SEYYİD SAKİ HAZRETLERİ’NİN MÜLAKATI

SEYYİD SAKİ HAZRETLERİ’NİN SEYDA HAZRETLERİ (K.S.) VE SEYYİD ABDULBAKİ HAZRETLERİ (K.S.) İLE İLGİLİ SOHBET MÜLAKATI

[b]MÜLAKATI YAPAN:[/b] ALPEREN GÜRBÜZER(DAHA ÖNC EGÜNDÜZ GAZETESİNDE YAYINLANDI)

-Seyyidim, Seyda Hazretlerinin çocukluk dönemlerinden anlatır mısınız?
-Çocukluk dönemleri hatırımıza gelmiyor. Ancak son irşad dönemleri aklımıza geliyor. Seyda Hz.’leri Gavs Hz.’lerinin en büyük destekçisi ve yardımcısı idi. Gavs (k.s.), dar-ı beka’ya irtihal edince yirmi sene üzerinde irşad faaliyeti başlar. Bu sefer yardımcı olarak seyyid Abdülbaki hazretleri vardır ve onun dışında doğru dürüst yardımcısı olmamakla beraber,bu kadar geniş bir kitleyi irşad yaptı.
-Seyyidim, seyyit Abdülbaki Hazretleri aynı zamanda babanız oluyor. Bir baba olarak halifelik döneminde seyda Hz.leri için derdi ?
-Bize nasıhatı genelikle şu oluyordu:
“Eğer benim evlatlarımsanız sanız bana itaat etmeyin, bu zata itaat edin. Benden hiçbir şey sormayın”
Yani kendisini kesinlikle baba olarak, bizimle kendisini mürşidin arasından çıkarttı. Bizi bu tarikata ısındıran Seyyid Abdülbaki Hazretlerinin bu halleri ve tavırları oldu. O’nun davranışları aileye çok etki yaptığı gibi, bizleri de Seyda Hazretlerine bend ediyordu. Hem bizleri mümkün mertebe bu yola teşvik ediyordu, hem de kendisi bizatihi hayatında uygulayarak örnek oluyordu. Zaten öyle olmasaydı bugünkü durum olmazdı. Malumunuz , irşad halkası illa ki babadan oğula , ya da kardeşten kardeşe geçecek birşey değil. Bu elde edilen ve çalışarak ulaşılan bir nimet. Seyda Hz.lerinin büyüklüğü Seyyid Abdülbaki Hz.lerinde daha da gerçek meyvesini verdi. Bugün baktığımızda cemaat üçe dörde katlandı. Yine cezbeye bakıyorsun büyük bir mürşidin alametini gösteriyor.
-Seyyidim, Seyda Hazretleri döneminde Seyyid Abdülbaki Hazretlerini hep arkasında iki büklüm bir vaziyette arkasında görüyorduk. Bunu nasıl izah edersiniz?
-Bence O’nu gören âdâbı ve âdâbın ne olması gerektiğini bilmesi lazım. Seyda Hz.lerinin arkasında yürümesi olsun, suskunluğu olsun, edebi olsun ve sofilerin içinde kayboluşu çok büyük bir hadisedir. Hatta Seyda Hz.leri döneminde bile , âdâbı öğrenmek isterseniz Seyyid Abdülbaki Hazretlerini görün diyordum. Sizin de söylediğiniz gibi iki büklümdü adeta. O’nun âdâbı ve halleri bizim aileye çok etkisi oldu. On ila oniki sene medrese hayatımda ve aile ortamında babamdan en belirgin gördüğüm hal, âdâbı idi.
-Seyyidim , Seyda Hazretleri sizin amcanız olması dolayısıyla bize aktaracağınız bir hatırasını anlatırmısınız?
- Bir gece vaktiydi. Bir baktım patırtı kütürtü ve ses geliyor. Çok korktum o ara . Acaba suikast mı var diye. Kalktım, Gökçeada’da kaldığımız evin etrafını dolaştım, bir şey göremedim. Tabii sabah oldu, fakat hâlâ o anı unutamıyordum. Merakımı yenemedim ve Teyzeme söyledim:
-Teyze, gece böyle böyle oldu neydi bu?
Teyzem yüzümdeki şaşkınlığın farkına vararak bana olayı şöyle anlattı :
-Valla, ben çok korktum. Korkudan amcanı uykudan kaldırdım. Uykudan kaldırılınca bana kızarak, uykudan niye uyandırıyorsun ? dedi . Ve tebessüm hali gelince gördüğü rüyayı anlattı. Şöyle dedi :
Resul-i Ekrem Efendimizi rüyamda gördüm . Mahşer günüydü .Resulüllah (S.A.V.) tarafına doğru bağırarak ;
-Ya Resulüllah ! Beni bu Ümmetine feda et .
İşte o anda , Resulüllah’ın şeklini tam bilemeyeceğim ama, beni o sırada uykudan kaldırdın ve rüyam tam olmadı.
Seyda Hazretleri’nin Gökçeada’da geçirdiği günlerde bir senenin üzerinde beraber kaldığım en çarpıcı hatırası bu olmuştur. Bu hatıra her yönüyle hem madden hem de manen Ümmet-i Muhammediye’ye feda olmaya çalışmanın bir ifadesidir. Ümmeti Muhammediye için ateşe girmek bile büyük fedakarlıktır. Yani netice itibariyle Seyda Hazretleri olsun, Gavs Hazretleri olsun , Şah-ı Nakşibendi (K.S.) olsun, bütün sadatlar bayraktarlık yaparak, kendilerini bu şekilde Ümmet-i Muhammediye’nin yoluna feda ettiler.
- Seyyidim, Seyda Hz.lerinin vefatına yakın zamanlarda sohbet etmeye başlamasını nasıl yorumluyorsunuz ?
-İşte , zaten Seyda Hz.leri sohbet etmeye başlayınca içimize kurt düştü. Çünkü , ondan önceleri hiç sohbet etmiyordu. Sadece Gavs Hz.leri vefat ettiği dönemlerde biraz hafif sohbeti oluyordu. Son zamanlarda sohbete başlayınca, ben dedim; ya kıyamet kopacak bizi uyarıyor, ya da vefat edecek. Tabii bu vefat nefsimizin hoşuna gitmiyordu ve hiç düşünmediğimiz, gerçekten hiç aklımızın ucuna dahi gelmesini istemiyorduk. Elbette ki, ölümü her zaman saniyeler içinde kendimize hissetmemiz lazım , ama O’nun vefat edeceğini ne hissediyorduk ne de sanıyorduk. Fakat o sohbetleri korku veriyordu bize. Zamanla içimizdeki o korkular da çıktı maalesef. Maalesef diyorum kendi açımızdan, kendisi açısından ise muhakkak hayırlara vesile oldu. Resul-i Ekrem Efendimizin yaşında vefat etti. Bizim için zor oldu tabii.
Seyda Hazretleri’nin vefatıyla yaşadığımız süreçte tecrübe kazandığımızı idrak ettim. Şimdi burada sadatlar’ın himmeti çok büyüktür. Dikkat ederseniz Seyda Hazretleri’nin vefatından sonra Menzil’e gelmiyen çok az insan oldu, ya da sapmalar hiç olmadı gibi. Asıl olan Seyda Hz.lerinin dar-ı bekaya irtihaliyle O’nu sevmemiz gerektiğini anlamaktır. Burda gaye mürşidi sevmek, Resulüllah’ı sevmek ve muhabbete hasıl olmaktır. Resulüllah (S.A.V)’in muhabbeti hasıl olabilmesi için Kur’an-ı Kerim’de mealen : “Eğer beni sevmek istiyorsan Resulüllah’ı sevin” diye buyuruyor. Yani, eğer sizi sevmemi istiyorsanız Resulüllah’ı sevin mesajı var. O halde Resulüllah’ı sevmekle Allah Lafzı Celal’ı sevmiş oluyoruz. Seyda Hz.lerine olan sevgimiz bizi Resulüllah’a götüren basamaktır. Bu basamaktan gaye davadır. Dava ise şeriat-ı garra ve sırat-ı müstakimdir. Eğer Seyda Hazretlerine olan sevgi ve muhabbet bizi oraya götürmemişse, bugünkü bu davanın devamını sağlayamazdık. Geçmişte bazı duyduğumuz insanlar mürşitleri vefat edince tarikatı bıraktığını müşahade ettik . Bu durum o insanların sevgiden yoksun olduklarına işarettir. Oysa , Sadatların yolunda mürşitten sonra ayrılma onların sevmediği metoddur, devamlılık esastır. Sadatlar sadece bize basamak oluyorlar, Allah Lafzı Celal’a götürmek için Ümmet-i Muhammediye’ye hizmetkarlık yapıyorlar. Bizim onların ardında her seferinde ağlamamız, bence onların gidişine değil de kendi halimize ağlamanın kanaatindeyim. Acaba yetim mi kaldık ? Ama Elhamdülillah bizi yetim bırakmadılar, bizi çobansız da bırakmadılar. Bu kapılar da kapanmadı. Onun için şunu sürekli herkesin aklında bulundurması lazımdır:
Sadatlar’ın sevdiği şeyleri sevmek gerekir. Ya da bize ne yaptırmak istiyorlar, kendilerine mi taptırmak istiyorlar, yoksa Allah Lafzı Celal’a mı? Kendi ahlakını mı ihya etmek istiyorlardı yoksa sünnet-i seniyyeyi mi ? Bütün bu soruları tahlil edip hakikate talip olmalıyız. Sadatların bize dersleri hep zikir ve Kur’anın tatbiki oldu . Netice itibariyle Sevgilinin sevgilisi sevgili olmalıdır. Sevgili ise şeriattır ve sünneti seniyyedir. Yani bu kapının ve bu zatların en büyükleri şeriattan ayrılmamak ve ayrıltmamaktır. Kalabalık ölçü değildir . Sayıya takılmamak en doğrusu . Uçmakmış , şuymuş veya buşmuş , bu tür kerametler doğrudur ama , büyüklüklerine delil olamaz.
Ben birgün Seyda Hz.lerinin yanındaydım. Kerameti sordular . Dedi ki :
