SİNDİRİM SİSTEMİ
SİNDİRİM SİSTEMİ
ALPEREN GÜRBÜZER
Yüce yaratıcı daha biz ana rahmine düştüğümüz anın ilk gününde bile döllenen yumurta hücresin de depolanıp hazırlanmış olan stok besin ile rızkımızı korumaya almış. İşte şefkat budur. Bize anne rahminde merhametiyle besleyen Allah embriyolojik safhaların ileri aşamalarında plasentayı (eş) devreye sokarak göbek kordonu vasıtasıyla beslenmemiz daha da bir garantiye alınmıştır. Tabir caizse göbek kordonu vücuttaki kan damarlarını plasentaya bağlayan köprü konumunda olmanın yanı sıra cenin için iyi tasarlanmış mükemmel bir beslenme aracıdır. Böylece kandaki gıdalar ve oksijen bu köprü sayesinde cenine ulaşabiliyor. Cenin tarafından kullanılıp arda kalan artık maddeler ve karbondioksit ise yine bu köprü vasıtasıyla plasentaya nakledilerek kan damarları yoluyla tahliyesi gerçekleştirilmektedir. Burada ilgi çeken bir husus artık maddelerin tahliye işlemleri gerçekleşirken hem annenin hem de bebeğin aynı çatı altında zarar görmemesidir. İster istemez bu noktada önceden iyi planlanmış bir tedbir mucizesine şahit oluruz. Şayet ceninle anne arasında köprüye gerek duyulmaksızın bir ilişki olsaydı annede meydana gelebilecek muhtemel tüm hastalıklar veya her olumsuz arızalar cenine de sirayet edecekti. Dolayısıyla “Bu emaneti Ben verdim ve bu emaneti gerektiğinde Ben alırım” diye ferman buyuran Allah’a ne kadar şükretsek azdır.
Bizler yeme alışkanlığımızı bile çok önceden anne karnında iken başparmağı emme refleksi eğitiminden geçerek öğrendik. İşte bu eğitim sayesinde dünyaya daha adımımı atar atmaz sanki yılların getirdiği bir tecrübe edasıyla anne sütü emmeye başlayıp akabinde dişlerimizin çıkmasıyla birlikte büyük bir ustalıkla yemek yeme alışkanlığını sergilemekteyiz. Bu yüzden dudaklardan başlayıp anüsle son bulan bu uzun yolculuğa sindirim sistemi deriz. Sistem görünürde etten basit bir boru veya ona iştirak eden yardımcı bezlerden meydana gelmiş donanım demiş olsak ta bu iş bu kadar basit değil elbet. Nitekim besinler ağızdan başlamak üzere etten bir boru içerisinde mekanik ve kimyasal değişikliğe uğrayarak takriben 9 metrelik bir güzergâh boyunca yolculuğuna devam ederler. Öyle ki karnımızın acıktığını vücudun informasyon (bilgi) mekanizması sayesinde haberdar olan dudaklarımız ani bir refleksle harekete geçince lokma ağza alındığı andan itibaren midemizdeki bir milyar hücre uyarılmış olur. Derken sindirim sistemi derhal devreye girip tükürük bezlerine gereken talimatı verilmesiyle birlikte süreç işlemeye başlar. Bu yolculuk esnasında konaklanacak yerler ise sırasıyla ağız, farinks, özofagus, mide, ince bağırsak, kalın bağırsak ve rektumdan (son bağırsak) ibaret kompleks yapı merkezleri olmaktadır. Aslında her bölüm fonksiyon bakımdan sırasıyla birbirinin tamamlayıcısıdır. Aynı zamanda bütün sindirim yolu bir boru ve en içte histolojik bakımdan bol salgı yapan bir mukozla örtülüdür. Zira bu mukoz dört kısımdan yapılmıştır.
Dişler
Diş deyip geçmemeli, değim yerindeyse kendi başına bir âlem. İnci tanelerimizin her biri hem estetik hem de faydalanmak için yaratılmışlardır. Baksanıza bir diş uğruna dünyanın dört bir yanında devasa fakültelerin kurulması bunu teyit ediyor zaten. O halde şimdi bu âleme hep birlikte göz atabiliriz. Şöyle ki; dişlerimiz genel itibarı ile alt ve üst çenede olmak üzere 4’ü parçalayıcı canine dişler, 8’i kesici dişler denilen incisiv, 8 tanesi küçük yapıda premolar, 12 tanesi büyük yapıda molar, diğer 20 tanesi azı dişlerinden olmak üzere tam tamına 32 taneden ibarettir. Aynı zamanda bir diş dıştan içe doğru katmanlardan oluşmaktadır. Bu katmanlar sırasıyla:
—Mine,
—Dentin,
—Sement,
— Pulpa olarak dizayn edilmiştir.
Dişler işlev bakımdan hem bıçak, hem kırma, hem öğütmek, hem kıyma makinesi hem de ses ayarı görevi yaparlar. Mesela bıçak işlemini çenemizin ön kısımda yerleştirilmiş kesici dişler yürütür. Hakeza köpek dişleri sivri ve kanca yapıları sayesinde parçalama, azı dişleri ise öğütme işlemlerini gerçekleştirir. Ses ayarının rayından çıkması ise dişsizlikle alakalı bir husus olup, malum dişleri dökük insanların sesleri peltek çıkarması bunun en tipik misalini teşkil eder.
Dişler ince bir matematiksel programla yerleştirilmiş ağız yapımızın inci taneleridir. Zira bebek dünyaya geldikten 6 ay sonra bu inci taneleri çıkmaya başlar ve bunlar tam tamına 20 adettirler. Bunlara primer dişler (süt dişler) denip 6–7 yaş arasında dökülür, ama sonradan çene kemiğinin gelişmesine paralel olarak asılları yerine gelecektir. Nitekim bundan sonraki aşamalarda kalıcı dişler çıkar ve 17–21 yaşları arasında toplam 32 adet olmak üzere inci tanelerin tümü tamamlanır. Dişler aynı zamanda evlenecek bir genç kızın gelinliği gibidir. Bu gelinliğin tacı, tahtı bile var. Şöyle ki;
—Dişin taç kısmı dıştaki görünen yüzeyidir,
—Kök ise çene içine gömülmüş taht kısımdır.
