PROTEİN SENTEZİ
PROTEİN SENTEZİ
ALPEREN GÜRBÜZER
Hücre hayatında proteinler:
Protein denilince genel itibariyle adalelerimize güç katan süt ve et gibi protein içeren gıdaların özü biliriz hep. Oysa proteinleri amino asitler yapısında hidrojen, oksijen,azot, karbon ve kükürt bulunan küçük moleküllü bileşikler olarak tanımlarsak daha bir gerçekçi tanım yapmış oluruz. İşte bu beş elementli bileşikler dev moleküllü protein zincirleri oluşturmak üzere 20 çeşit amino asit üretirler. Bu arada her bir amino asidin hücre ve dokularda reaksiyon oluşturabilmesi için mutlaka 3–5 tanede olsa mutlaka enzime ihtiyaç vardır. Bu enzimlerin bir tanesinin bile görevini askıya alması demek vücudumuzun iflası demektir. Çünkü bir hücrede biyokimyasal reaksiyonların herbiri özel bir enzim tarafından yapılır. O halde hücrelerin değişik fonksiyonel işlev görmesi farklı enzimlere sahip olmalarından ileri gelir. Madem enzimlerde protein olduğuna göre mutlaka hücrelerin fonksiyonel özellikleri de proteinlere bağlı seyredecektir. Sadece enzimlerin protein olduğunu düşünmek bile bu maddelerin hücre hayatında önemini anlamaya yeter artarda. Bir hücrenin bütün kısımlarının yapısında proteinler bulunur çünkü. Öyle anlaşılıyor ki canlılık cansızlık üzerine kurulu olmayıp, bilakis başka bir canlı ortamı üzerinde inşa olmaktadır. Nitekim cansız maddeleri sentezleyerek bir canlılık meydana getirmek imkânsızdır. Zaten bu tip denemeler yapılmış ve her denemelerin sonucu hüsranla bitmiştir. O halde canlılık denen hadise tamamen bir yaratış olayıdır. Maalesef yaratılış olayını anlamak istemeyenler protein sentezini sıradan bir kimyasal reaksiyonmuş gibi algıladıklarından sanki amino asitler gelişi güzel bir takım reaksiyon neticesinde birleşerek protein meydana getiriyormuşçasına basit bir hayat hikaye tarzında sunum yapıyorlar. Oysa protein sentezi asla böyle bir basit mantıkla açıklanabilecek bir olay değildir. Zira laboratuar ortamında cansız tabiattan elde edilen kimyasal maddelerle yapılan deneylerle taş patlasın ancak son derece sınırlı sayıda basit ve ilkel bileşikler elde edebiliriz. Dolayısıyla protein yapımını basit ve ilkel bileşik karışımı gibi sunmak bir şeyleri gözden kaçırmak hamlesi olarak yorumlamak daha doğru olacaktır. Dahası protein sentezi için değim yerindeyse devasa bir tesisin devreye girmesi söz konusu olmalı ki kompleks protein yapıları meydana gelebilsin. Kaldı ki değil bir kırmızı kan hücresini, bu hücrenin içerisinde mevcut olan tek bir hemoglobin proteini bile defalarca deneme yanılma yöntemiyle de elde etmeye çabalasanız bu iş için sadece bir dünya ömrü değil birkaç dünya ömrünün bile yetmeyeceği aşikârdır. Zira her şey biyolojik bir nizam çerçevesinde oluşuyor. Zaten tabiatın böyle bir deneme yanılma yöntemine dayalı bir protein üretme tesisini belki masallarda bulabiliriz, ama realite masal kabul etmez.
Proteinler nerede yapılır?
Protein sentezi denilen olay her hücrede mevcut olup, asla deneme yanılma yoluyla değil özel bir mekanizma ile gerçekleşmektedir. Üstelik o özel şartlarda daima koruma altında cereyan etmektedir. Aksi takdirde olumsuz şartların etkisiyle proteinler parçalandıktan sonra spesifik özelliğini kaybedip her biri işe yaramaz bir madde haline dönüşeceklerdir. Tabiî özel şartların korunması da yetmez, ayrıca proteinlerin sadece sol-elli amino asitlerden müteşekkil olmaları da icap eder. Yani aralarına kesinlikle bir tane bile olsa sağ-elli amino asitin sızmaması şarttır. Dikkat ettiyseniz şart koşuyoruz. Çünkü protein sentezi belli kayıt ve kurallara bağlanmış. Dolayısıyla kendisi için rol biçilen kaideler ne ise onun gereğini yapmak mecburiyetindedirler. Hatta bu kurallar DNA ve RNA içinde geçerlidir, ama bir farkla. Zira onların da kendilerini oluşturan nükleotidlerin sadece sağ-elli olmak mecburiyetleri vardır. Protein yapımı konusunda şartlar burada bitmiyor, devamı var. Şöyle ki; amino asitlerin bir araya gelip dizilmelerinin yanı sıra, birde bunların uygun bir şekilde bağlanma zorunluluğu söz konusudur. Öyle ki bu zorunluluk şartın yerine getirilebilmesi için ayrıca amino asit zincirinin kolları arasında adına peptit bağı denilen bir bağın bağlanması gerekmektedir. Elbette ki amino asitler sadece peptit bağları ile bağlanmazlar, çok değişik bağlarla da bağlanabilir, ama söz konusu protein yapımı için peptit bağı oluşturmak mecburidir. Yani bu bağlanma tarzı belli ki protein yapımına has bir spesifik durumu ortaya koymaktadır. Anlaşılan o ki protein oluşumunda gerek sol-ellilik kaidesi, gerekse peptit bağı ile bağlanma mecburiyeti önceden ilahi bir güç tarafından biyolojik programın gereği böyle ayarlandığını göstermektedir.
Her nedense Amerikalı araştırmacı Stanley Miller tarafından ortaya konan adına Miller deneyi, hayatın tesadüfen meydana geldiğini savunanlar için bir delil gözüyle bakılmaktadır. Gerçektende Millerde başlangıçta amino asitlerin tesadüf eseri olarak ortaya çıkabileceği pekiştirmek adına ilk dünya atmosferinde var olabileceğini düşündüğü metan, hidrojen ve su buharı karışımına dışardan verilecek suni bir elektrik şok enerji yardımıyla 100 santigrat derecelik bir ortamda bir hafta beklettikten sonra elde ettiği sonuçla canlılığı ispatlayacağını sanıyordu. Ama gel gör ki analiz çalışmaları sonucunda beklenen 20 çeşit amino asitten sadece üçünü sentezleyebilmiştir. Yine de bu deney bazı çevreleri öylesine heyecanlandırdı ki adeta “Miller hayat yarattı” denilecek kadar ok yaydan çıkarcasına manşetlere taşınabilmiştir. Oysa ortada canlılık denen bir şey yoktu, sentezlenen bir şey varsa o da bir takım cansız moleküllerdi. Maalesef bazı aklıevveller hemen iki üç cansız molekülün sentezlenmesinden medet umarak kafalarında kurgu filmlerini aratmayacak tarzda “Biz hücreyi yaratırız” şovuna dönüştürmüşlerdir. Onlar bilim kurgu senaryolarını kafalarında canlandıra dursunlar Miller deneyinin yapılış düzeneği bile dünyanın ilk yaratılış şartları ile taban tabana uyuşmadığı, aynı zamanda aldatmaca bir bilim kurgu senaryosundan ibaret olduğu anlaşılmıştır. Hatta senaryosu önceden tasarlanmış ve bilim kurgularını aratmayacak handikaplarını şöyle sıralayabiliriz;
—Miller adına soğuk tuzak (cold trap) dediği bir dediği bir düzenekle amino asitleri izole etmeye çalışmıştır. Oysa ilkel tabiatın doğuşunda böylesine bilinçle hazırlanmış herhangi bir aygıt ortamı yoktur. Dolayısıyla birinci handikapı ta baştan deney ortamı ile ilkel dünya ortamı arasında derin bir uyuşmazlığını ele vermektedir. Zaten protein yapımın kimyasal olarak ilkel dünya şartlarında oluşmasını imkânsız kılmaktadır.
—Bir kere bilim adamlarının hem fikir olduğu ilkel atmosfer ortamının Miller’in öne sürdüğü metan, amonyak yerine tam tersi atmosferde azot ve karbondioksit olduğu yönündedir. Dolayısıyla ikinci handikapları atmosfer uyuşmazlığı olarak ortaya çıkmaktadır. Hatta Miller kendi deneyinde kullandığı atmosferik ortamın gerçekçi olmadığını itiraf etmişte. Nitekim bing-bang (büyük patlama) sonucunda ortaya çıkan tabloda dünyamızın sıcak olduğunu düşündüğümüzde ergimiş halde nikel ve demir karışımı ağırlıklı bir ortamın olacağı muhakkaktır. Bundan hareketle o ilk patlayışın ardından daha yeni şekillenmeye başlayan atmosferin azot, karbondioksit ve su buharından müteşekkil olması kaçınılmazdır. Zaten J.P.Ferris ve C:T Chen yukarı da adından bahsettiğimiz ilkel atmosferi oluşturan bu kimyasal terkiplerle Millerin deneyini tekrarladıklarında elle tutulur bir amino asit bile elde edememişlerdir. Çünkü ilk oluşumunda yer alan bu kimyasal gazlar organik moleküllerin meydana gelmesinde bir amonyak ve metan gazı kadar elverişli değillerdir.
— Bilindiği üzere Miller deneyini oksijeni dikkate almadan yürütmüştü. Nitekim bu durum da üçüncü handikap olarak ilk atmosferde yoğun bir şekilde oksijen varlığının tespiti Millerin deneyini tek başına geçersiz kılmaya yetebiliyor. Dahası oksijenden kaynaklanan ültraviyole ortamının bulunduğu ortamda bir tek amino asidin yaşamasını imkansız kılmaktadır. Zira bilim adamları o devirlerde 10 bir misli ültraviyole ışınların yeryüzüne ulaştığını söylemekle kalmayıp, bu yoğun bombardıman altında aminoasitlerin tümünün parçalanmasından doğal daha ne olabilir diye haykırmaktalar. Miller deneyinde zaten oksijen kullansaydı metan gazı karbondioksit ve suya, amonyak ise ister istemez azot ve suya dönüşecekti. Kaldı ki ilkel atmosferde oksijen olmadığını farz etsek bile bu seferde ozon tabakası olmadığından yine amino asitler doğrudan ültraviyole etkisiyle karşı karşıya kalıp, böylece parçalanmak zorunda kalacaklardı.. Demek ki ilkel atmosfer şartlarında oksijenin yokluğu da bir dert, yoğun bir şekilde fazla oranlarda olması da ayrı bir derttir. Sonuçta her iki durumda aminoasitler için yok edici ortamdır.
—Biz biliyoruz ki canlılık sol-elli amino asitlerin iştirakiyle gerçekleşebilmektedir. Maalesef Miller deneyinin dördüncü handikabı ise bol miktarlarda sağ-elli amino asitlerin ortaya çıkması yaptığı deneylerin güvensizliğine daha da güvensizlik katmaktadır.
Yukarda sıraladığımız handikapları bir bütün olarak değerlendirdiğimiz de Miller deneyi canlılığın ilkel dünya şartları ortamında tesadüfen sahne aldığını ispatlamaktan aciz olduğunu göstermektedir. O halde şimdi sormak zamanıdır, soruyoruz da:
—Hani bu deneyle belirlediğiniz o bilinçli laboratuar ortam şartları, ilkel dünya şartlarının neresin de var?
—Hani bu deneyle belirlediğiniz o kontrollü mekanizmaya dayalı düzeneğiniz ilkel dünya şartlarının hangi düzeneğinde var?
—Hani bu deneyle belirlediğiniz o en ideal ölçülerin ilkel dünya şartlarının hangi terazisinde mevcut?
—Hani bu deneyle ortama verilen o enerji miktarı ilkel dünya şartlarının hangi enerji santralinde var?
—Hani bu deneyle büyük bir itina ile hazırlanmış olduğunuz o düzeneğinizin malzemeleri ilkel dünya şartlarının hangi lojistik donanımında yer alıyor?
Biliyorum bu sorularla bir takım çevrelerin canı çok sıkıldığını. Ama mecburuz, çünkü yaratılışa sataşma söz konusu. Sahtekarlıklarının gün yüzüne çıkmaması adına öylesine deney aygıtını amino asitlerin oluşumunu engelleyici yabancı unsurlardan arındırılmış bir vaziyette hazırlamışlar ki bu soruları sormak zorunda kaldık. Nitekim ilkel dünya şartlarında mevcut birçok elementler ne hikmetse deney tüplerine almamışlar. Belli ki olayların seyrini bir anda altüst edebilecek en ufak planlarını bozması muhtemel hangi unsur varsa hepsi kendilerince elimine edilmiştir. Tabiî ki kurnazlıklarına diyecek bir şeyimiz yok, doğrusu bu konuda maşallahları var. Ne kadar kurnaz olursalar olun sonunda Darwin’i kurtarmak adına sarıldıkları Miller deneyiyle aslında büyük iştiyakla savundukları evrim teorisini kendi elleriyle bir kez daha mezara gömmüş oluyorlar. Demek ki bu işler iyi ayarlanmış özel ortamlarla ve bilinçli müdahalelerle kontrollü laboratuarla ilkel dünya şartlarını açıklamaya yetmiyor. Nasrettin Hoca hanımına; un var, şeker var, yağ var, ama tüm bu varların içerisinde niye helva yoktur demiş ya. İşte evrimcilerinde hali de aşağı yukarı bunun gibi bir şey. Köşeye sıkışan evrimciler bu sefer Sdney Fox’un; “ilk amino asitler ilkel okyanus şartlarında oluşup, ansızın akabinde bir volkanın yanındaki kayalıklara sürüklenerek yüksek ısının etkisiyle bünyesindeki suyun buharlaşmasıyla birlikte kuruyan amino asitler şeklinde proteini meydana getirmişlerdir” görüşüne tutunmaya başlamışlardır. Oysa yapılan bir takım analiz çalışmaları neticesinde yüksek ısıda amino asitlerin bozulduğunu göstermektedir. Bu durum karşısında Fox mücadelesinde yılmadı, usanmadı ve laboratuar ortamında kendine has şartlar altında damıtılmış aminoasitler kurumaya bırakılıp sonradan bu amino asitler ısıtılarak birleştirilmesi yoluna gidilmiştir. Fakat analiz çalışmaları sonucunda ortaya birbirlerine rasgele bağlanmış sıradan birkaç anormal amino asit halkalarından başka bir şey ortaya çıkmadı. Üstelik yapılan deneyde Millerin ardından bıraktığı enkazın üzerine değil canlı organizmalara ait amino asitler üzerine inşa edilmiştir. Madem Millerin devamı olduğunu ileri sürüyorsunuz, o halde onun ürettiği işe yaramaz amino asitleri materyal kullanmak daha etik olmaz mıydı? Şurası muhakkak gerek Fox ve gerekse diğer bilim adamlarının elde ettiği hiçbir anlam içermeyen suni birkaç amino asit zincirlerin (proteinoidler) oluşumu tabii şartlarda meydana gelmesini beklemek denize düşen bir inci tanesini bulmak gibi imkansızlığa sarılmaktan başka bir şey değildir. Elbette ki çok özel tekniklerle dünyanın oluşumunda olmayan başka şartlar altında amino asitleri bir şekilde bağlama başarılarına itirazımız olamaz. Bizim itirazımız ortaya çıkan düzensiz protein diye sundukları ürünlerin proteinden ziyade işe yaramaz birtakım lekelerle işte canlı böyle oluştu iddiasınadır. Böylece tüm cümle âlem anladı ki öne sürdükleri protenoidler gerçek proteinlerle yakından uzaktan hiçbir alakası olmayan birer ucube yapılardır. Cansız maddeden canlılık oluşturma adına büyük çapta havuzlara istediğiniz kadar kimyasal madde atın, istediğiniz kadar dışardan her türlü gaz pompalayın, hatta istediğiniz envai türden radyasyon takviye edin, sonrada bu attığınız maddeleri devasa mikserlerle karıştırıp ısıttığınızda bile sonuçta hayat için gerekli olan 2000 enzimden en iyimser tahminle belki birkaç amino asit, birkaç basit kimyasal madde sentezleyebilirsiniz. Bunun ötesine gidemezsiniz zaten, çünkü orda yaratılış gerçeği var. Maalesef bu kafa yapısıyla ne amino asitlerin oluşumunu aydınlatabildiniz ne de proteinlerin oluşumunu. Üstelik hayat biyokimyası sadece proteinle de sınırlı kalmayıp hücre denen bir yapıya doğru ilerleyerek mesele daha da çok karmaşık bir hal almaktadır. Şimdi bu noktada amino asit ve proteinle baş edemeyen evrimciler daha kompleks bir yapı olan hücreyle nasıl baş edecekler doğrusu çok merak ediyorum. Oysa hücre âlemi sadece basit bir protein yığınından ibaret olmayıp, bünyesinde birçok sistemin barındığı canlı bir mekanizma olarak karşımıza çıkmaktadır. Hakeza James Watson ve Francis Crick’in gün yüzüne çıkardığı kompleks yapıdaki nükleik asitler (DNA ve RNA)’de öyledir.
İlkel dünya atmosferin bünyesinde ihtiva ettiği gazların amino asit sentezini imkan vermediği anlaşılması üzerine, bu seferde proteinlerin bilgisini taşıyan RNA molekülünün oluştuğu senaryosu tezi ileri sürülmeye başlanıldı. Walter Gilbert tarafından ileri sürülen bu teze göre nasıl olmuşsa milyarlarca yıl önce RNA kendi kendine tesadüfî bir eser olarak ortaya çıkmış, akabinde çevre şartlarının tesiriyle proteinler imal etmeye başlamış, derken en nihayet DNA molekülü doğmuş güya. Gerçekten ileri sürülen bu tezlere gülesin mi ağlayasan mı, doğrusu şaşmamak elde değil. İnsan ister istemez bu cümleler karşısında nasıl oluyor da hayali nükleotidler nizami bir dizilimle bir araya gelip RNA’yı meydana getirmiş sorusunu sualsiz geçiştirmek istemiyoruz. Dahası RNA en mükemmel laboratuar şartlarında bile sentezlenmesi zor iken nasıl oluyor da ilkel dünya şartlarında kendi kendine meydana geliyor doğrusu sormadan edemiyoruz. Hadi bundan vazgeçtik madem RNA kendi kendine tesadüfen meydana gelmiş yine hangi tesadüfî bilgiyle kendi kendini kopyalamayı akıl edebilmiş, ya da kendisini kopyalarken kullanacağı nükleotid elemanlarını nereden temin etmiş sorusunu bir kez daha sormadan edemiyoruz. İşte bu sorulardan da anlaşıldığı üzere karman çorban bir karışımdan ansızın hayali bir RNA masalı ile karşı karşıyayız. Hâlbuki RNA canlılığın oluşumu ile yakından uzaktan alakası olmayıp bilakis protein yapımıyla alakalı bir bilgi deposudur. Ne zamandan beri bilgi protein üretecek duruma gelmişte biz duymamışız, bir bilen varsa çıksın anlatsın. Bir kere bilgi hammadde değil, adı üzerinde bilgi. Amino asitler, malum hammadde hükmünde fonksiyon icra ederler hep. Onların hezeyanlarına kulak assak Nasreddin Hocanın hikâyesini tersinden alıp ortada un yok, şeker yok, yağ yok ama helva var demek durumunda oluruz ki işin içinden çıka bilene aşk olsun. Kaldı ki bir protein hücre alemi içerisinde birtakım kompleks işlemler sonucunda yoğrulup birçok enzimin etkisiyle ribozomlar üzerinde üretilirler. Ribozomun bizatihi kendisi de karmaşık bir yapıya sahip bir üretim fabrikası. Dolayısıyla bir çok kompleks yapının aynı anda bir araya tesadüfen gelerek büyük organizasyonlara imza atmalarını beklemek hayalden de öte bir başka uçuk hayal olsa gerektir.
Başta demiştik RNA malzeme değil bilgi diye. Bilgi aynı zamanda şifre (DNA veya RNA) demektir. Bilgi öyle bir güç ki insanın genini bile değişime uğratabilmektedir. Nitekim bilgi beyine misafir olduğunda içi boş bir varlık olarak hiçbir anlam ifade etmezken, ne zaman ki beyin tarafından değerlendirmeye tabii tutulup işte o zaman protein sentezi oluşmasıyla birlikte DNA’yı değiştirdiğinde, anlam ifade eden bir varlık haline gelebilmektedir. Buradan hareketle tek başına protein sentezini bilgiye endekslemekte yanlış olup, bir bütün olarak değerlendirmek gerekir. Zira nükleik asitlerde ki bilgiler ya da şifreler transfer edilmediği müddetçe havada kalmaya mahkûm kalacakları muhakkak. Dahası bilgi transfer işlemleri minimum 50 makro molekül parçayla mümkün hale gelip, bu parçaların her biri DNA ile kodludur. Dolayısıyla şifrelenmiş bu makro molekül parçaları olmaksızın transfer işlemlerin gerçekleşmesi imkânsızdır. İmkânsızlıkları zorlayarak hala RNA zincirinin bizim bilmediğimiz bir takım tercih veya metotlarla 50 makro molekül parçalarının göreceği işi tek başına protein sentezinin üstlenerek ürettiğini söylemek safdillik olsa gerektir. Modern biyoloji bilimi bangır bangır proteinlerin yardımı olmadan RNA’nın kendi kendini kopyalamasını mümkün olmadığını ortaya koymasına rağmen bu inat niye? Hayatın kaynağını RNA’da arayacağınıza “Hayy” da arasalar olmaz mı? Allah hayat sahibidir, başkalarını hayat sahibi ilan etmenize gerek yoktur. Hani zaman zaman “Hay’dan gelir huy’a gider” söyleriz ya. O söz aslında tasavvufi güzel bir sözdür. Şöyle ki “Hayy’dan gelir Hu’ya gider” sözü Allah’tan (hayattan) geldik O’na gideceğiz demektir. Yani O’na, mutlak varlığa ve Zat’a gitmek manasınadır. İşte aşk bu. Zaten aşk olmazsa işimiz zordur. Dileriz ki, Allah hepimize aşkı nasip etsinde işimiz kolay olsun, Olur ya belki dogmatik ve hayali sapkın fikirlerden cümle alem kurtulurda metafizik aşk yoluna gireriz. Onun için bu gün dünden de daha çok aşka ihtiyacımız var. Aksi takdirde haramilerin sayısı gün geçtikçe daha da artacaktır. Dahası kullandığı alet ve adavetleri de çoğalacaktır. Yinede ne kadar çoğalırsalar çoğalsınlar hayat için gerekli olan tüm malzemeleri bir deney tüpüne koysalar da ve bu deney tüpü içerisindeki malzemelerin dirilmesi adına ne var ne yok tüm metotları tatbik etselerde ondan bir diri yaratamayacaklardır. Nitekim bu tür denemeler uzun yıllar çok kez sınandı, sonuç elde var sıfır. Bu yüzden birzamanların hayatın tesadüfi olarak çıktığına inandırılan matematik ve astronomi Profesörlerinden Chandra Wickramasinghe; “..şu an geldiğim nokta itibarı ile Tanrı’yı inkar edecek hiçbir akılcı argüman bulamıyorum.. tek mantıklı cevabın yaratılış olduğu neticesine varıyoruz’’ itirafında bulunabilmiştir.
Hatırlarsınız altmışlı yılların sonlarında İzlanda civarında ansızın yeni bir ada doğmuştu. Pür dikkat bilim adamları bir ümitle adaya doğru akın ediverdiler. Kendilerini hoşgeldin dercesine rengarenk çiçeklerle kaplı bitki florası, birtakım böcek ve kır çiçekler karşılıyevirdi. Öyle ki adanın iki yıl içerisinde zengin flora ve faunası izleyenleri hayretler içerisinde bırakıverdi. Çünkü evrimciler o güne kadar çok türlü canlı dökümanının ancak 50 milyon yıl içerisinde oluşabileceğini hep söyler dururlardı. Oysaki hayata yeniden mehraba diyen adanın kısa sürede ulaştığı yeni sakinleri doğrusu onları şaşırtmış gözüküyordu. Her nekadar aralarında ağaçlar ve hayvanlar olmasa da Amerika’da hayatını idame ettiren bir karınca cinsinin olması onları büsbütün çıldırtmaya yetti arttı bile. Böylece yaratılışçıların canlıların yeryüzüne aynı anda çıktığı fikri bir kez daha teyid edilmiş oldu.
Ayrıca birçok araştırıcılar RNA’nın protein sentezi ile ilgili olduğunu ortaya çıkardıktan sonra söz konusu sentezin hücrenin neresinde olduğunu öğrenmeye çalıştılar. Bu amaçla Borsook, bir kobaya radyoaktif amino asit enjekte etmiştir. Hatta 30 dakika sonra hayvanı öldürüp karaciğerini şeker çözeltisinde parçalamışta. Derken meydana gelen çözeltiyi üç değişik hızla santrifüjde döndürmüş, ardından çekirdek, ribozom ve mitokondrileri birbirinden ayırmıştır. En nihayet yaptığı ölçümler sonucu ribozomlardaki radyoaktif amino asitlerin diğer hücre kısımlarından (Mitokondri, çekirdek gibi) iki kat daha fazla olduğunu görmesiyle birlikte aminoasitlerin ribozomlar üzerinde protein sentezine girdiğini ortaya koymuştur. Boorsok 1950 de bu deneyi yaptığı zaman ribozomların endoplazmik retikuluma bağlı olduğu bilinmiyordu. Keza Zamaecknik ve arkadaşlarının yaptıkları seri deneyler sırasında fareyi uyuşturup karaciğerini ortaya çıkarmışlar, akabinde radyoaktif amino asit kapsayan bir çözeltiyi kuyruk toplar damarına enjekte etmişlerdir. Daha sonra 2–20 dakika ara ile karaciğerden birer parça alarak asit miktarını tayin etmişler. Sonuçta ribozomların her miligramına tekabül eden amino asit miktarın endoplazmik retikulumdan arta kalan proteinlerden 7 kat daha fazla radyo aktif aminoasit ihtiva ettiğini bulmuşlardır. Böylece proteinlerin ribozomlar üzerinde yapıldığı kesin bir şekilde ispatlanmış oldu. Aslında Zamecknik ve arkadaşları belli ki bu deneylerle proteinlerin ribozomlar dışında veya endoplazmik retikulumun başka kısımlarında yapılıp yapılmadığını bulmak amacını gütmüşler, fakat kazın ayağının hiçte öyle değil..