Bu Nakşibendi tarikatında keramet yeni adete girmiş bir kız, nasıl adetini annesinden , babasından ve etrafından saklıyorsa, aynen Nakşibendi tarikatının evliyaları da kerametlerini dışarıya çıkarmalarını ayıp telakki etmektedirler. Bazan Allah Lafzı Celal-ü Teala izhar ediyor, onlardan başkasının hidayetine vesile olabilmesi için. Sadat-ı Nakşibendi yolunda mecbur kalmadıkça keramet olsa dahi, O zatın haberi oluyor, haberi olmuyor, bazan sofinin haberi oluyor , bazan zatın haberi oluyor, bazan da hiçbirinin haberi olmıyacak şekilde tecelli edebilir. Bu tür kerametler onların büyüklüklerine ölçü değil , tek ölçü şeriate uygun davranışlardır.
Bugün dikkat ederseniz bazı sapık olaylara şahit oluyoruz. Eğer müslümanlar şeriatı biraz bilseydi bu sahte insanların peşinden gitmezdi. Onun için Şeriatı herkesin bilmesi lazımdır. Evliyaların büyüklükleride şeriata uygun davranışları ile ölçülüdür. Biz sadatlardan kesinlikle hilaf-ı evla , yani fetva kısmına aykırı hiçbirşey görmedik.Mesela Cem-i tehir, cem-i tekdim hilaf-ı evla konusudur. Bu mevzuda dört mezhep birleşmediği için , Vallahi birgün Ankara’ya giderken Seyyid Abdülbaki Hz.leri benim namazımı tekrar bana kıldırdı. Çünkü tehiri , cem-i takdim etmiştim. Yani hilaf-ı evlaya bile gitmemişler, işin fetvası şudur , budur demeden arabayı durdurdu namazı tekrarlattılar bana. Kelimenin tam anlamıyla onların en büyüklükleri şeriata uygun davranmalarıdır. Tabii ki , şeriat demek Kur’an ve hadis demektir. Her ne kadar bugün şeriat kavramı yanlış lanse edilmeye çalışılsa da gerek Türkiye’de gerekse İslâm aleminde bilinen manada şeriat Kur’an ve hadistir. Kur’an Allah Lafzı Celal’ın , hadis ise Resulüllah’ın kelamıdır. Kur’anı anlamada hadis birinci kaynaktır. Yani hadis Kur’anın tefsiridir ve bize açıklayıcı şekli diyebiliriz. İşte bu tasavvufta o şeriat-ı uygulamaktır. Mesela Allah Lafzı Celal (C.C.) Kur’an-ı Kerim’de: “Ancak kalbler Allah Lafzı Celal’ın zikri ile mutmain olur” buyuruyor. Şimdi bunu nasıl biliriz? Herkes ayet-i kerimeyi okuyor ama nasıl anlıyoruz?Nasıl işte ? Uygulamayla , yaşayarak o belli olabiliyor. Kalb-i huzura erebilmek için Allah Lafzı Celal’ı zikretmemiz lazım .
- Seyyidim, Seyda Hz.lerinin; “Bir medrese talebesini binlerce sofiye değişmem” sözünden maksat nedir?
İşte görüyorsun bir medrese talebesi binlerce sofiye üstün geliyor. Medrese talebesinden maksat ilimdir. Burda ilme önem veriliyor, şahsa değil . Çünkü ilim farzdır . Söylenilen ilimdir ve ilme teşviktir. Onun için yanlış anlamamak gerekiyor.
Bazen soruyorlar : Farzdan önceki farz nedir ? Cevap olarak ilimdir diyorum . Feraiz’i bilmemiz gerekmeyebilir ama, oruç, namaz ve helal-haramı vs. bilmek farzdır. En azından ilmihallerden farz kısmını bilmek zorundasınız. Fakat ilmin tamamını bilmek şart değildir. Sadece farz kısmını bilmek yeterli.
İlmin geniş ve kapsamlıca bilinmesi ancak ve ancak belli bir eğitim sürecini yaşamakla elde edilebilir. Muhakkak zahiri ilim olmadan batıni ilim de olmaz . Şeriat tarikatın zırhı derken bunu kastediyoruz. Onun için kim çoban olmak istiyorsa zırhını da alması lazımdır.
Dikkat ederseniz Nakşibendi tarikatındaki mürşidler de zahiri ilmini bitirmeyen halifeler yoktur. Belki vardır , olmuştur ve adapsızlık olmuş, o da sönmüş gitmiştir. Yani cahil Nakşibendi tarikatının halifesi kesinlikle irşad yapamamıştır. Alim denilen bir insan hadis ilmi , tefsir ilmi , fıkıh ilmi gibi ilimleri bilmeli ki alim olabilsin . Bu ilimleri bilenlere alim deniliyor. Sadece dünyevi ilme sahip olanlara alim denilmiyor. On ila onbeş sene devam ettiğim medrese hayatımda , medrese Hocamın Menzil’e intisap etmediği zamanda onun bir kelimesi vardır. Diyor ki :
Bu kapıda otuz-kırk senedir şeriat dışında birşey görmedim.
Hatta Medrese Hocam önceleri Şeyh Maşuk’a bağlıymış. Şeyhi vefat ettikten sonra bir mürşide bağlanmak için yola koyuluyor ve Seyda Hz.lerini görüyor. Göğsünden bir güneş çıkıyor gibi kendisini etkilediğini anlattı bizlere. Bir seferinde de istihareye yatmış ve istiharede Seyda Hz.lerinin iki memesinin altından iki tane güneş çıkıyor gibi görmüş ve o haliyle iki ışığı gördüğü an Seyda Hz.lerine demiş ki:
“Bana da doktorluk yap.”
Yani intisap etmek istemiş. Oarada eski Şeyhi , vefat eden Şeyhi gözükmüş, durmuş ve utanmış. Bunlar tabii istihare ile oluyor ve derken Seyda Hz.lerini intisap etmek nasip oluyor.
Seyda Hz.lerinin göğsünden çıkan iki ışığı ilme de yorabiliriz. Seyda’mız zaten medrese ilmini bitirmişti. Medrese ilminden sonra , yani zahiri ilmi bitirmiştir ki, bilahare yalnızlıktan dolayı devam ettiremedi . Sadece manevi ilme başladı . O ilm-i kal’den ilm-i hal’e geçti. Malumunuz ilmin de iki çeşidi var:
-İlm-i kal (zahiri- sözlü ilim)
-İlm-i hal (batın-ı ilim)
Bildiğiniz gibi, Cüneydi Bağdadi Hz.lerine sormuşlar.
- Falancı şeyh nasıl ne kadar büyüktür, işte uçuyor.
Demiş:
- Yok. Büyüklükse kuş da uçuyor.
- İşte falan zat suyun üzerinde yürüyor.
- Yok kurbağa da yüzüyor.
- İşte , falan zat da maşrıktan mağrıba gidip geliyor.
- Yok .Şeytan da maşrıktan mağrıba seyrediyor, tarzında sorulara cevap veriyor.
Yani büyüklük ölçüsü şeriata uygunlukla anlaşılır. Hatta Şah-ı Nakşibendi’ye sormuşlar:
- Kurban büyük mürşidi nasıl bilirsiniz?
Şah-ı Nakşibendi (k.s.), aynı Cüneyd-i Bağdadi Hz.lerinin cevabını vermiş:
-Şeriata bağlılığından bellidir.
Mürşidin bizim elimizdeki tahlili şeriata ittiba etmesiyle idrak ederiz. Şimdi bu kapının gerçekten şeriata bağlılıkları tartışılmaz. Eğer şeriata bağlı kalmasaydı Sadat-ı Kiram’ın yolu bu denli ilerleyemezdi. Bugün bu topluluğun buraya toplanması onun meyvesidir . Aslında büyüklük ölçüsü kalabalıkla da değil , o da muteber değildir. Sadece bir muteber olan bir husus vardır: Şeriata uygunluktur.
- Seyyidim, Seyyid Abdulbaki Hz.leri genç yaşlarda hasta olduğu halde , Gavs Hz.leri O’nu hem medrese ilmi öğrenmek için Van’a gönderiyor , hem de orada tevbe vermesi için görevlendiriyor. Sizce “hastalık , ilim ve irşad” üçünü birarada yürütmesi mümkün mü ?
- Bunun üçünü bir arada götürmesi sevdikleri iş olduğu için , hatta on tanesini de götürebilirler. Nasıl ki , insan sevdiği zaman yemeğin beş çeşidini de yiyebiliyorsa , hasta olduğu zaman da mide sevmediğinden bir tanesini bile kaldıramıyor. Aynen öyle bir insan , bir işi yapacağı zaman sevmesi ve inanması lazım. Bu büyük zatlar aynı duygularla yüklü olduklarından dolayı, onlara zor gelmiyor. İşte verem hastalığı vardı kendisinde. Kesinlikle hastalık sürecinde bile gece namazlarını ihmal etmemişlerdir. Artık hayatları ahlak olduğu için yaşam şekline dönüşmüş.
Seyyid Abdülbaki Hz.leri hapiste kaldı. Yanılmıyorsam bir ay civarında. Bu durumu haber alan Dayım Seyyid Sıdkı gözyaşlarını tutamayarak Gavs Hazretlerine anlatmış. Gavs (k.s.) demiş:
- “Ağlama. Bu da Sadatlar’a mutabaattır. Bütün Sadatlar hapse girmiş, sürgün olmuş, idam edilmiş. Bu bir ay hapse girmiş çok mu? Şükür et .”
O zatlar varis oldukları için o çile biraz da ordan dağılacak mecbur. Eğer bu gibi hadiseler olmasaydı, bir Seyyid Taha Hz.leri Seyyid Abdullah (k.s.)için söylemiş:
S. Abdullah’ın bir yönünden şüpheye düştüm. Herkes O’nu seviyor, muhalefet eden yok. Düşünebiliyormusunuz Sadatlardan ender de olsa muhalefet durumla karşılaşmıyanları merak konusu olabiliyor. Çile bu yolda artık mutabaat olmuş. Çile ile bu şekilde örnek oluyorlar. Daha doğrusu bize sabır tesellisi oluyorlar. İşte bu büyük zatlar Resul-i Ekrem de çile gördü diye bizim imanımızı korumaya alıyorlar. Bunlara eziyetle biz korunmaya alınıyoruz.
- Seyyidim , biraz da Seyyid Abdülbaki Hz.lerinin bel ağrılarından bahsedebilir misiniz?
- Bel ağrıları şiddetli derecede seyrediyordu. Hatta ameliyat olmadan önce çok hastaydı, kırk güne kadar yatakta kaldı, ameliyat olmak istemedi. Çok sıkıştırdık yine ameliyat olmadı. Bu durumunun camiiye gidip gelmesinin engel olmıyacağını ve böyle de idare edebileceğini buyurdular bize . Fakat artık ayakları zayıflamaya başlamıştı. Gerçekten tehlikeli noktaya gelmişti. Seyda Hz.leri O’nun yanına geldi, dedi:
“-Ameliyat ol, takdir-i ilahi neyse olur.”
Seyyid Abdulbaki (k.s.) cevaben :
“- Valla kurban ağrıdan değil de , bunun için...” dedi . İçindeki tam o niyetini söyleyemedi. Yani camiiden ve taatından olurum endişesini dile getiremedi. Nihayet , Seyda Hz.lerinin o telkininden sonra ameliyat oldu.
Elhamdülillah , bugün hiç olmıyacak şekilde irşad faaliyetlerine devam ediyor. O ameliyattan sonraki günlerde de yine bel ağrılarının nüksetmesine rağmen hiçbir şikayetini ne gördük ne de duyduk. Yani oh’dur , ah’dır, bu da hastalıktır serzenişine rastlamadık. Hastalığını bile doktora söyleyeceği zaman utanarak söylüyor. Belki bizim zorlamalarımızla oluyor.
Yanılmıyorsam Şeyh Muhyiddin Arabi Hz.leri bir hastalanmış. O’na demişler :
“- Doktora git...”
Demiş ki :
“-Zaten doktor evimi yıkmış. Rabbü’l Alemin takdir etmiş, ne doktoru...”
Tabii doktordan çare bulmak adetullahtandır ve sünnettir. Muhyiddin Arabi Hz.lerin ne doktoru falan demesi aslında çare bulmayı reddetmek anlamında değil. Bence onlar hallerini şikayete dönüştürmemek içindir. Seyyid Abdulbaki Hazretleri dinlenme için Afyon’a gelmesi bahanedir. Sebebi irşad faaliyetleri ve Ümmet-i Muhammediye’nin hidayeti içindir. Hatta Seyda Hz.lerinin makamı içindir, boş kalmaması dolayısıyladır.
Fakir insanlar çoktur , Menzil’e gelemiyor. Onların en büyük ıslahatı irşad faaliyetlerini yoğunlaştırmasıyla istirahat etmektir. Nasıl ki, en büyük azab iki sevmiyen insanı biraraya getirmekse , en büyük rahatlık da seven insanların bir arada olmasıdır. Araştırmalar ve ilim adamları da bunu teyid ediyor. Seyda Hz.leri için de romatizma ağrıları dolayısıyla Afyon’a gidiyor deniliyordu. Ama şunu bir kere daha beyan edeyim ki; kesinlikle irşad faaliyetleri içindir, bizim anlamamız içindir.
- Seyyid Abdülbaki Hz.lerinin Seyda Hz.lerine beyatı nasıl oldu ?
- Seyyid Abdülbaki Hz.lerinin , Seyda Hz.lerine beyatı 21 gün sonra gerçekleşti. Tabii Gavs Hz.leri hakikaten çok değişik bir mürşiddi.. Kasrik hep eşkıya , soyguncu bir mekandı. Onun için çok O’nu gören kesinlikle Gavs Hz.lerinden ayrılmazdı . Hırsız olsa bile hırsızlığından dönüyordu. Seyda Hz.leri ve Gavs Hz.lerinin müsbet faaliyetleri oldu. Burda babamı da çok seviyorlardı, küçüktü, hastaydı. Gavs Hz.lerinin O’na şefkatı, sofilerin O’na olan muhabbeti ve ayrıca Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin kendine özgü yönü dikkat çekiyordu o zamanlarda. Gavs (k.s.)’ın şefkatı yediden yetmişe herkes de sevgi oluşturuyordu.
Gavs Hz.leri vefat ettikten sonra tabii en büyük Seyda Hz.leri vardı. Seyyid Abdulbaki Hz.leri yanılmıyorsam yirmi bir güne kadar tevbe alıp intisap edememişti . Ama bize kendisi söyledi; Seyda Hz.lerine karşı olan itirazından dolayı değildi .
Ben 11-12 yaşında idim . Gavs Hz.leri zamanında küçüktüm. Vefatı bizim ailede ağır gelmiş ve biraz şok olmuştuk. Bence o şokun etkisinden babamın intisabı gecikti. Tabii bazı hulefalar babamın bu tutumuna baskı yapmışlar, fakat hepsini reddetmiş. Hatta bazı halifeler Seyda Hz.lerine de bu durumu şikayet etmişler. Seyyid Abdulbaki Hz.leri bütün bu şikayetlere hiç aldırış etmeden, hakikaten herşeyini bırakarak Gavs Hz.lerinin kapısına yapışmıştı.
Tabii ki dünya çekemezliği ne kadar varsa ,ahiretin de çekemezliği vardı. Hiç farkı yok, aynı ticaret gibidir. Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin bu halini çekemiyenler oldu. Hatta birgün Seyda Hz.lerinin yanında Gavs (k.s.)’ın halifelerinden biri laf söylemiş. Bu yüzden bir halifesini dövmeye kalkışmış bile . Tabii intisap ettikten sonra bu tür olayları bize anlatmıştı.Seyda Hz.leri tutmuş O’nu:
“- Seyyid Abdulbaki otur” demiş. O da herşeyden vazgeçerek Seyda Hz.lerine beyat ediyor. Hatta ve hatta hatırlıyorum bize ve annemize şöyle bir hatırlatmada bulunarak:
“- Siz gitmek istiyorsanız gidin.”dedi.
Biz tabii köydeki bazı olaylardan dolayı bir iki kere gitmek istedik, buna bizatihi yaşadık. Babam bir kez daha :
“- Beni dinlerseniz gitmezseniz. Ama gidiyorsanız gidin, ben gelmiyorum, hiçbir yere ayrılmıyorum.” Diye kendi ile mürşidi arasında hiçbir perde kalmadığını beyan etti. Yine bazı olaylardan dolayı birgün babama dedim ki :
“- Kurban , Allah Lafzı Celal hakkı bilmez mi?”
Seyyid Abdulbaki Hz.leri cevaben :
“- Oğlum ,Allah Lafzı Celal imanımızı, herşeyimizi bu zatın eline vermiştir. O’nun hakkı herşeyi onda bulmakla mümkün ve buna inanın.” Dedi.
Yani, babam imanını mürşidden biliyordu. Onun için Seyda Hz.lerinin irşad yıllarında en büyük yardımcısı Seyyid Abdulbaki Hz.leri oldu. Gerek medrese faaliyetlerinde , gerekse Menzil’in işlerinde aktif olarak faaliyet gösterdi. Ondan sonra da amele başlayınca bu seferde iki büklüm olarak yap dedi yaptı , yapma dedi yapmadı. Yani tabiri caizse 8 şarttaki ölüm rabıtasında ölü yıkayıcısının elinde teslim olduğumuz gibi, babam da mürşidinin elinde ölü ve cansız gibiydi. Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin halifelik dönemlerinde bizim zahiri gözle gördüğümüz bir yanılma olmamıştır bu konularda. Gavs Hz.leri vefat ettikten sonra babamın zahiren Seyda Hz.lerine çok desteği oldu.
- Seyyidim , Nakşibendi Tarikatının mürşidleri arasında fark var mı ?
- Nakşibendi Tarikatının mürşidleri olsun, sofileri olsun insan nefesleri kadar değişik meziyetleri ve meşrebleri vardır. Tabii bunları birbirine tercih etmek son derece yanlıştır. İşte Şah-ı Nakşibendi mi daha büyük , yoksa şu mu daha büyük ? gibi sorularla meşgul olmak abesle iştigaldir. Haşa o bizim haddimize düşmüş değil .
Sanatkâr yaptığı işten belli olur. Tabii ki, sanatkâr sanatkârı yetiştiriyor ve o zaman sanatkârlık belli oluyor. Netice de hepsi Resulüllah Efendimizin (S.A.V.) büyüklüğüdür. Allah Lafzı Celal dostları Resulüllah (S.A.V.)’in bahçelerinden yetişen güllerdir. Hepsi o bahçeden yetişiyorlar. Burda esas olan hangi bahçevan bahçeyi daha iyi bakıyorsa, işte o en güzeli ve en büyüğü olabiliyor. Hepsi büyük ama , büyük devamlı kendinden daha tecrübe demektir. Bir mürşidde mevcut bulunan tecrübenin mürşide aktarıldığında bir sonraki mürşid tecrübeye tecrübe ilave ettiğinden dolayı, sanki daha büyük gözüküyor, ama bence hepsi dediğim gibi aynıdır. Yani bu büyüktür, şu küçüktür diye mütalaa’da bulunmak yanlıştır. Önemli olan bu irşad faaliyetinin halen sağ olması ve kıyamete dek süreceği gerçeğidir.
- Seyyidim, irşad sürecine baktığımızda, Gavs Hz.leri zamanında tek tek tevbe, Seyda Hz.leri zamanında 10-15 kişiye tevbe ve Seyyid Abdulbaki Hz.leri döneminde ise hiç de alışık olmadığımız irşad metodu dikkatimizi çekiyor. Bu durumu izah edebilir misiniz?
- Bazı şeyhler Seyda Hz.lerinin 10-15 kişiye bir anda tevbe vermesine itirazda bulundular. Niye 10-15 kişiye veriliyor diye. Şimdi de Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin 75-100’e yakın kişiye bir anda tevbe verdiğini müşahade ediyoruz.O’nların mevcut şartlara göre bazı imkânları faaliyete geçirmesini yanlış anlamamalı. Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin ip’le (şeritle) vermesi hakikaten bir imkandan kaynaklanıyor. Gerçi ben Afyon’da değildim ama, duyduğum kadarıyla orası artık o kalabalığı kaldıracak yükte değilmiş. Onun için araştırdık, inceledik şeritle Sadatlardan , yanılmıyorsam Abdullah Dehlevi Hz.leri’nin halifelerinden tevbe vermiş. O yazılardan derledik , topladık Afyon’a gönderdik. Hatta sorduk şerit’e (ip’e) kaç kişi olabilir diye , 75-100 kişi arasında olabilir dediler. Nasıl ki , Seyda Hz.lerinin 10-15 kişiye bir arada tevbe vermesine itiraz edenler olmuşsa, Abdullah Dehlevi Hz.lerinin halifelerinden birinin şeritle vermesine de itiraz etmişler. Aslında bu Nakşibendi tarikatının ikinci meyvesi oldu.