Dişler sayesinde çene kemiklerine fazla iş düşmez. Dişin kök kısmı çene içine kemikle birlikte allovis denen çukurluklara yerleşmiştir. Mesela alt azı dişlerde 2, üst azı dişlerde 3 kök vardır. Ayrıca dişin iç kısmında şekline uygun vaziyette sinir hücreleri ve kan damarlarını zengin bağlayıcı doku hücrelerinin lifleriyle irtibatlandıran pulpa denilen bir boşluk vardır. Hatta pulpa içerisindeki açık sarı renkli bir madde mine ve sementin beslenmesini üstlenmiştir. Taçla kökün komşu olduğu kısım ise damağa çizgi olan boyun kısımdır.
Dişin sert kısmı mine, dentin ve sement diye üç kısımdan yapılmıştır.
Mine tabakası hekzagonal (altıgen) yapıda dişin en sert tabakası olup kalsiyum ve fosfat bileşenlerini içerir. Dişin bu sert tabakayla donanması sayesinde diğer diş katmanlarının zarar görmesinin önüne set çekilmiştir. Şayet asit türü maddeler mine tabakasını aşındırmaya yüz tutarsa o zaman aşınma aşınmayla kalmayıp diş kemiğine kadar ilerleme kaydedebiliyor. Bu durumda delinen kısma dolgu yapılmazsa ister istemez gittikçe oyuk derinleşerek kanal tedavisi gerektirecek duruma gelir. Bundan dolayı mutlaka yatmadan önce dişlerimizi iyice fırçalamak gerekir. Çünkü uykudayken tükürük bezleri inaktif olduğundan dolayı bakteriler hızla üreyerek daha fazla asit salgılayabiliyorlar. Dolayısıyla dişimizin kıymetini bilip temiz tutmalı, aksi takdirde mikrobik faaliyet dişlerimizden vücudun diğer katmanlarına sıçrayarak çeşitli hastalıklara kapı aralayacaktır. Her şeyden öte zaten diş temizliği sünnettir. Sanırım bu her şeyi zaten tek başına açıklamaya yeter artar da.
Mine ile sement ancak dişin boyun kısmında kesişirler. Nitekim sement diş kökünün ucuna (apeks) yakın kısımda diş köklerini saran ince bir örtü diyebileceğimiz tosit adı verilen hücreler ihtiva eder. Dolayısıyla yaşlanan insanlarda bunlar sementosit adını alıp, damak delikleri ile kaynaşıp kireçleşir de. Hatta kireçleşmeye sementum hiperplazisi de denir. Bu aslında anormal bir durum olup özellikle yaşlılarda görülür. Yinede bu olayı önlemek için bu bölgelerde her an mikrofaj ve lenfoidler hazır vaziyette bulunurlar.
Dentin minenin alt kısmında bulunup hem sert hem de dişin büyük bir bölümünü oluşturmaktadır. Dentin taze iken yarı şeffaf sarı görünümünde olup kemikten 200 kat defa daha serttir. Hatta kimyasal yapı ve gelişim bakımdan kemiğe benzer. Şöyle ki kemikte olduğu gibi dentininde % 28’i organik, % 72’si inorganiktir. Dentin aynı zamanda pulpayı kuşatan kısımdır. Taç ise dişin en kalın kısmıdır. Hatta burada dentin maddesi daha fazladır. Ancak kök bölgesinde dentin kalınlığı azalıp burası semenle kaplanır. Zira dişin içerisinden dentin tubulusları dişin kök ucuna gittikçe numan kılıfı ile örtülü olduğu belirlenmiştir. Taç bölgesinde ise dentini dıştan kuşatan mine tabakası (enemal) örter.
Diş eti
Diş etleri dişlerimize perde görevi yapmanın yanı sıra cinsiyet yönünden de iyi bir ayıraçtır. Nitekim diş etlerinin alınan sürüntü örneğinin mikroskobik inceleme sonucunda epitelyum çekirdek hücrelerinde koyu renk alan Barr cisminin varlığı dişilik genine işarettir.
Ağızda kollogen fibril yapılı üzerinde değişik derecede keratinleşme görülen bir yapı genelde diş etleri olarak bilinir. Aynı zamanda bu yapı dişlerle girintili çıkıntılı ve diş çenesi zarları itibariyle de bezce fakir olduğu için buralarda özel diş eti bakterileri yerleşmiştir. İşte ağız kokusuna neden olan bu bakterilerdir. Bu bakımdan diş etleri çok mühim olup, alacağımız bir takım tedbirlerle ağız kokusu gibi bir takım diş eti rahatsızlıklarının önüne pekâlâ geçebiliriz.
Yanak
Ağız kısmını çevreleyen yanağın içerisi hem çok katlı, hem yumuşak, hemde kreatinli olmayan yassı epitel tabakasıyla örtülüdür. Yanak deyip geçmemeli, çünkü aynı zamanda immün sistemin önemli bir parçasıdır. Çünkü bazı mikro organizmalar ta baştan yanaktaki salgı bezleri tarafından sindirim sistemine dâhil edilmeden yok edilirler. Yani tükürük bezlerinin glandula buccalis (yanak) salgısı sayesinde dişlerin arasına yerleşmiş olan yemek kırıntıları temizlendiği gibi diş çürümelerinin önüne de geçilebilmektedir.
Ağız boşluğu
Ağız boşluğu mukoz zarla kaplı olup, ön giriş kısmı dudak kapısıdır. Dudak kapı görevi yapmanın yanı sıra morarması ile birlikte birtakım hastalıkların habercisi olmaktadır. Özellikle kanın oksijensiz kaldığı maraz durumlar için ilk sinyal belirtisi niteliğinde bizleri bu durumda bilgilendirmektedir.
Ağız tavanı üst damak, sert damak (kemikli ön kısım) ve yumuşak damak (kaslardan oluşan arka kısım) olmak üzere üç kısımdır. Üst bölme özellikle nefes alıp vermede, yumuşak damak ise yeme ve yutmada fonksiyoneldirler.
Ağız boşluğu yassı epitelle döşenmiş glikojen ihtiva eden, yüzeysel hücrelerin bol mukoz salgılayan bir dejenere laminaria proparya sistemidir. Ağız boşluğunun altındaki submukoza denilen kısım çok az miktarda muskularis mukoza ve kas demetleri ile desteklenir. Hatta submukoza kısım yumuşak burun boşluğuna bakan yüze kadar uzanıp, çene ve yüz kasları ile irtibatlandırılmıştır. Dolayısıyla burun boşluğunda submukoza bulunmaz. Ağız boşluğunun üç yöne seyreden çizgili kasların bulunduğu bölüm ise dil çatısını (dili) meydana getirirler. Ayrıca dilin üzerinde takriben 9–10 bin adet papilla (tomurcuk) denen çıkıntılar vardır. Tomurcuklar içerisinde de çok sayıda lezzet almamızı sağlayan reseptör hücreleri bulunmaktadır. Böylece reseptör hücreleri sinir hücreleri ile irtibata geçip lezzet hissi beyinde sahne alarak yediğimiz besinin zevkini tadarız. Dildeki papillalar üç kısım olup bunlar:
Birinci kısım ‘V’ biçiminde olup bunlara filiformis papillalar denir. Bu tip papillalar bazı enfeksiyon hastalıklarında sertleşerek dil üzerinde pürtük yapıp ağızda kurumaya ve keratinleşmeye sebep olurlar. Nitekim ağız suyu tamamıyla kuru kalsaydı insan için çok büyük bir tehlike arz edecekti.
