SİSTEM VE İDEOLOJİ AÇMAZI

SİSTEM VE İDEOLOJİ AÇMAZI

ALPEREN GÜRBÜZER

Sistemi bilmek için, sistemi oluşturan unsurların detayına inmek gerekiyor. Gaye, tanım, isbat, uygulama ve metod kavramlarının tümünün bir arada olmasıyla birlikte yürürlüğe girmesi ‘’sistem”i meydana getirir. O halde ’sistem’’i; amacı, tanımı, isbatı (kabulü), uygulaması ve usulü belli olan bir yapı diye tarif edebiliriz. Sistemin is¬keletini oluşturan beş (5) unsurun tüm berraklığı ile açıklığa kavuşturulmadan, sis¬tem hakkında hüküm vermek önyargılı davranış olacaktır. Sistemi incelerken şu kıstasları gözönünde bulundurmak mecburiyeti var.Şöyle ki; Varılmak istenilen hedefin ne olduğunu açıklamak sistemin ‘’gaye“sini, kul¬lanılan ıstılah ve kavramların açıklığa kavuşturulması sistemin ‘’tanım’’ını, ne şekilde yol takip edilmesini tayin etmek sistemin ‘’metod”unu, kitleler tarafından kabul görüp görmemesi de, sistemin ‘’uygulaması”nı ortaya koyar. İdeoloji Analizi
Sistemi bütün unsurlarıyla topyekün masaya yatırıp enine boyuna bu şekilde değerlendirildikten sonra, savunulan ideolo¬jinin analizini yapmak, çok daha kolay olacaktır. Analitik yaklaşım ancak ve an¬cak sistemin beş unsurunun açıklığa kavuşturulmasıyla mümkün çünkü. Aksi takdirde sistem hakkında sağlıklı bir kanaate varılamaz. ideoloji belirlendikten sonra, modelin benimseyip ya da benimsenmemesi bireyin ‘’tercih’’ine kalmış bir şey, ister onaylar isterse onaylamaz, ya da şerh düşer.. Tercih, şahıs¬lara has bir olgudur çünkü. Birey, isterse incelediği sisteme karşı, alter¬natif sistem de oluşturabilir. Tek tip sistemle, kitleleri yönetmeye kalkışmak, bunalımlara yolaçmaktadır. İnsanlar bir tek sistemin peşine takılıp ömür boyu onunla oyalanmak sevdasında değil çünkü. Daha çok, bireyler çoğulcu model oluşumları araştırdıktan sonra, tercihini belirle¬meyi yeğliyorlar.
Çoğulculuk
Dünyanın şuandaki gidişatı ‘’çoğulcu“luk istikameti yönündedir. Totaliter ülkelerde, farklı görüşlere asla yer verilmez, hatta kişilerin tercihleri gözönünde bu¬lundurulmaz bile. İnsanoğlu dünyaya adım atar atmaz, etrafı mahşeri kalabalık gibi algılar, olayları ilk anda muhakeme edemez, vakıalarla yoğrula yoğrula şahsiyetini kazanır ve kendine bir yol çizmeye başlar böylece. Eğer bu yol belirleme anında, bireysel ‘’tercih’’ler yerine dayatma ve müdahalede bulunuluyorsa, onuru zedelenir ve iç dünyasında yaralar açacağı muhakkak. İnsana, baskı ve dayatma ile şu sis¬tem üzerine hareket edeceksiniz demek onu hiçe saymak demektir zaten.
Sistemin kitlelere kabulünün sağlanmasında tepeden inme ve dayatmacı yöntemlerin izlen¬mesi, insan haklarına vurulan en büyük darbe olsa gerek. Tabularla toplumu hap¬setme isteği, yeniden ortaçağ zihniyetinin hortlatılmaya çalışılmasından öte bir anlam ifade etmez. Ta¬bular.. tabular ...tabular... ah şu tabular var ya, düşüncenin önünde en büyük barikatlar olduğunu dersek yeğdir.. Bireysel tercihlerin ortaya çıkmasına mani olan da, çoğu kere tabulardır. Üstelik tüm bu olanlardan sonra da, vay efendim bizde niye aydın yetişmiyor, gibilerden serzenişte bulunmazlar mı? Bu tür statükocu anlayışlarla elbette bir yere varılmaz.