Yapılan birçok deney sonucunda bir hücredeki protein sentezinde rol alan asıl etken faktörün;
—Çekirdekte yer alan DNA molekülleri,
—Çekirdek, sitoplâzma ve ribozom arasında hareket eden mRNA ile ribozom arasında hareket eden tRNA molekülleri sayesinde gerçekleştiği belirlenmiştir.
dedekorkut1
23 Eylül, 2011 - 19:57
Kalıcı bağlantı
PROTEİN SENTEZİ-2
PROTEİN SENTEZİ-2
ALPEREN GÜRBÜZER
Hücre yönetiminde hiyerarşi
Bütün canlıların esasını teşkil eden organik bileşiklerden nükleoproteinler; nükleik asit ile bir veya birkaç proteinin birleşmesinden teşekkül etmişlerdir .Yani proteinler takriben 100 ila 3000 amino asitten meydana gelmiş organik moleküllerdir. Mesela en basitinden kan dolaşımına hayat veren aynı zamanda cana can katan bir protein olan hemoglobin molekülünde 574 tane amino asit bulunmaktadır. Düşünebiliyor musunuz kan dolaşımımızda milyarlarca kırmızı kan hücresinden sadece bir tanesinde 574 amino asit mevcuttur. Ya tamamında nasıl derseniz yapılan hesaplamalarda 280.000.000 (280 milyon) hemoglobin proteinin varlığı tespit edilmiştir. Dolayısıyla gerek oksijenin kan yoluyla vücuda transferi, gerek yediğimiz gıdaların hazmedilmesi, gerekse kanın pıhtılaşması gibi birçok kimyasal olayın yön ve hızları birçok protein veya enzim şeklinde olan proteinlerin etkisinde cereyan etmektedir. Ancak birçok araştırıcı hücre içerisinde cereyan edecek temel olayların çekirdek içerisinde DNA’da şifrelendiğine inanırlar. Onlar inana dursunlar, şu da bir gerçek DNA’nın bir direktifler kitapçığı olması demek hücre içerisinde birçok kimyasal reaksiyonların oluşumunda doğrudan tek başına etkili olduğu anlamına gelmez. Zira DNA çekirdekte olmasına karşılık hücre faaliyetlerin büyük bir bölümü hücre sitoplâzmasında cereyan etmektedir ki, arada ara elemanlarda iş başındadır. Bu nedenle DNA’dan direktifleri ileten aracı molekül mRNA sahne almaktadır. Bundan dolayı hücre mRNA vasıtasıyla gelen direktiflere karşı olumlu tepki göstererek gerekli proteinler sentezlenir. Derken hücrenin bütün fonksiyonları bir hiyerarşi içerisinde yürütülür. Bu hiyerarşinin en tepesinde ise hiç kuşkusuz DNA (gen) oturmaktadır.
DNA zincirinde yalnız bir tanesi RNA kalıbı olarak iş görür
Her hücre çift sarmal(spral) DNA helezonlardan kuruludur. Dolayısıyla hiçbir hücre genetik kartını kendi kuruluş amacının dışında başka alanlarda kullanmasına izin verilmeyip şifresine sadık kalmaktadır. Yani DNA zincirinin yalnız bir tanesi RNA kalıbı olarak iş görmektedir. Şayet DNA zincirinin her iki tanesi RNA kalıbı olarak görev yapsaydı her gen birbirinin komplamenteri iki tane RNA ürünü meydana gelecekti. Bu durumda bunlar birbirinden tamamen ayrı iki tane protein sentezini şifrelemesi gerekecekti. Fakat genetik kartlar her bir genin yalnız bir tane proteini denetlediğini göstermektedir. Buna göre ya DNA zincirinde bir tanesi kopya edilmeli ya da iki komplamenter RNA ürünü yapılıcaksa bunlardan yalnız bir tanesi fonksiyonel olmalıdır. Anlaşılan bunlardan ilk ihtimalin daha doğru olduğu gözükmektedir. Nitekim bu durum Bacillus Subtilis bakterisine ait hücrenin yönetiminde sentez edilen RNA’ nın incelemesiyle kesinlik kazanmıştır.
Protein sentezinde mRNA’nın aracılığı
Yönetici genlerden doğan talimatlar veya RNA alfabesinde A-U-G-S şeklinde yazılmış enformasyon niteliğinde start alan emirler mRNA molekülü vasıtasıyla kromozomlardan çıkıp protein sentezi gerçekleştirmek üzere ribozomlara konuk olurlar. Yani herhangi bir ribozom her çeşit protein molekülünü yapacak durumda mevzi almaktadır. Hatta üretilecek protein çeşidi ribozomdan geçmekte olan mRNA yazılımına bağlı olarak teşekkül etmektedir. Bunun için 5 uçlu kodunla ribozoma temas eden mRNA molekülü bir barkot cihazından geçen ürünün okunması gibi okunur. Hatta okunmakla kalmayıp mRNA şeridinin ribozom üzerinde özel noktaya yanaşmış olan tRNA ile kontak kurulur da. Nihayet bu kontak sonucunda mRNA bir kodon boyu ilerleyerek kendine uygun bir tRNA ile birleşir. Böylece mRNA hızla bir yandan ribozomdan geçerken diğer taraftan ribozomun yardımıyla kendine uyan bir tRNA kodonunu hizaya getirir (sıraya sokar). Keza tRNA’nın uçlarında bulunan aminoasitlerde kendi aralarında sıralanırlar. Sırayı bildiren ise mRNA’dır. Bu arada tRNA vasıtasıyla aminoasitlerin sıralanmasına aracılık eden moleküllerin mRNA üzerinde bulunan 64 çeşit kodonla birlikte bunlara uyan aminoasitlerin hangilerinin olacağı da belirlenir. Diğer taraftan iki fosforik asit ise fosforik asit halinde ayrılıp, bir tRNA molekülü vasıtasıyla kendisini faaliyete geçirici enzim tarafından katalizlenir. Derken reaksiyon sonucunda AMP (Adenozin monofosfat) kaynaklı nükleotid tRNA’ya bağlanır. Bu sayede ilgili enzim yeniden kullanılmak üzere serbest hale geçer. Anlaşılan o ki bütün tRNA çeşitleri ucunda adenin kapsayan bir nükleotid mevcut olup, aminoasit kendi COOH grubu ve riboz şekerinin OH gruplarından biri arasındaki bir bağla nükleotide bağlanır (adenine bağlanır).
Bir mRNA molekülünün arka arkaya birçok ribozomdan geçişi
Bir ribozomdan çıkmakta olan mRNA’nın ucu bir başka ribozoma girmek suretiyle orada aynı yapıda ikinci bir protein molekülünün sentezini başlatabilir. Tabii ki bu sentez ikinci ile sınırlı değil. Şöyle ki her bir yazılımın arka arkaya dizilmiş ribozomlardan geçmesiyle birlikte anlam kazanıp protein sentezi devam ettirilmektedir. Zaten hücrede çoğu kez ribozomlar birbirine yakın olduğundan bir ribozomdan çıkan mRNA diğerine geçtiğinde yeni ribozom grupları oluşur ki, işte böyle çoklu gruplara poliribozom denir. Şurası muhakkak poliribozomun varlığı protein sentezinin çabuklaşması demektir. Yani az sayıda mRNA ile çok sayıda protein sentezi mümkün hale gelmektedir.
Protein sentezinde DNA bilgisinin genişletilmesi ya da çoğaltılması (Enformasyonnun amplifikasyonu)
Protein sentezi bir gendeki enformasyonun çekirdek içerisinde başlayan DNA yazısından mRNA yazısına ve ordanda ribozom üzerinde polipeptit yazısına tercüme edilme hadisesidir. Böylece bu üç yazı hem zincirlemesine enformasyon taşır hem de birinden diğerine tercüme edilerek çoğaltılırda. Bu çoğalma öncesi bir gendeki enformasyon başlangıçta bir adet olmasına rağmen sonraki aşamalarda ortalama her dakikada bir tane mRNA sentez edilir. Ancak bir mRNA molekülünün ömrü 240 dakika ile sınırlıdır. Bu sürenin sonunda mRNA’nın aşınıp bozulmasıyla birlikte artık çalışamaz duruma gelmektedir. Bir başka ifadeyle 240 dakikalık ömür boyunca aynı genden aldığı enformasyonla 240 adet mRNA yapılmakta olup yenisine geçişte ilk meydana gelen ölmüş oluyor. Böylece yeni meydana gelen bir mRNA molekülüne karşılık en yaşlı mRNA öleceğinden hücrede aynı enformasyonu taşıyan 240 mRNA’lık populasyon ne artar ne azalır, yani sürekli sabit kalmaktadır. Demek ki mRNA’nın taşıdığı bu bilgi tRNA’nın ve ribozomların yardımıyla polipeptit yazısına çevriliyor. Yani protein sentezi bir tercüme işi olduğundan, polipeptit yazılı 20 harflik bir alfabe ile yazılmaktadır. Hiç kuşkusuz bu yazılımda rol oynayan harfler aminoasitlerdir. Üstelik her harf RNA yazısında 3 harfli kodonluk bir kelimenin yerine geçmektedir. Bir anlamda DNA’dan mRNA’ya ve oradan da ribozom üzerinde polipeptit zincirine tercüme edilmesi sonucunda oksitosin ve vasopressin polipeptitlerin meydana gelişi sahne alır. Nasıl ki 29 harfin tesadüfen meydana gelebilmesi için bir kâinat ömrü sığmıyorsa aynen öyle de polipeptit yazılı 20 harflik bir alfabenin kendi kendine yazılımının gerçekleşmesi için dile kolay trilyonlar aşan kâinat ömrü yetmeyecektir. Tüm bu gerçekler ortada iken hala bir insanın 46 kromozomuna denk düşen 1 milyon sayfalık bilginin tesadüfle meydana geldiğini iddia etme cüretini sergilemek akıl tutulmasından başka bir şey olmasa gerektir.
Protein Sentezinde yardımcı enzimler ve enerji ihtiyacı
DNA protein yapısındaki birtakım enzimlerin yardımı sayesinde eşleşebilmektedir. Aynı zamanda buna paralel olarak kendisine yardım eden enzimlerin sentezi de DNA bilgilerinin kontrolü altında gerçekleşmekte. Bu durum bir çelişki gibi görünse de ilk yaratılış gereği ikisinin de aynı anda var olması gerekecek şekilde tasarlanmış bir plan olduğu ortaya çıkmaktadır. Yani DNA’sız protein olamayacağı gibi, proteinsiz DNA’da çoğalamayacaktır. Dolayısıyla son derece karmaşık yapıda olan protein ve nükleik asitler(DNA ve RNA)’in tesadüfî bir eser olarak meydana gelmesi mümkün gözükmemektedir.
Bilindiği üzere genetik programlar bin ciltlik kütüphaneyi dolduracak şekilde veri tabanına (bilgi deposu) depo edilirler. Üstelik bu bilgiler üç harfli veya üçlü kodon halde bir yazılımla milyarlarca bitlik bilgisayar birimine tekabül eden bilgilere eş değer sayıda dizilerek sahne almaktalar. Dahası insanın bir tek hücresine ait tüm özelliklerin kodlandığı 46 kromozomluk bilgiler 46 ciltlik dev bir ansiklopedisini dolduracak niteliktedir. Yani her bir cilt 20 bin sayfaya karşılık gelmektedir. Düşünsenize söz edilen sadece tek bir hücre için, birde bunu insan vücudunu oluşturan trilyonlarca hücreye döktüğümüzde ortaya çıkacak rakamı düşün, o zaman telaffuzu bile zor rakamlarla karşı karşıya kalacağımız görülecektir. Bu gerçeklere rağmen hala tesadüf denilecekse pes doğrusu...
James Dewey Watson asrımızın en büyük buluşu olan DNA’yı keşfetmekle birlikte birtakım soruları da beraberinde getirmiştir. Şöyle ki; acaba amino asitler mRNA’nın yüzeyinde bir sıra halinde toplanarak bir enzimin etkisi altında protein oluşturmak üzere mi birbirine bağlanırlar? Yine bir başka soru örneğin U-U-U üçlüsünün fenil alanin moleküllerine uyduğu diğer amino asitlerin uymadığı özel bir şekli mi var, yoksa üçlülerden her birinin 20 amino asitten yalnız birine uyan bir şekli mi var? Elbette ki bu tür sorular önünüzde durdukça basit mantık kurallarıyla böyle bir mekanizmayı cevaplamak mümkün görülmeyecektir. Oysa gerçek işleyen kurulu mekanizma Francis Crick tarafından şöyle açıklanmıştır; U-U-U bazlarını A-A-A nükleotid üçlüsü çekerek hidrojen (H) bağları oluştururlar. Eğer böyle bir molekülle fenil alanin bağlanmışsa mRNA doğru yerinde tutulacaktır. Mesela bir nükleotid üçlüsünün yanında prolin şifresini taşıyan S-S-S üçlüsünü G-G-G nükleotid üçlüsü kendine çekecektir. Böylece prolin fenil alanin yanında doğru yerinde tutulmuş olacaktır. Ki; RNA molekülleri, aminoasitlerin ribozomlara taşınmasında sorumludur. Bir başka ifadeyle tRNA olarak adlandırılan bu moleküllerin herbiri bir adaptör görevi (adapte edici iş görür) yapma sayesinde doğruca yerlerine gidip, böylece amino asitler istenilen tipte proteini meydana getirirler. Fakat bu işlemini gerçekleşmesi için aminoasitlerin ribozomda senteze girmeden önce özel enzimlerle tRNA’ya bağlanması gerekir. Nitekim doğru bağlanma bir veya birkaç enzimin etkisi altında gerçekleşmektedir.
Aminoasit ve tRNA kompleksinin mRNA’nın özel kodonuna bağlanmasında rRNA’nın enzimatik yardımı ve GTP’den (guanin trifosfat) sağlanan enerji sayesinde olmaktadır. Dahası mRNA üzerinde bulunan 64 çeşit kodon ve bunlara uyarlanacak aminoasitlerin bağlanış reaksiyonları M.B Hoagland açıklamışta. Buna göre herbir amino asit ATP ile reaksiyona girip bu reaksiyon sonucunda bir enzim katalizlenmektedir. Katalizlenen enzimler ise her bir amino asit için spesifik kalıp, böylece her bir aminoasit karboksil (COOH) grubu ile ATP’nin 3 fosforik asit grubundan en uçtakine bağlanır.
Yukarıda da bahsettiğimiz üzere bir mRNA’dan üretilen 5 uçlu kodunlu her enzimin bir tane olduğu belirlenmiştir. Ömür uzunluğu ise 20 saat kadardır. Buna göre 20 saat içerisinde bir mRNA’da 20x60/5=240 adet enzim yapılabileceği belirlenmiştir. Anlaşılan 240 enzim başlangıçta bir tek mRNA’nın yaptırdığı veya sabit bir şekilde devam ettirdiği sayıdır. Hücrede bunun gibi aynı enformasyonu taşıyan 240 mRNA olduğuna göre 240x240= 57600 enzim olacağı hesap edilir. Sonuç itibariye özetleyecek olursak:
Gen + 240 mRNA + 57600 Enzim (protein) üretilir. Başlangıçta DNA’dan bir tane olan enformasyon sadece mRNA ve polipeptit yazısına tercüme edilmekle kalmaz, aynı zamanda amplifikasyona (çoğaltılmış) da açık olmaktadır. Gerek James D. Watson gerekse sağduyulu birçok bilim adamı bir takım aklıevvel ve dar kafalı bilim adamlarının ileri sürdükleri görüşlerin aksine; genlerin protein moleküllerinden ibaret olduğunu tercih etmektedir. Keza Francis Crick bilim adamı da böyle şüphecilere kulak asmazdı. Üstelik o bunların birçoğunu yanlış ata kumar oynamaktan usanmayan huysuz ahmaklardır tarzında sitemini dile getirmiştir. Zaten aklı başında bir insanın toprağın altındaki her türlü elementin kendiliğinden yeryüzüne çıkıp son derece en son model araba yapamayacağını bilmesi gerekir. Elbette ki objektif bilim adamlarının da evrimcilerin çok kompleksli bir canlı âleme ait işine gelen doneleri alıp, işine gelmeyenleri ekarte ettikleri teorilerini ciddiyetle bağdaşır bulmadıklarını bu kabilden değerlendirilmelidir. Zaten hiçbir sağduyulu bilim adamı objektif kriterleri teoriye uydurmaya çalışanları esastan kabul edip bilimsel çalışmalarına kaynak alması mümkün gözükmemektedir. Kaldı ki evrimcilik karşımıza bilimsel maske altında inançsızlık olarak karşımıza çıkmaktadır.
Protein Sentezi Düzenleyen Negatif Başa Tepki Yolları (Feed-Backlar)
DNA’nın bütün hücre fonksiyonlarını yürütürken her etken unsuru ihtiyaca göre ayarlar. Enzim sentezi şüphesiz böyledir. Bir hücre içerisinde kimyasal ürünler fazla sayıda üretilince bu hücreler ya enzimlerin etkisini ilk inhibasyonla veya enzim üretimini mRNA üzerinde ikinci inhibasyonla, ya da gen içerisinde ki mRNA üretimini son inhibasyonla inhibe ederler.
Protein sentezinin yarıda kalmasını önleyen son kontrol mekanizması
Ribozomlar kendilerine gelen mRNA molekülü üzerinde yazılı enformasyona dayanarak yüzlerce, on binlerce, hatta yüz binlerce amino asit molekülünü birbirine ekleyip istenen polipeptit protein molekülünü meydana getirirler. Ancak bu söz konusu polipeptit molekül içerisine mRNA da mevcut olmayan plan dışı aminoasit fazladan eklenemez. Zaten plan dışı arızalardan herhangi biri monte edilmeye kalkışıldığı zaman istenilen tipte protein üretilmemiş olacaktır. Çünkü yabancı proteinler genellikle hücrede birtakım yan etkenler doğurmanın yanı sıra organizmada antikor yapımına ve allerjik durumlara neden olmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki ribozom kendisine spariş edilen molekülü tam bir şekil de imal eden bir fabrika konumu üstlenmiş durumda. Spariş edilen bu molekülün yapı planı ise mRNA tarafından hazırlanmaktadır. Örneğin 20.000 aminoasitlik hammaddeden protein molekülünü yapacak bir mRNA’nın ribozomdan geçtiğini düşünelim. Hatta hücre içerisinde aynı anda binlerce mRNA’nın onbinlerce ribozom üzerinde harıl harıl aynı protein sentezini yaptığını varsaydığımızda bazı aminoasitlerin tükenmesiyle birlikte bir takım aksiliklerin ortaya çıkabileceği kaçınılmaz kılacaktır. Neyse ki hücre böyle hesapsız sürprizlere karşı tedbirsiz kalmayıp düzenli çalışabilecek bir donanıma sahiptir. Çok istisnai hatalar dışında yanlış kodlanmış bir protein molekülü hücre içerisinden dışarıya asla çıkarılmasına müsaade verilmemektedir. Yani yapımı biten bir protein molekülün son aminoaside takıldığında hepsinin tamam olduğu bir sonlanma hemen gerçekleşmez. Bir başka ifadeyle son anda bir eksikliğin olabileceği göz önünde bulundurularak yanlış hesap Bağdat’tan döner misali plan dışı bir molekülün ortama salıverilmesine izin verilmemektedir. Zira öylesine bir sınırsız hoşgörülük kontrol sistemini altüst edeceğinden hücrenin anarşileşmesine yol açacaktır. Böyle bir durum ancak hücrenin kanserleşmesinde ya da ölüm halinde meydana gelmektedir. Normal ve sıhhatli hücrede ise yapısı tamam olmayan moleküller derhal yıkıcı bir enzime teslim edilerek mevcut nizamın devamı sağlanır. Öyle ki bu yıkıcı enzim hücre nizamının tesisi adına harici molekülün tümünü veya birçok peptit bağlarını koparacak güçte vazife görmektedir. Yani söz konusu molekülü aminoaside veya zararsız küçük polipeptitler haline çevirmenin yanı sıra yeni sentezlerde kullanılacak yapı taşları halinde serbest hale getirilmektedir. Ancak yine de böyle bir kontrol mekanizması, protein sentezi sırasında doğabilecek bazı zararları önlemek için yeterli değildir. Mesela aminoasit eksikliği yüzünden bir protein molekülü tamamlanamıyorsa sadece ilgili ribozom ve ilgili mRNA vasıtasıyla protein sentezinin durdurulması ya da yapılmış olan polipeptit zincirlerinin dağıtılması mümkün olmayabiliyor. Nitekim arızalı yapının başka ribozomlara girip yarıda kalacak sentezleri başlatmaması için mutlaka ilgili mRNA molekülünün ayrıştırılmasını gerektirmektedir. O halde daha tam ve daha geniş kapasiteli bir kontrol sistemine ihtiyaç vardır, ama nasıl? Şöyle ki bunun için mRNA’yı yapmış olan gen (DNA) tarafından aynı tipte başka mRNA moleküllerinin yapılmaması veya yapılmış olanların da toplatılıp yok edilmesine yönelik kontrol sistemi devreye girecektir. Eğer böyle olmazsa ribozomlar boşuna çalışmış olacaklardır. Kaldı ki hücrenin ne boşa harcayacak zamanı var ne de fazla harcayacak enerjisi var. Çünkü her oluşan peptit bağının kuruluşu 1 ATP’lik yani 8000 küçük kalori ile işler hale gelmektedir. Bu nedenle milyonlarca peptid bağının yapboz misali yeniden kurulup inşa edilmesi gibi lüks bir enerji kaybına asla müsaade edilemez. Eğer müsaade edilirse boşa çıkan ısı hücreyi yakıp ölmesine yol açacaktır. Belli ki hücre içerisinde cereyan eden protein sentezi olayı mükemmel bir organizasyon ve kusursuz bir kontrol mekanizması ile yürütülmektedir. Ayrıca Mendel deneylerinin bize hatırlattığı bir gerçek var ki; DNA’ya sirayet eden hastalıklı bir gen ta ki açığa çıkmasına uygun bir ortam yakalayana dek yedi göbek uzanabilmektedir. Zaten yedinci nesilden sonra uygun bir fırsat bulup ortaya çıkamıyorsa, artık bu noktadan sonra DNA’dan düşüp ortadan kaybolması muhtemel dâhilindedir. Aynı durum sadece hastalıklı genlere mahsus bir durum değil elbet, faydalı ve işe yarar genler içinde geçerli bir akçe. Halk arasında herhangi bir insanın iyi veya kötü hallerine karşılık kullanılan “Herkes aslına çeker” ifadesi bu olsa gerektir. Bu yüzden uzmanlar maraz yapılı genlerin güçlenmemesi adına akraba evliliklerinden şiddetle kaçınmamızı önermektedirler.
Protein nasıl yapılır (Santral dogma)
Şimdiye kadar olan basamakları özetlersek:
— Çekirdekte yer alan DNA molekülü kendisinin özel bir koplamenteri olan mRNA’nın sentezini yapar. Bu sırada DNA’nın nükleotidleri kendine uyan RNA nükleotidleri ile eş yaparak bir dizilim meydana gelmektedir. Şöyle ki DNA’nın adenini RNA’nın urasili ile, DNA’nın timini RNA’nın adenini ile, her ikisinin stozini diğerinin guanini ile bir araya gelip, bu şekilde DNA yazılımının yeni mRNA molekülünce kopyasının alınması olayı gerçekleşmektedir.
—İkinci aşamada mRNA sitoplâzmaya geçerek bir ribozoma bağlanır ve burada proteinlerin sentezi sırasında kalıp olarak iş görür.
—Üçüncü aşamada tRNA molekülleri sitoplazmada serbest kalarak yüzen amino asitleri teker teker yakalayıp onları ribozoma getirir. Böylece her amino asit tRNA tarafından taşınarak ribozomlardan geçmeye hazır vaziyette mRNA ile uyumlu aynı zamanda şifresine uygun bir şekilde sentezlenir.
— Dördüncü aşamada sentezlenen yeni protein molekülü ribozomdan koparak ayrılınca mRNA başka bir ribozoma geçiş yapar. Bu arada tRNA ise daha önce taşıdığı tipte olan başka aminoasidi yakalamak üzere yeniden stoplazmaya doğru hareket eder. Böylece DNA şifresi kendine özgü protein çeşitlerini yapmak amacıyla hemen hemen birbirinin aynı kalıpta birçok protein molekülünün yapımı gerçekleşir. Nitekim bu hipotez santral dogma olarak isimlendirilip, “DNA + RNA’yı + RNA’da proteinleri yapar” şeklinde özetlenebilir. Görüldüğü gibi aminoasit sıralarının belirlenişinde DNA kalıp görevi yapmamakta, tam aksine protein sentezi için talimat vermektedir. Yani DNA’daki genetik bilgi önce RNA’ya aktarılır, daha sonra RNA’da gereğini yapıp bilginin adeta kalıp dokümanını ortaya koymaktadır. Derken kısa süreli hafıza kartında saklı kalan bilgiler, ister istemez yeni bir alana kavuşurlar. Hatta kavuşmakla kalmazlar mevcut hücre ortamın yapısını da değiştirerek hücrede yeni bir RNA molekülünün teşekkülüne imkân verilir. Mesela protein sentezi sırasında 10–30 dakika arasında konaklayan RNA şayet kendi yapısına uygun bilgi veya ilave edeceği bir şey yoksa bu noktadan sonra bozulmaya uğraması kaçınılmaz olacaktır. Ne zaman ki kendisiyle alakalı bir bilgiye kavuşur, işte o zaman bilgiler kısa süreli kayıt sisteminden çıkıp daha uzun kayıt altında saklanan belleğe aktarılmak suretiyle DNA’ya dönüşürler. Demek ki kısa süreli hafıza kartından geçen elektrik akımı hücrenin yapısında birtakım değişikliklere yol açmakla kalmayıp, bunun yanı sıra RNA vasıtasıyla başka bir bilginin doğmasına yelken açabiliyor. Hatta RNA’nın uzun süre hafıza kartında kalmasına karar kılındığında ise doğrudan DNA’ya bağlanarak aminoasitlere dönüşebilmektedir. Böylece o bilgiler ebedi olarak bizimle birlikte yol arkadaşımız olur. Yani hayatta işlediğimiz tüm eylemlerin tüm detayları önce hücrelere aktarılır, sonra ribonükleik asitlere ve en nihayet DNA’mıza işlenerek bir daha yakamızdan asla atamayacağımız bilgi haline geçmektedirler. Bu olay aynı zamanda Allah’ın yoktan yaratma olayını hatırlattığı gibi kulları üzerinde ki kader çizgisini de ortaya koymaktadır.
Biyolojik Şifre (Genetik şifre)
Şifre sembolleri
Evrimciler DNA’da ki şifre ve kodların tesadüfî, yanılma veya kazaen meydana geldiğini ileri sürmektedirler. Oysa şifre bir bilgiyi bir şekilden diğer şekle çevirmek için kullanılan semboller sistemidir. Mesela yazılı dil insan tarafından kullanılan bir tür şifre sistemidir. Bilindiği üzere Türkçede 29 harf sembol var olup, bu sembollerle istenildiği kadar kelime üretilmektedir. Keza DNA molekülleri de çok uzun oldukları halde sadece 4 harfli alfabeden ibaret bir “ol” emri diliyle yazgı gerçekleşmektedir.