Dikkat ederseniz Gavs Hz.leri Menzil’in ismini Buhara koymuş. O kadar hicret hayatından sonra buraya geldiği zaman Menzil’in ismini Buhara’ya çevirdi. Menzil’in ismi aslında Buhara’dır. Bazı itirazlardan ve o günkü ortamların müsait olmayışından dolayı o isimi pek kullanılmadı, ama Menzil’in adı dediğim gibi Buhara’dır.
Bu Buhara Şah-ı Nakşibendi’nin Kasr-ı Arifanı’dır. Bence Buhara ikinci Nakşibendi tarikatının alevleyişidir. Bu da mecbur ki , artık o zaman Resul-i Ekrem Efendimiz’e bu tarihe kadar yapılan irşadın hepsinin tekrar yeşermeye başladığı mekânın adıdır:Buhara... Onun için bize normal geliyor. Çünkü bu zatların büyüklüklerinden bu isimi alıyor.
- Seyyidim, Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin Türk-i Cumhuriyetlere ve Türk-i illere olan ziyaretinden bahsedebilir misiniz?
- Benim şahsi inancım Türk-i Cumhuriyetlere yapılan seferde tüm o sadatlarla görüştü. Kesinlikle her yerde oldu ve bir kere şahit oldum. Birgün Şah-ı Abdulhalık-ıl Gücdivani Hz.lerinin türbesindeydik. Türbenin etrafında bir kez dönerken , herhalde farkında olmadan sırtım merkada gelmiş, nasıl gelmiş, ben de bilmiyorum. Babam beni hemen çağırdı, dedi:
“Sırtını merkada dönme.”
Bu halimi düzeltmeye çalışırken , bu seferde sırtım Seyyid Abdulbaki Hz.lerine geldi. Herneyse , ben anladım ki, kesinlikle onların hepsiyle buluştular. Bazı kimseler var anlatılamıyor. Nasıl ki, suyun tadı nasıldır?sorusuna cevap veremiyor ancak suyu içerek anlıyorsak, gerçekten de orda bazı yaşanan hadiseler söylenilmiyor, yaşamak lazım . Oraya gidenlerin hepsine ve hangisinden sorarsan sor, bence bu cevabı verirler. Yani kelimelerle ifade edilemiyor.
Şah-ı Abdulhalık-ıl Gücdivani Hz.lerinin merkadında benim içimde acaip bir sıkıntı vardı. Bakıyorduk insanlar hep ağlıyor, mahsun bir halde ve bizde acaip bir tutkunluk vardı. Şah-ı Nakşibendi (k.s.)’ın türbesine gittik , geceydi. Yine aynı acaip haller burda da devam etti. Tabii rabıtadayız, bir an gözümü açtım. Bir baktım, sanki Seyyid Abdulbaki Hz.leri Seyyid Fevzeddin’in kafasını elinin arasına almış , O’nu havaya kaldırmış gibi gördüm. Daha ben Fatiha duymadan gözümü tekrar kapattım, bir baktım bu sefer ellerinin arasında ben varım. Gerek Seyyid Fevzeddin’in gerekse bizim sakal koyuşumuz bu topraklarda ve Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin elleri arasında gerçekleşti. Çok değişik bir haldi, anlatılamıyor, hem de anlatamayız da . Ordaki insanlara da sorarsan hepsinde bir haller oldu ama, kimse ne olduğunu gerçek manada bilmediği kanaatindeyim.
Seyyid Fevzeddin dedi ki :
“Ben Şah-ı Nakşibendi Türbesine kadar, kesinlikle sakal koymak gibi düşünce kalbimde yoktu. Her ne olduysa orda oldu.”
Hakikaten orda çok değişik oldu, benim sakalım da o zaman bırakıldı. Sanki fırtınadan önceki bir sessizlik vardı. Tabii bu mesele biraz değişik, derin belki müsadesi yok, ancak bu kadarını söyleyebildik.
- Peki Seyyidim , Türk-i Cumhuriyetlerde insanlar Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin nasıl karşıladılar?
- Ordaki insanlar Sadatları görünce , sanki babaları kaybolmuş, bekledikleri bir baba gelmiş gibi karşıladılar. Kesinlikle ne biz, ne de ordaki insanlar birbirimize yabancılık çekmedik. Zaten müminler kardeştir ve öyle öz kardeş olarak kaynaştık. Çünkü öz kardeşiz, anadan babadan öz kardeşiz . Yetmiş senedir aramızda bağ kalmadığı halde , sanki bir saniyelik bir bağ kaybolmuş gibi hissettik. Onlar da sofidirler ve Nakşibendi Tarikatına mensuplar ama , tabii ilim olmadığı için hep kulaktan duyma ile adaplarını muhafaza edebilmişler, yapabildikleri kadar yapmaya çalışmışlar.
Bir gece bir yerde misafir kaldık. O gece kalktılar, o gece sabaha kadar o insanlar yatmadı keyften ve muhabbetten. O gece koyun kestiler, yemek yaptılar, sabah namazından sonra yedirdiler ve sonra bizi yolcu ettiler. Biz ayrıldığımız zamanda hepsi ağladılar, küçük çocukları bile... Kelimenin tam anlamıyla mükemmel bir misafirperverlik ve çok değişik haller diyarı idi.
- Seyyidim, Türk-i illeri ziyaretin akabinde Menzil’deki Merkad’ın yapısı Türk-i imari tarzına dönüştürüldü, bizi bu konuda aydınlatır mısınız?
- Biz de onu hissettik. Zaten o geziden sonra peşpeşe kararlar gelmeye başladı. Camii olsun, merkad olsun yoğun bir inşaat faaliyeti başladı. Tabii bu bizim zahiri gördüklerimiz, zahiri yorumumuz ve manevi yorumunu bilmiyoruz. Zahiren baktığımızda Kasr-i Arifan Menzil’e dönüşmüş.
Biliyorsunuz Gavs Hz.lerinin zamanında yapılan camii, Seyda Hz.leri döneminde hemen hemen onun iki misli büyütüldü. Gerçekten de sürekli katlamalı gidiyor. Gerçi bunlar ölçü değil . Bu tür katlamalı imar faaliyetlerine bakarak bu büyüklüklerden bahsetmek nefsimizin hoşuna gidebilir. Bunlar zahiri yöndür. Yine söylediğim gibi , kendi kendimizi tatmin ediyoruz. Seyda Hz.lerinin vefatı da bütün sofiler için büyük bir nasihat olmuştu. İnşallah hepimiz en güzel tarzda yararlanırız.
- Seyyidim , Seyda Hz.lerinin bıraktığı camii tamamen yıkılarak yerine daha büyük kapasitede camii inşa edilirken , sadece Seyda Hz.lerinden hatıra kalan minareye dokunulmayıp muhafazaya alındı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz ?
- Seyda Hazretlerini bize hatırlatması gereken sadece minare olmamalıdır. Bakın iki sene evvel umredeyken , ondan önce Seyyid Abdulbaki Hz.leri bana bir tesbih verdi. Bu tesbihle Hazret Muhammed Diyauddin vird çekmiş. Tesbih Hazretin dedesine (Şeyh Abdurrahman-i Tahi’ye) verilmiş. Şeyh Abdurrahman-i Tahi’den de babama geçmiş ve babam da bana verdi. O tesbih, nasıl olduysa Mekke’de kayboldu. Sürekli taşıdığım tesbihi kaybedince çok üzüldüm. Hatta beni endişe de aldı. Belki tarikattan merdud edilirim diye. Hem korku hem de üzüntüyü bir arada yaşıyordum. Durumu Dayıma söyledim:
“- Vallahi tesbihi kaybettim, ben mahvoldum. En iyisi burda bizi affederse affeder. Kabe’nin yanında işi bitirelim.”
Dayım Seyyid Abdulbaki Hz.lerine hal meselemi anlatınca, babam bana gülümseyerek baktı ve beni yanına çağırdı. Dedi ki :
“- Bunlar dünya malıdır, fanidir. Bunlarla kafanı meşgul ederek zaman kaybetmeye değmez. Maksat o tesbihi Allah Lafzı Celal’a götürmektir. Nihayetinde o bir ağaçtır. Onun manevi ve bir yadigar yönü var ama, gaye değildir. Tesbih, Allah Lafzı Celal’a ulaşmada bir vasıtadır.”
Nasıl biz diyoruz ki ; bize minareyi bıraktılar, ya da Gavs Hz.leri mihrabını bıraktı, veyahut da Seyda Hz.leri içerdeki merkadı bıraktı. Oysa bunlar belki bizim açımızdan nefsimizi tatmin etmek , belki onlar açısından da hediyeleri kalsın diyedir. Netice itibariyle gerek Gavs Hz.leri gerekse Seyda Hz.lerinin en büyük eserleri , işte bu cemiyet, bu hatmeler, bu irşad faaliyetleridir. Yani biz bunlarla sadatları hatırlamamız lazım. Bir minareyle, bir mihrabla hatırlarsak çok yanlış yapmış oluruz. Çünkü , zahirde gördüğümüz eserler fani olan ve geçicidirler. Fakat baki olanlar bu yapılan ameller , hatmeler, vird’ler ve bu irşadlardır.