Ortaçağ Zihniyeti
Mevcut sistemlerin, kitlelerce benimsenmesinde tepeden inme dayatmacı ve baskıcı yöntemlerle toplumu hizaya sokmak uygulamaları, ileride önü alınmaz sosyal yaralar açtığı artık sır değil. Çünkü insanoğlu fıtratı gereği, müdaheleyi sevmez. Anaların hür doğur¬duğu evlatların tercihlerinini hiçe saymak isteğinin anlamı; ortaçağ karanlığından günümüze aktarılmak istenilen kötü bir mirasa yeniden talip olmak demektir..
Farklılıkların bir arada yaşaması ancak hoşgörüyle mümkün. Şayet bir sistem varlığını devam ettirmek istiyorsa, her geçen gün kendini yenilemeli yeniden yapılanmaya gitmelidir. Kendi dışındaki sistemlere ateş püskür¬mekle ve karalamakla uzun vadeli başarı elde etmek imkansız. Siste¬min, diğer sistemlerle hoşgörü zemininde rekabeti, fikir zenginliği meydana getireceği muhakkak. Kaba ve sert tartışmalar toplumda anarşiyi doğurmuştur hep.
Farklı düşüncede olan insanlarla nasıl bir arada yaşanılır formülünü her sistem kendi içinde isbatlamalıdır. Öncelikle bir¬birlerinin varlığını kabul etmek, tahammül göstermek önemli adım olacaktır.
Alternatif Sistem
Mevcut sistemin karşısında ‘’alternatif sistem’’ kabul etmemesi,onu muhalefetsiz hükümete benzer birkonuma sürükleyecektir. Başkaya tahammulsüzlük, içinde bulunduğu¬muz manzara-ı umumiyedir maalesef. Milli Şef’e bir ikaz mektubu yazan Ali İhsan Paşa’nın 10 yıl hapse mahkum edilmesi, bunun isbatıdır zaten. Bilindiği gibi Milli Şef uygulamaları, ülke sathında bunalım doğurmuştu. Nite¬kim, 1950 şeçimleri bunalan kitlelere DP’yi sevgili yapmıştır. Çok partili döneme geçişle birlikte toplumda bir rahatlama meydana gelmiş, böylece tek tip yönlendirmelerden usanan toplum çoğulculuğa yönelmiştir.
Bireyin, hertürlü sistem modelleri karşısında tercihte bulunması ‘’cilik’ini veya ‘’ideoloji’’sini ortaya koyar. Gerçi ‘’cilik’’, ‘’ci’’ edatının eşyaya eklenen ‘’satıcılık’’ kavramını hatırlatması, dolayısısyla Sü¬leyman Nazif tasvip etmemiştir. Hatta Süleyman Nazif, II. Meşru¬tiyet’te ortaya atılan ‘’Türkçü’’ tabirine şiddetle kızardı. O Türkçü kelimesini işitir işitmez, kahveci, şekerci, yemişçi, sucu, kebapçı, kitapçı, vs. gibi maddeye ilave edilen ‘’ci’’leri satıcılık olarak ni¬telerdi. Öyleki; Süleyman Nafiz bir sohbet toplantısında ‘’Türkçü’’ kavramı geçince, hemen tepkisini ortaya koyar; ‘’- Ben Türk olduğum için ‘’Türkçü’’ olamam ve Türk sata¬mam, fakat kürk olmadığım için ‘’kürkçü’’ olabilirim” der. Süleyman Nazif’in bu tesbitine rağmen, maalesef hepimiz ‘’ci’’, ‘’cü’’, ‘’çü’’, ’cilik’, ’çülük’ gibi edatları lisanımıza yerleştirmişiz. Herşeyde çürüme olduğu gibi, lisanımıza da müdahale edilmiş. Avrupa’nın içimize attığı en büyük hastalıklardan biri de, entelvari davranışlar olmuştur. İçeriksiz modern görünmek çabaları, kavram kar¬gaşalığına yol açmıştır. Kavramları yerli yerinde kulanmamak gibi bir durumla karşı karşıyayız her daim. Uzlaşmazlığın nedeni, kul¬lanılan kavramların doğru dürüst tarifi yapılmamasından dolayıdır. Halbuki kavramlar berraklığa kavuşturulursa, ‘’ci’’ edatıyla anılan milliyetçisi, üm¬metçisi, laikçisi, ferdiyetçisi, sınıfcısı vb.. birbirlerini daha da an¬lamaya başlayacaktır. Laikçisi, laikliğin tarifini yapmadığı için, diğer toplum birimlerinin eleştirisine maruz kalmaktadır sürekli. Üm¬metçisi, milliyetçisi, şucusu, bucusu da aynı. Meselenin özünde ‘’tarif’’ yapamama hastalığı var. Belki de işlerine öyle geliyor, yahut da tarifi yapılmamış kavramlarla dayatma ve baskı yapmak daha da kolay olabilir, kim bilir!...
