YUSUF YÜZLÜLER

YUSUF YÜZLÜLER

ALPEREN GÜRBÜZER

Yusuf yüzlülük; ta çocukluk dönemlerimizden bu yana süre gelen hasretimiz. Çünkü Yusufiye halkasına girerek her dem tazelenir ruhlar. Böylece bu yolda kana kana huzur bulur tüm gönüller.
Çağların muhabbet selinin üzerine sindiği tek nesil Yusuf yüzlülerdir. Mevlâ'ya kendini adamışların, bir adım ötesinde ab-ı hayat içenlerin ve varlığından geçenlerin buluştuğu noktanın adıdır Yusufiye.
Yusuf Yüzlülerde İ'lây-ı Kelimetullah davasına gönül vermenin iştiyakıyla gecenin alaca karanlığında, pembe şafakların doğacağı ümidiyle seyre dalar demir parmaklı penceresinde. Bu yüzden, yanık sıla türküleri dillerden dökülerek bir ağıt faslı başlar yusufiyeden her dem.
Yusufiyeler Hakk'ın ve hakikatin metin kaleleridir. Yusufiye burçlarında dalgalanan tuğlar, ebediyeti müjdeler adeta. Aynı zamanda her bir tuğ’un kendine has manası var, yeter ki mana denizinde yüzmeyi arzula gerisi kolay. Nasıl mı? Mevla’ya iştiyakla yalvarıldığında kelimenin tam anlamıyla marifet ve hakikate götüren tuğların kalbin cilaları olduğu anlaşılacaktır elbet. Ateşi, kül akkoru, hatta küfrü söndüren, ondan da ötesi zulmeti nura döndüren, masum gönüllerin yanık seslerini dindiren de dikili tuğlardır. Yusuf yüzlülüğü şiar edinenlerin remzidir tuğlar. Bu yüzden Yusuf yüzlüler hep bir ağızdan; ''Yüceltip tuğları Fisebilillah, değiştir çağları Fisebilillah" diye haykırırlar her nefeste. Aslında bu meydana her can giremez. Yufka yüreklilerle dikenli yollar aşılmaz. Çünkü o meydan er meydanıdır, yani bu kutsi yolda bin bir türlü eza, çile ve hatta kar beyaz ölüm var. Yani çağın çilesi onların sırtlarına serilidir. Hor görülseler de davalarına sadıktırlar, asla vazgeçemezler o sevdadan, isteseler de dönemezler o kutsi davadan. Yusuf yüzlülük yüce bir davadır, nasıl dönülsün ki? Bu uğurda kan aksa da acı bilinmez. Allah (c.c.) aşkından dolayı Resûlüllah (s.a.v.)’in yolunda yürüyeni ateşe atsalar da İbrahim’e ateşin gül bahçesine dönüşü misali yanan kül olmaz. Özünde sevgi ve aşk olanı ateş nasıl yaksın ki, yakamaz da zaten. Ateş yücelerden emir almış serin ol diye. Nitekim Mecnun Leyla'nın sevdasına yana yana çöllere düştü, sonunda kendini Mevla’da buldu, hakeza Ferhat’a dağı del dediler, o da Şirin'e olan o deruni aşkıyla dağı deldi de, Aslı ile Kerem ise ecele şerbet dedi. Hâsılı ne mutlu o sevdalılara, ne diyebiliriz ki onların şahsında bu kutsi yola, kutlu olsun demekten başka.
Yusufiyeler her gelene açık, Mevlana’ca; ne olursan ol yine gel diyorlar. Mevlâna’nın çağrısını özümlemiş duygularla bu dergâhta himmet-i ula ile gelen geri çevrilmez. Kılıç değildir ülkeleri fetheden, asıl fetih insanları sevgi ve aşk ile fethetmektir. Madem Allah Kulunu sever, o halde yaratılanı sevmek yaratandan ötürü prensibinden hareketle herkesi sevmek şiarımız olmalı. Yusufiyeler derde derman isteyen, rahat-ı can isteyen, Mevlâ'ya aşk ile yanıp tüten boyun eğenlerin yoludur çünkü.
Yusuf yüzlülük, canında cananı arayan, İ'lây-ı Kelimetullah aşkıyla yanan ideal tipin adıdır. Maksuda ermek istiyorsak şayet, Yusufiye ruhunu yakalamalı. Kendimizi keşfetmenin basamaklarıdır yusufiyeler. O gül yüzlü Yusuf yüzlüler gecenin her yıldızı parlarken sabahın seher vaktinde çarpan gönülleriyle adeta ''Yırt yakanı, eyle figan'' ilanıyla uykudan uyanmamızı istiyorlar. Bu ülke eski ülke değil artık, doğru yanlış, eksik ya da fazla dünümüzde kutsi davalar vardı, başkasını düşünmek vardı, canlar verilirdi dava uğruna, her nedense şimdilerde aptal yerine koyuyorlar ideal insanı.