GENETİK ŞİFRE
DNA için insan vücudunda akla gelebilecek her ne varsa A’dan Z’ye tüm bilgileri bünyesinde eksiksiz olarak barındırdığı bir yapı planı olarak değerlendirebiliriz. Zira vücudumuza ait gerek iç, gerekse tüm dış bilgiler dört harfli bir alfabetik şifre sistemiyle kayıt altına alınmıştır. O meşhur dört harfli alfabe nedir derseniz, hepimizin yakından bildiği adenin, timin, guanin ve sitozin (A, T, G, C) denilen nükleotid bazlardan başkası değildir elbet. İşte DNA’daki tüm bilgiler bu bazların kendine özgü diziliş sırasıyla kodlanmaları sayesinde gerçekleşmektedir. Nitekim bilimsel araştırmalar sonucunda nükleik asitlerin tüm organizmaların genetik maddesini teşkil ettiği, genlerin ise belirli proteinlerin yapımını sağladığı ortaya çıkmıştır. İşte bu iki grup (Nükleus ve genler) arasında en önemli ortak payda her ikisinin de belirli sayıda yapıtaşından meydana gelmiş zincirler olmasıdır. Aynı zamanda proteinleri oluşturan aminoasitlerin dizilişi zincirde yer alan polipeptidin biyolojik özelliğini de ortaya koymaktadır. Dolayısıyla insanlar arasındaki fiziki farklılıklar bu dört bazın diziliş esnasında nükleotidlerin farklı pozisyon almasından kaynaklanarak gün yüzüne çıkmaktadır. Zira herhangi bir geni oluşturan nükleotidler üzerinde oluşabilecek bir sıralama hatası o geni ister istemez iş göremez hale gelmesini kaçınılmaz kılabilmektedir. Hele hele insan vücudunda 200 bin genin olduğunu yakından takip edenler bu sıralamanın hedefinden sapmadan daha kompleks yapılı işlere yönlendirildiğini gördüklerinde hayretler içerisinde kalmaktadır. Hatta uzun bir zaman diliminde ömrünü moleküler evrim teorisine inanan Francis Crick DNA zincirlerin düz olması nedeniyle genlerdeki nükleotidlerin sırasıyla proteinlerin yapıtaşları olan aminoasitlere uydurulabilir demiş olsa bile gerçek anlamda DNA’yı keşfettikten sonra biyolojik nizamın bir mucize olduğunu itiraf etmek mecburiyetini hissetmiştir. Böylece DNA molekülünün kompleks yapısı sayesinde bir kez daha hayatın bir mucize olduğunu, asla tesadüfi bir eser olarak ortaya çıkamayacağını anlamış oluyoruz. Tabii mesele burada bitmiyor, dahası var. Şöyle ki Yaşamın temel kuralları kitabıyla ünlü evrimci Prof. Dr. Ali Demirsoy; “Bir proteinin ve çekirdek asit ( DNA ve RNA)’in oluşma şansı tahminlerin çok ötesinde bir olasılık olduğunu, hatta belirli bir protein zincirinin meydana gelme şansı astronomik denecek kadar azdır” tarzında itiraf etmek zorunda kalmıştır. Hatta Amerika’da “Biyolojide Olasılık Araştırma Merkezi” adlı akademik kuruluş Amerikan alfabesinin 26 harfli olmasından hareketle alfabetik deney yapmayı tasarlanmışlar. Derken 26 harflik alfabe ile 30.000 çekiliş yapılması öngörülmüştür. Böylece tasarlandığı şekilde ortaya çıkan sözcükler arasında bir anlam içerenlerin sayımı dokümanı ortaya çıkarıldığında; ilk iki harfli olanında 4890 adet, üç harfli kelimede 113, dört harflide 139, beş harflide 17 anlam çağrıştırabilecek türden sözcüğün çıktığı gözlemlenmiştir. Bir başka ifadeyle mesela altı harfli sözcüklerde anlam kaybının 3’e düşerek gittikçe azalan bir periyotla karşı karşıya kalınmıştır. Hâsılı kelam 30 bin harf arasında kala kala 7 harflik bir adet sözcüğün anlam içerdiği tespit edilebilmiştir. Biz bu ihtimal hesabını protein alfabesi tarzında ele aldığımızda, madem protein sentezi 20 amino asitlik bir alfabeyle gerçekleştiğine göre en basit bir canlının protein yapısını oluşturabilecek anlam yüklü bir kelime ortaya çıkması için her harf için ¼ ila 1/5 harf arasında seyreden bir oran olması icap etmektedir. O halde bu orandan hareketle 400 harfli bir çekiliş için alfabe sayısı 20 olduğuna göre 4’ün 400’üncü kuvvetine tekabül eden 10240 rakamını elde ederiz. Bunun anlamı trilyon sözcüğünün 20 kez tekrarlanması demektir. Bu durumda hala 400 amino asid zincirinden bir tane işe yarar proteinin trilyon sözcüğünün 20 kez tekrarlanmasıyla ancak ortaya çıkabilecek uçuk bir ihtimale dayanarak hala her şeyin tesadüfen meydana geldiği söylenebiliyorsa pes doğrusu.
dedekorkut1
23 Eylül, 2011 - 20:02
Kalıcı bağlantı
PROTEİN SENTEZİ-3
PROTEİN SENTEZİ-2
ALPEREN GÜRBÜZER
TRİPLET YAPIDAKİ KOD SÖZCÜKLERİ
Bunca yıl aradan geçmesine rağmen hücrenin genetik şifrelerini ve kartlarının değiştirilmesine hala güç yetirilememiştir. Nitekim radyoaktif karbonla yüklü proteinler hücreye enjekte edildiğinde bu verilen maddenin tıpa tıp bildiğimiz normal karbonun kimyasal olarak aynısı olmasına rağmen, bir türlü nükleolusta bulunan gizli şifreler kontrol altına alınılması sağlanamamıştır. Her ne kadar genetik kartlara meydan okumaya devam edilse bile bilmediğimiz bir güç tarafından nükleolusta yer alan kozmik şifrelerin değişiminde en ufak taviz verilmemektedir. Bazı arızı değişiklikler birtakım çevreleri sevindirse de, boşuna seviniyorlar. Çünkü bu sevinçleri geçici hüsnü kuruntu babında olup yersizdir. Zira değişen genetik kartlar değil, değişen hücrelerin savunma reflekslerinden doğan bir takım kimyasal sistemle ilgili unsurlardır. Üstelik herhangi bir ışın bir canlıdan başka bir canlı türetmiyor, sadece etki ettiği alana zarar vermekle sınırlı kalıyor. Yani her olgu cürmü kadar hareket edebiliyor. Bilmiyorlar ki her bir hücre bir matematik programın temsilcisi konumunda emir almış emrin gereğini yapıyorlar. Belli ki bunlar dört adet aminoasidin tek başına yapacağı işler değil, gizli bir “ol” emri ilahi kaynaklı şifreyle ilgili bir yaratılış olayıdır. Dolayısıyla fiziksel ve kimyasal değişiklikleri orijinal programla karıştırmamak gerekir. Kaldı ki sapla saman aynı şeyler değil. Bilindiği üzere proteinler aminoasitlerden yapılmıştır. Yani DNA molekülünün hücreye göndereceği mesaj; “Özel bir protein yapmak için belirli bir aminoasidi, bir başka zincirde uygun yere koy” şeklinde talimat varı kodla gerçekleşmektedir. Üstelik DNA’nın her bir aminoasidin yapımına yönelik verilen talimatlar bir diğer talimatla karıştırılmayacak şekilde dizayn edilip servis edilmektedir. Buna göre 46 kromozomluk bir hücrede 20 çeşit amino asit olduğuna göre en az 20 çeşit şifreye ihtiyaç vardır. O halde şifre sözcükleri iki veya daha fazla nükleotidden meydana gelmek zorundadır. Mesela 4’lü nükleotidin her biri bir amino asit şifrelemiş olsaydı 4 harfli 20 amino asit şifrelenecekti. Fakat söz konusu 4 harflik talimat 20 aminoasidi şifrelemeye yeterli değildir. Keza dört farklı nükleotidin ikişerlik kombinasyonu ile 42= 16 çeşit sözcük meydana gelip, bu da 20 çeşit aminoasidi şifrelemeye yeterli değildir. O halde nükleotid kodonların en az 3 nükleotidden meydana gelmesi gerekmektedir. Nitekim nükleotidler 3’erli gruplandığı zaman 43=64 çeşit kombinasyon ortaya çıkmaktadır. Yani 64 kodonun herhangi bir üçlü grubu DNA’daki enformasyonun bir kelimesine denk düşmektedir. Hatta bu kelimeler üçlü nükleotidden meydana geldiği için triplet denmekte, ayrıca bir şifre kelimesi olduğu içinde kodon veya kod adını alırlar.
Şurası bir gerçek kod sözcüklerinin triplet yapıda olduğunu doğrulayan deneyler Crick ve arkadaşları tarafından yapılmıştır. Crick ve arkadaşları deneylerinde gen haritasının rIIB mutantları olarak adlandırılan bölümünde bozukluk olan T fajını kullanmışlardır. Böyle mutantlar elbette ki DNA sarmalının herhangi bir dizisinde bir noksanlık veya bir miktar arızaların doğmasına yol açacağı muhakkak. Nitekim buna bağlı olarak Tütün mozaik virüsü(TMV) ile yapılan çalışmalar sonucunda nükleik asit zincirinde herhangi bir noktaya müdahaleyle birlikte polipeptid zincirinde birtakım kısmi değişmelere neden olduğu gözlemlenmiştir.
Kodon triplet olduğunda veya genetik komutun 1,2,3, 1,2,3.. şeklinde sıralandığını varsaydığımızda “....Bir mol ad üre yap ver” şeklinde bir mesajın ortaya çıkması ihtimal dahilindedir. Böyle bir harf sırası nükleotidlerin 3’lü gruplarından meydana geldiği içindir ki sözcükler (aminoasitler) bir nebze olsun anlam kazanabilmekte. Şayet yukarıdaki cümleden mol kelimesindeki ‘m’ harfi çıkarılacak olursa cümle “...Bir ola dizi rey apu er...” şekline bürünecektir. Bunun gibi cümleye fazladan girecek bir harfte ilk emrin orijinal niteliğini bozabilmektedir. Mesela “Bir” kelimesinin ‘i’ harfi ile ‘r’ harfi sırasına bir I harfi girdiğini düşünürsek cümle bir anda “...bir rmo Iad lür eya pve r...” şeklinde çığırından çıkabiliyor. Anlaşılan uzun bir cümle yapısında 2 noksan veya 2 fazla harf değişiklikle orijinal emirle arasında büyük bir uçurum olmaksızın uyumluk görebiliyoruz, ama kısa cümleler için aynı şeyi söyleyemiyoruz. Çünkü dar alanda 3 harf değişmektedir. Peki bu üç kodonlu triplet dünyasında durum bu iken daha kompleks yapılarda durum vaziyet kim bilir nasıldır. Zira önümüzde artık triplet dizisi yok, bir organizmanın bütünü var artık. Mesela en basit protein molekül olarak bildiğimiz insülini meydana getiren proinsülin bile 80 amino asitlik bir zincire ihtiyaç duymaktadır. Madem 84 amino asitlik donanıma ihtiyaç var, o halde bir proinsülin içeren protein molekülünün tesadüfen meydana gelme ihtimali 20 rakamının 84’üncü kuvvetine tekabül eden 109 sıfırlı bir rakama muhatap kalmakta söz konusudur. Ki; bu durum tesadüfî değil, yaratılışı teyit etmektedir. Zira nice organlarımız kâinat kadar büyük hesap makinesine bile sığmayacak türden rakamların üstesinden gelip, tesadüfe meydan vermeyecek şekilde “Durmak yok yola devam” dercesine an be an faaliyetlerini yürütmeye devam ettiriyorlar.
Tesadüf denilen ucube şey cebimizde taşıdığımız birden ona kadar sıralanmış madeni paraların her birini dışarıya çıkarmada bile gücünün zayıf olduğunu anlamaya yeter artar bile. Şöyle ki; cebimizden bir numaralı madeni parayı çekme ihtimali 1/10’dur. 1 ve 2 numaralı paraları arka arkaya çekme ihtimali 1/100’dür. 1, 2 ve 3 numaraları çekme ihtimali 1/1000’e inmekte. En nihayet 1, 2, 3, 4 ve 10’a kadar karışık halde bulunan bu paraları çekme ihtimali on milyarda bir orana düşmek demektir ki, bu rakam cebimizden istediğimiz şekilde para çekmenin öyle kolay bir iş olmadığının delili olarak ortaya çıkmaktadır. Kaldı ki bilardo toplarının hareketinde bile tesadüfe meydan verilmeyecek şekilde ustalık gerektiren bir oyun sistemi olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla tüm bu örneklerden hareketle en iyimser tahminle bir proteinin bir kereciğine de olsa tesadüfen meydana gelme ihtimali 1080 gibi bir rakama denk düşer ki, bu sayı kâinatta mevcut olan tüm elektron sayısının üstünde bir sayıdır.
KOD SÖZCÜKLERİNİN YAPISI
Canlılardaki benzer görünümlü (homolog) organlar birbirinden çok farklı genetik kodlar (DNA şifreleri) tarafından belirlenmektedir. Dolayısıyla bu durum evrimcilerin homolog organları (benzer organlar) evrime delil sunma çabalarını destekler nitelikte değildir. Elbette ki Biyoloji bilimi farklı canlı türleri arasında morfolojik benzerlikleri homoloji olarak tarif etmektedir, ama bu tarifle kalmaktadır. Dolayısıyla bu tariften evrim çıkmaz. Çünkü ortada homolog yapılara sahip canlıların ortak atalarının fosilleri yok ki, böyle bir iddia da bulunulabilsin. Hadi fosilden vazgeçtik bu tip canlıların genetik şifreleri de birbirinden çok farklı durumda. Hatta embriyolojik safhalar da birbirleriyle uyumlu değildir. Kaldı ki iki ayrı sürüngen arasındaki temel farklılıklar balıkla memelinin arasında ki farktan daha büyük çaptadır. Mesela yine birbirine benzermiş gibi görünen bakteriler arasında ki farklılığın memeliler ile amfibiyenler arasındaki farklardan daha devasa büyüklükte olduğu belirlenmiştir. Yani anlaşılan o ki yüzeysel benzerlik hikâyesiyle bu mızrak çuvala sığmamaktadır. Bırakın maymun maymunluğuyla kalsın insan da insanlığıyla kalsın. Demek ki dış görünüşe aldanmamak gerekir. Yunus misali “Bir ben var birde ben den içeri var” şeklinde gerçeği dile getirmek gerekir. Zira dış görünümce benzer yapıların iç âlemde farklı genler tarafından kontrol edildikleri açığa çıkınca evrimci anlayışlar bir anda tarumar oldu diyebiliriz. Hatta kod dünyası meseleyi bir çırpıda çözmeye yetti bile. Kod kelimelerinin ne şekilde çalıştığını veya kod sözcüğünün nasıl olduğunu bulabilmek için bir takım deneyler yapılmışta. Zira Ochoa RNA nükleotidlerini birbiriyle birleştiren bir enzim bulmuştur. Sonra ve Nırenberg ise bu enzimi kullanarak istedikleri nükleotidlerden meydana gelmiş suni (yapay) RNA’lar üretmişlerdir. Yapay RNA’nın hangi tip protein yaptığını göstererek şifre sisteminin yazılımını açığa çıkarmaya çalışmıştır. Dikkat edin şifrenin aydınlatılması veya bugünkü anlamda internette şifre kırma olayına benzer denemelerle bir takım perdeler aralansa da, tam manasıyla şifre değişimi asla söz konusu değildir. Nitekim insanlık bunca yıldır zararlı böcek ve mikroplara karşı mücadelede gerek antibiyotik ve gerekse böcek öldürücü ilaçlar kullanmalarına rağmen zerre miskal ne mikroplar da ne de böceklerin genetik kodlarında değişiklik emaresine rastlanılmamıştır, tam aksine bir sonraki nesle güçlü bir şekilde hayatlarına devam etmişlerdir. Meydana gelen değişiklikler sadece hücrelerin savunma sistemindeki değişikliklerdir, dikkat edin genetik şifrelerde herhangi bir değişiklik demiyoruz. Keza radyoaktif azot ihtiva eden proteinler koli basiline transfer edildiğinde bu azotun genetik şifrelere sirayet edemediği gözlemlenmiştir. O halde bu gerçeklerden hareketle herhangi bir karıncanın bütün vücut yapısı veya duyu organlarına ait çift antenlerle ilgili genetik şifrelerin rasgele birtakım kazalar neticesinde teşekkül ettiğini söyleyebilir miyiz? Zaten böyle bir iddiada bulunmak akla ziyan bir davranış olsa gerektir.
Biyokimyacılar Ocha’nın kullandığı enzimi urasil nükleotidden meydana gelmiş proteinlere uyarlayınca ortada sadece fenil alanin amino asidinin meydana geldiği görülmüştür. Anlaşılan o ki bu çalışmadan 3 urasil nükleotidli bir diziye ait “Bir fenil alanin molekülünü diğer asitlere bağla” anlamına gelebilecek bir sonuç çıkabileceği gibi, zincirde yer alan 3 urasil nükleotidli her gruba ait “Aynı amino asitten bir tane daha ekle” anlamında bir RNA şifresinin açığı çıkması da söz konusu olabilmektedir. Bu sonuçlar bize sadece DNA şifresi hakkında bilgilenmemize ışık saçmaktadır, hiçbir zaman bir canlıdan başka tür canlı yaratma olayına delil teşkil etmeyecektir.
Diğer yapay RNA’larla yapılan çalışmalar sonucunda ise;
Poly-A (A-A-A........) dizilimine uyan polipeptidin polylysin olduğu, Poly-S (S-S-S...........) dizilimine uyan polipeptidin ise poly-proplin olduğu belirlenmiştir. Fakat tüm çabalara rağmen Poly-G (G-G-G....) dizilimine uyan herhangi polipeptit zinciri elde edilememiştir.
Anlaşılan dünyanın yaşı 5 milyar olduğunu varsaydığımızda bugüne kadar protein elde etmek için harcanan bunca çabadan ortaya çıkan ihtimal hesapları 1/100 değil, 1/1000 değil, 1/1000 değil, 1/1000000 değil, derken nice değiller zinciri yüz bin trilyonda biri katbe kat aşacak tarzda sıralanırlar. Böylece değiller zinciriyle yaratılışa karşı meydan okuma girişimlerine geçit vermeyen bir gerçek ile yüzleşiriz. Üstelik bu tür hesaplamalar bir protein için yapılan bir değerlendirmelerle sınırlı kalmaktadır. Birde bunun üçüncü, dördüncü, beşinci vs. ayakları var ki işler daha da karmaşık hale gelmektedir. Nitekim protein sentez olayında üçüncü bir protein elde ihtimali 10520’de 237, dördüncüsü için 10520’de 236, beşincisi için ise 10520de 235……vs. şeklinde sıralanmaktadır. Hatta bu sayılara birbirine çarptığımızda ise en basit canlı için gereken 239 cins proteinin teşekkülü için gereken dudak uçurtucu meçhul ihtimal sayısını elde ederiz. Hele hele birde bu hesabı tüm canlılar için yapılmaya kalkışıldığında işin içinden çıkılmaz bir hal alacağı muhakkak. Bu dudak uçurtacak sayılar bazıları için Yaratıcı karşısında teslimiyeti, bazıları içinse tesadüfün karşısında boyun eğmek anlamına gelebiliyor. Tabii hiç kuşkusuz bizim tercihimiz birincisinden yanadır.
TRİPLET YAPIDAKİ NÜKLEOTİDLERİN SIRALANIŞI
Nasıl ki bir sanat sanatkâr sahibini gösteriyorsa bir harfte elbette ki kâtibine işaret etmektedir. Dolayısıyla amino asitlerin dizilişi de DNA’nın varlığını ortaya koymaktadır. Buradan hareketle nükleotid dizilişinin anlam kazanabilmesi için DNA ile birlikte incelenmesi gerekmektedir. Nitekim tripletlerdeki nükleotidlerin dizilişi hakkında Nrenberg, Mathei ve Khorona birbirlerinden bağımsız olarak çalışmışlar ve birbirlerini destekleyen sonuca ulaşmışlardır.
Nrenberg , tripletin ribozomlarda belirli bir cins amino asidi özel şekilde zincire bağlamalarından hareket ederek bir liste çıkarmıştır.
Bilindiği üzere amino asid molekülleri birbirleriyle peptit bağları ile bağlanarak protein yapılı polipeptit zincirleri oluştururlar. Zaten birbirinden farklı protein molekülleri değişik sayılarda değişik cins amino asitlerin farklı şekillerde dizilmesiyle meydana gelmektedir. Khorona ise bu bilgilerden hareketle yapay RNA’lar elde ederek bunların şifrelendiği amino asitleri bulmuştur. Buna dayanarak yine aynı listede verilen DNA kelimelerin karşlığı olan aminoasitler elde edilmiştir. Bu listedeki tablo incelendiği zaman bir amino asidin 4 harfli, bazen ise 6 değişik harf ile şifrelendiği görülür. Örneğin; S-U-G tripletteki lösini şifrelemekte, U-S-G ise serini şifrelemekte. Bunlardan başka valin, treonin, alanin, anjinin ve glisin 4 değişik tipte şifrelenirler. Ayrıca bazı şifreler aminoasitler yönelik değil başka anlamları belirtmek için görev yapmaktadır.
Şurası bir gerçek 20 çeşit amino asidi bağrında taşıyan 100 amino asitlik bir proteinin tesadüfen meydana gelme ihtimali 1 rakamının arkasına 100 tane sıfır koymak gibi bir hesapla karşı karşıya kalmak demektir. Hatta bu işi birde atom seviyesinde hesaplandığında tüm hesapların altüst olacağı muhakkak, artık rakamların bile gücü yetmeyeceği bir tablo görülecektir.
Bazı araştırıcılar genetik kodların birbiri üzerine taşan şifrelerden söz etmişlerdir. Neyse ki bu fikri çürüten doneler Wıllıam Wıttman’ın Tütün mozaik virüsü üzerinde yaptığı denemelerle gün yüzüne çıkmıştır. Virüs RNA’sındaki bazı nükleotidler kimyasal işlemlerle değiştirildiğinde protein yapımında yalnız bir aminoasidin değiştiği görülmüştür. Proteinlerde 2 amino asit değiştiğinde ise bunların kesinlikle yan yana bulunmadıkları tespit edilmiştir.
Birbiri üzerine taşan üçlü grubun herhangi bir nükleotidi yanında diğer bir üçlü gruba ait yan yana iki aminoasidin değişmesi beklenirdi ki, ama böyle bir şey olmadığı gibi şifrelerin birbiri üzerine taşması da söz konusu değildir. Sonuç olarak diyebiliriz ki DNA’da 64 tane kodonluk üçlü kader yazısı DNA’daki enformasyonun bir kelimesine denk düştüğüne göre hücre enformasyon bakımdan herhangi bir darlık veya kıtlık içerisine girmemektedir. Aksine bolluk, cömertlik ve hatta kendinden emin garanti içerisinde yüzmektedir. Maalesef evrimciler farklı canlı türlerine ait DNA şifrelerinin veya protein yapılarının benzer olduğundan dem vurarak kendilerince kod dünyasını evrime uyarlamaya çabalamaktadırlar. Hatta insanın atası diye sundukları maymun DNA’sı ile insan DNA’sının birbirine uyumlu olduklarından bahsederler. Oysa insanda 46 kromozom, şempanze ve gorilde ise 48 kromozom vardır. Şayet DNA bazında uyumluluğu evrime delil olarak gösterilecekse maymundan ziyade bunun için daha çok patates iyi örnek olabilirdi. Çünkü patatesin kromozom sayısı ile insanın kromozom sayısı 46’dır. İşte bu örnekten de anlaşıldığı üzere DNA benzerliği evrime hiçbir zaman delil olarak sunmak büyük bir usul hatası olsa gerektir.
Hakeza Adli Tıp ve Polis kriminal laboratuarlarında gerek olay yeri incelemeleri gerekse nesep davalarıyla ilgili davalarda STR gen bölgelerinin tespitine yönelik çalışmalar sonucunda; tek tipte erkek ve kadın karakterli DNA tiplemelerinin yanı sıra cinayet ve tecavüz gibi konularla alakalı karışım halde (mix) DNA profilleri elde edilmektedir. Elde edilen profiller sayesinde kişilerin gen dizilimi ortaya çıkabilmektedir. İşte bu gen dizilimleri sayesinde nesep davalarında çocuğun ebeveynleri belirlenebilmekte, cinayet ve tecavüz gibi olaylarda ise şüpheli şahıslara ait DNA profillerin karşılaştırılmasıyla birlikte birçok olay aydınlatılabilmektedir. Dünyada ne kadar insan varsa bir o kadarda kişiye has DNA tiplemeleri söz konusudur. Tek yumurta ikizlerin haricinde hiç kimsenin DNA tiplemesi bir başkasının DNA tiplemesi ile tıpa tıp aynı olmaz. Dolayısıyla DNA tiplemelerinde kaç gen bölgesiyle çalışılırsa çalışılsın mutlaka kişinin kendine özgü bir DNA tiplemesi mevcuttur. Bu tipleme kişinin aynı zamanda aidiyet kimliğidir. Nitekim kişiye has DNA diziliminin bir başka kişi ile aynı olma ihtimali yok denecek kadar azdır. Madem canlılık için belli bir dizilim gerektiriyor o halde tüm evrende yaşayan tek bir canlıya özgü (bir defaya mahsus) bir dizilim mevcuttur. Bu nedenle bir kişiye ait DNA tipleme rakamlarını tesadüfen dizilimini oluşturma ihtimali, bir maymunun bilgisayar klavye tuşlarına bastığında hiç hata payına meydan vermeden iki satır cümle yazma ihtimali kadar zayıftır diyebiliriz.
DNA’DA CÜMLELER (Genler) VE CİLTLER (Kromozomlar)
Canlı sistemler son derece kompleks bir yapıya sahiptirler. Dolayısıyla herhangi bir sistemin tesadüfen kendi kendine meydana geldiğini söylemek akla ziyan bir hezeyan olsa gerektir. Malum olduğu üzere harflerden kelimeler, kelimelerden cümleler meydana gelmektedir. Yani hücrelerde ki biyokimyasal faaliyetler DNA moleküllerinde şifrelenmiş kodlara göre ayarlanmaktadır. Bu yüzden DNA’ya bilgisayar gözüyle bakılmaktadır. Çünkü artık Sibernetik çağda cümleler ikili sistem denilen 0 ve I sembollerle(evet-hayır) karşılık bulmakta. Böylece bu ikili sistemle ciltler dolusu eserler bilgisayar ekranına yansıyabilmektedir. Hatta yabancı dilin bile çevrimini bile anında yazılıma çevirecek sistem bu su ikili sistem sayesinde gerçekleşebiliyor. Buradan hareketle hiçbir sistem kendi kendine çoğalamamaktadır. Zira hiçbir sistemin çarkı kendi kendine dönememekte, mutlaka bu sistemin işlemesi için bir yönetici gene ihtiyaç vardır. Nitekim canlı organizmalar DNA molekülleri tarafından yönetilmektedir. Yani sistem başsız değildir. Kaldı ki DNA üzerinde birçok kodonlar da daha büyük enformasyon (bilgi) birimi olan bir başka geni meydana getirebiliyor. Hatta insan DNA’sında bir milyondan fazla gen vardır. Bu genlerin çoğu uzun veya kısa bir protein moleküllerle karşılık bulur. Bazı genler ise daha başka görevler için kullanılır. Bu yüzden her biri ayrı bir protein şifresi taşıyan genlere strüktürel genler denmektedir. Dolayısıyla mRNA’lar bu şekildeki strüktürel genlerin birer komplamenter kopyası olarak iş görmektedir. Şimdi bu gerçekler ortada iken hala DNA molekülünün tesadüfen sentezlediğini söyleyebilir miyiz? Üstelik DNA’nın kontrolünde iş gören binlerce enzim adeta seferber olup her biri DNA zincirinde bir gene karşılık sentezlenmektedir. Bu kadar komplike işleyen mekanizmaya hala tesadüfi deniyorsa, bu kadarına da pes doğrusu demekten başka ne diyebiliriz ki. Bu iddialarını ispatlayamayacaklarını bildiklerinden bu kadar kompleks yapıların ansızın değil aşama aşama zaman içerisinde ortaya çıkabileceklerini ileri sürmeye başladılar. Yani sıkıştıklarında işi zamana havale etmeyi yeğliyorlar. Daha da işi ileri götürerek bir sistem birinci basamaktan ikinci basamağa, daha sonra üçüncü basamağa doğru ilerlediğini söylemekteler. Daha da hızlarını alamayıp her basamakta çevresine uyum sağlayanların ayakta kalıp yoluna devam edebileceklerini, her hangi bir basamakta takılanların ise zararlı kabul edilip bir üst basamağa terfi edemeyeceklerini basit bir konumda kalacaklarını dillendirmektedirler. Bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere ön kabullerine dayanak olarak rasgele oluşan mutasyon ve tabii seleksiyonu esas almışlardır. Oysaki kendi ön yargıların doğru kabul etsek bile seleksiyonla iki faydalı mutasyon taşıyan kuşağı oluşturmak hiçte kolay bir iş değil. Bir kere bunun için takriben bir milyon yeni kuşak üretmek gerekir ki bu havanda su dövmek gibi bir şeydir. Maalesef evrimciler bir türlü mutasyonlara olduğundan fazla misyon yükleyip ne zararlı olduklarına ne de tabi seleksiyonla popülâsyon içerisinde mutant varlıkların işe yaramaz olduklarına inanırlar.