İkinci tip funjiformis papillalar da dil üzerinde tek tek dağılmış olarak bulunur. Hatta dilin tam orta kısmında bademciklere komşu uzunlamasına açlık ve susuzluk halinde beyazlaşan bir bant meydana getirirler.
Üçüncü tip circuvallateform papillalar ise körelmiş olarak kalıp, buna foliat papilla denir.
Dil
Dudaklarımızı açtığımızda ancak dilimiz dışardan görülebilmektedir. İyi ki de sürekli açık kalmıyor. Aksi takdirde dış görünüşümüz estetik olmayacaktı. Tabiî ki dudaklar sadece estetik yönden değil konuşmaya da yardımcı hoparlör görevi yapmaktadır.
Bir başka ilgi çekici odak noktamızda hiç şüphesiz dilimizdir. Özellikle dilimiz üzerinde en dikkati çekeni ise 3000 sinir ucuyla bağlantılı tat alma hücreleridir. Önemine binaen bu hücreler haftada bir yenilenir, hatta bu yenilenme faaliyetinden haberimiz bile olmaz. Dilin içerisindeki kaslar vasıtasıyla esnek bir hareket kabiliyetine sahip olan dilimizin üzerinde gördüğümüz bu tür kabarcıkların içerisinde tat tomurcukları yerleştirilmiştir. Tat tomurcuklarında tat sinirlerinin uçları bulunur. Herbirinin lezzeti farklı olan binlerce gıdanın ortalama 120 bin tadı fark edebilecek kabiliyetinin dilimizin arka kısmında yerleştirilmiş tad hücrelerinin varlığı ilahi bir güç tarafından yapılan plan ve programın varlığını ortaya koymaktadır. İlgi çekici olan bir hususta görme ve koklama duyularının dildeki tat alma hassasiyetini artırıp, iştah meydana getirmiş olmasıdır. İşte bu iştah nimeti sayesinde beslenmemiz bizim için bir külfet değil ve lezzet haline dönüşmektedir.
Dil adeta kürek görevi yapar, asla besinleri çiğnemez, bir çark makinesı gibi yuvarlayıp, sadece besinlerin çiğnenmesine yardımcı olur. Böylece yuvarlanan besinler tükürükle sulandırılıp yutulma aşamasına gelir. Fakat ağzımıza aldığımız lokma sindirim kanalına değil akciğere de kaçabilir, ya da tekrar geri dönebilir de. Bunun içinde mutlaka önlem düşünülmüştür. Şöyle ki; yutma işlemi yanak (buccalis), gırtlak (pharynx) ve yemek borusu (oesophagus) kademelerinden geçerek üç aşamada iradeli (yanak) ve refleks (yanağın dışındakiler) hareketlerine bağlı birkaç saniye içerisinde gerçekleşen hadisedir. Yutma esnasında bir yandan küçük dil ve yumuşak damak (platum molle) birlikte bir piston gibi yukarı kalkıp burun boşluğu kanalını kapatırken diğer yandanda küçük dil bölgesinde epiglottis kapağı denilen bir kapak bir trafik polisi edasıyla akciğere giden kanalları kapatıp böylece sindirim borusuna gıdaların kazasız belasız sevk işlemi gerçekleşir. Yemek borusunda ise mukoz salgılanarak gıdaların birtakım peristaltik denilen kasılma hareketleri eşliğinde mideye kolayca akışı gerçekleşmektedir. İşte “Bir lokma bir hırka” denilen devirler geçse de, günümüzde lokma sayıların atmasını düşündüğümüzde bu kontrol mekanizmasnını iyi planlanmış bir proje olduğunu anlarız. Üstelik günümüzde tüketim çılgınlığının zirve yaptığı durumda bile sindirim aksamadan işliyor da.
Demek ki yumuşak damağın serbest kalan arka kısmında uvula denilen küçük dilimiz boşuna yaratılmamış. Siz siz olun onun öyle küçük olmasına bakmayın, yaptığı iş büyüklüğüne işarettir. Nitekim yutma esnasında yumuşak damakla birlikte yukarıya yükselerek besinlerin burun boşluğuna kaçmasına geçit vermezler. Üstelik ağzımıza aldığımız lokma yemek borusundaki kasılma hareketleriyle saniyede 2,5 cm hızla aşağı doğru ilerleyebiliyor. Dahası bu kasılmalar sayesinde baş aşağı duran bir kimsenin bile meşrubat içmesi mümkün olabilmekte. Hakeza emme esnasında ise ağız kısmın arka kısmını bir barajın kapaklarını kapatmasına benzer bir işlevle negatif basınç uygulanır. İşte yumuşak damak ile küçük dilin beraberce yürüttüğü bu işlemin önemi şundan belli ki difteri türü hastalıklarda yutma ve emme güçlükleri yaşanmaktadır. Hatta bu ve buna benzer hastalıkların yumuşak damağın kaslarını felce uğratması sonucu konuşma bozukluklarına yol açmaktadır.
Ağızdaki bezler:
Salgı sistemini teşkil eden bezler dış ve iç salgı bezleri diye iki ana grupta incelenir. Ağızdaki bezler ise;
—Tükürük bezleri,
— Mukus bezleri diye tasnif edilir.