Neyse, hem madem koyun yatmaz hayvan iken, o halde diriliş nesline uyumak yaraşmaz, o halde seher vaktinde öten bülbül kuşların sesleriyle uyanmalı. Ecdadımız erken yatıp erken kalktığı içindir ki; tarih boyunca medeniyetten medeniyete koştular. Seher vaktinde hep birlikte toplanarak aşka giderlerdi. Daima Allah'a (C.C.) abd (kul) olmanın idrakiyle gece gündüz dip diri idiler. Dillerinde tane tane dökülen o tatlı sohbetleriyle kalplere ferahlık verirlerdi. Ya bizler? Tam içler acısı haldeyiz. Hayret mi hayret manevi soluk kabımızdan nasıl çıktık da bu hallere düştük doğrusu anlaşılır gibi değil, her ne sebep olursa olsun silkinip yerimizden doğrulup kendimize gelme zamanı şimdi değilse ne zaman? Madem ecdadımız tarihe not düşmüş, neden sırlarına vakıf olamıyoruz acaba? Yusuf yüzlü olmayı arzuluyorsak atalarımızın izi izimiz olmalı. Saf saf dizilerek Allah (c.c) yolunda canlar yeniden fedaya hazır olmalı. Gönüllerin gönderinde Yusufiye aşkını tüttürmeli, durmak yok yola devam demeli.
Uyan artık ey kalbim! Bitsin bunca zulmet dolu hayat nereye kadar. O halde Yusuf yüzlü "Ferhat" olmalı, "Mecnun" olmalı, varlık taşını delerek sahralarda ''Leyla''ya varmalı. Bir garip misali dünyada yaratılış gayemiz doğrultusunda, ömrümüzün sonuna dek mücadele etmeli. Mademki bize emanet verilen can tendedir, Allah'tan mahrum yaşamak niye? Cennette cemalinden ayrı kalmamak için kul olmak varken bu dünyada boş bir hayat yaşamak niye? O halde bülbül gülün hayranı, biz de Allah'ın ve Resulü’nün yolunda sevdalı olmalıyız. Bülbül gül için öttüğü gibi, biz de Allah adı için ''ALLAH'' diyerek zikredelim ve rahmetine gark olalım. Lafza-ı Celal ismini kalbimizde anarak vuslat kılıcımızla gönül burcunda, ömürde bir kez de olsa candan Allah deyip kurtuluşa ermeli.
Gel kardeşim gel! Sen de bu yola koyul ki bir olalım, diri olalım, yanmaktır bizim ülkümüz, bize bizden gayrı dost yok çünkü. Coşkun sular gibi çağlarız biz. Bu yolda korkuya yer yok. Bu meydan âlâ meydandır. Burada açılan gül kolay kolay solmaz, bunu böyle bil. Ülkü yoluna sende karış ki aşkı yaşayasın, sevgi nedir bilesin. Fenadan bakiye göç eylemek arzularsan yüzünü Yusufiye’ye çevir ki necat bulasın. Yüzünü dön ki sevenlerin tutku bakışlarında mest olasın. Yusuf yüzlüler gelene gelme gidene de gitme demez, bilakis sevenlere kollarını açarak kucaklaşırlar kardeşçe her daim. Yusufiyelileri sevmeyenler varsa, varsın sevmesin. Elbet bir gün onlar da anlar gerçeği. Onlara gülenler varsa varsın gülsün, önemli olan Hakk (c.c) biliyor ya, gerisi angarya. Gafiller bilmese de Allah'ı sevenler olacaktır halk içinde. Gördük ki yusufiye yolunda garip bir kuş olunsa da Yusuf yüzlüleri salan ilahi bir güç var. Çünkü bu din garip geldi garip devam edecek. Nitekim Allah garipleri sever müjdesi tek tesellimiz.. Konuşmaları hep İslâmiyet, hep duygu yüklüdür. Sohbetleri hoş eder insanı hep içten içe. Yusufiye ruhu Öteleri hatırlatır. Dostluk nedir bilmeyenlerin dost olmayı öğrendiği, okumayı sevmeyenlerin okumaya teşvik edildiği mekânlardır Yusufiyeler. Sevgi kitaptır hem dilde hem de kalpte.. Halimize rengârenk katılan iklimin ismidir Yusufiye... Yüreklerin dolu dolu aktığı pınar çeşmesidir Yusufiye’ler. Şahadete susamış gönüllerin kurban olduğu hakikat ve adalet şuleleridir Yusuf yüzlüler.