Kavram Anarşisi
Aklın gereği, kavram anarşisine son vermek gerekiyor. Öyle kavramlar var ki ‘’dua’’, öyle kavramlar var ki ‘’silah’’ olabi¬liyor. Bunlardan öte, elastiki kavramlar da sözkonusu. Hadiişin içinden çıka¬biliyorsan çık, hani nerde o babayiğit? Muğallak kavramları hangi tarafa çekersen çek, filmine uydurulabiliniyor bukalemun misali. Malum olduğu üzere, bukelamun ortama göre renk değiştiren bir tür canlı. Bundan hareketle, bukala¬munca tavırlar, dayatmacı ve baskı ortamlarını daha teknik hale getirebiliyor da. Şu halde tüm bu gerçeklerden hareketle sistem, kuşkuya meydan vermeyecek tarzda açık ve şeffaf olmalıdırki güven kazanabile.. Bireylerin herhangi bir sistem modellerinden birini tercih etmesi gayet doğal, çünkü ‘’ideolojik kimlik’’ belirlemek özgürlüğün gereği. Tıpkı sporda, Beşiktaş’lı, Fener’li, Gala¬tasaray’lı olmak nasılsa, sistem içinde aynen geçerli. Eğer bir insan, belirli bir sistemde karar kılamaz da, öylesine tercih sıralaması yaparsa, bu durumda tabii karşılan¬malı. İlla da yüzde yüz herhangi bir sisteme endekslenmek gere¬kir diye bir kaide yoktur. Tercih sıralaması yapmak, sistem mo¬delleri arasında bağlılık sıralaması (mensubiyet) anlamını taşır ki; İnsanın tercih silsilesi oluşturması, diğer toplum birimlerini sıraya koyması demektir. Mesela ferdiyetçiyim (kapitalist) diyen bir kişi¬nin ferdiyetçiliği ile beraber ailesini de, milletini de sevebilir, ama tercih sıralamasında ilk sırayı ‘’ferdi’’ koymuştur, gayet doğal. Onun için ‘’fer¬diyetçi’’ adını almıştır. Tercih sıralamasında ilk önceliği milletten yana kullanmakta, kişinin “milliyetçi’’ olarak kimlik kazanmasını sağlar. Bir milliyetçi, aynı zamanda ailesini, ümmetini de sevebilir pekala. Tercih yapmak diğer birimlerden vazgeçmeyi gerektirmez. Birimlerden herhangi birine öncelik vermek insana ‘’kimlik’’ kazandırır sadece. Ziya Gökalp’ın ‘’Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim. Garb medeniyetindenim’’ ifadeleri, bir değişik tercih sıralama örneğidir. Velhasıl sistem modelleri arasında ter¬cih silsilesi yapmak, diğer sistemlerin toptan reddi anlamına gel¬mez. Ağırlıklı önem verdiği değerler bakımdan, kişinin sistemler karşısında ‘’aidiyet önceliğini’’ ortaya koyar.
Millet kavramı da, bir toplum birimi olmanın yanısıra hem dini, hem de sosyolojik manada men¬subiyet şuurudur. Aynı zamanda her millete ve ülkeye göre göreceli kavram olup, tarifi devletlerden devlete değişmektedir. Fran¬sız’lar milleti tarif ederken ‘’Kültür’’ olarak, Almanlar ‘’Irk’’, İsviçre¬liler ‘’Vatan’’, Romanyalılar ‘’dil’’, ABD ‘’tabiiyyet’’, Çin ‘’kültür’’, Türkiye’de ‘’hepsini’’ esas alır. Dolayısıyla her mil¬letin kendi ülkesinin yapısına ve lehine olacak şekilde tarif yapması gayet tabiidir.
Dil-Irk-Kültür Milletimiz, dil, ırk ve kültür bakımından üç daire ihtiva eder.
1- Dil dairesi,
2- Irk dairesi,
3- Kültür dairesi.