Bence Gavs Hz.lerini, Seyda Hz.lerini ve bütün sadatları gerek hatmede ve gerekse vird’lerde hatırlamamız lazım. Bu tür amellerde hatırladığımız zaman ebedül ebed onlarla beraber oluruz. Eğer bir minareyle, bir mihrabla ve bir camii ile hatırlarsak, en fazla yüz sene hatırlarda kalır . Bugün Şah-ı Nakşibendi (k.s.)’ın neyi kalmışdı ki? Gittik o sadatların merkadlarını gördük ama , biz onları hiç görmeden de hatırlayamadık mı? Onun için yapacağımız amellerle hatırlamak en güzeli . Zahiri görüntülere saplanmamalıyız. Tabii bunu ısrarla söylememden maksat, gerçekten de ihtiyaç hissediyorum ve kitabda da yazılırsa bazı insanlar kendinden bir örnek çıkarırlar. Çünkü , biraz itiraz edildi ama, kimse hakikatini düşünemedi.
Sanki , Seyda Hz.lerinin temeli ile Gavs Hz.lerinin temeli aynı değilmiş.Bence camiin temelleri daha da büyütüldü. Hatta Seyda Hz.leri vefat ederken, Seyyid Abdulbaki Hz.leri hepimizi topladı ve bütün aileye dedi ki :
“- Seyda Hz.lerinin temellerini bu şekilde bırakmıyacağız. Çok çok büyütmek zorundayız. Onun için bana yardımcı olacaksınız...”
Tabii temeller her yönüyle çok çok büyütüldü. Buna katkıda bulunmamız lazım, kendimiz için.
Hz. İbrahim (A.S.)’ı ateşe attıkları zaman kertenkelenin iki çeşidi var; birisi su döktü , birisi de üfürdü.Hz. İbrahim (A.S.) o su dökene dedı ki :
“- O koca dağ gibi ateşe senin o damlacık suyun neye yarar ki ? Fakat ben senin dostun olduğunu bileyim.”
Öbür üfürene de dedi ki ;
“- Ya zaten ateş dağ gibi üfürsen ne olur ki ? Ben de senin düşmanın oldum.”
Bu misalden hareketle bizim burda katkımız şu olacak :
Bu yolu bilelim , sevelim.
Bu yolu seviyoruz, bu yolu biliyoruz diyebilmeyi muhakkak istemişler. Bizim katkımız başka ne olabilir ki?
Onun için minareye takılmamamız lazım . Hatta Seyda Hz.lerinin şahsına takılmamak gerekir. Bunlar istedikleri şeyler değil. Fakat davalarına, şeriata ve adaplarına takılmamız lazım. Çünkü, Sevgilinin sevgilisi sevgilidir. Yani onun sevgilisi bize sevgili olmalıdır. Madem ki, O sevgili ise sevgilisini de sevmemiz şart. Sadece onu sevmekle bu iş bitmez. Kelimenin tam anlamıyla esas olan sevgiliyi sevmemiz lazım ki saplantılardan kurtulabilelim.
Gerçekte bize bırakılan miras yollarıdır.O yollarına ram olmalıyız. Hakiki manada manevi mirasa sahip çıkmalı ve adaplara çok riayetle çok faydalar elde edebiliriz.Bütün bunlar hepimiz için musavidir. İlk müracaat edeceğimiz kapı şeriattır, ondan sonra ise adaptır. Gavs Hz.lerini ve Seyda Hz.lerini seveceksen şahsı için değil, yolu için seveceksin. Seyyid Abdulbaki Hz.lerini seveceksen , seni o yola götüreceği, o maksadına ulaştıracağı için seveceksin ki, o zaman hakikatı bulabilesin . Neyi ararsanız , mürşidinizi arayın , bulmaya çalışın. Keramettir,şudur, budur vs.bunlarla oyalanmayın . Onları bilmiyen insanlar bu tür saplantıların peşine düşsün. Bizim kesinlikle peşine düşmememiz gerekir.Hepimiz bu zatların evladıyız.Evet biz zahiri evladıyız ama , o da önemli değil, o da fanidir. Gerçek evlatları sofilerdir.
Madem ki , hepimiz onların evladıyız, miraslarına sahip çıkmalıyız. Onların mirasları da demin de söylediğimiz gibi bu yoldur.
- Seyyidim , Seyyid Abdulbaki Hz.lerini Türk-i Cumhuriyetlerde sadatları ziyareti ardından Umre yolculuğuna çıkmasını nasıl izah edebilirsiniz?
- Şunu öncelikle belirteyim ki Umre’nin ilki farzdır. Hac da ilki farz olup, öbürleri sünnettir.
Bu Umre , Türk-i Cumhuriyetlerdeki sadatların mekanlarına gitmemizden değişik bir ziyaret değildi. Bence yükünü hafifletmek ve bu yürüyüşü teyid etmektir. Ve edildi...
Şahsi kanaatim odur ki, hem Resulüllah’dan olsun hem de Sadatlardan olsun bazı anlatamıyacağım durumlar teyid edildi ve her tarafta da kabul gördü.
Bu zatların kerametlerini söylemek çok abestir. Tabii bazı haller bizi tatmin ediyor. Orda birgün benim gördüğüm bir olay oldu. Teravihleri kılıyorduk. Rükn-i Yemani ile Hz.İsmail hücresi tarafından Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin tam arkasındaydım. İnan ki, babamı Kâbe kadar büyük gördüm. Büyüdü, büyüdü, büyüdü...akıl sır ermiyor.Ve orda ertesi gün hatır almaya gittik. Yine orda aynı patlama oldu bana . Daha fazla anlatmam zor , bilmiyorum, sadece bu yürüyüşü teyidi diyebilirim. Gerek Kâbe’de gerekse Ravza’da ne olduğunu anlıyamıyacağımız, aynı Buhara’da gördüğümüz ya da görülenlerin aynı benzerlerini hissettik ve yaşadık . Hissedilen ve yaşanılan hallerin izahını bilmiyoruz, sadece bildiğimiz şu var; şeriata ve âdâba çok önem veriyorlar. Tabii bu da bizim için büyüklüklerinin göstergesi oluyor.
- Seyyidim, Seyda Hz.leri döneminde sanki muhabbet daha ağırlıkta görülüyordu. Bu dönem için ne buyurursunuz?
_ Gavs Hz.leri zamanında muhabbet daha da zirvedeydi. Seyda Hz.lerinden sonra , artık Seyyid Abdulbaki Hz.leri döneminde emeklemeyi bitirdik. Onun için memeği emziği ve sütü bıraktık, ve yürümeğe başladık. İlim, akıl ve zikir ön plana çıktı. Çünkü, hep muhabbetle olmaz. Muhabbet nereye kadar götürür? Ama ilimle, akılla ve zikirle gittiğin zaman bu ebedül ebeddir. Seyyid Abdulbaki Hz.leri, şimdi bunu kısa zamanda vermeye başladı. Artık yürüyün , yeter o kadar keyf yaptınız, şimdi çalışma zamanıdır diyor adeta... Zaten muhabbetten maksat da bunların hasıl olmasıdır. Demek ki , bunun zamanı gelmişdir ki, gerek zikir , gerekse şeriat üzerinde olsun çok duruluyor. Tabii ki öbür sadatlarda yaptılar ama , o gün için muhabbet daha ağırlıklı olması gerekiyormuş demek . Bizim hastalığımıza göre tedavi veriliyormuş. Bugün demek ki, ilaç buymuş. Onun için niye o eski muhabbet yoktur dediğimiz zaman , kendimizde bir eksiklik arayalım . Acaba hep o eski muhabbetle mi yürümemiz lazım? Biraz zor, artık olgunlaşma dönemindeyiz. Çünkü, olgunlaşmaya ihtiyacımız var. Şartlar ve ortam onu gerektiriyor, muhabbet gerekmez kanaatindeyim.
- Seyyidim , Seyyid Abdulbaki Hz.leri ilim hayatını nasıl bitirdi ?
- Gavs Hz.lerinden okudu. Değişik yerlerde okudu. Molla Dervişin yanında da okudu.
- Seyyidim, Seyyid Abdulbaki Hz.leri hiç sohbet ediyor mu ?
- Bazan münakaşa ve anlaşmazlığın çıktığı durumlarda sohbet ediyor. Sohbeti ağırlıkla şeriat üzerinedir. Sofilere yönelik genellikle mesajı şudur:
“ Bizi her yerde bulamıyabilirsiniz. Fakat öyle bir şey elinize alınız ki nerde olursa olsun, bu da şeriat ve âdâptır. Çünkü şeriat bu yaptığınızın zırhı ve ihatasıdır. Adap ise onun devamını sağlıyor.”
En küçük âdâbsızlıkları dağlar kadar gözümüzde büyütmemiz lazım . Çünkü en küçük âdâbsızlık siyah noktadır. Nakşibendi tarikatı beyaz perde olduğu için , o siyah nokta perde de olduğu zaman, insanın gözü o beyazlığı görmüyor, direk o siyah noktaya ilişiyor. Bu durum tabii olarak zikri ve irşadı engelliyor. Bundan da öte birisinin hidayetine vesile olacaksan olamıyorsun. Yani âdâbsızlıklar o yaptığımız şeriat amellere engel olmaktadır. Hatta namazları gece gündüz kılsan da âdâb yoksa hiçbir kıymeti yoktur. Ne feyzi ne de bereketi olur.
Seyyid Abdulbaki Hz.leri sohbetlerinde bilhassa niyet üzerinde de çok duruyor ve şöyle buyuruyor :
“ Niyetinizi Allah Lafzı Celal rızası için sürekli kontrol ediniz.”
- Seyyidim, en son ne tavsiye edersiniz ?
- En son Seydamızın tavsiye ettiği şeriatı ve tarikatı tavsiye ederiz. Allah Lafzı Celal’a kavuşmak istiyorsak, Gavs Hz.lerinin söylediği gibi nefse basmak gerekir. Ümmet-i Muhammediye’nin birlik ve beraberliğini sağlamaya çalışmak görevimiz olmalı. Fitneleri bertaraf etmemiz lazımdır. Resulüllah’ı, Gavs’ı ve Seyda Hz.lerini seviyorsak bu zat’ın peşinden gitmemiz lazımdır. Çünkü , Seyyid Abdülbaki Hz.leri O’nların yollarını idame etmeye çalışıyor. Ona yardımcı olmamız gerekiyor. Tabii burda yardımcı olmak derken, kendi amel ve davranışlarımıza dikkat etmemizi kast ediyorum. Yoksa zahiri yardım değildir. İyimiz Allah Lafzı Celal katında en takva olanımızdır. Kısacası İSLAMİYETdiyor ve tavsiye ediyoruz.