Sen de gel ey kardeş bu makamı ziyarete. Gel ki dilden beladan defolasın, emelini burada bulasın. Hatta Yusufiye’ye gelmekte tereddüt eyleme ki ruhun gıda bula. Yusuf yüzlüler ile buluşmanın mutluluğunu yaşamak için vuslata koş ki muradına eresin.
Yusufiyeler sahabe sohbetleriyle inler her nefeste. Rahmet ruhlarıyla şenlenir temiz kalpler. Bu iklime dal ki derdine derman, yarana merhem bulabilesin. Söğüt'te küçük bir aşiretten meydana gelen muhteşem çınarın temelinde yusufiye ruhu vardır. Hâsılı Osman Gazi ile Şeyh Edebali'nin elinde yoğrulan hamurun adıdır Yusufiyelik... ''Sürseler de yaban içine, atsalardı zindan evine, haykırıp bu yoldan dönmeyiz'' diyenlerin yurdudur Yusufiye. Ciğerlerini lime lime etseler de, ellerine zincir vursalar da "Allah’’ diyebilmektir Yusufiyelik... Nice bin zevkle Yusuf'un düştüğü kuyuya atsalar da "Hak yoldan dönmek yok '' demenin adıdır Yusufiyelik...
Hangi meydan olursa olsun er meydan içinde Alperenlerin varlığı hissedileceği muhakkak. Çünkü bu davada ikilik yok, birlik var. Bundan da öte felah ve dirlik var. Her türlü nimet, tevhit sancağının ruhunda gizli çünkü... Allah'a arzulanan dilde açan çiçektir Yusufiyelik bu yüzden Yusuf yüzlüler aşka düşen pervanedir. Gâh seller gibi çağlayan, gâh gözyaşları akan insanlar olarak anılacaklardır. Yollarına kurban olası geliyor seyredenlerin. Nitekim rengârenk bahçelerinin önlerinden geçenler, güllerine gıpta ile baka kalırlar hayranlıkla. Yolları Piri Türkistan-ı Ahmet Yesevilerin, Hazreti Mevlânaların, Yunusların, Hacı Bayram-ı Velilerin, İmam-ı Rabbanilerin, İmam-ı Gazali’lerin yoludur. Yollarına hem hayranız, hem de kurbanız. Yusuf yüzlülerin her biri ehli ukba'da, yine her biri bir sevdada. "Neyleyim dünyayı bana seni gerek seni'' diyenlerin adıdır Yusuf yüzlülük.
İmanları ve zindelikleriyle Kuran’ın hadimleridirler. Cümle âlemi şahit tutarak, bu yoldan dönmeyenlerin adıdır Yusuf yüzlülük...
Hakk'ı batıldan ayırmanın yoludur. Hak’tan gayrı neyleyim dünyayı diyebilmek ve Menzile ermenin sırrıdır bu yol. Ötelere yürek mi dayanır, elbette ki dayanmaz, ama o sırra da vakıf olmak için gayret gerekir.
Ol Gülşen de aşk bile girdi cana, gördüğümüz mana denizinde Yusufiye kervanını yakalamanın heyecanıyla gece gündüz yana yana aşk küllerinde hep ararız cananı. Ahirete gider kalpteki yar. Nasıl mı? Gün çekilince derin bir âlem başlar hayalimizden izbe iz, derken bir ömür geçer. Hatta bir sonbahar mevsimi geceden gördüğümüz bir düş mü yoksa hayal mi demeden, delilsiz inandık bu yola. Zira O sevgili engin ufuklardan çarpan gönülle sergilenir içten içe, yani adı güzel kendi güzel Muhammed(s.a.v) yanımızda sanki.
Hazreti Ebubekir (r.anh.), "O ne derse doğru söyler, O dediyse doğrudur" sözleri hep ruhumuzda yankılandı öteden beri. Sıddık-ı Ekber’in dilinden teslimiyeti öğrendik. Tevhide gönül bağlamayan bizi anlamaz, anlayan anlar bizi ancak. Yar aşkına ölsek ne olur ki? Bu dünyada kana kana aşk şerbetinden içsek fena mı? Kalbi sıdk ile canımız kurban olsun ülkü yoluna desek ne kaybederiz ki? Züleyha'nın şahsında Mısır'a ilk merhamet ve sevgisini aşılayan Yusuf (a.s.) değil miydi? Yusuf’u kardeşleri kanlı zindanlarda prangaya vurdular da ne oldu, sonunda Züleyha'nın egemen duygusu İlahi aşka boyun eğmemiş miydi?