Yale üniversitesinden Dr. Harold J. Morowitz en basitinden bir canlının hayatını idame ettirebilmesi için en azından 239 çeşit proteine gerek olduğunu matematiksel olarak ortaya koymuştur. Hatta bugün itibariyle bilinen en küçük bakteri cinsi olan Mycoplasma hominis (H 39’un) 60 çeşit amino aside muhtaç olduğu bir sır değil artık. Üstelik DNA’nın toplam uzunluğu canlıdan canlıya değişebilmektedir. Örneğin bir bakteriofaj DNA’sı 10 mikro litre uzunluğunda olup, bakterilerinki 1mm, memelilerinki ise 10 cm olarak hesaplanmıştır. Keza bazı araştırıcılara göre insan DNA’sı 100 cm uzunluğunda olduğu belirlenmiştir. İşte bu rakamlardan hareketle 10 mikro litre uzunluğundaki bir bakteriofaj DNA’sında 3x104 nükleotid (harf) bulunacağı hesaplanmaktadır ki bu veriler normal bir kitap için 3x103 harfli bir sayfaya tekabül etmektedir. Yani bir bakteriofaj DNA’sı 1000 sayfalık 1 cilt demektir. Bir başka ifadeyle canlıların büyüyüp çoğalmaları için gereken bilgi yığını bu bahsettiğimiz nükleik asit moleküllerinde muhafaza edilmektedir. Dolayısıyla bu bilgi yığını sayesinde nükleik asitler kromozomları oluşturmak üzere bir çift heliks şeklinde birbirlerine bağlanırlar.
Memeli hücrelerinde durum daha farklıdır. Nitekim 100 ciltlik insanda yaklaşık her biri 1000 sayfa olmak üzere hücrelerinde 1000 ciltlik enformasyon taşırlar. Gerçekten de insan DNA’sı 1000 ayrı ciltlik 46 ayrı kromozoma pay edilmiştir.
Anlaşılan o ki tüm organizmaların hayatsal faaliyetleri belli bir plan çerçevesinde kimyasal, fiziksel, psikolojik fonksiyon üstlendikleri ve bu fonksiyonlar genetik enformasyon liderliğinde ve denetimi altında işler hale gelmektedir. Hatta bu muazzam enformasyon deposu bilim adamlarınca bir canlının alın yazısı olarak kabul edilir.
Ayrıca hücreyi yöneten genetik enformasyon;
“—Bireysel enformasyon
—Toplumsal enformasyon” diye kategorize edilmektedir.
Hücre kendi organellerinin kuruluşunda ve işleyişinde hücrenin bizatihi beslenme, büyüme ve bölünme gibi unsurlar etken olmaktadır ki bu tür kendi ihtiyaçlarına hükmeden enformasyona bireysel enformasyon demektedir. Nitekim bireysel ve bağımsız yaşama karakterinde olan hücreler mikroplara has özgü bir durumdur. Ancak gelişmiş yapıdaki canlılarda bazen doku nizamının bilincine uymayan bir takım hücreler var ki bu hepimizin korkulu rüyası diye algıladığımız kanser hücresinden başkası değildir.
Toplumsal bilinç ise insan, bitki ve hayvanların hücrelerine özgü bir yaşama tarzıdır. Zira bir başka hücrenin diğer hücrelere ve çok hücreli organizmanın bütünü ile ilişki kurması bir tür sosyal dayanışma örneğidir. İşte sosyal dayanışmanın gereği tüm organizma hiyerarşik yönetime itaat edip gerektiğinde ona katkıda bulunmak için canhıraş çalışmaktadır. Bu yüzden genetik enformasyon grubunda hücrenin taşıdığı ortak model toplumsal enformasyon olarak sahne almaktadır. Ancak burada toplumsal enformasyonun bir bitki hücresi ile beyin hücresi arasındaki kimyasal yönden az bir farkın olmasından hareketle her ikisi de aynı orijinlidir deme handikap’ına düşmemelidir. Şayet böyle bir yanlışa düşersek hücreler arasındaki asıl farkın her hücre yapısında kodlu olan matematik programıyla ayırt edildiğinden habersiziz demektir.
Hücrenin yaşlanma sürecine girdiğinde her iki grup enformasyona ait genler gerektiğinde eylemli gruba alınarak çalıştırılır da. Fakat sırası geldiğinde işi bitenler eylemsizleştirilip yok edilirler. Yeter derecede büyüyen ve yapısı tamamlanan bir organda ise hücre bölünmeleri yavaşlar ve ancak ölen hücrelerin bıraktığı boşluğu yenileriyle doldurulur. Demek ki hücreler organizmaların verdiği sinyallere asla duyarsız kalmayıp hiyerarşik düzene mümkün mertebe itaat etmektedirler. Tabiî ki bu durum toplumsal enformasyon sayesinde olmaktadır. Ancak bir de unutkanlık denen olay var ki, bu tamamen vücudun protein sentezleme kabiliyetinin hız kesmesi veya yitirmesiyle ilgili bir husus olsa gerektir. Nitekim protein sentezi durağanlaşmaya başladıkça yeni işlemler eskilerden daha çabuk unutulur hale gelmektedir.
Canlı denen varlık kendi iç mekanizmasını belli limitler içerisinde koruyabilen ve kapalı sistemden oluşan ve aynı zamanda denge ayarına göre tanzim edilmiş homeostasis bir yaratıktır. Dolayısıyla canlı kendini dış etkenlerden bağımsız olarak soyutlayıp değişkenliğini dengede tutabilen bir donanıma sahip özelliktedir. Zaten kan basıncı, vücut sıcaklığı, nabız atım sayısı, kan şekeri gibi belli sabit değerler denge durumunun bir göstergesidir. Şayet bu denge ayarları normal değerler arasında seyretmezse vücut alarm vermeye başlamış demektir. Mesela vücut hararetinin 36,5 santigrat derecede olması gerekirken 40 santigrat derecelere çıkması veya kan şeker düzeyinin % 90–110 mili gram olması lazımken 250 miligram seviyeler yükselmesi gibi arızalar (semptomlar) normal homeostatik sınırların aşılması anlamına gelir ki, bu hastalık demektir. Dahası enformasyon kayıtlarında bir hücrede bağımsız bireysel enformasyon kaybedilmiş veya bozulmuşsa o artık hücre hastalanması veya ölümü demektir. Neyse ki bu arızı durum tüm organizmaya sirayet etmemekte, bilakis ölen hücrenin yerine bir başkası devreye girmektedir. Şayet bir hücrede toplumsal enformasyon kaybolmuşsa çoğu kez hücrede kontrolsüz üremeler baş gösterir. Bunun sonucundada organizma içerisine hücre anarşizmi denilen bir sarkom kanser hücresinin oluşumuna neden olmaktadır. Kanser hücresi de tıpkı bir bağımsız hücre gibi doku sorumluluğundan uzak bir hücre olarak dikkat çekmektedir.
Canlılarda şifrenin universal olması ( genetik şifre tüm canlılarda ortaktır)
Hücrelerdeki genetik şifrelerin nasıl meydana geldiği, ne şekilde değişikliğe uğradığı konusunda evrimciler cevap vermekten aciz durumdadırlar. Zaten matematikle pek barışık sayılmadıklarından şifre ismi geçtiği anda belli ki yüzleri gülmemektedir. Her şeyi program veya şifre dâhilinde açıklamak onlar için zor olsa gerektir. Bu yüzden biyolojik hadiseleri tesadüfî olarak ortaya çıktı demek hem kolay hem de analitik çaba gerektirmediğinden işin kolayına kaçıyorlar hep.
dedekorkut1
23 Eylül, 2011 - 20:06
Kalıcı bağlantı
PROTEİN SENTEZİ-4
PROTEİN SENTEZİ-4
ALPEREN GÜRBÜZER
Genetik şifre her canlı türü için aynı olmayıp, ancak belirli bir organizma için sabit kabul edebiliriz. Bazı araştırıcılar birbirinden uzakta olan canlılara ait şifreleri karşılaştırmak amacıyla birtakım deneyler yapmışlarda. Şöyle ki;
—Hayvansal virüslerin nükleik asitlerden hazırlanan preparatlarla bakterileri enfekte etmeyi denemişler. Bu durumda bakteri hücresi tıpkı bir bakteri virüsü tesiri altındaymış gibi virüse ait polipeptit sentez ettiği gözlemlenmiştir. Fakat bu deneyle yeni bir tür ortaya çıkmamaktadır. Yüce yaratıcının yarattığı orijinal malzemeyle ortaya birtakım şeyler koyma çabası olmaktan başka hiç bir işe yaramayan bir denemeden öteye geçememiştir.
— Bitkilerde hastalık yapan virüslere ait nükleik asitleri bakteri virüslerin özütlerinden hazırlanan yapay unsurlarla karıştırıldığında normal biyolojik fonksiyonlarına devam etmekle beraber biyolojik donanım aynı kalıp evrimleşme söz konusu değildir. Madem kendi keyfince üreme denilen bir hadise yok, o halde buna paralel tüm canlı hücrelerde biyolojik nizamı âlem orijinal olarak devam etmektedir.
— Çok değişik kökenli elemanların bir araya getirilmesiyle hazırlanmış yapay ortamlar sanki tek bir türün hücrelerinden yapılmış gibi davranmakla birlikte, şu da bir gerçek benzeri fonksiyonlar için Yüce Yaratıcı benzer yapılar kullanmış olabilir pekâlâ. Dolayısıyla her türün genleri değişmeyeceğine göre aynı canlıdan farklı canlı meydana asla gelmemektedir.
—Değişik organizmaların hücrelerinden hazırlanan ortamlara yapay bir mRNA aktarılınca birbirlerine uyan sonuçlar alınsa da yine asla yeni bir tür canlının meydana gelmesi söz konusu değildir. Kaldı ki deney metodunu evrime uygulamak hiçte öyle kolay gözükmemektedir. Nitekim Evrimci Theodosius Dobzhansky; deney metodunun milyonlarca sürebilecek bir olayın açıklanmasına yetecek sürenin bir araştırmacının ömrünü aşabileceğini itiraf etmek zorunda kalmıştır.
Matthaei ve Schoek iki bilim adamı insan plasentasından hazırladıkları hücresiz yapay ortamda 64 kod sözcüğün en az 27’sinin hem insan hem de E. Coli için müşterek (ortak) gibi gözüksede elde edilen bu tür bulgularla da canlılar dünyası için universal (müşterek) bir kod olduğu anlamı çıkmaz. Her şeyden öte embriyolojik süreç her canlıda farklı seyretmektedir. Dolayısıyla embriyonun gelişmesi esnasında ne ceninin (fetus) geçirmiş olduğu embriyolojik safhalar (ontogeni) ne de diğer başka canlılara ait embriyolojik benzerlikler evrime delil olamaz. Üstelik ortada homolog yapılara sahip canlıların ortak atalarının fosilleri yok ki, böyle bir iddia da bulunulabilsin. Çünkü birçok müşterek kombinezonlardan hareketle aynı atadan geldiğimiz varsayımına delil teşkil etmediği gibi bütüncül durum ortaya koyamamaktadır. Zira ne kurbağa insan DNA’sı, ne de insan kurbağanın DNA’sıdır. Dolayısıyla evrim varsayımları hep görüş olarak kalacaktır. Dahası canlılar dünyasında türler arasında benzerliklerin varlığı ortak atadan meydana geldikleri anlamına gelmez. Üstelik benzerliklere balıklamasına dalıp mal bulmuşçasına sevinenler her nedense canlılar arasındaki bariz farklılıkları gördüklerinde teğet geçmektedirler. Şayet birbirine benzer iki canlı veya birçok benzer canlılar aynı atadan gelmişlerse bunların birbirine dönüşünü gösteren bir silsile serisi, aynı zamanda birbirleri arasında geçişlerin nerede noktalandığı ve terfi ettiği kademeye nerede başladığını gösteren bir delil ortaya koyulmalıdır. Madem canlılar arasındaki üniversallıktan (birliktelik) söz ediyorsunuz o halde aminoasitlerin tRNA’daki seçme (kodon tanıma) alanlarını uzaysal yapıları arasındaki uygunluk tanımı mı yapmak lazım, yoksa canlıların evrimi ile ilgili olduğunu mu? Elbette ki bu tür varsayımlar evrimle uzaktan yakından alakası yoktur. Zira genetik kodon anlamını değiştiren mutasyonlar hemen hemen öldürücü olduklarından evolosyon sırasında eklendikleri varsaysak bile baskın halde gün yüzüne çıkamazlar.
Biyolojik şifreyi şöyle özetliyebiliriz:
—Her bir şifre bir üçlü nükleotid grubundan meydana gelmiştir.
—Her üçlü kodon müstakildir (özeldir). Nükleotidlerin üst üste birikmesi söz konusu olamaz.
— Birçok aminoasitler birden fazla üçlü kodon tarafından yönetilir.
—Belirli bir üçlü kodon birden fazla amino asidi yönetemez. Üçlülerin sadece bir amino asidi yönettiği bulunmuştur. İstisna olarak U-U-U üçlüsünün fenil alaninden başka pek az miktarda lösinide yönettiği ortaya çıkarılmıştır.
—Bazı şifreler aminoasitleri şifrelemezler. Bunlar protein sentezinin başlatılması ve sonlanması gibi diğer işlerde kullanılır.
— Her canlı organizmada aynı aminoasitler aynı üçlüler tarafından yönetilir. Yapılan araştırmalarda memelilerdede E. Colideki gibi diğer canlılarında aminoasitleri kendine özgü üçlü kodonlar tarafından yönetildiği gösterilmiştir.
Hücre çekirdeğine giren ve DNA’ya katılan yeni birimler
Mutasyonlar
Canlılarda gen kombinasyonlarının dışındaki diğer sebeplerle ve ani olarak meydana gelen kalıtsal değişmelere mutasyon denmektedir. Yani mutasyon terimi genellikle kromozom yapısı değişmeleri veya kromozom sayısı değişmeleri, ya da genlerin yapısındaki fiziksel ve kimyasal değişmeleri ifade etmek için kullanılmaktadır. Fakat gel gör ki evrimciler tarafından mutasyona olduğundan daha fazla misyon yüklenerek yeni bir canlı türün doğuşuna neden olan bir hadise gözü ile bakılmaktadır. Bir başka ifadeyle mutasyon gibi arızalı bir yapıya deha kavramının bile yetişemeyeceği bir anlam yüklenmektedirler. Hâsılı her canlı tipin genetik yapısı kendine özgü olup mutasyonla ne bir canlı eksilmiş ne de yenisi türemiştir. Üstelik kendi keyfince üreme denilen bir hadise de yok zaten, tam aksine tüm canlı hücreler biyolojik nizamı çerçevesinde iş görmektedir.
Kromozom yapısı değişmeleri
Kromozom yapısı değişmeleri kendiliğinden meydana geldiği gibi radyometrik sebeplere bağlı olarak x ışınları, ultraviole ışınları, gama ışınları ve çeşitli kimyasal maddeler kullanılmak suretiyle suni olarak da meydana gelebiliyor. Bu amillerden herhangi birisine maruz kalan hücrelerin kromozomları enine olarak bir veya daha fazla noktadan kopabiliyor. İşte bu kopmalar kromozomlarda yapısal değişmelere sebep olmaktadır. Ancak mutasyona bağlı olarak genlerin dizilişinde meydana gelen kopmalar veya birtakım istisna arıza türünden milyonda bir görülen ani değişiklikler olup asla evrime delil niteliğinde değildir. Çünkü söz konusu mutasyona uğramış genetik yapı bütünüyle değişikliğe uğramadığı gibi ortaya yeni bir canlı tür meydana getirememektedir.
Defisiyens ve Delesyon
Her ikisinin de ortak noktası kopma olup, aynı zamanda kromozomların parça (segment) kaybetmesi olayı olarak bilinmekteler. Yani herhangi bir nedenle kromozomun ucundan bir parça kopar ve kaybolursa bu olaya defisiyens, aradan bir parça kopar ve kaybolursa buna da delesyon adı verilir. Defisiyensle kromozomun tek yerden kopan kısmın aradan çıkmasıyla birlikte kalan uçlar tekrar birleştiği gözlemlenmiştir. Dolayısıyla her iki halde de sentromer ihtiva etmeyen kısımlar hücre içerisinde göreve yapamaz konumuna düşüp kaybolmaktadırlar.
İngiltere kıyılarındaki Man adasında yaşayan kuyruksuz kedi (Manx) evrimcilerin dikkatini çekmiş olacak ki onun adeta kuyruksuz oluşundan medet ummaktadırlar. Oysa söz konusu bu kedi birileri tarafından kuyruğu kesilmesi sonucunda kuyruksuz hale dönüşmüş değil. Belli ki kuyruğa has bir genin kopması veya kaybetmesiyle alakalı bir husus var ortada. Bir kere mevcut geni kaybetmeye dur, elbette ki bu durumda Manx kedisinin kuyruksuz doğmasından gayet tabii ne olabilir ki. Çünkü ortada kaybedilmiş gen söz konusudur. Bu olayda asla evrimleşme olayı yoktur. Dahası hem insan, hem de kuyruksuz maymunların (apes) bundan takriben 3 milyon önce ortak bir atadan türedikleri ileri sürülmekteydi. Hatta fosil hominoidler kuyruksuz maymunlar ve insanlar için söylenile geldi, hominoidler ise yarı insanlar için kullanılan bir kavram olarak dile getirildi hep. Oysa bu tür kavramlarla evrimciler insanı insanlıktan çıkarıp hem atasını hem de kendisini hayvanlaştırmak isteseler de böyle bir ortak atayı gösteren bir fosilin yokluğu değim yerindeyse uykularını kaçırmaktadır. Kısaca evrimcilerin insanın atası diye ilan ettikleri maymunların kuyruklarının zamanla körelerek insanda kuyruk sokumu halinde oluştuğunu söylemek büyük bir yanılgıdır. Kaldı ki; maymun kuyruğu sayesinde bir fındık tanesinden küçük yiyecekleri bile toplayabilmektedir, yani burada kuyruk parmak görevi yapmaktadır. Ayrıca bazı maymunlarda apandisitin olmaması da başka bir handikap olarak karşımıza çıkmaktadır.
Inversiyon
Bir kromozomdan kopan bir parçanın koptuğu yerde 180 derece dönmesinin ardından yapışmasına inversiyon denmektedir. İnversiyonun delesyondan farkı kopan segmentin ters olarak eski yerine dönmesidir. Yani orijinal kromozomda genlerin dizilişi A, B, C, D, E, F, G şeklinde olduğu halde inversiyon neticesinde A, B, C, F, E, D, G halini alırlar.
Duplikasyon
Bir kromozomun belli bir kısmında genlerin iki veya daha fazla ihtiva etmesi demektir. Yani duplikasyon delesyonun aksine bir parça çoğalması demektir. Dahası duplikasyonla homolog kromozomların herhangi bir noktasının birbirine temas etmesinden sonra o noktada bir kopmayla birlikte yeniden birleşip ilave parçalar eklenmektedir.
Translokasyon
Translokasyon homolog olmayan kromozomlara ait kaybolan kromozom parçasının taşınıp veya yer değiştirip başka bir kromozoma yapışması olayıdır. Demek ki farklı homolog çiftlerine ait kromozomların birbirini kat etmesi bu temas noktasında bir kopmaya sebep olabiliyor. Yani bu kopan parçalar bir translokasyon meydana getirerek sonunda anomali halde birleşebiliyor.
KROMOZOM DEĞİŞMELERİ
Bitki ve hayvanlar âleminde kromozom sayısı cinsten cinse, hatta türden türe değişiklik göstermekle beraber her türün çeşitli fertlerinde kromozom sayısı sabit kalmaktadır. Genellikle her canlının her hücresi kendi türü için karakteristiktir. Bu yüzden eşeyli üreme gösteren canlılarda gametlerin ihtiva ettiği kromozomlara takım veya genom adı verilmektedir. Genomların sayısı “n” ile gösterilip haploit (monoploit) özelliktedir. Somatik hücrelerin gametleri iki misli kromozom ihtiva ettiklerinden onların kromozom sayısı da 2n olmaktadır. Yani diploittirler. Fakat bir kısım canlılarda bu diploid (2n) kromozom sayısının değişebildiği belirlenmiştir. O halde bu arızi değişmeleri muhtelif kısımlara ayırarak inceleyebiliriz.
Euploidi
Bir takımdaki kromozomların birden başlayıp tam katlı yükselmesi ya da tam tersi o kromozom takımının organizmada tek bir defa bulunması olayıdır. Bir başka ifadeyle kromozomlar bu olayla birlikte hem monoploid hem de poliploid şeklinde sahne alabilmektedir. Dolayısıyla bu iki tipi şöyle izah edebiliriz:
Monoploidi
Nadiren bazı hayvan ve bitki hücrelerinde sadece bir takım veya n kromozom ihtiva edip buna monoploid denmektedir. Örneğin bal arılarında erkek fertler döllenmemiş yumurtaların gelişmeleri ile meydana gelmektedir. Keza deneysel olarak temparetür şartlarına maruz kalan Tritirus yumurtaları ise gelişerek monoploid fertler meydana getirmektedirler.
Poliploidi
Bir takımdaki kromozomların hepsinin birden sayısının 3 veya daha fazla kata yükselmesi olayıdır. Bu olay neticesinde 3n, 4n, 5n gibi daha artış kaydeden katlarda kromozomlu fertler meydana gelebiliyor. Bunlar sırasıyla triploid, tetraploid, pentaploid vs. olarak bilinmektedir.
Poliploidi fertler; Mayoz bölünme sonucunda kromozom sayısının yarıya indirgenmesiyle birlikte somatik hücrelerdeki kadar genoma sahip gametlerin teşekkül etmesiyle oluşan fertlerdir. Aynı zamanda bu tip fertler zigotun ilk bölünmesi esnasında enine çeperin teşekkülüne mani olmak suretiyle kromozom sayısının iki kata yükselmesi sayesinde meydana gelirler. Bu arada Poliploidi fertlerde kendi içerisinde birtakım türlere ayrılmaktadır. Şöyle ki;
—Autopoliploidi (Autoploidi)
Autopoliploidi de mevcut olan genlerin hepsi aynı türden meydana gelir. Örneğin eğer bir diploid ferdin toplam genomu AA ise autopoliploid fertler 4A, 6A, 8A, 10A şeklinde tezahür edecektir.
Yine autopoliploidi de mevcut genlerin bir kısmı aynı türden diğer bir kısmıda başka türden meydana gelebilmektedir. Mesela AA ve BB genomları taşıyan iki fert çaprazlanırsa AB genomu taşıyan bir zigottan diploit bir fert hâsıl olacaktır. Şayet bu zigotun kromozom sayısı 2, 3, 4 katına çıkarılırsa 2AB (AA BB), 4AB(AAAABBBB) gibi alloploid fertler meydana gelecektir.
— Endopoliploidi
Endopoliploidi endomitoz adı verilen olayın bir neticesinde doğmaktadır. Nitekim bazen farklılaşmış ve bölünme yeteneğini kaybetmiş hücrelerde çekirdek zarı kaybolmadığı halde kromozomların uzunlamasına bölünerek sayılarını 2 veya daha fazla kata yükselttikleri görülmüştür. Ancak bu olayda iğ iplikleri teşekkül etmez. Bu yüzden endomitozla oluşan kromatidler birbirinden ayrılarak bağımsız kromozom halini alırsa bu olaya endopoliploidi (polisomati), birbirine yapışık kalarak kromatid paketlerinden ibaret dev kromozomların meydana getirilirlerse bu olaya da politeni denmektedir. Zira Politeni, Dipter (örneğin Drosophila) larvalalrının tükürük bezlerinde sık sık görülmektedir.
— Autopoliploidy
Autopoliploidy bir takımdaki kromozomlardan birinin veya birden fazla türün genom sayısının artırması olayıdır. Dolayısıyla bu tip fertler autopoliploidy gametlerin normal haploid sayıdan daha fazla veya eksik sayıda kromozom ihtiva eden gametlerin ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. (Non-dujuntion olayı ile meydana gelen gametlerde birinde kromozom sayısı n+1, diğerinde ise n–1 şeklindedir) Bu arada Autopoliploidy 3 tipte tezahür edebiliyor. Şöyle ki;
—Monozomi
Diploid bir fertte tek bir kromozomun tamamlanmamış veya eksik olması olayıdır. Böyle bir fert non-dısjunctıon olması dolayısıyla bir kromozom eksik olan bir gametin (n–1), normal bir gametle birleşmesi neticesinde meydana gelir. Böylece n–1 x n = (2n–1) şeklinde formüle edilen monosomik durum turner sendromu olarak sahne alır.
—Nullisomi
Bir canlıda bir kromozom sayısının homoloğu ile beraber eksik olması olayıdır. Böyle diploit fertler 2n–2 ile gösterilir. Dahası Nullisomik fertler nondısjunctıon olayı sonucu aynı çeşit kromozomunu kaybetmiş olan 2 gametin birleşmesiyle meydana gelir. Böylece bu durum n–1 x n–1 = (2n–2) şeklinde formüle edilir.
—Polisomi
Bir takımda bulunan kromozomlardan birinin veya birkaçının sayısını yükseltmesi olayıdır. Tabiî ki polisominin de trisomi, tetrasomi, hiperploidi ve hipoploidi çeşitleri vardır. Şöyle ki;
Trisomide diploit fertte bulunan kromozomlardan bir tanesi daha fazladır. Yani 2n+1 şeklinde formüle edilip mesela insanda trisomik fertler n+1 =24 ve n =23 kromozomlu gametlerin birleşmesiyle meydana gelmektedir. Dolayısıyla genel itibariyle trisomik fertlerde kromozom sayısı 47 olmaktadır.
Tetrasomy de diploid bir fertteki kromozomlardan bir tanesi 4 kez sahne alabilmektedir. Nitekim böyle fertler 2n+2=48 formülü ile gösterilir.
Hipoploidi de durum daha başka hal alıp polisomi olayının yüksek katsayı poliploidlerde takım halde yer alan kromozomlardan bir tanesinin diğerlerine nazaran daha az yansıması şeklinde tezahür etmektedir. Böylece bu durum 4n–1, 5n–1 diye kategorize edilir. Fazla olanı ise hiperploidi adını alır. Bu arada hiperploidiye trizomiler, hipoploidiye ise turner sendromu örnek gösterilebilir.
Gen Mutasyonları
Her ne kadar DNA yazısı kromozomlar içerisinde sıkıca paketlenmiş, ayrıca protein kılıflarlara sarılmış moleküler seviyede çift zincirin karşıt harflerinin birbirlerine sıkıca tutunup korunmuş durumda olsalar bile yine de bizim bilmediğimiz birçok bozucu, dağıtıcı ve yıkıcı etkenlerin riski her zaman vardır. Yani moleküllerin gerek kendine özgü termik titreşimleri, gerek kimyasal ve elektriksel etkenler, gerekse başka moleküllerle çarpışmaları veya ortamdan geçen radyasyonun etkisi gibi birtakım sebeplerle DNA’nın bazı kayıplara uğraması muhtemeldir. Mesela buna benzer etkiler sonucunda kanatsız sinek veya şekli bozulmuş bitki meydana gelebiliyor. Tabii bu demek değildir ki evrimleşme sonucu yeni bir canlı meydana gelmiştir. Zaten bu tip durumlar kurulu programa zarar vermekten öteye geçememiştir. Sonuçta genler öyle işler yapıyorlar ki aradan kaç nesil geçerse geçsin canlının tümünde değişiklik oluşturmadığı gibi yeni bir canlı da ortaya koyamamaktadır. Anlaşılan her yaratılan istisnai değişiklikler hariç orijinal haliyle kalmaktadır. Çünkü genler hücrelerin başkomutanı olup, onların direktifleriyle canlılar kararlılıklarını sürdürebiliyorlar.