Günde ortalama 1 litre sıvı salgılamakla maharetli ilk organlarımızın başında tükürük bezleri gelir. Tükürük bezlerinden salgılanan tükürük besinlerin yumuşatılmasında çok önemli icra işlemi gerçekleştirmektedir. Böylece tükürük içerisindeki ptyalin ve lisozim enzimler (salgı suyu) sayesinde sindirilme işleminin birinci basamağı olan kimyevi işlemler start almış olur. Tükürük bezleri üç çeşit olup bulundukları yere göre; kulak altı tükürük bezi (Glandula parotis), çene altı tükrük bezleri (Glandula submandibularis) ve dilaltı tükürük bezleri (Glandula sublingualis) diye isim alırlar. İşte bu üç bez sayesinde günde yaklaşık 1 litre tükürük salgılanmaktadır. Hatta aşırı salgılar diş diplerinde diş taşı yapar ve ağız kokularına sebep olur. O halde tükürük deyip geçmemeli. Zira bu salgıların % 98’i su olup, ayrıca buna ilaveten müsin, protein, mineral tuzları, ağzın dökülmüş epitel hücreleri ve tükürük cisimcikleri karışık halde lisozim enzimi ve ptyalinle birlikte tükürüğü meydana getirirler. Özellikle tükürük bezlerinin en büyüğü olan kulak altı tükrük bezleri stenon kanalı vasıtasıyla salgısını salgılayıp ptyalin enzimi bakımdan çok zengindirler. Ptyalin aynı zamanda besinlerin yumuşatılmasında birinci derecede rol sahibi olup özellikle karbonhidratlardaki nişastayı maltoza dönüştürürler. Lisozim enzimi ise bakteri faaliyetine geçit vermeyecek derecede antiseptik madde olarak görev yapar. Öyle ki o ömür boyunca ağız ortamı mikrobik faaliyetlere karşı kimyasal antiseptiklerini kıskandıracak kadar doğal antiseptiğimiz özelliğe sahip bir maddedir. Çene altı tükürük bezleri ise Warton kanalı vasıtasıyla salgısını ağza salgılamakta olup yediğimiz gıdaların adeta lezzetini hissetmemize yardımcı klavuz rolü ifa etmektedir. Ayrıca ağzımızda bir takım kontrol mekanizmaları ile ağzımıza alınan zararlı ve tehlikeli maddeler algılanıp vücuda alınmasına geçit verilmez. Keza mukus bezleri tarafından salınan yapışkan musijen damlacıklar ağızda karışık bezleri meydana getirir.
Tükürük bezlerinin en küçüğü olan dilaltı tükürük bezleri Rivinus kanalı vasıtasıyla koyu mukoz kıvamında tükürük salgılayıp yediğimiz gıdaların lokma haline getirilmesinde önemli bir görev yüklenmiştir.
Ağızda bazı boşluklar ve kanallar bulunur. Bunlar özel salgı ihtiva eden yerlerdir. Bunlar bulundukları yere göre; dudak ve yanak bezleri, ön dil bezi, dil kökü bezleri ve damak bezleri olarak isimlendirilir. Dolayısıyla ağza alınan yiyecekler çiğnenip isteğimize göre çalışan kaslar sayesinde gerçekleşmekte. Derken bu istek beynin talimatı doğrultusunda seyrine devam eder. Demek ki önce yiyecekleri önce dişlerimizle parçalar, öğütür ve tükrük bezlerinin salgılarıyla tıpkı bir hamur gibi yoğururuz. Akabinde lokmaların çiğneme işlemi tamamlandıktan sonra mideye kadar uzanan 25 cm uzunluğunda ki yolculuğun (yemek borusu) ilk başlangıcında boğaza gelip dayanır. İşte bu kavşak noktasından lokmanın yanlış yola girmemesi için tedbir alınmıştır. Yani yutkunma ile birlikte solunum borusu küçük dil ile kapanır ve yemek borusundan aşağıya doğru inmesi sağlanır. Dolayısıyla baygın bir kişiye yiyecek ve içecek verilmemesi bu sebeptendir. Dahası yanlışlıkla verildiğinde baygın kimsede bu refleks meydana gelmeyeceğinden mideye gidecek besin maddesi yanlış yola sapması kaçınılmaz kılabilir.
Farinks
Farinksin üst kısmı solunum sistemini andırır, alt kısımda sindirim sistemine benzeyen bir histolojik farklılık gösterir. Farinksin içerisi ise sili yapıdadır. Bilhassa zengin bezler ve siller bağışıklıkla yakından ilgilidir.
Sindirim sisteminin epitel dokusu farinksin alt kısmında bulunur. Üst kısım zengin kas katmanı içerip kas lifleri mukoz ve mukoz bezleri ile fibroelastik bir tabaka yapar. Burasının bağışıklık sistemiyle ilgisi vardır. Hatta yutulan hava farinksin üst kısmında infiltre edilerek hem nemlendirilir hem de enfeksiyon unsurlarının bu kısma yapışması gerçekleşir. Solduğumuz hava tabii mecrasında buradan geçerken yutak daralır ve yutulan hava mukoz maddesi ile birlikte süzgeçten geçirilir. Derken biriken mukoz balgam şeklinde dışarıya atılır. İnsan ister istemez bu dudak uçurtacak olay karşısında hayrete düşüp Allah’a şükrederiz.
Tonsilla (Bademcikler)
Küçük dilin hemen iki yanı başında veya yutağın iki tarafında mikroplara karşı savunma kalemiz olan tonsilla denilen bademciklerimiz (nöbetçi askerler) mevcuttur. Bademciklerin burun boşluğuna olan cinsine foringial tonsil denip dilin arka kısmında olan bir diğer türü ise lingual tonsil adını alır. Yani bunlar ağız boşluğunda lenfatik dokuları kuşatan, mukoz zar içerisine gömülü yuvarlak veya elips biçimde kapsüllerdir. Hatta bunlar kripta denen çöküntüler içinde bulunurlar. Dahası tonsillerin yüzey epiteli içerisinde lenfositler toplanmakta, bu arada dökülen epitel hücreleri ve lenfositler tükürük cisimciklerini meydana getirir. Ayrıca epitel hücreleri ve lenfosit karışımı bademcik içerisinde kripta denen sadece lenfositlerin toplandığı çevreden ayrılmış kapsüller bulunur. Fakat bunlar yaşlılıkla birlikte sayıca azalır.
Bademciklerden kesit alınca içi lamelli biçimde yüzeyi genişleten tüpcüklerden ibaret bağ doku ürünü olan lenfoid nodüllerle (lenf bezleri) dolu olduğu görülür.
Bademcikler mikroplara karşı adeta bir ön karakol vazifesi görür. Dolayısıyla karakolu ele geçiremiyen mikroplar burada mapus düşerek yok edilirler. Zira bu karakolda akyuvarlar üretilip, bağrında çok sayıda akyuvar barındırmaktadır. Şayet vücut direnci azalıp lökositlerin mikroplara karşı yenik düşerse karakol düşebilir de. Tabiî ki bu karakol baskını neticesinde mağlup düşen bademciğin bizatihi kendisi de iltihaplanıp mikropların karargâhı haline dönüşecektir. Artık bu noktadan sonra bademcikler bizi korumak bir yana mikrop yuvası olacaktır. Çünkü orası mikropların kalesidir artık. Dolayısıyla bademciklerin bu noktadan sonra cerrahi operasyonla alınması kaçınılmazdır. Neyseki dilin kökünde bademcikler alındığı zaman bu görevi üstlenmek üzere yerine lenfatik sistem devreye girip bu açık giderilmeye çalışılır.