Nasıl olsa dünya dönüyor, bütün mahlûk ona binmiş ömür sürüyor. O halde mala mülke aldanmak niye? Madem ölmemeye çaremiz yok. O halde Allah'a kul olmamak niye?
Gelin tevhide koşalım, hasret çağrısında gelin Allah diyelim ki, ülkü yolunu idrak edebilelim. Hazret-i Yusuf (a.s)'ın yaşadığı serüveni yüreğimizde hissedelim sevda bereketiyle. Ateşe atsalar da yahut bizi kül etseler de Rabbim Allah diyebilmeli.
Vesselam...

GÜNDÜZ GAZETESİNİN AYDINLIK YÜZÜ: AZİZ BAL SELİM GÜRBÜZER
Şöyle geçmişe dönüp Ülkü yolunun gazetelerine, dergilerine baktığımızda hep hafızamıza unutulmaz isimler olarak Osman Yüksel Serdengeçti, S. Ahmet Arvasi, Taha Akyol, Abdurrahim Karakoç, Erol Güngör, Ayhan Tuğcugil, Cemil Meriç, Necip Fazıl Kısakürek, Orhan Türkdoğan, Nejdet Sevinç, Galip Erdem, Nuri Güngör, Lütfi Şahsuvaroğlu gibi isimler gelir elbet. Her nedense onca birbirinden değerli isimlerin arkasında köşe yazılarının redaksiyonunda, gazetenin sayfa düzenlenmesinde çok büyük emeği olan editörlerimiz, muhabirlerimizin pek isimleri bilinmez. Öyle ya, bir zamanlar Ülkü Yolu harekâtının sesi Hergün Gazetesinin Türk–İslam köşe yazarı kimdir diye sual edildiğinde milyonlarca insanın aklına düşecek tek isim olarak S. Ahmet Arvasi bilinir de, ama o köşe yazısını derleyip toparlayıp redaksiyonuna yaptıktan sonra vizyona sokan isim kimdir diye sual edildiğinde ise o editörü bilecek insanların sayısının bilen bir elin parmaklarını geçmeyeceği muhakkak. Kim bilir kimdi, hayatta mıdır bilinmez ama bildiğimiz tek şey Türk-İslam yazılarının yayına girmeden önce göz nurunu akıttığı, adeta zihin fırtınası yapıp estetiklik kazandıran isimsiz kahramanlar kütüğüne adını yazdırmış olmasıdır. Nasıl ki, ehli sünnet yolunda senedi itibariyle “Ahrette âlimlerin mürekkebi şehit kanlarından ağır basacak” zayıf hadis görünse de manası itibariyle doğru olarak kabul görmesinden hareketle diyebiliriz ki, en az o âlimler kadar bilge şahsiyetlerin mürekkeb damlalarını sayfalara aktaranlarında üstün insanlar olduğunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Hele ki, bir de editörlerimiz kendilerine Peygamberimizin vahiy kâtiplerini örnek almışlarsa değme keyfine. Hiç kuşkusuz bu misyonla mürekkep damlalarında bir katre olmaya kendilerini adamaları bile Allah indinde Salih amel olarak karşılık bulacaktır.