BEDİÜZZAMAN’IN SEYDA-İ NURŞİN TUTKUSU
SELİM GÜRBÜZER
Bir insan âlimde olsa hakikat yolunda sürekli arayış içerisinde olması ne güzel haslettir elbet. Nitekim İsmail Çetin Hoca Efendi de bunun en güzide örneğini temsil eden bir zattır. Düşünsenize kendisi daha dört yaşında iken “Ben neyim? Ahlaken yerim nedir? Nereden gelip nereye gidiyoruz” sorusunu önce anne ve babasına sorarak cevabını öğrenmeye çalışmış, sonrasında ise yani on sekiz yaşına geldikten sonra da etraftan pek çok hocadan sorup soruşturarak arayışını devam ettirmiştir. Ta ki bir gün kulağına “Asrın Müceddidi ve zamanın bedii Isparta’dadır” diye bir fısıltı gelir, işte o zaman bu arayış nihayete erecektir. Ve Bediüzzaman’ın huzuruna bir zatın vesilesiyle vardığında müşkülünü şöyle arz eder de:

“-Ben neyim, nereye gidiyorum, kendimi nasıl tanıyacağım?”

Bediüzzaman Said Nursi Hz.lerinin elbette ki bu istek karşısında kayıtsız kalması düşünülemezdi ve cevabı şöyle olur:

“-Bu iş zor, ara bul erbabını. Ne fayda ki ömrümün sonunda bana geldin. Yaralı olduğunu bildim. Bu soruların cevabı nazari değil, amelidir. Zaman ister, erbabını ara bul.”

Hatta Bediüzzaman sözlerinin devamında son bir bakışla muhatabına:

“-Eğer doğru diyorsan doğruları bulursun. Hadi git, ara bul erbabını” deyip öyle uğurlayacaktır. (Bkz. Mufassal Medeni Ahlak-S:19- Dilara Yayınları-Isparta)

Zaten İsmail Çetin Hoca da Bediüzzaman’dan aldığı işaretle adeta yaralı ceylan misali yollara düşer de. Gerçekten de canı gönülden arayışa koyulunca da o işin erbabı Gavs-ı Bilvanisi Abdülhakim el Hüseyni (k.s) ile yolu kesişir de. Öyle ya madem yolu kesişti, artık tez elden ruhunun susuzluğunu giderecek soruları sorabilirdi. İşte o sorduğu sorulardan sıra en ilginç olanına geldiğinde:

“-Efendim, Bir kimse Kur'an-ı Kerimi, hadisi şerifleri, fıkıh ilmini biliyor, selefi salihin ve ilk devir İslam âlimlerinin kitaplarını okuyorsa bu noktada manevi bir yol göstericiye daha ne ihtiyaç var ki” diye soracaktır.

Hiç kuşkusuz Gavs-ı Bilvanisi (k.s) bu soru karşısında vereceği cevap çok manidardır;

-Bak Molla İsmail, dediğin doğrudur. Fakat bir eczacı da türlü türlü otları ve çiçekleri bilir. Hangisinden ne gibi şerbet çıkarılacağını, hangi hastalığa faydalı olacağını da bilir. Hatta çoğu zaman doktorlara da onu gösterir, onun tahlil ve araştırmasına göre teşhis ettikleri hastalığa onun ilaçlarını tavsiye ederler. Fakat eczacı bir hastanın hastalığını teşhis etmekten acizdir. Doktorun reçetesi olmadan bir hastaya ilaç verse, hele ilacın üzerinde reçetesiz satılmaz diye bir kayıt olursa, eczacı o ilacı verdikten sonra hasta verilen ilaçla ölürse eczacı cezalandırılır. Elbette böyle satış yapan cezayı hak eder. Bununla beraber hastalıkları teşhis ve tedavi eden doktorda kendi filmini çekmekten acizdir. Belki filmini çekebilir, ama iki omuzun arasında bir çıban varsa onu tedavi etmekten acizdir. İşte âlimleri de buna göre kıyas ediniz. Hâlbuki insan ahret yolunda evvela avamdır, yani halktandır. Nasıl kendini tedavi edebilir ki. Dolayısıyla kalp hastalıklarının tedavisi maddi hastalıkların tedavisinden daha zordur. Acaba nazari olarak tıp ilmini tahsil edene, senin oğlun dahi olsa beyin ve kalp ameliyatında sen kendini teslim edebilir misin? Fakat tecrübe görmüş ve birçok başarıları görülmüş bir doktora kendini tereddütsüz teslim edebilirsin değil mi? Bu kadar vaizler, nasihatleriyle az kimseleri yola getirirler, fakat manevi rehber olan hocalar öyle değildir. Pek çok günahkâr ve fasık olanların sohbetleri sebebiyle günahlarından vazgeçmişlerdir. Bu hal apaçık meydandadır. Diyebiliriz ki zamanımızda yol göstericiler az olduğu için gençlerimizin isyanı fazla olmuştur. Bugün vaaz ve nasihat eden kimseler çoktur ama hakiki saadet yolunu gösteren rehberler azdır.'' (Bkz. İsmail Çetin; ‘Edeple Varış Lütufla Dönüş’ adlı eseri)

İşte bu müthiş cevap karşısında İsmail Çetin Hoca Efendi ruhunun susuzluğunu giderecek kaynağa teslim olur da. Öyle ki Bediüzzaman’ın işaretiyle işaret edilen yurda geldiğinde, her iki yurdun izlediği metodunu ortaya koyar da. Böylece bizde bu sayede Bediüzzaman’ın ‘Eserden müessire’ bir yol takip ettiğini, Gavs-ı Bilvanisi Abdülhakim el Hüseyni (k.s) gibi daha nice cümle meşayıhın ise ‘Müessirden esere’ bir yol takip ettiklerini idrak etmiş oluruz. Hatta bunun daha geniş tafsilatını İsmail Çetin Hoca Efendinin Feyz araştırma grubuna verdiği röportajda görmek mümkün de. Madem öyle, Seyda Hz.lerinin vefatının anısına Feyiz Dergisine verdiği röportajda daha ne çarpıcı altın sözler varmış bir görmüş olalım:

-Seyda Hz. (k.s) hakkında genel olarak neler söyleyebilirsiniz?

-Seyda Hz.lerini babasından tanıyorum. Şeyh Abdulhakim Hz.leri Gavs'lık makamında idi. Gençliğimiz beraber geçti. Babasının hizmetinde son derece çalışıyordu. Müridlere, tekkeye hizmet ediyordu. Babası tarafından yetiştirilen mükemmel bir zattır. Tasavvufi ahlakla, zikirle yetişmiş büyük bir zat olarak tanıyorum. Bundan fazlasını söyleyemem. Türkiye'deki yeri bizim tasavvurumuz ile irşad derecesinde mükemmil bir zat idi diyorum, bundan fazlasını söyleyemem.

-Seyda Hz.lerinin diğer âlim ve mürşitlerden farkı ne idi?

-Seyda Hz. ilim sahibi idi ama ilimle meşgul değildi. Yani Şeyh Muhammed Raşid (k.s) ilimle meşgul değildi. Daha doğrusu tasavvufla meşguldü. Sofilikte dil ile değil tatbikatla bilinen bir meseledir. Mükemmil bir mürşid idi, irşatta mükemmil bir zat idi. Fakat irşadı zahiri bir surette değildi. Bu kendisine has özel bir meseledir. Dil ile söylenemez mesele bu. Muvaffakiyeti ilimle değil, muvaffakiyeti takva iledir.

-Binlerce insan intisap ediyordu. Üstelik sohbette etmiyordu. Bunu nasıl izah edersiniz?

-İrşadı bunu akıl dairesinde izahı mümkün değildir. İrşad kalbidir. Dille değildir.

-Tasavvufun gerekliliği hakkında neler söyleyebilirsiniz?

-İslam beden ise tasavvuf onun ruhudur. İslam ruh ise tasavvuf onun bedenidir. Asrısaadette tasavvuf var idi, isim sonra takıldı. Ama yaşantı olarak vardı. Tasavvuf şeriatı tatbik etmekten ibarettir. Yani bir insan büyük günahları terk eder, farz vacipleri ikmal eder, zikir de yaparsa kâmil bir mürşidin nezaretinde sofi olur.

-Mürşidi kâmilin gerekliliği hakkında neler söyleyebilirsiniz?

-Mürşidi kâmil şeriatla tanınır. Yani mürşidi kâmil tanıyabilmek için de kâmil olmak lazımdır. Herkes mürşidi kâmili tanıyamaz. Bir kere şeriatta tam mükemmil olacak ki, ikinci olarak Peygamber (s.a.v.)'den gelen tasavvuf silsilesinden mezun olacak, yani bir şeyhten icazet alması gerekir. Üçüncü olarak en azından bir profesör kadar insanın ruhi hastalıklarından anlar, cin, şeytana hâkimiyeti olması şarttır. Böyle olursa mürşit olur. Ama bunlar ne kadar tekâmül ederse o kadar daha fazla olur. (Bkz. Ehlisünnet nazariyesi ve özleşme kitabında bazı alametlerini söylemiştim yüz kadar alameti var) Yani mürşidi kâmilin en azından yüz kadar alameti vardır, işareti vardır. Sonra mürşidi kâmili tanımak Allah'ı tanımaktan daha zordur. Allah-u Teâlâ’yı göstermeyen hiçbir zerre yoktur. Mürşidi kâmili gösterecek hiçbir zerre yoktur. Mürşidi kâmil şeriatla bilinir. Etrafında âlimlerin bulunması, şeriatı güzel bilmesi, ruhaniyette yani cinne, şeytana hâkim olması, ruhi hastalıklarına vakıf ve tedavi etmesi gerekir. En azından budur.