Özofagus
Özofagus yediğimiz gıdaları yutaktan mideye götüren kas yapılı bir tüptür. Bu tüpün kasları uzunluğuna farinksin elastik tabakasıyla devam eder. Özofagus mideye yaklaştıkça daha da kalınlaşır. Hatta sert besinlerle beslenen hayvanlar veya otçul canlıların özofagusunda keratinleşme görülür. Bu arada yutma esnasında içerisinde bolca kaygan sıvı suların bulunması veya elastik bağ dokunun varlığı sayesinde lokmanın geçtiği yerler genişlemektedir. Böylece gıdalar bir yandan ilerlerken diğer yandan arka kısmın çapı daralıp lokmaya ilerleme kuvveti verilerek pistonumsu boşalma işlemine benzer primer peristaltizm ve sekonder peristaltizm türü hareketle mideye kayması sağlanır. Buna sağımsal hareket denilir ki, bu iş için özofagus da emre amade iki tip bez vardır. Bunlar:
—Özofagus özel bezleri,
—Özofagus kardiyal bezleri olarak bilinirler.
Özofagusdan itibaren ince bir kas tabakası var ki, burası submukoza olarak bilinip aynı zamanda sindirim siteminin üçüncü sırasını teşkil eder. Yani özofagusun altında submukoza bulunup, başlıca görevi epitel tabakasının elastik ve reticular fibrillerini diğer kas gömleğine bağlamaktır.
Mide
Mide kendisi hariç yenilebilecek her türden besinleri sindiren bir laboratuarımız olarak dikkat çekmektedir. İşte bu laboratuar sayesinde besinlerin her türlü kimyasal analizi yapılarak kalsiyum, kükürt, demir gibi diğer zaruri maddeler ayrıştırılıp vücut için yararlı hale getirilir. Ayrıca hücre içerisinde tutuşturulan besinler oksijen, hidrojen ve karbon haline dönüştürülerek vücut için gerekli ısıda elde edilmiş olmaktadır. Demek ki besinlerin eritilmesi için erkekte 1 milyar, kadında ise 820 milyon asit hücre habire asit üretmektedirler.
Besinleri sindirme kapasitemiz yaklaşık 2,5 litrelik bir alanla sınırlıdır. Mide sadece kasılma hareketleriyle kalmayıp besinlerin boza kıvamı alması için birtakım enzim ve içerisinde hidroklorik asit bulunan bir sıvı da salgılar. Hidroklorik asit daha çok pepsin denilen enzimin görev yapabilmesi için gereklidir. Aslında bu asit midenin yapısını oluşturan etleri bile eritecek güçtedir. Neyse ki midemizi yaratan, midemizi hidroklorik asidin tesirinden koruyacak mukus adlı bir sistem kurmuştur. Bu sistem sayesinde mukus midenin duvarlarını kaplar ve onu hidroklorikasitin tahribatından korur da. Ne gariptir ki adeta etten duvar örülen bir torba içerisinde kendi cinsinden et veya benzeri maddeler parçalanıp hazmedilmekte, üstelik bu torba herhangi bir zarar görmüyor da. Gerek midenin hazmı için gerekli salgının devreye girmesi, gerekse o salgıdan dolayı midenin tahriş edilme riskine karşı çıkarılan koruyucu salgı sisteminin var olması midemizin hatasız bir hesap içerisinde kimyagerlere taş çıkartarcasına işleyen mükemmel bir donanıma sahip olduğunu göstermektedir. Böyle mükemmel bir sistem ancak yaratıcının eseri olabilir. O halde bu mükemmel yaratıcı eserin detaylarına geçebiliriz.
Bilindiği üzere günde ortalama 3 litre salgı salmasıyla ünlü organ dendiğinde ilk evvela mide akla gelmektedir. Zira açlık denilen olayı midemizden gelen sinyaller sayesinde hissederiz. Peki, acıktığımızı nasıl anlarız. Belli ki sinirler sadece iletişim için değil bu iş içinde görevlidir. Mesela diyelim ki kanda şeker azlığı söz konusu. Bu durumda derhal mide ve bağırsak kaslarıyla ilintili sinirler adrenal hormonu yardımıyla gereken emri verip kandaki ihtiyaçlar anında giderilmeye çalışılır. Böylece bu iletişim sayesinde yeme ihtiyacı hissederiz. Zira beynin onuncu siniri olan vagus, hidroklorik asit ve pepsinin salınmasında sorumludur. Anlaşılan büyüklerimiz; “Can boğazdan gelir” sözünü boşa dememişler. Yemekler mideye geldiğinde ilk salgı olayı gastrin hormonu ile gerçekleşir. Bu hormonun kana karışmasıyla birlikte protein moleküllerini parçalayıcı etki yapan histamin devreye girer. Diğer salgımız hidroklorik asit ise besin faaliyetinin yeterli olduğu noktada gastrin salgısının salınmasını durdurucu yönde rol oynamaktadır. Şayet bu otomatik ayarlama olmasaydı her birimiz obur yaratıklar olup sağlıksız beslenmenin açtığı birtakım kontrolsüz faaliyetler yüzünden midemizin iflasına yol açacak şikâyetlerle karşılaşacaktık. Öyle bir ayar sistemi yerleştirilmiş ki yediğimizde salgı ifraz edilir, açlık ihtiyacımızın giderilme işleminin bitim noktasında ise derhal salgılamayı durdurucu oto-regülatör sistem müdahil olmaktadır.