Malumunuz, Gündüz Gazetesi yayın hayatına girdiğinde Muhsin Yazıcıoğlu ve sevenleriyle özdeşleşmiş Alperenlerin sesi olarak yankı buldu. Nasıl yankı bulmasın ki, gazetenin mutfağında Ülkü Yoluna aşkla muhabbetle gönül vermiş ülkü fikir emekçilerin dokunuşları vardı. Hiç kuşkusuz o yıllarda kıt kanaat imkânlarla gazetenin günlük olarak her gün düzenli bir şekilde yayına girmesi için ter döken isimlerden biride Aziz Bal’dı. İşte bu değerli isimle yolumun kesişmesi Gündüz Gazetesinde araştırma inceleme yazılar yazmam sayesindedir. Zaten Gündüz Gazetenin baskıya hazırlandığı binayla Büyük Birlik Partisi Genel Merkezi binası Sıhhiye’de birbirine sırt sırta vermiş yerlerde faaliyetlerini yürütüyorlardı. Bende o sıralar Beşevler’de Milli Eğitim Bakanlığı Sağlık Merkezinde Biyolog olarak çalışıyor olmam avantajıyla hemen her gün iş çıkışı Ankara Sıhhiyedeki Sağlık Bakanlığının arka sokağında BBP Genel Merkezine uğrayışlarım neticesinde beni Alperenlerin medya ayağı ile buluşturur da. Gel zaman git zaman derken iş çıkışı ve hafta sonları bu uğrayışlar sırasında Alperenlerden kendisi aynı zamanda Dadaş diyarından hemşehrim sayılan Medya iletişim mezunu Nizam Şahin’le tanışmış olduk. Meğer Nizam Şahin arkadaşımız da o sıralar ne yapıp etsek de bir dergi çıkarabilsek bir arayış içerisinde kendisini Alperen dergisi çıkarmaya adayıp kafa yoranlardan. Bir gün bana çıkaracakları dergi için yazı yazabilir misin dediğinde, hayır demek olmazdı. Hem nasıl hayır diyebilirdim ki, Ülkü yoluna gönül vermiş hemen herkes İlay’ı Kelimetullah için Nizam-ı âlem ülküsü uğruna gecesini gündüzüne katıp kimi gazete çıkarmaya çalışırken, kimi dergi çıkarmaya çalışırken, kimi de parti ve ocak teşkilatları kurmaya çalışırken ‘benim işim gücüm, çocuğum var, ben yazamam mı’ diyecektim. Evet dediğimde, Birol Dok’un koordinatörlüğünde derginin ana konularını, yayın çizgilerini belirlemek maksadıyla dergide yazı yazacak olan yazarlarla bir araya gelerekten toplantı yapıp vira bismillah deyip kollarımızı sıvadıkta. Doğrusu Alperen Dergisinde ilk yazacağım yazının Alperenlerin gönül dünyasında etki yapacağını düşünmüyordum. Böyle düşünmeme rağmen yine de elden verdiğim yazının yayınlayacağı günü iple çekiyordum dersem yeridir. Üstelik ilk yayınlanacak olan makalem de derginin ismiyle müsemma ‘Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi ve Alperenleri’ başlıklı bir yazıyla okurların önüne çıkacaktır. Neyse ki mahcup olurum korkusu başıma gelmedi, tam aksine yayınlanan makalem dikkat çekmiş olsa gerek ki, Gündüz Gazetesinin hem yönetiminde hem de köşe yazarı olarak görev yapan Remzi Çayır’la tanıştığımda benden her hafta Gündüz Gazetesine yazı yazmamı istedi. Hadi o yıllarda Nizam Şahin genç tığ delikanlı olması hasebiyle icabında ona ben yazamam demek kolay olabilirdi pekâlâ, ama söz konusu Remzi Çayır olunca yok demek ne mümkün. Ki, Remzi Çayır bu davanın çilesini yıllar öncesinden çekmiş, birde üstüne üstük Yusufiye’de mapus yatmışta bir ağabeyimiz, elbette ki yok demekle abesle iştigal olurdu. Derken Gündüz Gazetesi içinde teşbihte hata olmasın hemen kollarımı sıvayıp ‘Kafkas Kartalı Şeyh Şamil’ başlıklı yazıyla Gündüz okuyucularının gönül dünyasına girmeye çalıştım. Sağ olsunlar Alperen okuyucuları bizi bağırlarına bastılar da. Sadece okurlar mı, her hafta yazımı elden Gündüz Gazetesine götürdüğümde muhabirinden, dizgicisine, yazarından yöneticisine kadar hemen herkes beni Gündüz ailesinden biriymiş gibi onlar da bağırlarına bastılar. İşte gönül bağı kurduğum bu insanları yazımı vermek için her gittiğimde onların her birini Muhsin Başkana muhabbet duymanın hatırına çorbada benimde bir tuzum olsun düşüncesiyle, değil ellerini adeta taşın altına gövdelerini koymuş bir haleti ruhiye içerisinde Alperenlerin sesi olma yönünde seferber olduklarını gördüm hep. Hele ki Gündüz çalışanlarının içerisinde canla başla hiç yerinde durmayan bir editörümüz vardı ki, o editör alperen Aziz Bal’dan başkası değildi elbet. Hakeza Gündüz Gazetesine her gidişimde makalemi elden teslim edeceğim isimde Aziz Bal’dı. Çünkü hemen her şey onun kontrolünde gerçekleşiyordu. İyi ki de bu vesileyle Aziz Bal’la tanışmışım. Yoksa böylesi buram buram yüreği dava aşkıyla yanıp tutuşan basın emekçisini tanıma şerefinden mahrum kalacaktım. Hem dava aşkı olmasa ne mümkün ki Gündüz Gazetesi ilk çıktığında on bin trajı yakalamış olsun. Derken o günün şartlarında Alperenlerin sesi Gündüz Gazetesi yirmi bin tirajı buldu bile. Hatta tirajının zirve yaptığı yıllarda Seyda Hz.lerinin vefatının ardından hatırasına yaklaşık on beş günlük bir yazı dizisi hazırlamıştım ki, bu yazı dizisinin ön hazırlık çalışmalarında Aziz Bal’la sık sık bir araya gelip birbirimize olan muhabbetimiz git gide arttı da. Derken yazı dizisine birlikte start vermiş olduk. Sağ olsunlar bu arada Aziz Bal kardeşim bu yazı dizisine başladığımda beni büsbütün de yapayalnız bırakmayıp Alparslan Türkeş’in yol arkadaşı aynı zamanda MHP içerisinde nükseden bir takım nahoş gelişmelerden rahatsızlık duyup Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarıyla birlikte hareket eden Horasani Alperen hayranı Ahmet Er ağabeyimizden de Seyda Hz.leriyle ilgili yazı koparmayı başarıp yazı dizisine renk katmış oldu da.