Dil tek başına Türk kimliğini belirleyemez. Mesela dil yönünden Türk dairesine giren Yakutlar, antro¬poljik (ırk) olarak Mongoloid’dirler. Tam tersi Bulgarlar da ırk olarak Türk halkasından olmasına rağmen, dil bakımından Türk değildirler. Türkiye gerek dil bakımından, gerekse soy bakımdan İslâm aleminden farklı olmasına rağmen, kültür (etnografya) yönünden Müslü¬man kültür dairesinin kapsam alanına girer. Ayrıca Türk’ün tarihten bugüne gelen kendine özgü milli kültürü de söz konusudur. Şu andaki durumumuza baktığımızda ise, görünümümüz “karma kültür dairesi’’olsa gerek. Hem İslâm ale¬miyle, hem de batıyla sosyal, siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkiler sonucunda ‘’karma kültür halkası’’ doğmuştur coğrafyamızda. Dünyanın hiçbir yerinde saf ırk, saf dil ve saf kültür yoktur zaten. Demek ki; toplumlar hem almış, hem vermişler. Öyle ki; Yunanlılar dünyanın hazinelerini taşımışlar, ama kimliklerinden taviz vermemişlerdir. Anlaşılıyor ki kültür alış verişinden korkmamalı, ama dikkatte gerek¬tiriyor. Yeter ki, kendi öz hazinelerimizi gereği gibi işletilebilsin. Gerçekten kültür politikaları sağlıklı yapıya oturtulduktan sonra görülecektir ki yabancı kültür akımlarından olumsuz yön¬den etkilenilmediği ortaya çıkacaktır, o halde endişelenmeye gerek yok. Çünkü karşılıklı kültür alışverişleri sayesinde zaman içerisinde uluslararasında hertürlü keskin tavırların yerine sıcak diyaloglar ve yumuşama alacağı görülecektir.
Dünyada yeni bir anlayış hakim. Farklılıkları kabul edip, tüm insanlarla bütünleşmek. Küçük alt birimlerin tanınarak büyük bir birime doğru yol almak ideali yeni bir misyon olarak ortaya çıkıyor.
Tek Tip Düşünce
Türkiye, tek tip düşünce ağından çıkamadığından dolayı zaman zaman başına bin bir türlü dertler açmaktadır. Türkiye, tarihi misyonunu birtürlü idrak edemiyerek uslanmaz çocuk oyunu oynuyor sürekli.. Tek tip din, tek mezhep, tek tip olan herşeyle formatlanarak bir yere varılamıyacağını idrak edemedi daha henüz. Sosyal hayat, farklı fikirler ve farklı düşünceler demek¬tir oysa. Farklı sistem modelleri, özgürlükçü bir ortamda sivil toplum anlayışıyla makul karşılanmalı ve tercihlere müdahale edilmeme¬liydi. İnsan iradesine ipotek koymanın, kişilik haklarına balta vurmak olduğunu bilmeliydi.
Şurası unutulmamalıdır ki; güçlü fikirler ve kaliteli sistem modelleri itibar görür hep. Nasıl ki kalitesiz ürünler pazarda kaliteli ürünler karşısında rekabet edemezse, kendini isbatta zorlanan sistem model¬leri yahut fikir akımları da güçlü sistem ve fikirler karşısında tutuna¬mayacaktır. O halde serbest fikir atmosferinde, tercihlere pranga vurmadan özgürce fi¬kirlerin tartışılmasında sakınca görülmemeli.
Yasaklar, çoğu kere fayda yerine zarar geti¬riyor. Nice yasakçı uygulamalar sayesinde, ilim deney ve gözlem¬den uzak fikir akımları, kısa süreliğine de olsa gözde olabilmişlerdir. Şayet fikir akımlarının özgürce tartışılmasına müsaade verilseydi, her türlü fikir akımları kendini ispat¬lama şansı elde ederek kitlelerce kabul görüp görmeyeceği anlaşılabilecekti. Yasaklar, tarihte de görüldüğü gibi, çözüm getir¬memiş, aksine bunalımları daha da derinleştirmiştir. Dayatmayla, müdahale ve baskıyla bir yere varılamayacağını artık anlamalıyız. Zihinlere pranga vurmak ortaçağ kafasıdır çünkü.
Kelimenin tam anlamıyla hakiki fikirler, yavaş ilerler, ama uzun ömürlüdür. Propagan¬daya, şişirilmeye ve dayatmaya dayalı fikirler ise çabuk ilerler, fakat kısa ömürlüdürler. Fikirler, genelde iki grupta mütaala edilebilir;
Birincisi; Yükte hafif, pahada ağır fikirler.