Bu arada açlık ihtiyacımızın giderilmesi adına sindirim borusundan akıp gelen besinler mide kapısının otomatik açılımı ile adeta hoş geldin denilerek konuk edilirler. Bu yüzden midenin dışında apayrı bir sistem diyebileceğimiz fibroplast ve makrofaj hücreleri bulunur. Bu arada insan baş aşağı edilse bile gelen misafir kapı dışarı edilmez, yani yediğimiz besinler tekrar ağzımıza geri iade edilmezler. Zira midenin dış katmanını oluşturan uzunlamasına sıralı dizilmiş kaslar sindirim işi için güçlü bir daire (sfinkter) oluştururlar. Ayrıca midenin üst kısmı denilen fundus bölgesinde ise sürekli olarak karbondioksit ve oksijen karışımı bir gaz bulunur. Dolayısıyla midemizi üşüttüğümüzde fundus bölgesine sirayet eden H2S (hidrojen sülfür) gazının birikmesiyle birlikte hem
http://www.facebook.com/pages/Alperen-G%C3%BCrb%C3%BCzer/141391522610124?sk=info
dedekorkut1
10 Eylül, 2011 - 13:46
Kalıcı bağlantı
SİNDİRİM SİSTEMİ-2
SİNDİRİM SİSTEMİ-2
ALPEREN GÜRBÜZER
midemiz rahatsızlanır hem de nefesimiz kokmaya başlar.
Bilindiği üzere fundusu oluşturan kısımlar:
—Esas hücre denilen zimonejik hücre,
—Kenar hücresi (parietal hücre), salgısı ise hidroklorik asittir.
—Mukus hücreleri,
—Arjetafin (tok halde asit, aç durumunda ise baz salgı salarlar) şeklinde tasnif edilirler.
Midenin özofagusla bağlandığı kısım kardiak bölgesidir. Bunun sol tarafında kubbemsi ve kabarık kısım fundus adını alıp, bu bezler aşağı yukarı midenin 2/3’sini oluştururlar. Sağdaki kısım ise kurvatörlerdir. Bunlar kenarları küçük ve büyük biçimli mideden duodenum’a açılan kurvatörlerdir. Mukozun epitel yüzeyi de malum olduğu üzere mide içerisinde mide boşluğuna bakan tuz asidi salan hücrelerin yoğunlaştığı kaygan tabakadan başkası değildir.
Ayrıca midede pek çok bez mide tabanına ve mide içine açılır. Özellikle cardiak bezleri halka biçimindedirler. Bu bezler kanal etrafında özel musijen salgılayan bezler olarak da bilinir. Bir başka ifadeyle dairevi halka midenin çıkış kapısı hükmünde pilorik bez kapısı mevcuttur. Belli ki bu kapılar boşuna konulmamış, çok yönlü bir gaye için varlar. Aynı zamanda yediğimiz gıdalar arasında zararlı mikroplar mide asitleri tarafından anında yok edilirler. Yani mideyi tanzim eden güç dışarıdan gelen besinleri adeta süzgeçten geçirip hangisinin zararlı, hangisinin zararsız olacağını bilecek türden asit üreten maddeyi etten yapılı hazneye yerleştirmiş. Dahası hidroklorik asit sindirim faaliyetinde ve dışardan gelen mikrobik faaliyetleri imha edecek türden faydalı kuvvetli bir salgı özelliği taşımaktadır. Fakat göz ardı edilmemesi gereken bir yönü var ki, o da mideyi delik deşik edecek nitelikte zararlı bir madde hüviyetinde olmasıdır. Neyse ki bunun önlemi de alınmış. Şöyle ki; mukus salgılanması bu tehlikeyi bertaraf etmeye yetiyor. Bilhassa bu durumda pepsin enzimi hidroklorik asitin organizmayı bozmaya yönelik faaliyetini nötralize hale getirmektedir. Bir başka ifadeyle hidroklorik asit midede bulunan birtakım gıda maddelerini yumuşatıp proteinlerin sindirimini gerçekleştiriyor. Aynı zamanda canlı organizmaları öldürücü asidik bir madde olarak ta dikkat çekmektedir. Peki, madem bu asit çok tesirli, bir kumaş parçasını bile eritecek güçte o halde mideyi neden tahriş etmez diye bir soru akla gelebilir. Verilecek cevap gayet basit, şöyle ki bir yerde tez varsa anti tezde var demektir. Dolayısıyla buradan hareketle mide duvarına yerleştirilmiş bir başka bez (mukus bezi) mukus salgısı çıkararak asitin yol açacağı zararı derhal etkisiz hale getirilir. İşte alternatif çözüm buna derler. Anlaşılan her şey başıboş değil, her zerre, hatta tüm âlem bir ölçü ve bir hesaba göre dizayn edilmiş gözüküyor.
Bu bilgiler ışığında midemizi genel itibariyle besinlerin depolandığı, özellikle karaciğer ve pankreas enzimlerin salgıladığı salgılarla karıştırılıp sindirime tabii tutulduğu, aynı zamanda sindirilen besinlerin emilimi için bağırsağa gönderilme işleminin gerçekleştiği bir organ olarak tarif edebiliriz. Böylece midemizin aynı anda birçok işlemi bir değirmen misali sistematik bir şekilde basınç uygulayarak çalışan harikulade bir organımız olduğunun farkına varmış oluruz. Hatta iç basınç çalışma esnasında artmaya başlar bile. Nitekim midenin üst kısmına (fundus ve corpus) 40 mmHg basıncı, alt kısmına (pylorus) ise 140 mgHg basınç uygulanıp mide boşken bile içerisinde mevcut olan gaz sayesinde bu değerler sabit tutulmaya çalışılır. Esasen besinleri midenin alt kısmında bulunan pylorus bölümünün kas yapısı sayesinde parçalanarak kimus haline getirilir. Besinler mideye konuk olduktan yaklaşık yarım saat sonra mide özsuyu salgılanarak değirmenin çarkları çalışmaya başlar. Öyle ki işleyen çarklar gıdaları kimus haline getirmeden asla bağırsaklara iletmezler. Üstelik mide hareketleri sadece tok halde değil boş halde de çalışmaktadır. Fakat bu seferki hareketlerin diğerinden farkı açlık belirtilerini bildirmek için yapılan kasılmalardır. Zaten mide boş halde iken çapça bağırsak çapından küçük olması bunu teyit ediyor. Ancak iç basıncın aşırı derecede düşmesiyle birlikte boş mide enerji kaybına uğrayıp tembelleşme riski oluşturabiliyor. Yani midede biriken asit pankreasın biraz yavaş davranması sonucunda tembellikten büzüşüp ülser veya mide kanamalarına varacak boyutta rahatsızlıklara yol açabiliyor. Bu durumda ister istemez sarkık hale gelen mide besinleri pylorus kapısından bağırsağa gönderememe gibi bir tehlikeli bir hal alabiliyor.