Ne diyelim, işte görüyorsunuz görünürde yazı dizisini her ne kadar kendim hazırlamış olsam da, arka planda bir bakıyorsun, Ankara’dan Manisa ile kontak kurup Ahmet Er Ağabeyimizden yazı koparacak derecede yazı dizisini daha da çekici kılacak hamle işin mutfağında olan Aziz Bal’dan gelebiliyor. O yazı dizisinin şimdi yılını tam hatırlamıyorum ama tahminim tam tamına on beş gün süren Seyda Hz.lerinin anısına yazılan bir yazı dizisiydi. On beş boyunca her gün yazının bir bölümünü elden teslim etmek için Gündüz Gazetesinin kapıdan içeri adımı atmadan önce fikri yorgunluktan bitap düşen kendimi sansam da, içeriye girdiğimde kazın ayağı hiçte öyle değilmiş, asıl bitap düşen Aziz Bal’mış meğer. Her ne kadar kendisi bitap düştüğünü dile vurmasa da görünen köy kılavuz istemez her halinden kendini belli ediyordu zaten. Bir yandan yazının redaksiyonuyla, diğer yandan da görsel olarak yazı dizisinin ruhuna uygun hangi resimlerin sayfaya koyacağının telaşıyla habire beyin fırtınasından gözlerinin ferinin küçüldüğünü fark etmemek ne mümkün. Düşünsenize Gündüzün orta sayfasının tamamı bu yazı dizine ayrılmıştı. Ki, uzun yazılar pek okunmayabiliyor, yani böyle riskte söz konusuydu, ama editörümüz Aziz Bal olunca kim demiş okunmaz, yazı dizisi yayınlanır yayınlanmaz Gündüz Gazetesinin devamlı okuyucu müdavimleri bile okumaktan büyük keyif duyduğu gazeteyi bayilerde bulmakta güçlük çekenler oldu. Öyle inanıyorum ki, Seyda Hz.lerinin anısına başlattığımız o yazı dizisine verdiği o emek zayi olmayıp ebediyete mal olacakta. Çünkü Sadatlar sadece sofilerine değil, yollarına muhabbet duyup katkı sunanlarında duacısıdırlar. Nitekim Aziz Bal’da Sadatlarla ilgili yazı dizisinin sayfa düzenlemesinde dizgisiyle, editörlüğüyle katkı sunmuştur. Zira bu az buz sıradan bir katkıda değil, öyle inanıyorum ki yanında götürebileceği sadaka-i cariye türünden hayır hasenat bir katkıdır bu. Bu yüzden Sadatların kabirde ve ahrette onu yalnız bırakmayacaklarına inancım tam da.
