmaz. Şu ana kadar ben amcamı çok düşünüyordum. Dedim ki, amcam yaşlıdır, eninde sonunda irtihal edecek. Acaba onun cemaatı çok, müridleri çok, onun yerine bakacak birisi olacak mı? Sonra Raşid’i görünce, artık kanatim odur ki, sizden sonra da o iş devam edecek” dedi.

Alimlerin bir sözü var, kendinden sonra halife bırakan kişi ölmemiş sayılır ve ümidimiz o dur ki inşallah bu kapı kıyamete kadar devam edecektir.

Gavs (k.s.)’ın vefatından sonra hem Gavs’ı elimde yıkadım hem de Seyda’mız (k.s.)’ı yıkadım. Fakat Gavs (k.s) benim ilk mürşidim olduğu için, ağladım, üzüldüm, derken kendimi kaybetmiş oldum. O arada Seyda’mız geldi ve ben onu görünce toparlandım. Dedi ki:

“Yahya, Cenab-ı Mevla (c.c) hadisi kutside demiş: “Benim kazama rıza göstermeyen yerini talep etsin” onun için bizim yapacağımız birşey yok.”

Ondan sonra da Gavs (k.s.)’ın vefatında mezarı üzerinde herkes dehşetli bir halde, tabii bu durumda Seydamız dönüp bana:

“Bu benim babam değil, herkesin babasıydı. Fakat bu Allah’a kavuştu. Eğer siz bunun yaşamasını istiyorsanız, onun gittiği yolda devam edin, o yola girin.”

İşte tavsiyem o dur ki, kim Seyda (k.s.)’ını seviyorsa onun yoluna devam etsin. Böylece onun tuttuğu yola devam etmekle onu yaşatmış oluruz.”
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2549/ilimsiz-tasavvuf-asla.html