Demek ki sindirim faaliyeti büyük ölçüde mide özsuyunun becerisiyle gerçekleşmektedir. Mide özsuyunun bu iş için günde takriben sarf ettiği salgı miktarı ise gündelik 2 litreyi bulmaktadır. Anlaşılan o ki mide özsuyu içerisinde her birinin kendine has görevi olan salgılarla donatılmıştır. Zaten gastrin hormonu, pepsin enzimi ve hidroklorik asitten oluşan üç çeşit salgı bunun tipik misalidirler. Zira anne sütü ile beslenen çocuklarda minimal düzeyde asit içeren salgı söz konusudur. Yüce Yaratıcı sütün çürümeye ve bozulmaya yüz tutmaması için büyüklerde mevcut olan pepsin enzimi yerine bebeklerde renin enzimi tahsis etmiştir. Çünkü pepsin asidik ortamda aktif, renin ise asitsiz ortamda etken salgılardır. Keza bebeğin süt emmesini sağlayan renin enzimi zimojen hücreler tarafından salgılanır. Zira yeni doğan çocuklarda zimojen hücreler mide içerisinde yayıldığı alan bakımdan daha büyüktür.
Pylorus bezleri
İnce bağırsak görünüş itibarı ile düz borudan ibarettir. Oysa ince bağırsağın mide ile birleştiği yerde bizim irademizin dışında kavisli bir kas yerleştirilmiş ki besinler yavaş yavaş bağırsağa geçebilsin. Nitekim kasılmalar on iki parmak bağırsağında dakikada 8, ince bağırsak kaslarında ise 10–12 arasında seyreder. Bu kasın adına latince kapı bekçisi anlamında mideden duodenum’a (on iki parmak bağırsak) geçiş bölgesi diye bilinen pylorus (pilorik bez kapı) olarak tanımlanır. Belki de pilorik bez olmasaydı günde iki veya üç öğün değil de günlük yirmi kez yemek yiyecektik. Bazılarında pilorik bez bölgesi uzun olup, bu bezler kendi bölgesinden ziyade daha çok küçük kurvatör boyunca yerleşirler. Hatta pylorus bezleri kısmen pepsinojen ihtiva ederler. Pepsinojen ise üreaz enzimi salgılamaktadır. İşte bu üreaz enzimi sayesinde midenin kendi kendini tahriş etmesinin önüne geçilmiş olunur. Yani asidik salgıyı nötralleştirerek midenin kendi kendini hazmetmesi önlenir. Bu arada mide 24 saatte bir 1000 –1500 ml civarında gastrik salgısı salgılar. Gastrik salgının bileşiminde musin, H2O, tuz, % 0,4–5 HCl, pepsin ve renin enzimleri bulunur. Pepsin aynı zamanda yüksek proteolitik enzim içerip proteinleri amino asitlere kadar parçalayıcı etkisi vardır.. Bilhassa PH’ı düşük olunca pepsin çok faal hale gelir. Bu bakımdan hidroklorik asit salınınca pepsin proteinleri çok iyi sindirme randımanı kazanmaktadır. Demek ki mideye yerleştirilmiş enzimler sayesinde besinler rahatlıkla parçalanabiliyormuş meğer. Hatta parçalanan besinlerin mideden geri tepmemesi içinde yemek borusunun son kısmı sifinkter yapmasıyla birlikte büzülmesi öngörülmüştür.
İnce bağırsaklar
Mideden ayrılan kimusa on iki parmak bağırsağında günde ortalama 5 litre salgı ifrazı eşlik etmektedir. Yani kimus mideye veda eder etmez on iki parmak bağırsağın yüzeyindeki salgı hücreleri uyarılmaya başlanır. Bu uyarılmanın akabinde kolesistokinin, sekretin ve pankreozimin denilen üç hormon daha sindirim olayına iştirak etmektedir. Bilindiği üzere kolesistokinin karaciğeri uyarır, sekretin ve pankreozimin ise pankreası harekete geçirerek
salgılama olayını tetiklerler. Ayrıca ince bağırsaklar midenin pilor bölümünden başlayıp 6–7 metre uzunluğunda bir tüp olup, devamındaki 25–30 cm.lik kısma ise onikiparmak bağırsağı denmektedir. İşte bu noktada ince bağırsak üç kısma ayrılmaktadır. Bunların başlangıcı pilorik bez bölgesinden itibaren başlayıp, bunlar duodenum, jejum ve ileum olarak bilinirler. Bu üç bölüm kendi aralarında bazı farklar göstersede genel itibarıyla yapıları aynıdır. Görevleri ise kimusu (bulamaç) ileri sevketmek, kimusun hazmini aksesuar (yardımcı) bezlerin salgıları ile desteklemek, birtakım besin maddelerini kan ve lenfe geçirip emilmeyi sağlamaktır.
İnce bağırsağın yüzeyinde villus denilen kıvrımlar sayesinde bağırsağın yüzeyi muazzam bir şekilde genişler. İnce bağırsağın iç çeperinde yer alan villusların üzerindeki hücrelerin üst kısımları ise mikrovilli (barsak hücresindeki çıkıntılar) ile kaplıdır. Yani çok geniş faaliyetler, çok dar bir sahada cereyan eder. Emilmeyi kolaylaştırmak için bağırsak içi mukoza yüzeyinde yarım milimetre boyunda ve takriben beş milyon civarında villus çıkıntıları vardır. Bağırsakta emilme ise çok yoğun ortamdan az yoğun ortama doğru akış sistemi şeklinde gerçekleşmektedir. Kimus ince bağırsağın son bölümü olan ileuma ulaştığında % 95 oranında tüm besinler emilmiş vaziyete gelmiş olur. Böylece kana geçen besinler büyük kapı niteliğinde ki toplardamarda birleşerek doğrudan kimya fabrikası karaciğere gönderilirler. Karaciğer de üstüne düşen görevi yerine getirerek bir yandan faydalı olanları seçip geçişine izin verirken diğer yandan da zararlı olanları kolesistokinin hormonu vasıtasıyla safra kanalının kasılmasını sağlamak suretiyle tahliye işlemi gerçekleştirilir. Çocuklarda bu villusların tepeleri iki çatallıdır. Bağırsakların duodenum, jejum, ileum diye üç kısma ayrılması esasen villusların şekline göredir. Nitekim villuslar duodenum ve jejumda yuvarlak, ileumda ise çomak şeklindedir.
Ayrıca bağırsaklarımızda hazım faaliyetlerini kolaylaştırıcı şekilde çalışan bol miktarda bakteri yaşamakta. Onun için doktor tavsiyesi olmaksızın antibiyotik kullanmak zararlıdır. Ayrıca İnce bağırsakla kalın bağırsağın birleştiği yerde apandisit bulunur. Apandisit mikropları toplayarak vücut sağlığına hizmet eder. Bilindiği üzere apandisit bu organımızın iltihaplanması soncunda meydana gelen hastalıktır.