Biliyorum, Aziz Bal’ı medya yönüyle anlattığımın farkındayım. Çünkü yaşadığı ömrün sadece ben onu ancak medya karesi bölümünde tanıyabilmiş oldum Neyse ki Gönüllerde Birlik Vakfına gidip gelmelerimde hayatının son karesine yaklaştığı demlerde kendisiyle hasbıhal etme imkânı da buldum. Dile kolay karşılaşmayalı 25 yıl bir süre geçmişti ki, vakıfta 25 yılın üzerine birbirimize denk geldiğimizde şükür kavuşturana dememizle muhabbet ve kucaklaşmamız bir oldu dersem yeridir. Böylece yıllar sonra Gündüz gazetesindeki hatıraları yâd edip birlikte hasretlik gidermiş olduk. Hatta bu arda muhabbet kucaklaşmasının akabinde görüşmediği yıllar içerisinde bana büyük bir kaza geçirdiğini, yoğun bakımdan çıktığını, keza birkaç kez beyin ameliyatı geçirdiklerini bizatihi kendisinden öğrenmiş oldum. Aslında o kendisinden bahsetmeyi pek sevmezdi, tabii bunu ben uzun zamandır görüşmenin gerekçesi olarak algıladım, diğer türlü düşündüğümde ise bizim eksikliğimiz olduğu besbelli. Ahde vefa hak getire. Maalesef toplumun genel hali üç aşağı beş yukarı bu eksikliği yaşamakta. Geçmişimizde Aziz Bal gibi nice kıymetli dostlarımızın pek çoğu hale hayattalar ama ne var ki ne arayan var ne de soran. Meğer bizi bir araya getiren ocaklarmış, parti binalarıymış, dergi ve parti binalarıymış. Yani ocak varsa, parti varsa, kültür evlerimiz varsa bir aradayız, yoksa birbirimizden uzak bir hayatın akışına kendimizi kaptırabiliyoruz. İyi ki de Gönüllerde Birlik Vakfı var da görmediklerimizi yeniden görme fırsatı elde edebiliyoruz artık. Bu sayede hemen her gidişimde Aziz Bal kardeşimi sık sık görür oldum da. Her gördüğümde de ismimle değil oğlumun ismiyle, yani Alperen adıyla hitap ederek muhabbet ederdi. Çünkü Gündüz Gazetesinde Alperen Gürbüzer ismiyle yazı yazıyordum.
Aziz Bal’ı ilk görenler onun ciddi duruşu karşısında belki çok soğuk bir insanmış gibi algılayabilir. Oysa şöyle bir birkaç kez birlikte çay yudumlayıp masa etrafında dava arkadaşlarıyla birlikte sohbet ederken yanında bulunduğunda bu algının yerini muhabbet seli algısına bıraktığı görülecektir. Ne de sohbetine doyum olmaz dost arkadaşmış demekten insan kendini alamaz da. Hatta onunla son karşılaşmalarımda bir yönünü daha keşfetmiş oldum. Öyle ki, Gönüllerde Birlik Vakfına gittiğimde artık bir Gündüz Gazetesinde editörlük yapan Aziz Bal’ın dışında son derece kendinden emin ekonomik, sosyal, kültürel hemen her alanda fikir yürütebilecek bir birikime erişmiş bir aydın hüviyetinde Aziz Bal profili gözümden kaçmaz da. Hatta vakıfa gidiş gelişlerimde sık sık yine denk geldiğim simalardan Dr Vefa, Veysel Tekelioğlu, Süleyman Doğan, Erdoğan Cabbar A., Mahir Damatlar, Lütfi Şahsuvaroğlu, Ersin Yılancı, Halil İbrahim Sarı, Birol Dok, Erol Dok, Mustafa Güçlü, Ahmet Uzun, Dr. Tahir Yoldaş ve daha nice ismini hatırlayamadığım Yusufiyeli ve Ülkü Yolu dostlarımızın bulunduğu masa etrafı sohbetlerde dinleyici olmaktan daha ziyade onu fikir serd eder halde gördüm. Bitmedi dahası var elbet, dostlarla bir arada bulunduğumuz bu masa başı sohbet halkasına kimi çevrelerden ve değişik üniversitelerden de bir takım akademisyenler iştirak ettiğinde şayet Aziz Bal fikir teatinde bulunuyorsa onun fikirleri karşısında suspus kalıp eridiklerine de şahit oldum. Tabii böylesi manzaraları birkaç defa onun şahsında görünce anladım ki Gündüz Gazetesi sadece Alperenlerin sesi bir gazete değil aynı zamanda entelektüel yetiştiren bir üniversite imiş. Evet, yanlış duymadınız, hatta belki çok iddialı bir çıkış olarak da düşünüyor olabilirsiniz, ama o masa etrafındaki fikri tartışmalara şahit olmasaydım böylesi iddiada bulunmazdım. Düşünebiliyor musunuz Gazetenin çıkışından bugüne neredeyse 30 yıl bir süre geçmiş, bir bakıyorsun bir zamanların editöryal Aziz Bal kardeşim bu memlekette aydınım diyen geçinen nice akademisyenlere tüm entelektüel birikimiyle taş çıkartabiliyor.