Beynimizin en kolay yaptığı iş belki de olumsuz olan her ne
dedekorkut1
23 Eylül, 2011 - 20:07
Kalıcı bağlantı
PROTEİN SENTEZİ-5
PROTEİN SENTEZİ-5
ALPEREN GÜRBÜZER
varsa onu derhal programlayabilmesidir. Madem öyle beynimize olumlu sinyaller göndererek kendimize pozitif bir bakış açısı kazandırabiliriz pekâlâ. Olumlu düşünebilmek, güzel bakabilmek ilk evvela dilimizi olumlu cümleler kurmaya alıştırmakla mümkün. Eline, diline, beline sahip olan isterse kâinata meydan okuyabiliyor zaten. Keza dua ederken “Allah’ım hayırlı değilse üniversiteyi bana kazandırmayı nasip etme” yerine “Allah’ım bana hayırlı üniversiteler kazanmayı nasip eyle” tarzında hiçbir kayda ve şarta bağlı kalmaksızın ümit dolu bir dil kullanmakla beyin programını olumlu kılınabiliyor. O halde siz siz olun kullanacağınız cümlelerinizde asla olumsuz ve karamsar kelimelere yer vermeyin. Hani bir söz vardır ya “Güzel gören güzel düşünür, güzel bakan güzel görür, güzel rüya gören mutlu olur” diye. İşte bu tür akıl dolu sözler hepimizin kulağına küpe olsun ki, bak o zaman gerçek hayat nedir farkına varmış olabilelim.
Bir zincirin halkasında herhangi sebeplerle bir harf kaybetmesi önemli bir zarar sayılmaz. Çünkü hemen o noktada iki şerit birbirinden ayrılıp, sağlam olan zincir kendisine bir komplamenter kopya yapabiliyor. Böylece eski komplamenter DNA şeride karşılık gelen yeni bir şeridin yardımıyla tekrar inşa edilebilmektedir. Fakat öyle istisnai durumlar var ki; DNA’nın rejenerasyonunu (yenilenmesi) imkânsız kılan bozulmalar sonucunda DNA’nın her iki zincirinde cereyan eden kopmalar veya kaymalar düzeltilememektedir. Çünkü rejenerasyona hizmet edecek orijinal enformasyon her iki şerittede kaybolmuştur. İşte bu rejenere edilmeyen kısım ya da aslına çevrilemeyen değişmiş bölüm kendi başına arızalı şekliyle kalıp hücrenin hayatını sonlandıracak bir takım zararlara yol açabilmektedir. Derken bu arızalı durum hücreden hücreye nesiller boyu ilerleyebilmektedir ki bu bildiğimiz mutasyon halidir. Şurası bir gerçek genetik kodlarda meydana gelen değişmeler istisnai arızalı durumların birbirini tetiklemesiyle ortaya çıkmaktadır. Anlaşılan o ki genler üzerindeki ardı ardına cereyan eden zincirleme kazalar mükemmel bir yapı ortaya koyamadığından evrime delil teşkil edemiyor. İlginçtir tabiat ana veya onların tabiriyle tesadüf tanrısının genetik kodlarla rasgele kumar oynaması esnasında bir dizi felaketlere kapı açmaması bir başka gerçeği ortaya koymaktadır ki, bu hepimizin bildiği, fakat evrimcilerin bilmediği ilahi nizamın kolay kolay tarumar edilemeyeceği gerçeğidir. Gerçekten de biyolojik nizamın tepesinde bu denli kompleks canlı varlıkları oluşturan genetik kodların kararlılıklarını sürdürmesi kayda değer bir olaydır. İşte bu yüzden her an her saniye sessiz ve derinden etkileyecek denilen tarayıcı doğal ayıklamanın ( doğal seleksiyonun) hışmına uğramadan biyolojik nizamın yoluna devam etmesi evrimcileri adeta şaşkına döndürmektedir. Tüm bu şaşkınlıklarına rağmen hala tabii seleksiyonu faydalı değişiklikleri muhafaza edip, güya zararlı olanları ayıklayan bilinçli bir varlıkmış gibi ilan etmekten geri kalmıyorlar. Onlar bildiklerini okuya dursunlar, Japonyalı bilgin Motoo Kimura bir insanda birkaç senede bir hücre molekülün farklılaşma geçirebileceğini hesaplamıştır. İngiliz genetik bilim adamı John Burdon Sanderson Halden ise insan neslinin ancak ve ancak 1000 senede bir molekül değişikliğine uğrayabileceğini ortaya koymuştur. Tabii bu hesaplamalar evrimcileri üzmektedir. Çünkü bu tür hızlı değişimin tabii seleksiyonla olduğunu varsaydığımızda insan türünün dünya sahnesinden kalkması demektir. Dolayısıyla böylesine mutasyondan bile hızlı bir şekilde işleyen bu süreç beklentilerine cevap vermemektedir. Yani bu durumda ya mutasyon denilen mekanizma bir şekilde tetiklenip hızlı işletilecek, ya da faydalı mutasyonu faydasız mutasyondan ayırabilecek kabiliyette olduğu söylenilen tabii seleksiyona dur denip ara sıra ona tatil yaptırılacak. Belli ki evrimciler mutasyon, seleksiyon derken gel-gitler içerisinde kıvranarak iki arada bir derede sıkışmış durumdalar.
Bir genin kromozom üzerindeki yeri değiştirmeksizin onun (A-G) baz moleküllerinde meydana gelebilen değişmelere gen mutasyonu (nokta mutasyon veya mikro mutasyon) denir. O halde moleküler seviyedeki bu tür mutasyonları da 4 grupta incelemek mümkündür.
—Transversiyon (çapraz aktarmalar)
Mutasyon sonucu bir pürin bazının yerini bir pirimidin veya bir pirimidin bazının yerini bir pürin almışsa bu tip tek bazlı değişkenlik gösteren mutasyonlara transversiyon denir. Örneğin A = T veya G=S çifti yerine T= A veya S= G çiftinin geçmesi birer transversiyondur.
—Transisyon(geçiş)
Bir genin herhangi bir yerindeki A=T çifti yerine G=S çifti veya tersi veyahutta T=A çifti yerine S=G çifti veya tersi durumun geçmesi şeklinde bir bazlık mutasyon değişmelerine (nokta mutasyon) transisyon denir. Bu tip mutasyonlarda bir pürin bazının (A,G) yerini başka bir pürin bazı ve bir primidin bazının yerini başka bir pirimidin bazı almış demektir.
—Delesyon
Bir veya daha fazla nükleotid çiftinin DNA molekülünden koparak eksilmesi şeklinde tezahür eden mutasyondur. Eksilme yalnız molekülün uç kısımlarından değil orta kısmın herhangi bir yerinde de olabilir. Kopan kısım aradan çıktıktan sonra kalan uçlar tekrar birleşebiliyor. Bu arada nükleotid eksilmesi herhangi bir gende oluşmuşsa o genin şifresi olumsuz yönde etkilenebilmektedir.
—Inversiyon
Delesyonun tersi olan bir mutasyon şeklidir. DNA molekülüne fazladan bir veya birkaç nükleotid çift girebilir. Bu eklenme hangi gende olmuşsa o genin şifresi değişebilmektedir.
Ayrıca yukarda bahsettiğimiz 4 tip gen mutasyonun varlığı genetik çaprazlamalar sonucu anlaşılıp, mikroskopla asla gözlenemezler.
MUTAGENLER (DNA’yı mutasyona uğratan genler)
Çeşitli ışınlar, bazı kimyasal maddeler, temparetür şokları ve diğer bazı
faktörler genlerde mutasyon meydana getirdiklerinden bunlara mutagen denir. Mutagenler;
“—Sıcaklık
— PH
—Radyasyon
—Kimyasal Bileşikler” diye dört grupta toplanır.
Sıcaklık
Yüksek sıcaklık moleküllerin kinetik enerjilerini artırmak suretiyle mutasyona sebep olabiliyor.
PH derecesi
Ortamın PH derecesi moleküller arası etkileşimlerde ve özellikle tautomerik (pronitron değişmesi) dönüşümlerde rol oynayıp, bu sebeple PH derecesinin mutasyon hızını etkilemesi gayet tabiidir. Fakat bu arada moleküllerin hızla hareket ederek birbirleriyle çarpıştıkları bir ortamda moleküler kazalar ve yanlışlıkların olma ihtimali de sıfır denecek kadar azdır diyebiliriz.
Radyasyon
Mor ötesi ışınlar ve x ışınları gibi kısa dalgalı diyebileceğimiz yüksek enerji radyasyonlar moleküllere çarptıklarında çeşitli değişikliklere sebep olmaktadır. Mesela DNA molekülünde delesyon ve inversiyona yol açan kopmalar görülebildiği gibi, baz çifti dönüşümlerine yol açan tautomerik dönüşümlerde nüksedebiliyor.
Kimyasal Bileşikler
Kimyasal maddelerden bir kısmı DNA molekülü üzerinde transisyona (Nıtroz asit, 5 Brom urasil, 2 amino purin, hidroksiamin gibi) neden olurken bazıların da transversiyona yol açmaktadır (etiletan, sülfanot gibi). Diğer bir kısmında ise delesyon veya inversiyona yol açabilmektedir (Akridin türevleri gibi).
Tautomeri dönüşümler
DNA zincirinde A=T ve G=S’in karşılıklı bir plan dâhilinde eşlemesi fiziko kimyasal bakımdan uygunluk göstermektedir. Aynı zamanda bu eşleşme adenin-timin arasında 2 hidrojen bağı, guanin-sitozin arasında 3 hidrojen bağı sayesinde mümkün olmaktadır. Ancak keto grubu taşıyan guanin ve timin ile amino grubu taşıyan adenin ve sitozin eşleşme esnasında bir molekül daha değişik formatta bulunabilmektedir. Buna göre tautomerizasyon dönüşüm sonucunda bir molekülün proton ve elektronlarının yeniden dizilmesiyle birlikte alışılagelen A, G, S, T formun dışında başka biçim teşekkül edebiliyor. Bu durumda tautomerik forumlarda 1 hidrojen atomunun bağlandığı noktada yerinin değişmiş olduğu görülecektir. Hatta bir hidrojen atomunun yerinin değişmesiyle birlikte karbon üzerindeki tek bağların çift bağ, bazı çift bağların ise tek bağ haline dönüşmesini beraberinde getirecektir.
Bir an için DNA replikasyonu sırasında tautomerik yapıdaki bazı nükleotidlerin ortamda bulunduğunu düşünelim. Böyle bir durumda nükleotidler arasındaki eşleşmeler elbette ki değişecektir. Normal şartlarda DNA’daki A=T ile G=S veya bunlar ters bir şekilde eş yaparlar. Halbuki sitozinin tautomerik formu adenin ile, timinin tautomerik formu guanin ile, adenin tautomerik formu ise sitozin ile, derken guaninin tautomerik formuda timin ile eş yapar. Bunun sonucu örneğin normal formda bulunan bir adenin karşısına bir sitozin geçmiş olur. Daha sonraki bir eşlenmede ise sitozin normal formuna geçerek yeniden guanin ile eş yapar. Böylece başlangıçta DNA molekülünü bir noktasında A=T, G=S baz çifti S=G ve A=T şeklinde baz çiftlerine dönüşecektir.
Kimyasal Mutagenlerin etkileri
Kimyasal mutagenler DNA yapısındaki bazların molekül yapısında değişikliklere yol açan maddelerdir. Böylece molekül yapısında değişme meydana gelen bir baz doğrudan bir baz çifti yapamamaktadır.
Baz analogları
Baz analogları DNA yapısında ki bazlara çok benziyen moleküller olup DNA eşleşmesi sırasında normal bazların analogları normal bazlara oranla daha kolay tautomerik dönüşümler yapabilmektedir. Böylece DNA yapısında bu durum mutasyon ihtimalini artıracaktır.
Kimyasal mutagenlere örnek verecek olursak:
Nitröz Asit (HNO2)
Özellikle Nitröz Asit bakteri, maya ve faj gibi mikroorganizmaların DNA baz molekül yapısında değişiklik yapan bir madde olup, aynı zamanda HNO2 amino grubu taşıyan bazları oksidatif deaminasyona uğratmaktadır. Yani DNA’daki amino grupları (NH2) yerine hidroksil (OH) grupları devreye girmektedir. Eğer bir DNA molekülü Nitröz asitle muamele edilirse örneğin 6.ncı karbonunda bir amino grubu ihtiva eden hipoksantin haline çevrilir. Böylece Keto grubu taşıyan hipoksantin mutasyon meydana gelmiş olur.
Aynı şekilde HNO2 vasıtasıyla DNA’daki sitozin değişimi gerçekleşebilmektedir. Keza oksidatif deaminasyonla da urasil guaninle değil adeninle çift yapacağından mutasyona sebep olmaktadır.
5- urasil -brom bazı
Baz analoğu olarak kabul edilen bu gibi bileşiklerin moleküler yapısı bazların genel yapısına çok benzediğinden böyle moleküller DNA’daki bazların yerine rahatlıkla alabiliyorlar. Örneğin 5-Brom urasil timine benzediğinden DNA ikileşmesi sırasında timin yerine kullanılabilmektedir. Bu bileşiğin timinden tek farkı, timindeki beşinci karbona bağlı olan metil grubu yerine brom atomunun bulunmasıdır. Urasilde ise aynı yerde hidrojen (H) atomu bulunur. İşte 5-brom urasil bazı urasilde hidrojen atomunun brom ile yer değiştirmesiyle meydana gelir. Bunun içinde 5-Brom urasil olarak adlandırılır. Normal olarak 5-Brom urasil timine benzediğinden adenin ile eş yapar ve tam olarak timinin yerini tuttuğunda ise mutasyona sebep olur. Bu bileşikler ancak normal durumunda iken enol form haline geçebilmektedir.
Mutasyon Hücrenin hayatını nasıl etkiler?
Evrimciler ne akla hizmet ediyorlarsa mutasyonun hayat verdiğine inanmaktadırlar Oysa kazın ayağı hiçte öyle değil. Bir örümceğin (Tarantula’nın) gayet kendini iyi koruyabilen hatta bazen arıları bile zehriyle öldürebilecek donanıma sahip olduğu halde kendisine yaklaşan eşek arısının kendisini uyuşturup yararlanmasına izin verebiliyor. Ya eşek arısına ne dersiniz, baksanıza o da avını sinir merkezlerinin yerini nokta atışı diyebileceğimiz metotla belirleyip kendisinden iki kat daha zehirli donanımlı örümcek üzerinde operasyon yapabilmektedir. Anlaşılan o ki hem Tarantula açısından, hem eşek arısı açısından doğal seleksiyona katkıda bulunacak bir durum gözükmemektedir. O halde bu durumda güçlü örümcek karşısında eşek arısının soyunun tükendiğini söyleyebilir miyiz? Elbette ki cevap hayır olacaktır. Çünkü her iki halde de kompleks bir mekanizma kendine özgü bir tarzda muhafaza edilerek evrime meydan okumaktadır. Bir kere her şeye evrim mantığından bakarsak doğal seleksiyonun başarılı olması için sürekli olarak faydasız veya zararlı mutant genlere karşı üstün olması gerekmektedir. Bu da yetmez faydalı mutant genler az sayıda üreyip, ekonomik kullanılmaları icap etmektedir. Kaldı ki bir birey faydalı bir mutasyona maruz kaldığını varsaysak bile, o fert önce genetik yapısında oluşan öldürücü genleri yok etmesi gerekir, daha sonra çiftleşen alt grubun, popülâsyonda üstün yer almasını sağlayacak bir üreme kabiliyeti sergileyip taşıdığı bu mutant özellikleri popülâsyona transfer işlemini gerçekleştirmesi icap eder. Maalesef uygulamaya baktığımızda faydalı zannedilen mutasyonun kendisin faydası yok ki başkasına da faydalı olsun, yani etkisiz olduğu görülecektir. Mesela canlıların bir kısmı değişik şartlara ayak uydurma yeteneklerini yitirdiklerinde ya nesli kesilmekte ya da sınırlı değişiklikle hayatını devam ettirebilmektedir. Keza mutasyona uğramış DNA zinciri eski zincirden 1 nükleotidlik bakımdan farklı olsa bile bu küçük değişiklik ancak hücre üzerinde etkili olabiliyor. Dahası böyle değişmeye maruz kalan bir hücre diğer hücrelerle yarışma yeteneğini ya artırır ya da azaltmaktadır. Şayet mutasyon yararlı bir mutasyonsa diğer organizmalardan daha büyük yaşama şansına sahip olacağından, bu durum oğul döllere aktarılırken bir baz ileri veya bir baz geri olacak şekilde geçmektedir. Şu bir gerçek popülasyon içerisinde varlığını hissettirecek, hatta tüm popülasyonu daha da mükemmel hale getirecek bir mutasyon hadisesinin gerçekleşmesi mümkün gözükmemektedir. Üstelik faydalı değişmelerin faydasızlara üstün hale geçmesi için bir plan ve bir program gerektirir ki evrimcilerin zaten planla programla hiçbir zaman işi olmamıştır. Zira onların işbirlikçisi tesadüf mitidir. Oysa en basitinden bir canlının kendisinden bir üst canlıya evrimleşmesi için trilyon rakamların üstünde birbiri ardına gerçekleşen mutasyon aşamalara ihtiyaç vardır. Ne var ki en ilkel canlıdan daha yüksek canlılara gidildikçe komplekslik ritmi artmasıyla birlikte yeni bir türün oluşması ihtimalini zayıflatmaktadır. Düşünen bir insan için komplekslik mükemmeliyet demek, dogmatik kafa için ise tam bir kaos ve tesadüfi bir olay demektir
İçerisinde enzim, nükleik asit, şeker vs. karışımın bulunduğu steril ortamda hazırlanmış bir organik bileşikler ekstraktı düşünelim. Sonra da bu karışımı katalizleyecek dışardan elektrik kıvılcımı ile oluşabilecek bir enerji kaynağını varsaydığımızda görülecektir ki hangi metodu uygularsanız uygulayın ortaya asla yeni bir canlı çıkmayacaktır. Bu tür denemelerin uzun yıllardır yapıldığı artık bir sır değil. Gelinen noktada protein moleküllerinin en ilkelinde bile yaklaşık 1500 parçanın varlığı tespit edilmiştir. Dolayısıyla organik çözelti içeren bir kazana bu proteini karıştırdığımızda bu ortamda 1500 parçayı hem toplayıp sentezleyecek, hem bundan daha büyük proteinin yapılmasını sağlayacak ve ayırabilecek bir sistemin olması gerekmektedir. Ki; bunun gerçekleşme ihtimali (1/2)1500 uçuk bir rakama tekabül etmektedir. Görüldüğü üzere bu rakam adeta imkânsızlığı temsil etmektedir. Bu rakamlar ortada iken hala her şey tesadüfen meydana geldi deniliyorsa pes doğrusu. Sayı arttıkça karmaşık yapılar daha da büyümektedir. Dolayısıyla evrimcilerin ihtimal hesapları da o oranda (trilyonları aşacak boyutta) altüst olmaktadır.
Mutasyonların etkileri en kolay bir şekilde mikroorganizma üzerinde daha iyi gözlenebilmektedir. Bu gözlemlerden hareketle en basit protein molekülün bile 400 amino asit ihtiva ettiğinin farkına varmış oluyoruz. Bununla da kalmayıp amino asitlerin her biri dört veya beş elementten meydana geldiğini idrak ederiz. Dolayısıyla mikroorganizmalar bütün amino asit çeşitlerin, vitaminlerin, şekerlerin, yağların ve proteinlerin meydana gelmesinde büyük rol oynadığı kanaatine varırız. Fakat bir mikroorganizmada mutasyon olursa durum ne olur sorusu sorulduğunda, böyle bir durumda elbette bakterilerin belli bir aminoasit çeşidi yapma yeteneklerinin mutasyonla kaybolma ihtimali söz konusu olabilecektir. Çünkü DNA direktiflerinde sürekli değişiklik bakterinin ihtiyacı olan amino asidi artık yapamaz hale sokabiliyor. Böylece hücre içerisinde proteinler olmadan bakteri üremeyeceği için sonu ölümle sonuçlanmaktadır. Bununla beraber biyologlar bu mutasyon etkisini gidermek için gereken aminoasidi kültür ortamı yoluyla enjekte ederek bakterinin yaşamasını ve gerekli besin maddelerini almasını sağlayacak ortamı sağlayarak bakteri çoğalmasını sağlayabilmişlerdir. Bu durumu aşağıdaki gibi şematize etmek mümkündür:
—Normal bakteri Z’yi yaparsa basit kültür ortamında koloni meydana getirir.
—Mutasyonla değişen normal bakteri aminoasit Z’yi yapamazsa, bu durumda basit kültür ortamında filiz veremeyecektir.
—Mutasyonla değişen normal bakteri kültür ortamına aminoasit Z ilave edilirse basit kültür ortamında koloni meydana getirecektir.
Bilim adamları bir küf mantarının mutasyon sonucunda gerekli vitamininin yapma yeteneğini kaybettiğini gördüler. Bu durumda gerekli olan vitamin kültür ortamına eklendiğinde söz konusu mantarın yaşamaya devam edip, üreyebildiği belirlenmiştir. İşte Biyologlarca böyle mutasyona uğramış birçok mikroorganizma soylarını laboratuar şartlarında besin madde verilerek canlı tutabildiği olaya beslenme mutantı (Mutasyona uğramış canlı varlık) denmektedir. Şurası muhakkak zararlı mutasyonlar canlının yaşama şansını ortadan kaldırmaktadır. Buna rağmen evrimciler hala mutasyonların canlının yaşama şansını artırdığından dem vurarak böyle mutasyonlara faydalı mutasyonlar olarak gözüyle bakmaktadırlar. Hatta daha da ileri giderek bunların yeniden şifrelenmiş mesajlar olarak oğul döllere geçip onların yaşama şanslarını artırdığını ileri sürmektedirler. Oysa böyle bir şeyin gerçekleşse bile canlı popülâsyonun şansa bağlı olaylarla kendisinden üst organize bir yapıya nasıl yükseldiğini gösterecek herhangi bir delil olmadığı gibi mutasyon denilen arıza bir sistemle mükemmeliyet arasında bağ kurmak bir hayli zor gözükmektedir. Bu yüzden canlı organizmaların suni metotlarla üretilmesine pek sıcak bakmıyoruz. Çünkü laboratuar çalışmalarının hiçbiri tabiat şartlarında gerçekleşmiş olaylar değildirler.
Velhasıl; ilk yaratılış tekrarlanması ve tecrübe edilmesi imkânsız bir mucizevî bir hadisedir.
dedekorkut1
5 Ağustos, 2022 - 19:59
Kalıcı bağlantı
DNA’NIN ŞİFRE KODLARI
DNA’NIN ŞİFRE KODLARI
SELİM GÜRBÜZER
Evrimciler DNA’da ki şifre ve kodların tesadüfen, yanılma veya kazaen meydana geldiğini ileri sürmektedirler. Oysa ‘şifreler’ bir bilgiyi bir şekilden diğer şekle çevirmek için kullanılan semboller sistemidir. Mesela yazılı dil insan tarafından kullanılan bir tür şifre sistemidir. Nitekim Türk alfabesinde 29 harf sembol var olup, bu sembollerle istenildiği kadar kelime üretilebiliyor. Keza DNA molekülleri çok uzun oldukları halde sadece 4 harfli alfabetik yaratılış kod dizilimle yazgı gerçekleşmektedir. DNA’yı işte bu noktada insan vücudunda A’dan Z’ye akla gelebilecek her ne varsa tüm bilgileri kendi kodunda eksiksiz olarak barındıran iki sarmaldan oluşan bir yapı olarak görmek gerekir. Zira vücudumuza ait gerek içe dönük bilgiler, gerekse dışa dönük bilgiler dört harfli olarak tanımladığımız alfabetik şifre sistemiyle kayıt altına alınmış durumdadır. Malum o meşhur dört harfli alfabetik şifre sistemi; “adenin, timin, guanin ve sitozin” denen A, T, G, C sembolleriyle ifade edilen nükleotid bazlarından başkası değildir elbet. İşte kromozomları oluşturan DNA’da kodlu olan bu dört başlı bilgi bazlar kendine özgü dizilimleriyle çeşitli aşamalardan geçip kopyalandıktan sonra en nihayetinde protein sentezi yapımı gerçekleşmektedir
Genetik alanda bilimsel çalışmalar bize nükleik asitlerin canlı organizmaların protein sentezi oluşumundaki genetik hammaddesini teşkil eden nükleotid birim polimerleri olduğunu göstermekte. Hakeza genlerin ise DNA’nın belirli bir kısmını oluşturan nükleotid dizisinin ta kendisi bir kalıtım birimi olduğunu gösteriyor. Hele bu noktada kalıtım birimlerinin yarı anneden yarı babadan çocuklara kuşaklar boyu dölden döle kendi karakteristik özelliklerini geçiriyor olması başlı başına genetik mucizevi bir hadisedir. Gerek nükleik asitlerin gerekse genlerin en belirgin ortak özelliği nükleotid yapıtaşlarından meydana geliyor olmalarıdır. Derken her iki birim sayesinde proteinlerin yapıtaşını oluşturan aminoasit oluşumu vuku bulup böylece hücre içerisinde 10 ila 100 arasında amino asit içeren polipeptit zincirinin biyolojik fenotip ve genotipi ortaya çıkmış olur. Şayet zincir üzerinde 10 ila 100 arası sayıdan daha fazla amino asit sıralanırsa bu kez polipeptit oluşumundan bahsetmek yerine protein zincir oluşumundan bahsetmiş oluruz ki yukarıda sözünü ettiğimiz dört nükleotid bazın dizilişinden maksat hâsıl olur da. Yok, eğer diziliş maksadının dışında ortaya anlamsız bir durum çıkarsa biliniz ki bunun arka planında yol kazası diyebileceğimiz türden bir şeylerin ters gittiği anlamı çıkar ki, bu durumda herhangi bir geni oluşturan nükleotidler üzerinde oluşabilecek bir sıralama hatası o geni ister istemez iş göremez hale getirebiliyor. Dolayısıyla istisnai yol kazaları hariç, insan vücudunda 200 bin genin olduğunu yakından takip edenler bu sıralamadaki tertip ve düzenin hedefinden sapmadan daha kompleks yapılı işlere yönlendirildiğini gördüklerinde hayretler içerisinde şaşa kaldıkları herkesin malumu. Her ne kadar moleküler biyolog Francis Crick, DNA zincirlerin düz olması nedeniyle genlerdeki nükleotidlerin sırasıyla proteinlerin yapıtaşı aminoasitlere uydurulabilir demiş olsa bile sonrasında gerçek anlamda DNA’yı keşfettikten sonra biyolojik nizamın bir mucizevî bir hadise olduğunu dile getirmekten kendini alamamıştır dersek yeridir. Derken bizde bu arada Francis Crick’in keşfettiği DNA molekülünün mucizevi sarmal yapısına vurgu yaparaktan dile getirdiği gen birimlerinin üstlendiği fonksiyonlarını günümüz genetik mühendisliğinin daha da gelişmiş ortaya koyduğu bilgilerle de pekiştirdiğimizde herhangi bir canlı veya insan genomunun asla ve kat’a tesadüfi bir eser olarak ortaya çıkamayacağının idrakine varmış oluruz. Tabii bizler bir takım mucizevi oluşumları idrak etmiş olsak da bizim dışımızdakiler için bu mucizevi oluşumlar maalesef tesadüfi oluşumlar olarak karşılık bulmakta. Yine de aralarında bir kısım evrimciler köşeye sıkıştıklarında insafa gelip en azından tesadüf kelimesini ağızlarına almayıp bir takım gerçekleri itiraf etmek durumunda kalabiliyorlar. Nitekim “Yaşamın Temel Kuralları” eseriyle dikkat çeken evrimci Prof. Dr. Ali Demirsoy; “Bir proteinin ve çekirdek asidin (DNA ve RNA’nın) oluşma şansı tahminlerin çok ötesinde bir olasılık olduğunu, hatta belirli bir protein zincirinin meydana gelme şansı astronomik denecek kadar azdır” diyerekten bir takım gerçekleri itiraf etmek zorunda kalmıştır. Hatta Amerika’da “Biyolojide Olasılık Araştırma Merkezi” adlı bir akademik kuruluşu Amerikan alfabesinin 26 harfli olmasından hareketle alfabetik deney yapmayı tasarlayıp bunun için ilk etapta 30.000 çekiliş öngörmüşlerdir. Çekiliş sonrasında harf dizilimlerinin dokümanı ortaya çıkarıldığında; anlamca ilk iki harfli olanının 4890 adet sözcük, üç harfli olanının 113 adet sözcük, dört harfli olanının 139 adet sözcük, beş harfli olanının 17 adet sözcük, altı harfli olanının 3 adet sözcük, yedi harfli olanının ise 1 adet anlam içeren sözcük tablosu ortaya çıkmıştır. Bir başka ifadeyle öngörülen 30 bin çekilişli harf sıralaması arasından en nihayetinde 7 harflik olanından kala kala 1 adet sözcüğün anlam içerdiği tespit edilebilmiştir. Birde öngörülen ihtimal hesaplarını protein sentezine uyarladıklarını düşündüğümüzde bu iş için değim yerindeyse 20 amino asitlik alfabetik harfin oluşturacağı sözcük tablosuyla yüzleşeceğiz demektir. Öyle ya, mademki proteinler 20 amino asitlik dizilimden oluşmakta, o halde en basit bir canlının protein yapısını oluşturabilecek anlam yüklü sözcüklerin ortaya çıkması için her harf için 1/4 ila 1/5 harf arasında seyreden oranlarda bir harf dizilimlerinin olması icap etmektedir. Dolayısıyla bu söz konusu orantısal harf parametrelerden hareketle öngörülen 400 çekiliş için gereken alfabetik harf sayısı 20 olduğuna göre çekiliş sonrasında ortaya çıkacak olan sonuç itibariyle 4’ün 400’üncü kuvvetine tekabül eden 10240 (10 üzeri 240)’lı gibi telaffuzunda zorlanacağımız zor rakamlar elde ederiz. Dahası bunun net anlamı trilyon sözcüğünün 20 kez tekrarlanması demektir. İşte böylesi bir tabloda 400 amino asit zincirinden bir tane işe yarar proteinin 20 kez tekrarlanmasıyla ancak trilyon rakamlarla ifade edebilecek bir ihtimal hesabıyla karşı karşıya kalınır ki, bu durumda bile birileri çıkıp hücre içerisinde cereyan eden her bir oluşum için halen tesadüf diyorsa pes doğrusu. Hele ki ortada bir de insan genomunu oluşturan, yani milyonlarca nükleotidlerden oluşmuş polimer dizisinin Başbuğ başkanı DNA’nın varlığını düşündüğümüzde hücre içinde cereyan eden tüm mucizevi oluşumlara tesadüf denilecekse, bu tür söylemlerin atalarımızın “Zırva tevil götürmez” dedikleri dedikodu kazanı kaynamaktan öte bir anlam ifade etmeyeceği çok açıktır.