İkincisi ise Pahada hafif, yükte ağır fikirlerdir. Birinci şık, bizim herzaman tercihimizdir. Pahası ağır gibi görünen fikirler ve sistem modelleri, çoğu kez şişirilmiş balonlar olup içerisi boştur, yani daha çok slogana ve haması nutuklarla yüklenmiş pahada hafiftirler. Oysa, yükte hafif, pahada ağır fikirler, şişirilmeye, met¬hiyeye ihtiyaç hissetmezler, gücü zaten etkisinde, bu yetmez mi? Güçlü fikirlerin değeri zamanla ortaya çıkar. Hakikat ergeç kendisini gösterecektir elbette.
Toplum- Devlet Pahada ağır fikirler, toplumun iç dinamikleriyle hiçbir zaman ters düş¬mez. Sistemin ayakta uzun süre kalabilmesi toplum gerçekleriyle barışık olmasına bağlı. Hangi sistem olursa olsun, toplumun yapısal di¬namikleriyle paralellik arzetmiyorsa, başarılı olma şansı ortadan kalkar. Tanzimattan günümüze kadar denemediğimiz model kalmadı. Tüm denemeler, toplum dinamikleriyle bağdaşmadığından dolayı, çoğu kez dayatma yöntemi ile kabulü cihetine gidildi. Tabii bu durum toplumla devlet arasında güvensizlik doğuruyor haliyle. Dayatmacı yöntemlerle yeniliği kitlelere sun¬mak isteği merkez-kenar çelişkisi meydana getirdiği bir vaka. Doç. Dr. Hik¬met Özdemir’in, ‘’devlet tarihi ile, İslâm’la, Bediüzzaman Said-i Nursi gibi alimlerle, Nazım Hik¬met’le vs. barışmalı...’’ derken, bir önemli gerçeğei vurgulamıştır. Devlet, fikirler ve modeller karşısında dayatmacı ve ‘’hakim’’ rol üstlenmemeli idi, ‘’hadim’’ rol takip etmeliydi oysa. Hakim değil ‘’hakem’’ olmalıydı. O halde ne yapmalı? Evvela her türlü fikir akımı karşısında taraf olmamalı. Tabandan gelebilecek model üretme girişimlerini bastırmamalı. Çünkü Türkiye’de yenilik hare¬ketleri ekseri üstten gelmiştir, tabandan gelen bir yapılanma hiçbirzaman sözkonusu olamadı. Batı’da alttan gelen değişmeler yaşanmıştır çoğu kere, bizde daha henüz taban gerçek gücünü gösteremedi.. Sürekli tepeden yönlendirmeler, sistem dayatmalar, halkta inisiyatifsizlik oluşturduğu gibi katılımcılık hamlesi köreltilerek güdülen duruma düşürülmüşüz. Sistemin biranda yasakları rafa kaldırıp, sivil katılımcılık mekanizmalarının önünü açmasıyla birlikte toplum katmanlarında büyük ra¬hatlık getirecektir. Sivil katılımcılıktan uzak demokratik yapılanma¬lar çözüm olmayacağı besbelli.. Rejimler (sistemler), toplumun hak ve hürriyet elde etmelerine müdahale ettiği sürece, kitleler fanatiz¬min kucağına ittikleri gibi bu arada kendi kuyusunu da kazmaktadır. İcraatlarıyla kendi mevcut sistemini değil, karşısındaki güçleri güçlendir¬miş oluyor böylece. Ghandhi, ‘’en despot idare bile, çok defa despot tarafın¬dan zor kullanılarak halkın rızası sağlanmadıkça ayakta kalamaz. Halk despotun kuvvetinden artık korkmadığını anladığında onun kuvveti gitmiş demektir’’ diyor. Otoriter sistemlerde karar verme fonksiyonu lidere verilmiştir. Liberal sistemlerde karar fonksiyonu girişkin bireyler, genel demokratik anlayışlarında ise grubun bütünü esas¬dır. Sivil katılımcı modelde ise ne lider ağırlıklı bir yapılanma, ne de bireyi esas alıp toplumu hiçe sayan bir anlayış. Yukarıda sıralanların tümünü içine alan, bütüne şamil bir sistem, yani ‘’sivil toplum’’ ve ‘’sivil katılım’’ın ta kendisidir. Velhasıl Cumhuriyet ve demokrasi, devletin derin koridorlarında alınan kararlarla değil sivil katılımcı güçlerin etkili olduğu ortamlarda yeşerebilir ancak... Vesselam.