Besbelli ki arka planda görünmeyen adsız kahramanlar yıllar sonra görünür olduklarında asıl marifetin mutfak kısmında olduğu gerçeği ile yüzleşebiliyoruz. İşin mutfak kısmında bulunmayanlar hemen her şeyi hazır önlerinde buldular. İşte bu nedenle meseleye birde mutfak yönüyle baktığımızda önümüze konulan bin bir türlü lezzette ki taamların asıl hazırlayıcılarının el emeğini, göz nurunu, zihin fırtınasını izah etmekten kelimeler bile aciz kalabiliyor. Bir an kendimizi fikir mutfağında görevli olduğumuzu varsayalım gazeteye gelen her havadisi, her köşe yazısını, dünyada olan biten her ne varsa süzgeçten geçirmek hiç kuşkusuz çok büyük özveri ve çok büyük beceri gerektiği çok açık ve net bir şekilde karşımıza çıkacaktır. Derken bu işin, hele bilhassa mutfak kısmının her babayiğidin harcı olmadığını idrak etmiş oluruz da. Ama dedik ya, söz konusu babayiğit Aziz Bal’sa tıpkı bir ressamın renklerle oynadığı gibi gazetede yayınlanacak olan maddi ve manevi her veri girişiyle büyük bir ustalıkla oynaya çağı muhakkak. Nitekim bunu bilhassa yukarıda bahsettiğim yazı dizisinin seyri akışında o zamanki yöntemlerle pano üzerine toplu iğnelerle yerleştirilen sayfalar üzerinde gerekli müdahaleleri ve gerekli rötuşlarını bizatihi kendim gözlemleyerek müşahede ettim. Gerçekten de sayfalara öyle bir dokunuşu vardı ki adeta harflerle, kelimelerle, dizgilerle, bir ressamın renklerle oynadığı gibi oynuyordu. Derken mutfaktaki o dokunuş ertesi gün hazır halde önümüze geldiğinde günün yorgunluğunu üzerimizden almanın ötesinde dava aşkımızı dipdiri tutan bir menü olur da.
Evet, Aziz Bal, bu usta editoryal dokunuşuylada alperenlerin yorgunluğunu alan isimsiz kahramanlarımızdan. Ülkü camiasında pek çok isimsiz kahraman editörlerimiz daha vardı elbet, ama son halkada Aziz Bal alışılmışın dışında kabına sığmaz diyebileceğimiz türden bir editördü o. Onu kimi zaman masa başında kalem oynatırken, kimi zaman haber peşinde koştururken kimi zamanda tüm gazeteleri tek tek tararken gördük hep. Her gördüğümde de kendi kendime buna can mı dayanır düşünceler eşliğinde Allah yar ve yardımcısı olsun demekten kendimi alamazdım. Onu o halde gördüğümüzde yüreğimizin dağlanmaması ne mümkün, üstelik uğraş verdiği gazete kıt kanaat imkânlarla diğer gazetelerle yarışmak zorunda olan bir gazete. Meğer Gündüz’ün etki gücü sadece Ülkü Yolu Alperenlerinin sesi olmak değilmiş, kıt kanat imkânlar içerisinde sayfaların hazırlayışında onca akıtılan alın teri, gözün feri ve el emeğinin de çok büyük bir etkisi söz konusudur. Nitekim gazete çalışanları da Aziz Bal şayet sayfalara eli değmezse adeta sayfaların renginin sarardığını, illa ki dokunması gerektiğini söylemekten imtina etmediklerine çok defalar şahit oldum da. Kelimenin tam anlamıyla onun dokunuşuyla gecenin karanlığı Gündüze dönüşebiliyormuş. Aksi halde sanki gündüz gelmeyecekmiş gibi gece sayfa baskısı uzayıp gidermiş. Aslında onun çalışma arkadaşlarının övgüsüne de ihtiyacı yoktu, onun tek ihtiyacı takım ruhuyla çalıştıkları dava arkadaşlarıyla fırsat bulup da birlikte melemene kaşık çalıp, birde üstüne çay yudumlayabilmektir. Bu fırsatı yakaladığında bunu öpüp başına koyardı da. Övgüymüş, şuymuş, buymuş hiç umurunda bile olmazdı, onun için varsa yoksa yarınki çıkacak olan Gündüzünün yayına girmesi çok mühimdi.
Tan yeri ağarıp günün sabahın ilk ışıklarında Gündüzü okumaya başlayanlar her ne kadar işin mutfak kısmında ne olup bittiğinden bihaber olsalar da sonuçta Halik biliyor ya, bu yetmez mi? Kendi açımdan ardından benim tek tesellim ise onun o çok büyük özveriyle ortaya koyduğu Alperenlik ruhunun ve azminin unutulmaz etkisidir.
Velhasıl-ı kelam Aziz Bal, Ülkü Yolu Alperenlerinin hissiyatına tercüman olan Gündüz Gazetesinin aydınlık yüzünün adıdır.
Ruhu şad olsun.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3882/gunduz-gazetesinin-aydinlik-yuzu-aziz-bal