TRİPLET KOD SÖZCÜKLERİ
Onca yıllardır genetik kodlar ve genetik kartlar üzerinde çalışmalar yapılmasına rağmen DNA’nın şifreleri üzerindeki sır perdeleri çözülememiştir. Öyle ki dışardan müdahalelerle genetik kartlarla oynanmasına rağmen ancak ve ancak bir takım istisnai türden arızi değişiklikler gözlenebilmiştir. Her ne kadar genele şamil nitelikte olmayan bir takım istisnai türden değişiklikler kimi aklı evvel çevreleri harekete geçirip sanki bir şeyleri keşfetmesine sevindirmiş olsa da, şu bir gerçek ortada değişen genetik kartlar değil, ortada değişen hücrelerin savunma reflekslerinden doğan mutasyon kaynaklı arızi değişikliklerden başkası değildir. Üstelik herhangi bir canlı genomunda olası görülebilecek bu tür mutasyon kaynaklı değişiklikler o söz konusu canlının dışında başka bir canlını türemesine yol açan bir değişiklik olarak karşımıza çıkmaz, sadece ve sadece o canlının orijinal genetik kartlarına zarar vermekle sınırlı kalan bir değişiklik olarak karşımıza çıkar. Kelimenin tam anlamıyla ateş olsa ancak cürmü kadar yer yakan cinsten bir değişikliktir bu. Hem kaldı ki hücre içi genetik kartlarda belli bir matematik programla kodlanmış konumda emir almış emrin gereğini yapmakla memur kartlardır. Ki, emre amade bu kartlar dört başı mamur nükleotid asitlerin kendi kendilerine buyruk kesilip de oluşturacağı genetik kartlar da değil, tamamen ilahi kaynaklı “Ol” emri ile oluşturulmuş yaratılış mucizesi şifre kartlardır. Dolayısıyla bir canlının genetik kartlarına dışardan herhangi fiziksel ve kimyasal kaynaklı müdahalelerle oluşabilecek değişikliklerin “Ol” emri orijinal programı büsbütün ortadan kaldıracağına inanmak safdillik olacaktır. Öyle ya, mademki “Ol” emri programı gereği proteinler aminoasitlerden oluşmuş bir yapı, o halde böyle bir yapının DNA başkanlığında gönderilen “Özel bir protein yapmak için belirli bir aminoasidi, bir başka zincirde uygun yere koy” şifre kodu mesajıyla hücre içerisinde anlam kazanması son derece gayet tabiidir. Üstelik DNA başkanlığınca gönderilen komutlar sırf aminoasit oluşumuna yönelik komutlarla sınırlı kalmayıp daha başka oluşumlarında devrede olduğunu düşündüğümüzde aralarında herhangi bir mesaj karışıklığına yol açmayacak bir şekilde yerini bulup öyle hücre içerisine servis edilmekte. Mesajların birbirine karıştırılmadığı şundan besbellidir ki bir bakıyorsun 46 kromozomlu insan genomu 20 çeşit amino asit olacak şekilde genetik kodlanması yapılmakta. Öyle ki servis edilecek şifre kodları 4 harflik kodonlu bir şifreyle 20 aminoasidi oluşumuna kâfide gelmeyebilir, keza dördün karesi, yani 16 harflik kodonlu bir şifreyle de 20 çeşit amino asid oluşumunu karşılanmayabiliyor. O halde bu iş için nükleotidlerin en az 3 harflik kodonlarla şifrelenmesi gerekir ki nükleotidler 3’erli grupla halde, dördün küpü 64 çeşit kombinasyonlu bir amino asit oluşuma gerçekleşebilsin. Yani bu demek oluyor ki; 64 kodonun herhangi bir üçlü grubu DNA’da kodlanmış enformasyonun bir kelimesine denk düşen program ayarlamasıdır bu. Hatta bu program ayarlamasıyla oluşan her bir sözcük üçlü nükleotidden meydana geldiği içindir adına triplet yapıda kod sözcükleri denmektedir. Ayrıca her bir şifre sözcük aynı zamanda kodon veya kod olarak tanımlanır.
Şurası muhakkak kod sözcüklerinin triplet yapıda olduğunu doğrulayan deneyler Crick ve arkadaşları tarafından yapılmıştır. Crick ve arkadaşları yaptığı deneylerde gen haritasının rIIB mutantları diye bilinen bölümünde bozuk olan T fajını kullanmışlardır. Elbette bu tip özürlü mutantın DNA sarmalının herhangi bir dizisinde noksanlık veya bir miktar arızaların doğmasına yol açması muhtemeldir. Nitekim bu ve buna benzer tütün mozaik virüsü (TMV) ile yapılan çalışmalar sonucunda nükleik asit zincirinde herhangi bir noktaya müdahaleyle birlikte polipeptid zincirinde birtakım kısmi değişmelere neden olduğu gözlemlenmiştir.
Kodon triplet olduğunda veya genetik komutun 1, 2, 3, 1, 2, 3... şeklinde sıralandığını varsaydığımızda “....bir mol ad üre yap ver” şeklinde bir mesajın ortaya çıkması ihtimal dahilindedir. İşte böylesine harf sırasıyla nükleotidlerin 3’lü gruplar halde dizilmesiyle birlikte sözcükler hedeflenen bir oluşum için anlam kazanabiliyor. Şayet yukarıda zikrettiğimiz cümleden “mol” kelimesinden ‘m’ harfi çıkarılacak olursa cümle “...bir ola dizi rey apv er...” şeklinde bir yapıya dönüşecektir. Keza bunun gibi cümleye fazladan girecek bir harfin ilk emrin orijinal niteliğini bozma ihtimalide öyledir. Mesela “bir” kelimesinin ‘i’ harfi ile ‘r’ harfi sırasına bir “I” harfi girdiğini düşünürsek cümle bir anda “...bir rmo Iad lür eya pve r...” şeklinde bir cümleyle iş bir anda çığırından çıkabiliyor. Anlaşılan uzun bir cümle yapısında 2 noksan ya da 2 fazlası harf değişiklikle orijinal komut dizisi arasında kısmen de olsa uyumluk görebiliyoruz, ama işin içine 2 den fazlası kısa cümlelik değişiklikler girdiğinde kısmide olsa uyumluluk göremiyoruz. Çünkü dar kodonlu kısa bir aralık alanda iki harfin üzerine aşan bir değişiklik dizinim söz konusudur. Peki bu kısa aralıklı üç kodonlu triplet dünyasında durum vaziyet bu iken, kim bilir daha kompleks yapılarda durum vaziyet nasıldır, bunu da bir siz düşünün. Gerçekten de bir organizmanın bütününe tüm bu uyarlamaları uyguladığımızda işin içinde çıkılamayacağı çok açık. Düşünsenize en basit protein molekül olarak bildiğimiz insülin prohormon öncüsü proinsülin molekülü bile 84 amino asit rezidü içeren bir zincire ihtiyaç duymaktadır. Ki, insanlarda proinsülin molekülü INS geni tarafından kodlanır. Bu durumda öyle anlaşılıyor ki, böylesi bir molekülün kodlanması için 84 amino asitlik donanıma ihtiyaç vardır. O halde bir proinsülin içeren protein molekülünün tesadüfen meydana gelme ihtimalinin 20 rakamın 84’üncü kuvvetine denk düşen 109 sıfırlı bir rakama tekabül eder ki, işte telaffuzunda zorlandığımız bu dudak uçurtucu söz konusu rakam kendi hal lisanıyla dile gelmiş olsa hiç kuşkunuz olmasın bize olan biten her şeyin tesadüfî değil, yaratılış mucizesi olduğunu haykıracaktı. Öyle ki, bu haykırışa kulak kabartıp organlarımızın her birini tek tek ele aldığımızda ise işin daha da bir rengi değişip neredeyse kâinat kadar büyüklükte rakamların hesap makinelerinin belleğine sığmayacak türden rakamlarla karşılaşacağımız çok açıktır. Şimdi tamda bu noktada evrimcilere sormak gerekir tesadüf dediğiniz ucube oluşum acaba rakamların bile aciz kaldığı tüm bu kod açılımların neresindedir? Aslında sormaya da gerek yoktur, neresinde yer aldığını gösteremeyecekleri çok açık ortada zaten, onlar tesadüfler zincirine tüm ümitlerin bağlaya dursunlar, oysa biz biliyoruz ki kâinatta olan biten tüm mucizevi oluşumlar tesadüf olarak haykırmıyor tam aksine kendi hal lisanıyla tevafuk mucizesi diye haykırmaktadır.
Kâinatta hiçbir şeyin tesadüfen meydana gelmediği o kadar net ortada ki, tombala oynayanlarda çok iyi bilirler ki; 1’den 10’a kadar sıralanmış madeni paralardan istediğimiz rakamı torbadan çekme şansımız çok zayıf ihtimal bir rakamdır. Şöyle ki; basit bir matematik ihtimal hesaplarında öğrendiğimiz kadarıyla cebimizden 1 rakamlı madeni parayı çekme ihtimali 1/10’dur. 1 ve 2 rakamlı paraları arka arkaya çekme ihtimali 1/100’dür. 1, 2 ve 3 sıralı rakamları çekme ihtimali 1/1000’dir. En nihayet 1, 2, 3, 4 ve 10’a kadar karışık sıralı halde bulunan tüm paraları çekme ihtimali ise 10 milyarda bir orana tekabül eder ki, işte sizde görüyorsunuz ya git gide rakamsal olarak açılan makas aralığı bize gösteriyor ki cebimizden kendi isteğimize karşılık gelebilecek madeni para birimini bir çırpıda çekmenin hiçte öyle kolay bir iş olmadığı anlaşılmaktadır. Anlaşılan işi şansa bırakmak her zaman yanılgıları da beraberinde getirmekte. Bu yüzden bilardo oyununda bile topların yuvaya girmesinde işi şansa bırakmayacak bir şekilde usta olmak gerekir ki oynanan oyunda tesadüften medet umulmasın. İşte tüm bu rakamsal örnekler bize en iyimser tahminle bir proteininin tesadüfen meydana gelme ihtimalinin on üssü seksenli (1080) dudak uçurtucu telaffuzu zor bir rakamla karşı karşıya kaldığımız gösterir ki, şimdi bu noktada da evrimcilere sormak gerekir böylesi telaffuzu zor bir rakam karşısında tesadüf bunun neresindedir? Yine gösteremeyecekleri malum, onların işleri güçleri insanların kafalarını durduk yere içi boş laflarla meşgul edip zihin dünyalarını alt üst etmektir, bunu meslek edinmişler de.
KOD SÖZCÜKLERİNİN YAPISI
İyi ki de şifrelerin ne şekilde kodlandığı veya kod sözcüğünün nasıl fonksiyonel hale geldiğini gösterecek bir takım deneyler yapılmış. Aksi halde deney ve gözlemden yoksun içi boş lafları ve hayal mahsulü masalları tek kriter veri olarak kabul ediyor olacaktık. Bakınız Severo Ochoa, en azından boş masallarla oyalanmak yerine RNA nükleotidlerini birbiriyle birleştiren bir enzimi keşfetmekle adından söz ettirebilmiştir. Bu buluşun ardından Nırenberg ise mevcut enzimi kullanarak nükleotidlerden suni RNA üretebilmiştir. Hatta bunla da kalmamış yapay RNA’nın hangi tip protein ürettiğini gösterecek şifre kodlarının ipuçlarını da ortaya koyabilmiştir. Derken ileriki yıllarda genetik alanda hızlı ilerlemeler kaydedildikçe bugünkü anlamda elektronik cihazların, internet sitelerin ve ATM cihazlarının üzerinde “şifre kırma” denemelerine benzer çabalar genetik kodlar üzerinde de denenmeye varacak kadar iş bu noktalara gelebilmiştir. Tabii elektronik işlerde kafa yorup denemek iyi hoşta, biyolojik şifreleri kırma hadisesi sıradan bir internet sitesinin ya da her hangi bir ATM cihazının şifresini kırmaya benzemez. Belki ucundan kıyısından bir kısım hücre yapılarının şifrelerini kısmen kırmak ihtimal dâhilinde olsa da ama bu topyekûn biyolojik bir yapının tamamının şifre kodlarını kırmak anlamını taşımayacaktır. Bırakın insan genomunun tamamının şifresini kırmak, en basitinden zararlı böcek ve mikroplara karşı antibiyotik ve böcek öldürücü ilaçlarla verilen mücadelede topyekûn bir başarı hikâyesi yazılamadığı gibi herhangi bir bakterinin, herhangi bir virüsün ve herhangi bir böceğin genetik kodlarında topyekûn bir biyolojik değişikliğe yol açacak bir durum görülmemiştir. Üstüne üstük mücadele edilen mikroorganizma ve haşerelerin daha da güçlü bir şekilde genetik yapılarını koruyarak dölden döle hayatiyetlerini sürdürdükleri gözlemlenmiştir. Her ne kadar zaman zaman oğul döller arasında istisnai türden bir takım değişiklikler nüksettiği gözlemlenmiş olsa da bu tür değişiklikler mutajen kaynaklı bir değişiklik olup hiçbir zaman genetik kodlarının tamamını ortadan kaldıracak değişiklikler olarak bir anlam ifade etmeyecektir. Örnek mi? İşte radyoaktif azot ihtiva eden proteinleri koli basili olarak bilinen Escherichia coli bakterisine transfer edildiğinde zarar verse de genetik kodlarını ortadan kaldıran herhangi bir etkisinin olmadığı gözlemlenmiştir. Dolayısıyla bu gerçeklerden hareketle herhangi bir karıncanın bütün vücut yapısının veya duyu organlarına ait çift antenleriyle ilgili genetik kodlarının tesadüfen oluştuğunu söylemek abesle iştigal bir tutum olur. Her neyse asıl konumuza döndüğümüzde malum biyokimyacılar, S. Ochoa’nın kullandığı enzimi urasil nükleotidden meydana gelmiş proteinlere uyarlayınca ortada sadece fenil alanin amino asidinin varlığı gözlemlenmiştir. İşte bu tip çalışmalarla üçlü urasil nükleotit kodondan “Fenilalanini aminoasitlere bağla” şeklinde amino asitler arasındaki ilişkiyi tanımlayan bir genetik kod dizilimi ortaya çıkabileceği gibi, yine birbirini takip eden üçlü urasil nükleotitlik grup kodonlarından “amino asitten bir tane daha ekle” şeklinde RNA ile doğrudan ilişkisinin olduğunu tanımlayan genetik kod dizilimleri de ortaya çıkabiliyor. Dahası bu sonuçlar bizim açımızdan Genetik kod dünyasının Başkanı DNA’nın talimat olarak gönderdiği şifre kodları hakkında bilgilenmemize de ufuk açmaktadır. Bu noktada hiç kuşkunuz olmasın, evrimciler gibi bizim ufuk dünyamızda bir canlıdan başka tür canlının türemesi şeklinde bir şifre kodu yaratma veya türeme anlamına gelebilecek bir bilgi kirlenmesine asla yer verilmeyecektir. Kaldı ki yaratmak fili sadece Yüce Allah’a has sıfattır. Öyle ya, madem ki, Yüce Allah’ın kainatta her şeyi yoktan yaratıp var etmekte, o halde bilim adamlarının yaratılmış olanlar üzerinden yaptığı denemelerden mesela yapay RNA’larla yapılan çalışmalara bir göz attığımızda bunlar içinde Poly-A (A-A-A........) dizilimine uyan polipeptidin polylysine olduğu, Poly-S (S-S-S...........) dizilimine uyan polipeptidin ise poliproplen olduğu belirlenmiştir. Ne diyelim sizlerde görüyorsunuz ya, tüm bu deneysel yapay çabalara rağmen günün sonunda Poly-G (G-G-G....) dizilimine uyan tam manasıyla dört dörtlük ortaya bir polipeptit zinciri konulamamıştır.
Anlaşılan o ki, dünyanın yaşı 5 milyar olduğunu varsaydığımızda bugüne kadar protein elde etmek için harcanan onca çabalardan ortaya çıkan ihtimal hesaplarının her bir aşamalarına bir bakıyorsun 1/100 değil, 1/1000 değil, 1/1000 değil, 1/1000000 şeklinde bir sürü değilli ihtimal rakamların hepsi fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Belli ki nice ardı ardına sıralanan değiller zincirinin trilyon rakamlarının kat be kat üstüne çıkacak ve ucu bucağı görülmeyecek türden rakamlarla işin kotarılamayacağı anlaşılıp ortada yaratılan her mahlûkatın yaratılış kodlarına meydan okuma girişimlerine geçit verilmeyen bir yaratılış mucizesi bir durum söz konusudur. Üstelik yapılan bu olası hesaplamalar sadece tek bir protein için yapılan öngörmelerdir, birde bunun üçüncü, dördüncü, beşinci vs. ayaklarını düşündüğümüzde işler daha da öngörülemez bir hale gelebiliyor. Nitekim protein sentez olayında üçüncü bir protein elde ihtimali on üssü beş yüz yirmi (10520)’de 237, dördüncüsü için on üssü beş yüz yirmi (10520)’de 236, beşincisi için ise on üssü beş yüz yirmi (10520)’de 235……vs. gibi oranlarda sıralanır olması bunun bariz bir çıkmaz yol olduğunun göstergesi zaten. Hatta bu sayılara birbirine çarptığımızda ise en basit canlının oluşmasında 239 cins proteinin teşekkülü için gereken ihtimal sayı rakamının dudak uçuklatan öngörülemez boyutlara uzandığı görülecektir. Hele hele birde bu ihtimal hesabını tüm canlılar için yapılmaya kalkışıldığında işler daha da işler sarpa sarıp çıkmaz yollara girip çıkma gibi bir hal alacağı muhakkak. Elbette bu dudak uçuklatan sayılar kimimiz için Yaratıcı güç karşısında boyun büküp kulluk teslimiyet bilinciyle hareket etmemiz gerektiği anlamına gelirken, kimimiz içinse tesadüfün karşısında boyun eğmek anlamına gelecektir. Tabii hiç kuşkusuz bizim tercihimiz birincisinden yanadır. Zira genetik kod dünyası, yaratılış genetik soy ağacında kodlanmış bilginin canlı hücreler tarafından proteinlere tercüme edilmesini sağlayan kurallar manzumesi bir dizilimin ta kendisi bir dünyadır. Dikkat edin kural dedik, yani başıboşluk ya da tesadüf demedik, anlayana yaratılış mucizesinde asla ve asla tesadüfe ve nizamsızlığa yer yoktur, elbette ki böyle demek durumundayız.
TRİPLET YAPIDAKİ NÜKLEOTİDLERİN SIRALANIŞI
Nasıl ki bir sanat sanatkâr sahibini gösteriyorsa bir harfte elbette ki kâtibine işaret eder. Dolayısıyla amino asitlerin sırasını belirleyen dizilim şekli DNA’da ki genetik bilgi şifre birimleri denen kodonların varlığını da ortaya koymaktadır. Keza her bir genetik bilgi birimlerinin üçlü nükleotid dizilimlerinin protein olarak anlam kazanabilmesi için DNA başkanlığında gönderilen bilgi kodu direktiflerinin hücre içi hiyerarşik kademelerinin her biriminde harfi harfine uyulup eksiksiz yerine getirilmesi gerekir. Nitekim Ttriplet kod (Üçlü şifre) yapıda nükleotidlerin dizilimi hakkında Robert W. Holley, Marshall Nirenberg ve Gobind Khorona yaptıkları çalışmalarla birbirlerini destekleyen sonuçlar elde etmişler de.
Nirenberg, Triplet kod yapıdaki nükleotidlerin ribozom içerisinde geçişindeki dizilimi bir liste halinde ortaya koymuş da. Bilindiği üzere amino asit molekülleri birbirleriyle peptit bağlarıyla bağlanarak protein yapılı polipeptit zincirlerini oluşturmak için vardır. İyi ki de varlar, amino asitlerin değişik sayıda, değişik türden farklı şekillerde dizilim göstermeleri sayesinde hücre içerisinde her organel birimin kendi yapısal fonksiyonlarına göre birbirinden farklı türden protein molekülleri meydana gelebiliyor. İşte, Khorona bu en temel bilgilerden hareketle yapay RNA’lar elde edip, bunların şifrelendiği amino asitleri yerinde gözlemlemiştir. Derken elde ettiği verilere dayanaraktan DNA’nın şifre kodlarına karşılık gelen aminoasit dizilimlerinin adeta listesini çıkarmıştır. Amino asit listesinde dizilimler incelendiğinde, tüm amino asitlerin birden fazla kodon içerdikleri görülmüştür. Yani bir kısım amino asitlerin 4 kodonlu, bir kısım aminoasitlerinin de 6 kodonlu olarak dizilim gösterdiği belirlenmiştir. Örnek mi? İşte DNA tarafından kodlanan 20 amino asitten C-U-G triplet nükleotidinin Lösin olarak şifrelenmesi, U-C-G triplet nükleotidinin ise Serin olarak şifrelenmesi bunun en bariz örneklerini teşkil eder. Tabii bitmedi, dahası var; bunlardan mesela Valin, Treonin, Alanin, Anjin ve Glisin’in de 4 değişik tipte nükleotid dizilimi şeklinde şifrelenip sıralandıkları gözlemlenmiştir. Üstelik bu tip sıralanmalar sırf aminoasit oluşumuna yönelik olmayıp hücre içinde daha başkaca fonksiyonlara da kapı aralayan şifre sıralanmalarının varlığı da söz konusudur.
Şurası muhakkak 20 çeşit amino asidi bağrında taşıyan 100 amino asitlik bir nükleotid dizilimden protein oluşumunun tesadüfen meydana gelme ihtimalinin 1 rakamının yanına 100 tane sıfırlı bir rakamlı sayı ilave etmek olur ki, gerçekten de bu sayı bizim ufkumuzun alamayacağı dudak uçuklatan bir sayı olacaktır. Hele birde bu hesabı atom sayısı ölçeğinde düşündüğümüzde işin içinden çıkılamayacak bir sayısal hesapla karşı karşıya kalacağız demektir. Ne diyelim, rakamlar tablosunu sizde görüyorsunuz ya, rakamların bile dilini yuttuğu bir şifre dünyasıyla karşı karşıya kaldığımızın sonucu bir tablodur bu. Şimdi bu noktada evrimcilere sormak gerek rakamlar dilini yutmasında ya kim yutsun. Allah aşkına böylesi bir tablo karşısında rakamlar ne yapsın, şifre dünyasından hangi birine yetişebilsinler ki, baksanıza şifrenin biri bitmeden bir diğer şifre kodonu amino asit dizilimine birbiri ardı sıra girmekte. Nitekim bir kısım araştırmacılar genetik kodların şiflerini çözmek adına üzerine üzerine gittikçe bitip tükenmek bilmeyen şifre seliyle karşı karşıya kalmışlardır adeta. Bu yüzden bizim açımızdan DNA’da 64 adet üçlü kodonluk nükleotit diziliminin de bir anlamda kader yazısı bir şifredir dersek yeridir. Nitekim bu söz konusu şifre kodonun açılımından öyle anlaşılıyor ki, gelmiş geçmiş tüm insanlığın genetik şifreleri de kodludur. Öyle ki sırrına vakıf olamadığımız bu söz konusu tüm insanlık kodu, DNA enformasyonun tek bir sözcüğüne denk gelen genom kodlamasıdır bu. Ki, bu tek kelimelik diyebileceğimiz insan genom kodu, Yüce Allah’ın “ Ol” emriyle kıyamete dek gelecek tüm insanlığı da kapsayacak bir şekilde kodlanmış olup dirlik içinde her şey mecrasında ilerlemekte de. Ama gel gör ki evrimcilere, İnsan DNA’sının kodlarının topraktan gelip yine toprağa gideceği DNA mayasıyla buluşacağı günde tekrardan dirileceğimizi anlatmaya kalkıştığımızda deveye hendek atlatmaktan daha zor bir işin içinde olacağımız muhakkak. Adamlar baksanıza Nuh diyorlar ama bir türlü dilleri Peygamber demeye varmıyor, habire farklı canlı türlere ait DNA şifrelerin veya protein yapıların birbirine benzer olduğundan dem vuraraktan kendilerince kod dünyasını evrime uyarlayacaklarının hayaliyle hep avunup tez üstüne tez yazmaktalar da habire. Derken adamlar en nihayetinde geldikleri noktada maymun DNA’sıyla insan DNA’sını özdeşleştirme yolunu tercih edip insanın atasını maymun ilan etmişler bile. Oysaki bu nasıl ataysa, 46 kromozom, şempanze ve gorilde ise 48 kromozom vardır. Şayet DNA bazında uyumluluğu evrime delil olarak gösterilecekse maymundan ziyade kendilerine delil teşkil edecek patates çok daha uygun bir örnekleme olabilirdi pekâlâ. Malum patatesin kromozom sayısı insan kromozom sayısına eşit olup, yani 46 kromozomdur. İşte bu örnekten de anlaşıldığı üzere bu tip benzetmeleri evrime delil olarak sunmaları geri dönülmez çıkmaz yollara sürüklendiklerini ve büyük bir hata içerisine girdiklerini gösteriyor.