Tarikat meyve midir?

-Ben de tarikat meyvedir diyorum. Ama tarikat meyvedir demek, yani tarikata ihtiyaç yoktur demek değildir. Üstad Bediüzzaman söylemiştir. Üstad Bediüzzaman'ın sözünü anlamıyorlar. Üstad Bediüzzaman bizatihi ''Adi bir sofi, mütefennin bir âlimden daha fazla imanını kurtarır'' diyor. Hakiki sofi hakiki nurcudur diyor. Ehli tasavvuf nura girdikleri vakitte nura nur katarlar. Bediüzzaman tasavvufu en güzel şekilde ortaya koyan bir zattır. Tarikat zamanı değildir iman kurtarma zamanıdır deyişinin (geçici) muvakkat olduğunu, sonra zaman tarikatın zamanı olduğunu gösterdiğini söylüyor. Bediüzzaman tasavvufa karşı değildir. Ancak Bediüzzaman sofilerden değildir. Yani bir şeyhten irşad iznini almış demek değildir. Ama büyük bir âlim, ilimde çok meşhur ve asrın müceddid’idir.

Bediüzzaman; ''Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatini düşünüp tarikat zamanı değil bid'atlar mani oluyor dedim. Fakat şimdi sünneti peygamberi dairesinde bütün on iki büyük tarikatın hülasası olan ve tarik en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine her tarikat ehli kendi tarikat dairesi gibi görüp girmek lazım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi. Hem ehli tarikin en büyük günahkârı dahi çabuk dinsizliğe giremiyor, kalbi mağlup olamıyor. Onun için onlar tam sarsılmaz, hakiki nurcu olabilirler. Yalnız mümkün olduğu kadar bidatlere ve takvayı kıran büyük günahlara girmemek gerekir.''

Üstad demek istiyor ki; şimdi de tarikat zamanıdır. Binaenaleyh her halükarda nur şakirtleri ve ehli tarikatın beraberce çalışmaları gerekir. Bu da iki kanatla olur. İtikat ve tevhit ilmini Risale-i Nur'dan, zikir ve vuslat ilimlerini Erbab-ı Tarikat'tan öğrenmek gerekir. (Bkz. Özleşme yolu S.175) (Emirdağ Lahikası 11/Ss.54/Nur yayınları/Beşiktaş/1989/270. Mektup)

Bediüzzaman 29. mektubun telvihat-ı tıs'asının üçüncü telvihinde şöyle der; ''Adi bir samimi ehli tarikat, suri, zahiri bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevki tarikat (rabıta) vasıtasıyla ve o muhabbeti evliya (manevi beraberlik) cihetiyle imanını kurtarır. Kebairle fasık olur, fakat kâfir olmaz, kolaylıkla zındıkaya sokulmaz. Şedid bir muhabbet ve metin bir itikad ile aktab kabul ettiği bir silsileyi meşayıhı, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütemediği için, onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zındıkaya giremez...

Tarikatta hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik, âlim zatta olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir...

Tarikata bağlı, samimi kalbi harekete gelen bir kimse zındık olamaz. Evliyayı sevdiği için, kutub kabul ettiği zevatlar sayesinde Allah-u Teâlâ onu korur. Ama tarikata intisabı olmayan bir kimse kalbi de harekete gelmediyse büyük bir âlim olsa dahi zındıkların hilelerinden kendini kurtaramaz. Sofi günah işleyebilir; kâfir olmaz. Ama büyük bir âlim, kâfir olabilir. Bundan üstün bir cevap olamaz.

Bediüzzaman; hakikat zamanıdır demiştim, yani önce demiştim ama şimdi öyle demiyorum, zaman gösterdi ki tarikat ihtiyaçtır. Ama tarikatçılar Risale-i Nuru karşısında bilmeyecek, kendisinden bilecek. Yani sofilerle nurcuların birbirine karşı gelmeleri doğru değildir. Risale-i Nur iman hakikatlerini, yani delil ile yol gösterir. Sofi ise kalbi delillerle yol gösterir. Bir kimsenin kalbi Müslüman değilse yani kalbi zayıf ise sofi olamaz. Müslümanlığı zayıf olur. Delil bilmiyorsa gene zayıf olacak. İkisinin birleşmesiyle sofi meydana gelir. İmam-ı Rabbani meşrebi de budur.

Demin sordunuz, Şeyh Muhammed Raşid'in ilmi yönü nedir? Diye, demek ki Şeyh Muhammed Raşid ilimle şeyhtir. İlmi olmayan şeyh olamaz. Gavs Hz.leri âlimdi. Aynı zamanda yani tasavvuf başlı başına ilimdir. Demek ki kitapsız olmaz, okumasız olmaz. Nakşibendî meşayıhlarından ümmi çok azdır. Kısmi azamisi büyük âlimlerdendir. Büyük bir âlim olmayan büyük bir şeyh olamaz. Şeyh önce âlimdir, sonra şeyhtir. Peki, sofi ilmi olmuyorsa, kitap okumuyorsa benim kanaatime göre sofi değildir. Gavs Hz.lerinin birkaç sene hizmetinde bulundum. İlme çok ehemmiyet veriyordu.

Bizce sofilik iki şeydir. Birincisi ilmi tatbikat ikincisi ameli tatbikat. İlmi tatbikat demek, itikadın amelin dört mezhep ehlisünnet vel cemaatin ölçülerine göre ayarlanmasıdır. Ameli tatbikat Peygamber (s.a.v.) sünnetini yani şeriatını ihya etmesidir. Üçüncü bir şey daha vardır. Zikir ve rabıta. Mesela Üstad Bediüzzaman Şeyh Muhammed Raşid'in şeyhinin şeyhi olanın köyünü överek şöyle diyor; ''Bediüzzaman küfür ve İslam medeniyetini mukayese etmek esnasında şöyle buyuruyor'':

''Dilersen hayalinle Nurşin köyündeki Seyda'nın meclisine gir, kutsal sohbetiyle İslam medeniyetinin izharına bak, orada fakirler kıyafetinde padişahları, insan suretindeki melekleri görürsün. Sonra Paris'e git büyük millet meclisine gir. Orada insanların elbiselerini giyinmiş akrepleri, insanoğlunun suretine girmiş ifridleri görürsün. (Mesnevi - Arabî, s.127)

Görülüyor ki, Bediüzzaman Nurşin köyünü Paris'e, Nurşin köyündeki tarikatı bugün tüm dünyayı uyuşturup dinden imandan uzaklaştıran masonluğa mukayese eder.

Önce bilmek sonra yapmak, bilmeden yapan ya çıldırır ya da bir cinne mahkûm olur. Ama bilgiyle sofi başlarsa ne çıldırır ne de bir cinne mahkûm olur. Bu da güzel bir tedavidir. Tatbikat edilmelidir. Gavs'ın meşrebinde veyahut ta halifelerde, halifenin halifelerinde samimi olan hatta Muhammed Raşid (k.s.)'in en yakınları olanlardan hiç bir şüphemiz yoktur ama uzaklarda bakıyoruz ki, kitap okumaya ehemmiyet vermiyorlar. Hâlbuki tasavvuf adabı öğrenmektir. Adab ise kitapsız olmaz. Önce ilim bilmek sonra ikincisi bilerek, o bilgi üzere Peygamber (s.a.v.)'in şeriatını tatbik etmek, üçüncüsü zikir ve rabıta, dördüncüsü sohbet ve tarikat devam eder. Öyle olmazsa mürid ya bir cinne mahkûm olur, ya hissine kapılıp çıldırır. Öyle olmazsa sofi olamaz.

Hâsılı kelam yukarıda İsmail Çetin Hoca Efendinin beyanlarından da anlaşılacağı üzere Risale-i Nur hakikatleri tasavvufun karşıtı bir ekol değil bilakis teşvikçisi bir yoldur.

Vesselam.

Kaynak: İsmail Çetin ‘Edeple Varış Lütufla Dönüş’ adlı eser ve Feyz Dergisi.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2717/bediuzzamanin-seyda-i-nursin-tutkusu.html