Yukarıda bahsettiğimiz gibi mide hidroklorik asidin tahriş etmesine karşı önlem olarak mukus sayesinde etkisiz hale getirebiliyordu. Peki, ince bağırsak hidroklorikasit’in tahriş etkisine karşı nasıl korunacak? Bu noktada da telaşa gerek yok elbet. Çünkü asit bağırsağa girdiği andan itibaren on iki parmak pankreas ve karaciğerden temin ettiği alkali sindirim suyu ile bağırsağı asidin zararından kurtarabilmektedir. Demek ki kimus halde gelen besinler on iki parmak bağırsağında karaciğerin kolesistokinin ve pankreasın sekretin ve pankreozimin salgıladığı enzim faaliyetinin yanı sıra iç bölümde bulunan Brunner bezlerinin salgıladığı mukus salgılar olmasa hayati tehlike her an kapımızı çalması kaçınılmaz olacaktı. İşte mukus salgılar gerek bağırsak içerisinde kaygan bir zemin oluşturması ve gerekse mideden gelen asitin oluşturabileceği tehlikeleri önlemesi kayda değer bir olay olarak yankı bulacaktır. Keza bazik karakterli karaciğer ve pankreas enzimleri de öyle olup, kimus haldeki besinleri en küçük ünitelere ayrıştırılabiliyorlar. Ayrışan bu üniteler genel itibariyle protein, yağ, vitamin ve karbonhidrat olarak tasnif edilirler. Böylece ince bağırsakta gerçekleşen bu ayrışma işlemine besin maddelerinin metabolizasyonu diye adlandırılır. İşte tüm bu sindirime yönelik gerek metabolik olaylar gerekse kimyasal reaksiyonların kontrolü birtakım enzim ve hormonların ilgi alanına girip, onlar tarafından bizatihi bu kontrol mekanizması yürütülmektedir. Yani gıdalar sindirildikten sonra asıllarına kavuşurlar. Bir başka ifadeyle birtakım enzimler karbonhidratları glikoza, proteini amino asitlere, yağları yağ asitlerine çevirirler. Derken bu ayrıştırılan maddeler alyuvarlar tarafından ilgili yerlere kılcal damarlar vasıtasıyla taşınmış olurlar. Buradan da anlaşıldığı üzere kanın vücutta ki fonksiyonu sayıca 50’yi bulmakta, belki aşmakta bile.
Artık metabolik işlemleri tamamlanan besinler oniki parmak bağırsağını geçtikten sonra proteinler amino asitlere, karbonhidratlar glikoz zerreciklerine, yağlar da asitlere ve gliserollere çevrilecek şekilde kana karışması gerçekleşir. Yani bu iş için bir yandan ince bağırsak laboratuarının villus denilen bölümünde vücut için yararlı besinler ayrıştırılırken diğer yandan zararlı maddeler tahliye edilerek gerekli analiz çalışmaları tamamlanır. Bir başka ifadeyle hazım işlemi sırasında besindeki proteinler pepsin vasıtasıyla kendini meydana getiren parçalara ayrılırlar. Bir başka ifadeyle midedeki tüm işlemler bitince yarı sıvı haline gelen besin ince bağırsağa geçer. İnce bağırsağın sonuna ulaşıncaya kadar her türlü besin basit kimyasal maddeye ayrılmış hale gelip, proteinler amino asitlere, yağlar yağ asitlerine, gliserine, nişasta ve glikoza ayrılırlar. Bütün bu işler 3 m uzunlukta ince bağırsak adlı küçük bir laboratuarda olmaktadır. Bu ayırımdan sonra besinlerin işe yarayan kısımları ince bağırsak çeperleri tarafından emilerek kana karışırlar.
Amino asitler emildikten sonra kandan kılcal damarlar vasıtasıyla büyük bir damara oradan da karaciğere ve vücudun diğer bölgelere gönderilir. Amino asitler yapısında azot elementi bulunan büyük yapılı dev bir molekül olup hem enzim hormonu yapımında, hem nükleik asit ve azot ihtiva eden maddelerin yapımında , hem de üre ve karbonhidrat yapımında mühim rol oynamaktadırlar. Üstelik kandaki yolculuk sırasında her maddenin durağı bellidir. Gözün ihtiyacı göze, kalbin ihtiyacı kalbe vs. gider. Geriye kalan posalar (kimus) ise ince ve kalın barsak arasındaki iliosekal valv denen kapıdan kalın bağırsağa geçerek dışarı atılırlar.
İşte yukarda en ince ayrıntılarına kadar izah etmeye çalıştığımız besin maddelerinin ağızdan alınmasıyla başlayan süreç sindirim sistemi boyunca öğütülüp parçalanarak ince bağırsaklar vasıtasıyla açığa çıkan besin unsurlarının kana karışmasıyla birlikte sindirim sisteminin nihai aşaması olan kalın bağırsakta bu yolculuk son bulur. Derken 12 metre uzunluğundaki kalın bağırsağın başlangıcında ileum kapakçığı sayesinde kalın bağırsakta birikmiş posanın geri tepmesine mani olunmuş olur. Hatta kalınbağırsağımızda milyonlarca faydalı bakteriler mevcuttur. En büyük faydaları kuşkusuz beslenme yönünden öneme haiz olan K ve B vitamini imal etmeleridir. Sindirim faaliyetleri kalın bağırsakla tamamlandıktan sonra artık besin artıklarının bağırsağın son kısmı olan rektumda gaita (dışkı) olarak tahliye işlemleri gerçekleşiverir.
Velhasıl; Sindirim faaliyetini hazmetme (digestion), emilme (absorbsion) ve asimilasyon diye üç aşamada gerçekleşen bir olay olarakta tanımlayabiliriz. Aslında bütün bu faaliyetler arasında bizim irademize bağlı olarak cereyan eden yegâne fiil birkaç dakikalık çiğneme işleminden başka bir şey değildir. Sanki Rabbül âlemin kullarına besinlerin mideye varışından tutunda çiğnenip bağırsakların emilmesini, kılcal damarlar vasıtasıyla karaciğere, orada birtakım işlemlerden geçtikten sonra besin maddenin gerekli yerlere nasıl ulaştığını, işe yaramayan artık maddelerin ise nasıl atıldığını düşünmemizi murad etmektedir. Tabii ki bizlere de tüm bu olaylar karşısında amenna saddak demek düşer.