Hakeza Adli Tıp ve Polis kriminal laboratuarlarında gerek olay yeri incelemeleri gerekse nesep davalarıyla ilgili davalarda STR gen bölgelerinin tespitine yönelik çalışmalar sonucunda; tek tipte erkek ve kadın karakterli DNA tiplemelerin yanı sıra cinayet ve tecavüz gibi konularla alakalı karışım halde (mix) DNA profilleri (genomları) elde edilmektedir. Elde edilen STR gen dizilimi sayesinde kişilerin profilleri ortaya çıkabiliyor. İşte bu gen dizilimleri sayesinde nesep davalarında çocuğun ebeveynleri belirlenebilmekte, ayrıca cinayet ve tecavüz gibi olaylarda ise şüpheli şahıslara ait DNA profillerinin karşılaştırılmasıyla da karanlıkta kalan pek çok olay aydınlanabiliyor. Hem nasıl aydınlanmasın k, malum dünyada ne kadar insan varsa bir o kadar da her bir insana özgü DNA tiplemeleri vardır. Üstüne üstük tek yumurta ikizleri haricinde hiç kimsenin DNA tiplemesi bir başkasının DNA tiplemesi ile tıpa tıp aynı olmaz. Dolayısıyla Kriminal laboratuvarlarında DNA tiplemelerine yönelik kaç gen bölgesiyle çalışılırsa çalışılsın mutlaka her bir kişinin kendine özgü bir DNA tiplemesi mevcuttur. Bu tipleme kişinin aynı zamanda aidiyet kimliğidir. Nitekim her bir kişiye has DNA diziliminin bir başka kişiyle aynı olma ihtimali asla söz konusu değildir. Madem her bir fert için belli bir aidiyet kimliğini belirleyecek nükleotid dizilim gerektiriyor o halde Kâlû Belâ’dan beri bugüne ve kıyamete dek gelecek olan her bir ferdin kendine özgü DNA kimlik yazılmış olduğunu gösterir. Bu nedenle bir ferde ait DNA tipleme rakamlarını tesadüfen dizilimini oluşturma ihtimali, bir maymunun bilgisayar klavye tuşlarına bastığında hiç hata payına meydan vermeden iki satır cümle yazma ihtimali kadar zayıftır diyebiliriz.
DNA CÜMLELERİ (Genler) VE CİLTLER (Kromozomlar)
Canlı sistem son derece kompleks bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla herhangi bir sistemin tesadüfen kendi kendine tesadüfen oluştuğunu söylemek akla ziyan bir tavırdır. Öyle ya, mademki harflerin dizilişinden kelimeler, kelimelerden cümleler meydana geliyor, o halde bu misalden hareketle hücre içerisinde birtakım biyokimyasal faaliyetler DNA’daki bilgi birimleri olarak atfettiğimiz kodonların sıralanışına göre işlerlik kazanacaktır. Bu yüzden DNA’ya hücrenin bilgisayar işlemcisi başmühendis yazılımcısı gözüyle bakabiliriz pekâlâ. Hem nasıl öyle bakmayalım ki, Sibernetik çağda artık cümleler ikili sistemle çalışıp, 0 ve I sembollerle(evet-hayır) karşılık bulmakta. Böylece bu ikili sistem sayesinde ciltler dolusu eser bir anda bilgisayar ekranına yansıyabiliyor. Hatta yabancı dilin tercümesi de bu ikili sistem kodlamasıyla sayesinde anında çevrilebiliyor. İşte bilgisayar işletim sisteminden hareketle anlaşılan o ki, hiçbir biyolojik sistem kendi kendine çarkını döndürememekte, sistemin işlemesi için mutlaka yönetici bir gene ihtiyaç vardır. Nitekim canlı hücreler Bilgi İşlemcisi Başbuğ Başkan DNA molekülünce yönetilip, başsız değildir. Hatta biyolojik hiyerarşik düzen içerisinde DNA bünyesinde kodlanmış bilgi kodonlarının daha büyük çapta enformasyon (bilgi) birimine dönüşüp bir başka geni meydana getirebiliyor. Diğer taraftan insan DNA’sında bir milyondan fazla gen var olup, mevcut genlerin çoğu uzun veya kısa bir protein moleküller olarak temsil edilirler. Bir kısım genler ise daha başka görevler için kullanılmış olurlar. Bu yüzden her bir ayrı protein şifresi taşıyan genlere strüktürel gen denmektedir. Dolayısıyla mRNA bu şekilde strüktürel genlerin birer komplamenter kopyası olarak iş görür. Ayrıca DNA’nın kontrolünde belli bir vazifeye yönelik iş gören binlerce enzim adeta seferber olup her biri DNA zincirinde bir gene karşılık kodlanmaktadır. Şimdi tam da bu noktada böylesi mükemmel biyolojik hiyerarşik yapı içerisinde nasıl olurda DNA’nın yönetici konumu tesadüfen olduğu söylenebilir pes doğrusu. Başka ne diyelim bu denli komplike işleyen mekanizmaya halen tesadüfi oluşum deniyorsa, Allah akıl fikir versin demekten başka elimizden bir şey gelmez de.
Evrimciler yukarıda bahsi geçen hususlarda iddialarını ispatlayamayacaklarını fark etmiş olsalar gerek ki, bu sefer kompleks yapıların ansızın değil, aşama aşama zaman içerisinde ortaya çıkabileceklerini ileri sürmeye başlamışlardır. Yani sıkıştıklarında işi zamana havale etmeyi yeğliyorlar. Daha da işi ileri götürerek güya biyolojik sistemin birinci basamaktan ikinci basamağa, daha sonra üçüncü basamağa doğru ilerlediğini söylemekteler. Daha da hızlarını alamayıp her basamakta çevresine uyum sağlayanların ayakta kalıp yoluna devam edebileceklerini, her hangi bir basamakta takılanların ise zararlı kabul edilip bir üst basamağa terfi edemeyeceklerini, böylece basit konumda kala kalacaklarını dillendirmekteler habire. Bu arada ön kabullerine dayanak teşkil etsin diye mutasyon ve tabii seleksiyonu tezlerini güçlendirmek adına kurtarıcı temel esas alırlar. Oysa kendi ön yargılarını doğru kabul etsek bile seleksiyonla iki faydalı mutasyon taşıyan kuşağı oluşturmak hiçte kolay bir iş değil. Üstelik bu iş için takriben bir milyon yeni kuşak geçmesi gerektiğini de söylemekteler ki, bu tamamen havanda su dövmek gibi tezlerinin hiçbir tutarlılığının olmadığının itirafı ve insanlığın hiçbir şekilde göremeyeceği uzun bir zaman diliminin arkasına sığınma gerekçesidir bu. Anlaşılan evrimciler hayal âleminde kendilerince mutasyon ve doğal seleksiyona olduğundan fazla görev yüklemiş gözüküyorlar.
Evrimciler işi zamana havale eder dursunlar, bakın Yale üniversitesinden Dr. Harold J. Morowitz en basitinden bir canlının hayatını idame ettirebilmesi için minimum 239 çeşit proteine gerek olduğunu ortaya koymuştur. Hatta bugün itibariyle bilinen mikoplazma cinsinin üyesi ve en küçük bakteri cinsi olan Mycoplasma hominis (H 39’un) için 60 çeşit amino aside ihtiyaç olduğu artık bir sır değil. Üstelik DNA’nın toplam uzunluğu canlıdan canlıya değişebiliyor da. Örneğin bir bakteriofaj DNA’sı 10 mikro litre uzunluğunda olup, bakterilerde 1 mm, memelileri de ise 10 cm olarak hesaplanmıştır. Keza bazı araştırmacılara göre insan DNA’sı 100 cm uzunluğunda olduğu belirlenmiştir. İşte bu sıraladığımız rakamlardan hareketle 10 mikro litre uzunluğunda bir bakteriofaj DNA’sında 3x104 (üç çarpı on üzeri dört) nükleotid’in (harfin) var olacağı hesaplanmaktadır. Ortaya çıkan bu veri normal bir kitap için ise 3x103 (üç çarpı on üzeri üç) harfli bir sayfaya tekabül eden bir rakamdır. Yani bir bakteriofaj DNA’sı 1000 sayfalık 1 cilt demektir. Bir başka ifadeyle canlıların büyüyüp çoğalmaları için gereken bilgi yığını veri tabanı görevi yüklenmiş nükleik asit moleküllerinde muhafaza edilmektedir. Dolayısıyla bu bilgi yığını sayesinde nükleik asitler kromozomları oluşturmak üzere bir çift heliks şeklinde birbirlerine kenetlenip bağlanırlar.
Memeli hücrelerinde durum daha farklıdır. Nitekim 100 ciltlik insanda yaklaşık her biri 1000 sayfa olmak üzere hücrelerinde 1000 ciltlik enformasyon taşırlar. Gerçekten de insan DNA’sı 1000 ayrı ciltlik 46 ayrı kromozoma pay edilmiştir.
Anlaşılan tüm organizmaya ait hayatsal faaliyetler belli bir plan çerçevesinde kimyasal, fiziksel, psikolojik yönden işlerlik kazanması genetik enformasyon liderliğinde ve denetimi altında vuku bulmaktadır. Hatta bu muazzam enformasyon deposu bilim adamlarınca bir canlının alın yazısı olarak kabul görür.
Ayrıca genetik enformasyon;
-Bireysel enformasyon,
-Toplumsal enformasyon” diye de kategorize edilmektedir.
Canlılarda şifrenin universal olması meselesi
Malum yaratılan her tip çok sayıda çeşitli gen kombinasyonlarını bağrında taşıyacak tarzda yaratılmıştır. İşte bu nedenledir ki çok sayıda çeşitli gen ve genetik şifrelerin bilhassa eşeyli üreme esnasında çok değişik kombinasyonlarda ve farklı şekillerde nasıl açınıma uğramaları karşısında evrimcileri bayağı iyiden iyiye düşündürüp çareyi kaçamak cevaplarla geçiştirerekten sırra kadem basmakta bulmuşlardır. Zaten onlar kod sözcüğünden pek haz etmezler, çünkü işin içinde hesap kitap işi var. Öyle ki şifrelerle, hesap kitapla pek barışık olmadıklarından daha şifre sözcüğünün baştaki “Ş” harfini duyar duymaz renkten renge girerler de. Tabii işin içinde hesap kitap olunca adamlar ne yapsın, bu durumda kâinatta olup biteni bir program veya şifre dâhilinde açıklamak onlara rüyalarında kâbus görmüşçesine zül gelmekte. Onlar için en iyisi mi kâinatta olan bitene tesadüf demek işin içinden sıyrılmak adına daha çok kolay gelmekte. Üstüne üstük tesadüf demek içinde özel bir analitik çabada gerektirmiyor.
Bilindiği üzere her canlı türü için genetik kodlar birbirinin aynısı olmamakla birlikte, her canlının kendi içinde genetik kodları aynı olup nesilden nesile değişmeksizin sabit kalabiliyor. Nitekim bu hususta bir kısım araştırmacılar birbiriyle yakınlığı olmayan canlılara ait şifreleri karşılaştırmak amacıyla birtakım deneyler yapmışlarda. Şöyle ki;
-Hayvansal virüslerin nükleik asitlerden hazırlanan örneklerle bakterileri enfekte ettiklerinde bakteri hücresi tıpkı bir bakteri virüsünün tesiri altına girmişçesine virüse ait polipeptit zincirini sentezlediği gözlemlenir gözlemlenmesine ama bu sentezlenme hadisesiyle birlikte ortaya yeni bir tür ortaya çıkmayacaktır.
-Bitkilerde hastalık yapan virüslere ait nükleik asitleri bakteri virüslerin özütlerinden hazırlanan yapay unsurlarla karıştırıldığında normal biyolojik fonksiyonlarına devam etmekle beraber biyolojik donanım aynı kalıp evrimleşme söz konusu değildir. Belli ki suni de olsa biyolojik hayatta kendi keyfince üreme denilen bir hadiseye yer yoktur. Var olan bir gerçek var, o da tüm canlı hücrelerde biyolojik nizamı âlem orijinal halde yoluna devam ediyor olmasıdır.
-Kökenleri farklı elemanların bir araya getirilmesiyle hazırlanmış yapay ortamlar sanki tek bir türe ait hücre yapısı gibi davranmakla birlikte, şu da bir gerçek Yüce Yaratıcı benzer fonksiyonlar için hayat kimyasını ve benzer yapıları kullanıp yaratmışta olabiliyor. Ancak yaratılan her tür canlının kendi içinde genleri değişmeyeceğine göre bu demektir ki her canlı tipindeki genetik yapı sabit kalıp asla aynı tip canlıdan farklı canlı tip türemeyecektir. Zira genetik yapı, tüm canlıların genetik karakteristik özellikleri kontrol eden Yüce Yaratıcının varlığına işaret etmektedir.
-Değişik organizmaların hücrelerinden hazırlanan örneklemelerin yapay bir ortamda mRNA aktarılınca birbirlerine uyan sonuçlar alınsa da yine asla yeni bir tür canlının meydana gelmesi söz konusu değildir. Kaldı ki deney metodunu evrime uygulamak hiçte öyle kolay gözükmemektedir. Nitekim Evrimci Theodosius Dobzhansky; deney metoduyla milyonlarca sürebilecek bir olayın açıklanmasına yetecek sürenin bir araştırmacının ömrünü aşabileceğini itiraf etmek zorunda kalmıştır.
Heinrich J. Matthaei ve Schoek iki bilim adamı insan plasentasından hazırladıkları hücresiz yapay ortamda 64 kod sözcüğün en az 27’sinin hem insan, hem de E. Coli için müşterek (ortak) kod sözcüğü gibi gözükse de elde edilen bu tür bulgularla tüm canlıları kapsayan ortak gen havuzuna mensub oldukları anlamı çıkmaz. Kaldı ki embriyolojik süreç her canlıda farklı seyretmektedir. Dolayısıyla embriyonun gelişmesi esnasında ne ceninin (fetus) geçirmiş olduğu embriyolojik safhalar (ontogeni) ne de bir başka canlıya ait embriyolojik benzerlikler evrime delil olamaz. Üstelik ortada homolog canlılara ait ortak ata fosilleri yok ki, böyle bir iddia da bulunulabilsin. Çünkü birçok müşterek kombinezonlardan hareketle aynı atadan geldiğimiz varsayımına delil teşkil etmediği gibi bütüncül durum ortaya koyamamaktadır. Zira ne kurbağa, insan DNA’sıdır ne de insan, kurbağa DNA’sıdır. Dolayısıyla evrim masalları hep varsayım görüş olarak kala kalacaktır. Onlar varsayımlarıyla kala kalsınlar, şu bir gerçek canlılar dünyasında türler arasında benzerliklerin varlığı ortak atadan meydana geldikleri anlamına gelmez. Maalesef onlar oldubitti varsayımcı kafada olduklarından dış görünüşteki benzerliklere bakaraktan hemen mal bulmuşçasına üzerine balıklamasına dalmaktalar. Ancak sonradan canlıların dış görünüşüne göre değil de derinlemesine analize tabii tutulup canlı türleri arasında bariz farklılıkların olduğu gerçeği ile yüzleştiklerinde işi hafife alıp teğet geçmektedirler. Öyle ya, şayet ortada birbirine benzer iki canlı veya birçok benzer canlılar aynı atadan gelmişlerse bunların birbirine dönüşümünü gösteren ara formaların ve aynı zamanda birbirleri arasında geçişlerin nerede başladığı ve nerede noktalandığı kademeleri gösteren delilerin de ortaya konmaları gerekir. Mademki canlıların başlangıçta güya ortak bir gen havuzundan dağılaraktan birbirinden türediklerinden dem vuruyorlar, yani aralarında ki evrensellikten söz ediyorlar, o halde iki arada bir derede kalmamak için bu işin taşıyıcılığını üstlenen tRNA’daki aminoasitlerin seçme (kodon tanıma) sınır alanlarının uzaysal boyutlarını da ortaya koymaları gerekir. Hatta bu da yetmez, icabında uzaydakilerle yerdekilerin ortak gen havuzunda nasıl buluşup birbirleri arasında nasıl evrim geçirdiklerini de gösteren delillerde ortaya koymaları gerekir. Tabii kararsız kasım oldukları için ortaya kendi varsayımlardan başka hiçbir delil ortaya koyamayacaklardır. Derken mutasyon kaynaklı değişikliklerin arkasına sığınıp onlardan medet umacaklardır. Oysaki mutasyon kaynaklı değişiklikler hemen hepsi kendi alanlarında sınırlı ve zararlı arızalar kümeler olarak kala kaldıkları bilinen bir gerçekliliğe rağmen yine de evrimleşme sürecinde her bir mutasyon geninin oğul döllere eklendikleri varsaysak bile bu söz konusu defolu genlerin baskın halde nesilden nesile kuşaklar boyu sürdürülebilir bir şekilde asla gün yüzüne çıkamayacaktır.
Velhasıl-ı kelam; yukarıda ki satırlarda dilimizin döndüğü kadarıyla izah etmeye çalıştığımız canlı türlerinin genel itibariyle şifre kodonları hakkında kabul görüp ortaya konan biyolojik verileri şöyle özetleyebiliriz:
-Her bir şifre kodonu üçlü nükleotid dizinim grubundan meydana gelmiştir.
-Her üçlü kodon müstakil (özeldir) olup, nükleotidlerin üst üste birikmesi söz konusu değildir.
- Birçok aminoasitler birden fazla üçlü kodonlar halde yönetilir.
-Herhangi bir üçlü kodon birden fazla amino asidi yönetemez. Üçlü kodonların sadece bir amino asidi yönettiği belirlenmiştir. İstisna olarak U-U-U üçlüsünün fenil alaninden başka mesela lösini de kısmen yönettiği olmuştur denilebilir.
-Birtakım şifre kodonları aminoasitleri kodlayamadığı durumlarda bu kez protein sentezinin başlatılması ve sonlanması gibi diğer işlerde kullanıldığı belirlenmiştir.
-Her canlı organizmada aynı aminoasitler aynı üçlü kodonlar tarafından yönetilir. Mesela E. Colinin diğer canlıların aminoasitleri gibi kendine özgü üçlü kodonunun olduğu belirlenmesi bunun tipik örneğini teşkil eder.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/dnanin-sifre-kodlari-5986-kose-yazisi
dedekorkut1
20 Ağustos, 2022 - 12:32
Kalıcı bağlantı
DNA İLE BİRLİKTE HAYY’DAN GELİR HU’YA GİDERİZ
DNA İLE BİRLİKTE HAYY’DAN GELİR HU’YA GİDERİZ
SELİM GÜRBÜZER
Elçiye zeval olmaz denir ya hep, aynen biz de bu noktada RNA için biyokimya hayatında DNA’nın şifre kodlarını üzerinde taşıması hasebiyle ona da elçiye zeval olmaz gözüyle bakarsak yeridir. Her ne kadar RNA, bilgi kodunun baş mimari değilse de, protein kodlayıcı yönünde yüklenmiş bir bilgi taşıyıcısıdır. Malum, bilgi kodunun asıl baş mimari DNA’dır, RNA’nın buradaki fonksiyonu DNA’daki bilgiyi protein sentezi imalatının yapıldığı ribozom fabrikasına taşıyaraktan protein sentezinde aracı rol üstlenmesidir. Ki, bilgi kodu olmaksızın protein sentezi gerçekleşemez. Protein sentezinin gerçekleşmesi için DNA bilgisinin mutlak surette RNA üzerinden kopyalanıp sitoplazma alanına iletilmesi gerekir. Tüm bunlardan da öte Allah’ın El- âlim isminin tecellisi ‘Ol’ emri bilgi kodunun DNA başkanlığında ve RNA’nın aracılığıyla ilgili yerlere ulaştırılması gerekir ki “Ol” emri bilgi kodundan maksat hâsıl olun.
Nasıl ki Yüce Allah (c.c) bulutu yağmurun yağmasına vesile kılmış aynen DNA bilgi kodunun protein sentezine dönüşmesi içinde bu hususta RNA’yı aracı kılmıştır. Zaten elçilik aracı olmayı gerektirir. Nitekim RNA, elçi sıfatılığı sayesinde bilgi transfer işlemleri takriben 50 makro molekül yapıtaşları eşliğinde mümkün hale gelmekte. Ve bu söz konusu makromolekül seviyedeki yapıtaşlarının her biri DNA’nın bilgi bileşenleriyle kodlanır da. Dolayısıyla DNA’nın boyasıyla boyanmadan sitoplazma içerisinde yer alan monomerlerin polimerleşmesiyle oluşmuş çok büyük moleküllerin (makromoleküller) hiçbir hükmü olamayacaktır. İlla ki RNA vasıtasıyla gelen bilgilerle boyanmaları gerekir ki sitoplazma içerisinde bulunmalarının bir anlamı olsun. Aksi halde içi boş artık maddelerden başka bir anlam ifade etmeyeceklerdir. İşte bu noktada meseleye anlam cihetiyle baktığımızda genetik bilgi demek hücrenin bütününü kapsayan enformasyonu demektir. Bu ne tek başına RNA’nın kendiliğinden gerçekleştirdiği bir genetik enformasyondur (genetik bilgidir), ne de her hangi bir hücre elamanının tek başına başardığı bir enformasyon hadisesidir. Tam aksine DNA’nın öncülüğünde, RNA’nın ise elçiliği vasıtasıyla ve takriben 50 makro molekülün işbirliği ile gerçekleşen genetik enformasyonun ta kendisi mucizevi bir hadisedir bu.
Evet, bu mucizevi hadiseyi bir kez daha söylemekte fayda var; DNA’nın bilgi koduyla renklenmeksizin RNA’nın kendi kendini kopyalaması mümkün olmayacağı gibi hayat biyokimyası da “Hayy” olarak işlerlik kazanmayacaktır. Hiç kuşkusuz hayat biyokimyası, Yüce Allah’ın (c.c) isminin tecellilerinin tezahürü olarak iri ve diri olması anlamında “Hayy” olmakta. İşte bu noktada DNA, Yüce Allah’ın “Ol” emri koduyla hayat biyokimyasının “Hayy” olmasında Başbuğ Başkanı olarak görev yüklenirken, RNA’da hayat biyokimyanın elçisi konumunda vezir-i azamı olarak görev yüklenmiş olmakta. Her ikisi de bu durumda Yücelerden emir almış, gereğini yapmaktalar. Hani halk arasında olumsuzluk anlamında ifade edilen “haydan gelir huya gider” diye söylenen bir söz var ya, neyse ki tasavvufi çevreler de bu söz olumlu yönden ifade edilerek “Hayy’dan gelir Hû’ya gider” şeklinde, yani müsbet manada Allah’tan (hayat sahibinden) geldik O’na gideceğiz olarak karşılık bulmakta. Zaten doğru ifade edileni de tasavvufi hayat yaşayanların algıladığı ifadedir. Zira “Hayy” da hayat bulmak vardır, “Hû” da ise “Allah’ım maksadım Sensin, isteğim Senin rızanı kazanmaktır” anlamında Fenafillah, Bekabillah ve Hüve (Vücud) olmak vardır. Gerçekten de öyle değil mi, Yüce Allah’ın isminin tecellileri olmadan asla hayat biyokimyamız hem madden hem de manen vücut bulamaz.
Şu bir gerçek, her kim ki istediği kadar hayat için gerekli olan tüm malzemeleri devasa büyüklükte deney tüplerine koyuverse de, akabinde bu deney tüpleri içerisindeki malzemelerin dirilmesi adına ne var ne yok tüm metotları tatbik edivermiş olsa da şunu iyi bilsin ki cansız bileşenlerden bir diriliş asla ortaya çıkaramayacaktır. Nitekim bu tür denemeler uzun yıllar çok kez sınandı sınanmasına ama her defasında sonuç sıfıra sıfır, elde var sıfır çıkmıştır hep. İşte bir zamanlar hayatın tesadüfi olarak çıktığına inandırılan matematik ve astronomi Profesörlerinden Chandra Wickramasinghe muhtemeldir ki etrafında gözlemlediği sıfıra sıfır, elde var sıfır sonuçlar karşısında “Şu an geldiğim nokta itibarı ile Tanrı’yı inkar edecek hiçbir akılcı argüman bulamıyorum. Tek mantıklı cevabın yaratılış gerçeği alakalı bir durumu kabullenmek olmalıdır” şeklinde bir takım gerçekleri dile getirme itirafında bulunabilmiştir.
Malum altmışlı yılların sonlarında İzlanda civarında yeni bir adanın doğuşuna şahit olunmuştu. Bir kısım bilim adamları bir ümitle yollara düşüvermişlerdi. Hayata daha yeni merhaba diyen ada da kendi hal lisanıyla gelenlere adeta hoş geldin dercesine rengârenk çiçeklerle kaplı bitki florasıyla ve birtakım böcek ve kır çiçekler karşılayıverir. Gerçekten de adanın iki yıl içerisinde bu denli zengin flora ve faunaya kavuşmasını izleyenlerin dikkatinden kaçmaz da. Dikkat edin sözü edilen iki yılda oluşan manzaradan bahsediyoruz, yani uzun bir zaman diliminde oluşmuş bir manzaradan bahsetmiyoruz. Ancak iki yılda da oluşan bir manzara olsa Evrimci tezlere ters düşen bir durumdu bu. Çünkü evrimciler o güne kadar her türlü hayat oluşumunun ancak 50 milyon yıl içerisinde oluşabileceğini hep söyler dururlardı. Dolayısıyla daha yolun başında, hayata yeni merhaba diyen adanın yeni sakinlerinin kısa sürede ulaştığı konum doğrusu onları şaşırtmış gözüküyordu. Her ne kadar bu rengârenk manzara içerisinde gelişmiş ağaç ve gelişmiş hayvan türleri olmasa da, sonuçta ada da Amerika’da yaşayan bir karınca cinsiyle karşılaşmaları onları büsbütün çıldırtmaya ziyadesiyle yetmişti. Onlara çıldıra dursun, böylece yaratılışçıların ısrarla ileri sürdükleri canlıların yeryüzüne aynı anda çıktığı fikri bir kez daha teyit edilmiş oldu.
Malum yine bir ilginç araştırma konusu olan RNA’nın protein senteziyle alakalı bir molekül olduğu gerçeği bir kısım bilim adamları tarafından ortaya çıkarıldıktan sonra bu kez dikkatler protein sentezinin acaba hücrenin neresinde gerçekleştiği yöne çevrilir. İşte bu amaç doğrultusunda Henry Borsook, radyoaktif amino asit içeren bir maddeyi kobaya enjekte etmekle işe koyulur. Derken 30 dakika sonra hayvanı öldürüp karaciğerini şeker çözeltisinde karıştırdıktan sonra oluşan ekstraktı üç değişik hız ayarında santrifüj işlemine tabi tutaraktan çekirdek, ribozom ve mitokondrileri birbirinden ayırabilmiştir. En nihayet yaptığı analiz ve ölçümler neticesinde ise ribozomdaki radyoaktif amino asit miktarının diğer hücre kısımlarından (Mitokondri, çekirdek gibi) iki kat daha fazla olduğunu gözlemlemiş ve böylece aminoasitlerin ribozomlar üzerinde protein sentezini gerçekleşebileceğini ortaya koymuştur. Üstelik Boorsok 1950 yılında bu deneyi yaptığı zaman daha henüz ribozomların endoplazmik retikuluma bağlı olduğu bilinmiyordu.
Hakeza, Paul Charles Zamecnik ve arkadaşları, Boorsok’un izlediği yola benzer bir metotla fareyi uyuşturup karaciğerini vücudundan ayırıp ardından radyoaktif amino asit içeren bir çözeltiyi kuyruk toplardamarına enjekte etmişler. Sonrasında 2 ila 20 dakika arası bir zaman diliminde karaciğerden birer parça alarak asit miktar tayinini belirlemişlerdir. Derken netice itibariyle ribozomların her miligramına tekabül eden amino asit miktarının endoplazmik retikulumdan arta kalan proteinden 7 kat daha fazla radyo aktif aminoasit içerdiğini ölçümlemişlerdir. Böylece bu deneyle birlikte proteinlerin ribozomlar üzerinde gerçekleştiği kesinlik kazanmış oldu. Aslında Paul Zamecknik ve arkadaşları belli ki bu deneylerle proteinlerin ribozomlar dışında veya endoplazmik retikulumun başka kısımlarında da yapılıp yapılmadığını belirlemek amacını gütmüşler. Ancak yaptıkları deneylerle hücre içerisinde protein sentezinde asıl etken unsur olan yapıların başında çekirdek tahtında oturan DNA molekülü ile çekirdek, sitoplâzma ve ribozom hattı üzerinde mekik dokuyan mRNA’ın yanı sıra mesajları doğrudan ribozoma taşıyan tRNA molekülleri olduğu anlaşılmıştır.
Hücre yönetiminde hiyerarşi
Bütün canlıların esasını teşkil eden nükleoproteinler bir organik bileşik olup; nükleik asit ile bir veya birkaç proteinin birleşmesinden teşekkül etmişlerdir. Yani bu demektir ki, proteinler takriben 100 ila 3000 arası amino asitten meydana gelmiş organik moleküllerdir. Mesela en basitinden kan dolaşımına hayat veren aynı zamanda cana can katan diyebileceğimiz protein niteliğinde hemoglobin molekülünün 574 amino asit bileşiğinden oluştuğu belirlenmiştir. Düşünebiliyor musunuz kan dolaşımımızda milyarlarca kırmızı kan hücresinden sadece bir tanesinde 574 amino asit bileşenleri mevcuttur. Şayet tamamında bu sayı kaçtır derseniz hesaplatıldığında 280 milyonlu bir rakama tekabül eden hemoglobin proteinin varlığı ortaya çıkmış olur. Öyle ki gerek oksijenin kan yoluyla vücuda transferi, gerek yediğimiz gıdaların sindirilmesi, gerekse kanın pıhtılaşması gibi pek çok kimyasal hadiselerin gerçekleşmesi protein veya enzim içerikli proteinlerin varlığı sayesinde vuku bulmakta. Şu da var ki birçok araştırıcı hücre içerisinde vuku bulan birçok temel olayın çekirdek tahtında oturan DNA’nın bilgisi dâhilinde kodlandığında hemfikirdirler. Ancak yine de bu demek değildir ki DNA tüm hücre faaliyetlerini tek başına yürütmekte, bilakis kendi emri altındaki komite kademesiyle birlikte tüm hücre içi faaliyetlerin üstesinden gelinmekte. Kaldı ki DNA, kendi faaliyetlerini hücre içinde (sitoplazmada) değil, çekirdekte konumlanmış halde yürütmekte. Sahada at koşturanlar ise RNA, ribozomlar, endoplazmik retikulum gibi organellerdir. İyi ki de sahada varlar, bu sayede hücre faaliyetlerinin büyük bir bölümü bu söz konusu hücre elemanlarınca halledilmiş olmakta. Ve her daim iş başındalar da. Örnek mi? İşte mRNA molekül, DNA’dan aldığı talimatları en iyi şekilde saha elamanlarına ileterekten gereğinin yapılmasına vesile olması bunun en tipik misalini teşkil eder. Derken bu sayede mRNA vasıtasıyla iletilen direktifler karşısında olumlu tepki veren hücre içindeki saha elemanları protein sentezi olayına katkı sunmuş olurlar. Buna mecburlar da, zira hiyerarşik düzeninin emir komuta kademesinin en tepesinde Başbuğ Başkan DNA vardır.
DNA zincirinde yalnız bir tanesi RNA kalıbı olarak iş görür
Malumunuz hücre hiyerarşik düzeninin emir komuta kademesinin en tepesinde yürütmenin başı olan DNA, birbirine hidrojen bağlarıyla bağlanmış çift sarmal (spiral) bir yapı organelidir. Dolayısıyla sahada faaliyet gösteren hiçbir hücre elemanı genetik kartını kendi bulunduğu konumunun amacı dışında başka alanlarda kullanmasına izin verilmeksizin şifresine sadık kalaraktan faaliyet içerisinde bulunurlar. Nitekim DNA’nın çift sarmal zincir halkasının bir yakasından kopyalanan RNA, tek kalıp olarak iş görmekte. Öyle ya, şayet DNA zincirinin her iki yakası da RNA kalıbı olarak görev yapsaydı, ya her gen birbirinin komplementeri iki tane RNA kopyalanması vuku bulması gerekecekti ya da bu durumda halkaların her biri birbirinden ayrı iki tane protein sentezine yönelik bir başka kopyalanma gerekecekti. Görünen o ki; genetik kartlar her bir genin yalnız bir tek proteini denetlediğini göstermekte. Bu görünen duruma göre ya DNA zincirinde bir tanesi kopya edilmeli ya da iki komplamenter RNA kopası yapılacaksa da bunlardan yalnız bir tanesi fonksiyonel olmalıdır. Ki; bunlardan ilki daha akla yatkın gelmektedir. Nitekim bu durum Bacillus Subtilis bakterisine ait hücrenin yönetiminde sentez edilen RNA’nın incelenmesiyle daha da bir netlik kazanmıştır diyebiliriz.
Protein sentezinde mRNA’nın aracılığı
Protein sentezi gerçekleştirmek üzere kromozomlardan yola çıkan yönetici genlerden tarafından gönderilen talimatlar veya RNA alfabesinde A-U-G-S şeklinde kopyalanmış yazılı fermanlar mRNA aracılığıyla gereği yapılmak üzere ribozoma iletilirler. Tabii bu noktada ribozomlar kendi hal lisanıyla “Ferman padişahındır başım üstüne” deyip derhal gereğini yapmak üzere hemen her çeşit protein moleküllerin oluşumunda misyon yüklenmiş olurlar. İyi ki de bu iş ribozomların omuzları üzerinde yürümekte, zira ribozomlardan üretilmesi istenen protein çeşidi ne ise, mRNA'dan gelen yazılıma sadık kalaraktan o yönde protein sentezi gerçekleştirilmiş olunuyor. Malumunuz DNA’dan aldığı emirleri iletmekle vazifeli olan mRNA molekülü, eline aldığı yazılı fermanı, 5 uçlu kodunla ribozom barkot cihazından okutturmak suretiyle iletişimini gerçekleştirmiş olur. Hatta mRNA şeridinin ribozom üzerinde özel noktaya yapışmış olan tRNA (taşıyıcı RNA) kodonuyla da kontak kurmayı ihmal etmez. Kontak kurmaya mecbur da, çünkü mRNA bir kodon boyu ilerleyerek kendine uygun tRNA ile eşleşmek durumundadır. Böylece mRNA bir yandan üstelendiği mesajları hızlı bir şekilde ribozomdan geçirirken diğer taraftan da ribozomun yardımıyla kendine uyan tRNA kodonunu hizaya getirmiş (sıraya getirmiş) olur. Bu arada tRNA’nın uçlarında konumlanan aminoasitlerde kendi aralarında sıralanmış olur. İşte sizde görüyorsunuz ya, emir büyük yerden geldiğinde bir anda akan sular durur misali elinde taşıdığı fermanla A’dan Z’ye her hücre birimi sıralı bir şekilde dizilip hizaya geçmiş olur. Böylece bu sayede tRNA vasıtasıyla aminoasitlerin sıralanmasına aracılık eden moleküllerin mRNA üzerinde bulunan 64 çeşit kodonla birlikte bunlara uyan aminoasitlerin hangilerinin olacağı noktasında fermanın gereği yerine getirilmiş olunur.
Bir mRNA molekülünün arka arkaya ribozomdan geçiş serüveni
Anlaşılan o ki mRNA elinde ki yazılı fermanla ribozomdan diğer bir ribozoma çok rahatlıkla geçişler yapmak suretiyle kendi uç noktadaki kodonunu bağlayaraktan aynı anda ikinci bir protein molekülün sentezini başlatabiliyor. Tabiî ki sentezlenme hadiseleri bunlarla sınırlı değil, dahası var. Şöyle ki; her bir yazılım ribozomlardan bir barkod okuyucusundan geçercesine sıralı diziler halde geçmesiyle birlikte protein sentezinden maksat hâsıl olmuş olur. Zaten hücre sitoplazmasında birbirlerine yakın mesafelerde ribozomlar konumlandığı içindir mRNA bu noktada ribozomlar arası geçişlerle birlikte yeni ribozom gruplarının oluşmasına vesile olur ki, işte bu türden çoklu gruplara poliribozom (polizom) denmektedir. Şurası muhakkak poliribozomun varlığı protein sentezinin hız kazanması demektir. Böylece bu hız kazanması sayesinde az sayıda mRNA’dan çok sayıda protein sentezinin gerçekleşmesi mümkün hale gelebiliyor.
Protein sentezinde DNA enformasyonun amplifikasyonu
Protein sentezi bir gene ait enformasyonun çekirdek içerisinde başlayan DNA yazgısından mRNA yazgısına ve oradan da ribozom üzerinde polipeptit yazgısına tercüme edilme hadisesidir. Böylece bu üç yazgı hem kendi içinde hem de kendi dışında bilgi paketi şeklinde birbirine zincirlemesine devam eden enformasyon nitelik taşıyıp böylece birinden diğerine tercüme edilerek gerekli yerlere ulaştırılmış olur. Derken başlangıçta bir genlik enformasyon sonraki aşamalarda ortalama her dakikada bir adet mRNA üretilerekten kat be kat artış kayd ederek yatağından akıp gider. Ta ki kurulu saat misali mRNA molekülünün 240 dakikalık ömür süreci dolar, işte o zaman mRNA artık çalışamaz duruma gelip yerine yenileri dolduracaktır. Zaten tabiat boşluk kabul etmez ilkesi bunun gerektirir. Ne de olsa 240 dakikalık ömür boyunca aynı genden aldığı enformasyonla 240 adet mRNA olarak çoğalmakla vazifesini yerine getirmiş durumda, artık gözü arkada kalmayacak bir şekilde ölüm bir noktada onun için ahiret dirilişi bir muştu olacaktır. Böylece nöbeti devralan çiçeği burnunda yeni mRNA molekülüne karşılık gelen en yaşlı mRNA öleceğinden hücrede aynı enformasyonu taşıyan 240 mRNA’lık popülasyon genetiği dengesi korunmuş olur. Sadece korunmuş mu oluyor? Hiç kuşkusuz bunun yanı sıra ne bir eksik ne bir fazla mRNA’nın yüklendiği bu gen enformasyonu tRNA aracığıyla taşınaraktan ribozomlar üzerinden işlenip böylece bir denge halinde polipeptit yazgısına çevrilmek suretiyle yol alınmış olunur. Dile kolay, protein sentezi bir noktada tercüme faaliyeti işi olduğundan 20 harflik alfabeyle 10 ila 100 arasında amino asit içeren polipeptit yazılım dizilimi gerçekleşebiliyor. O halde harf yazılımı deyip es geçmeyelim, zira her bir harf yazılımı RNA yazgısında 3 harfli kodonluk bir kelime yazılımının yerine geçmektedir. Bu bir anlamda dört harfli insan DNA’sında harflerin çiftler halde birleşip mRNA’ya geçmesi demektir, oradan ribozom üzerinden polipeptit zincirine tercüme edilmesi demektir, akabinde ise oksitosin ve vazopressin polipeptitlerin meydana gelmesi demektir. Gerçekten de harf yazılımları es geçilecek türden sanat eserleri olarak sergilenmiş gibi durmuyor, sizde görüyorsunuz ya, tek bir harften üretilmiş bir yazılımın hücre faaliyetlerin de ne büyük işlere mührünü vurduğunu az çok bu satırların mana ve ruhundan fark etmişsinizdir zaten. Öyle ya, nasıl ki 29 harflik alfabemizden makaleler, hikâyeler, romanlar, ansiklopediler gibi her türden harika sanat neşriyatlarının tesadüfen meydana gelebilmesi için bir dünya ömrünün yetmeyeceğine göre, 20 harflik amino asit alfabesinden ise polipeptit yazılım eserlerinin tesadüfen meydana gelebilmesi içinde, değil bir dünya ömrünün, bir kâinat ömrü de yetmeyecektir. İşte tüm bu gerçekler ortada iken bugün olmuş halen birileri çıkıp bir insanın 46 kromozomuna denk düşen 1 milyon sayfalık bilginin tesadüfen meydana geldiğinden dem vuruluyorsa, Abdurrahim Karakoç’un ifadesiyle bu tamamen aklın karaya vurma halinden başka bir şey değildir
Protein Sentezinde yardımcı enzimler ve enerji ihtiyacı
DNA; protein yapısında birtakım enzimlerin yardımı sayesinde eşleşebiliyor. Aynı zamanda buna paralel olarak kendisine yardım eden enzimlerin varlığı da DNA bilgilerinin kontrolü altında gerçekleşmekte. Bu durum bir çelişki gibi görünse de ikisinin de aynı anda var olması gerektirecek şekilde yaratılış kodlanmasına tabii tutuldukları ortaya çıkıyor. Yani DNA’sız protein kodlanması olamayacağı gibi, proteinsiz de DNA kodlanması olamayacağı manasına var oluş demektir bu. Dolayısıyla son derece karmaşık hiyerarşik bir yapının baş komuta kademesinde ki DNA ve onun elçisi konumunda RNA işbirliği sayesinde gerçekleşen protein sentezinin tesadüfen meydana gelmesi asla ve kat’a mümkün gözükmemektedir.
Bilindiği üzere genetik programlamalar bin ciltlik kütüphaneyi içine alacak kapasitede bir veri tabanı alanına sığdırılacak derecede gen enformasyonları kayıt edilirler. Üstelik kayıt altına alınan gen enformasyonlar, üçlü harf veya üçlü kodonlu bir yazılımlar eşliğinde bilgi işlem belleklerinde milyarlarca bitlik birimine sığdırılacak şekilde dizilip hafıza kartlarında saklı tutulmaktalar. Örnek mi? İşte insan genomunun tekbir hücresinde tüm genetik özelliklerin kodlandığı 46 kromozomlu bilgiler 46 ciltlik dev bir ansiklopediyi dolduracak kapasitede bir belleğe sahip olması bunun bariz bir örneğini teşkil eder. Bu örnekten de anlaşıldığı üzere her bir cilt 20 bin sayfaya karşılık gelmekte. Düşünsenize söz edilen sadece tek bir hücre için karşılık gelen rakamdır bu, birde bunu insan vücudunu oluşturan trilyonlarca hücreye döktüğümüzde ortaya telaffuzu zor ifade edilecek rakamlarla karşılaşacağımız muhakkak. Ne diyelim, insan genomu kütüphanesinde de görüldüğü üzere ortada dudak uçurtan cinsten rakamlar vücudumuzun her alanında milimikron seviyelerde çepeçevre sarmışken hala bir takım aklı evveller bu duruma tesadüf diyorlarsa pes doğrusu. Üstelik trilyon rakamlı alanlarda israf ve savurganlıkta yaşanmaz. Nitekim Başbuğ Başkan DNA, hücrenin tamamı üzerinde fonksiyonlarını yürütürken hiyerarşik yapı içerisinde kendisine bağlı her bir etken birim unsuru ihtiyaca göre belirler. Öyle ki herhangi bir hücre içerisinde ihtiyaçtan fazla kimyasal ürün üretildiğinde bir enzim marifetiyle bu durum ya ilk inhibisyonla, ya mRNA üzerinde ikinci inhibisyonla, ya da mRNA üzerinde son inhibisyonla giderilir.
Protein sentezinin yarıda kalmasını önleyen son kontrol mekanizması
Ribozomlar kendilerine gelen mRNA molekülü üzerinde yazılı gen enformasyonuna dayanarak yüzlerce, on binlerce, hatta yüz binlerce amino asit molekülünü birbirine ekleyip istenen tipte polipeptit protein molekülü imal edebiliyorlar. Üstelik bu söz konusu polipeptit molekül içerisine mRNA’da mevcut olmayan plan dışı fazladan aminoasit ilavesine de izin verilmez. Zaten plan dışı herhangi bir program eklenmeye kalkışıldığında istenilen tipte protein üretilmemiş olacaktır. Bikere adı üzerinde yabancı protein, enjekte edildiğinde hücrede birtakım yan etkiler bırakmanın yanı sıra organizmada aşırı antikor oluşumuna ve alerjik durumlara da neden olabiliyor. Öyle anlaşılıyor ki, ribozom kendisine sipariş edilen molekülü tam kapasiteyle çalışan bir fabrika misali ince eleyip sık dokuyaraktan ürününü öyle imal etmekte. Ribozom fabrikasına sipariş edilen molekülün işleniş planı ise mRNA tarafından hazırlanmaktadır. Örneğin, 20.000 amino asitlik hammaddelik protein molekülünü yapacak bir mRNA’nın ribozom imalathanesinden geçtiğini düşünelim. Hatta hücre içerisinde aynı anda binlerce mRNA mesajların on binlerce ribozom tezgâhı üzerinde harıl harıl çalışıp aynı anda protein sentezini yapacakların varsaydığımızda buna bağlı olarak aminoasitlerin tükenmesiyle birlikte bir takım aksiliklerin ortaya çıkması kaçınılmaz hal alabiliyor. Neyse ki, hücrenin yaratılış kodlarındaki mükemmel donanım oluşabilecek muhtemel aksiliklere karşı da tedbirsiz değildir. Öyle ki, gözden kaçabilecek türden diyebileceğimiz bir iki istisnai vakalar dışında herhangi bir nedenle yanlış kodlanmış bir protein molekülü hücre içerisinden dışarıya çıkarılmasına da geçit verilmez. Kaldı ki, üretimi gerçekleşecek olan bir protein molekülü kalıp olarak son aminoasit bandına girdiğinde bu iş burada bitmiştir denilecek noktada bile “tamamdır” onayı hemen gerçekleşmez, mutlaka son kontrollerinin yapılması da gerekir ki, işlem tamamlandı denip onay verilmiş olsun. İşte hücre hiyerarşisi kontrol sistemi böyle bir şeydir, her halükarda son anda bir eksikliğin olabileceği göz önünde bulundurularaktan tüm kontrol mekanizmaları devreye sokulup “Yanlış hesap Bağdat’tan döner” misali plan dışı bir molekülün ortama salıverilmesinin önüne geçilmiş olunur. Şayet son kontroller yapılmayıp müsamahakâr bir sınırsız hoş görüyle göz yumulursa bir noktadan sonra hemen her şeyin çığırından çıktığı hücre anarşizmine yol açacağı muhakkak. Derken hücrenin kanserleşmesi ya da ölümü vuku bulacaktır. Dolayısıyla buna önlem olarak normal ve sağlıklı bir hücrede yabancı moleküller derhal bir enzim marifetiyle bertaraf edilip böylece mevcut hücre içi hiyerarşik yapının güvence altına alınmış olur. Öyle ki; bu yıkıcı enzim hücre nizamının tesisi adına harici molekülün tümü üzerinde birçok peptit bağlarını koparacak güçte vazife görmektedir. Hatta söz konusu enzim harici molekülü aminoaside veya zararsız küçük polipeptit haline çevirebilme kabiliyetinin yanı sıra yeni protein sentezinde kullanılacak yapı taşları halinde serbest hale de getirebiliyor.
Peki, tüm bu anlatılanlardan hücre hiyerarşisi yüzde yüz tam güvencededir diyebiliriz miyiz? Hiç kuşkusuz her şeyde olduğu gibi hücre içinde her şey yüzde yüz güvence altındadır demek fazla iddialı söylem olur. Sonuçta ortada çok karmaşık hiyerarşik bir düzen içerisinde protein sentezine yönelik harıl harıl bir çalışma söz konusudur. Dolayısıyla sürekli devri daim yapıda işleyen bir mekanizmanın kendi iç kontrol mekanizmaları protein sentezi sırasında doğabilecek bazı aksaklıkları gidermeye ve muhtemel zararları önleme kapasitesi kâfi gelmeyebilir de. Nitekim kimi zaman bir bakıyorsun aminoasit eksikliği yüzünden her hangi bir protein molekülünün oluşumu tamamlanamıyor. Bu durumda illa ki eksikliği giderecek tamamlayıcı bir sistemin devreye girmesi gerekir. Ama nasıl? Eksikliğin telafisi için her şeyden önce mRNA’yı kopyalamış olan gen (DNA) tarafından aynı tipte başka mRNA moleküllerinin yapılmaması gerektiği gibi yapılmış olanların da toplatılıp yok edilmesine yönelik kontrol sisteminin de devreye girmesi gerekir ki bu mesele halledilmiş olsun. Yok, eğer böylesi kontrol sistemi devreye girmezse ribozomlar protein sentezine yönelik hiç yoktan boşuna çalışmış olacaklardır. Kaldı ki, hücrenin ne boşa harcayacak zamanı vardır, ne de boşa harcayacak enerjisi. Nitekim proteinlerin oluşumunda peptit bağlarıyla bağlanmış amino asitlerin dizilimi 1 ATP’lik enerjiyle, yani 8000 kaloriyle işler hale gelmektedir. Bu nedenle milyonlarca peptid bağının yapboz misali yeniden kurulup inşa edilmesi gibi lüks bir enerji kaybına müsaade edilmez. Eğer müsaade edilirse açığa çıkan ısı enerjisi hücrenin ölümüne yol açacaktır.
Evet, hücre hiyerarşik düzeni içerisinde gerçekleşen protein sentezi hadisesi mükemmel bir organizasyon ve akıl dolusu kusursuz bir kontrol mekanizmasıyla yürütülmekte. Baksanıza Mendel deneylerinin ortaya koyduğu gerçek şudur ki; DNA zincirinde oluşan herhangi kusurlu hastalıklı bir gen, icabında yedi göbek kalıtsal bir hastalık olarak geçiş yapabiliyor, ama bir yere kadardır, bir noktadan sonra DNA’nın zincir halkalarının yakasından düşüp bir şekilde sonlandırılabiliyor. Derken “Herkes aslına çeker” misali her şey aslına rücu etmiş olur. Yine de kusurlu ve maraz yapılı genlerin güçlenmemesi adına akraba evliliklerinden şiddetle kaçınılmasında fayda vardır.
Bilindiği üzere hayat biyokimyamızda yaşanan tüm eyleme dönüşecek tüm plan ve programlamalar DNA’nın öncülüğünde RNA’ya kopyalanır, sonrasında kopyalanan mesajlar sitoplazmaya aktarılaraktan ribozomlar üzerinde gelen mesajlar bir daha yakamızdan düşmeyecek bir şekilde genetik enformasyonu hazinesine dönüşürler. Derken hücrelerimize işlenen genetik enformasyon kodları sayesinde biyokimyamız hayat bulmuş olur. Hem nasıl biyokimyamız hayat bulmasın ki, bikere insan vücudunun temel dinamikleri hücrelerden vücut bulmuştur. Hücrelerin temel dinamiklerinin harcında ise proteinler vardır. Protein sentezinin temel dinamiklerini oluşturan genetik enformasyon kayıtları da malum DNA’nın bünyesinde kodludur. İşte genetik enformasyon kayıtlarının DNA’da kodlu olarak bulunması bir anlamda insanın yaratılış mayasındaki temel kodlarında DNA’dan vücut bulduğunun bir göstergesidir. İnsan vücudunun temelleri Kur’an’da mealen zikredilen “İnsanı yaratmaya çamurdan başladı” (Secde, 7) ayetiyle teyit edilen çamur DNA ile kodlanıp yoğrulmaya bir görsün, bu kodlanmış en temel bilgiler RNA’ya kopyalanıp yeni bilgiler ile sürekli hücre içerisinde yenilenerek nesilden nesile aktarılır da.
Ne diyelim, işte görüyorsunuz ya, protein sentezi DNA bünyesinde kodlu olan bilgiler, mRNA aracılığıyla hücre hiyerarşisinde birbirine zincirleme belirli kodlanmış diziler halinde belli başlı hücre birimleri üzerinden yardımlaşarak gerçekleşmektedir. Ki, bu kodlu diziler “gen” kodonları olarak anlam kazanır. Gen kodonları günü geldiğinde “Ol” emri doğrultusunda kendine uygun bir zamanda, kendine uygun hücrelerde protein sentezi için var olup, proteinlerin hücrelerde aktifleştirilmesi ya da pasifleştirilmesi noktasında karar verici konumda at koştururlar. Belli ki zincirleme yardımlaşmaksızın adeta kendi başına buyruk kesilip bireysel ve bağımsız tutum içerisine giren hücre yapıları mikroplara has özgü bir durum gibi gözüküyor. Ancak yine de gelişmiş yapıda canlıların bünyesinde kimi zaman hücre topluluğunun nizamına aykırı tutum içerisine giren bir takım başıboş hücreler vardır ki, malum bunlar hepimizin korkulu rüyası olarak addettiğimiz kanser hücrelerinden başkası değildir. Hani ikide bir toplum bilinci kazanmak adına sıkça toplum kurallarından bahseder dururuz ya, aslında toplum bilinci sadece sosyal hayata has kurallar bütünü değil, insan, bitki ve hayvan genomu hücreleri içinde geçerlilik arz eden kurallar bütünüdür. Nitekim hücreler arası her bir hücrenin bir diğer hücre ile kontak kurup birbirleriyle iletişime geçmeleri bunun bariz örnek kuralını teşkil eder. Hücre iletişimi, aynı zamanda hücre hiyerarşi halkalarında konumlanan her bir hücre biriminin grup bilinci içerisinde toplumsal enformasyona tabii olduklarının da bir göstergesidir. Gerçekten de hücre bilimi olarak addedilen sitolojinin önümüze koyduğu verilere baktığımızda, meğer toplumsal enformasyon ya da topluluk bilinci sırf insan hücrelerine has iletişim bütünlüğü değil, hayvan ve bitki hücreleri içinde geçerlilik arz eden iletişim bütünlüğüdür. Yani bu demektir ki, ister insan, ister bitki, ister hayvan hiç fark etmez, canlı âlemin bütününde grup enformasyonu üst dorukta olup, grup enformasyonun gereği olarak her bir hücre elemanı harıl harıl çalışmakta da. Tâ ki hücre elamanları yaşlanma sürecine girer, bu durumda eylemsiz hale gelen hücre birimlerinin yerine yenileri grup enformasyonuna dâhil olup böylece iletişim döngüsü devam ettirilmiş olur. Ama bu demek değildir ki, yeniler gruba dâhil oldular diye eskiler büsbütün tası tarağı toplayıp ortadan toz olacaklar, gerektiğinde eylemli gruba dâhil edilmek üzere ihtiyaten takviye güç olarak yedekte tutulur da. İhtiyaç fazlası durumlarda ise malum gerek duyulmayacağından eylemsizleştirilip elimine edilirler. Hele bir hücre elden ayaktan düşmeye bir görsün, kendi hücre bölünmesini gerçekleştirmede durağanlık yaşayacağı muhakkak. Ne diyelim ihtiyarlık bu ya, icabında yaşlanan bir hücre için ölüm kaçınılmaz alın bir yazısıdır. Zaten yaratılış kanunlarında her doğan ölmek için vardır, her ölen dirilmek için vardır. Ölenin yerini yeni doğmuş genç hücreler dolduracaktır. Yeniler de, eski ağabeylerinden devr aldıkları genetik enformasyonun kodlarına sadık kalaraktan mensup olduğu hücre hiyerarşisinin bulunduğu kademede kendisine ne görev verildiyse onu yapmak durumdalardır. Zira emir büyük yerden gelmekte. O halde hücre hiyerarşisinin başkomutanının emir ve direktifleriyle şifrelenmiş tüm gen enformasyon kodları RNA aracılığıyla kendilerine sinyaller halinde iletildiğinde asla duyarsız kalınmayıp, her biri hiyerarşik düzene mümkün mertebe itaat etmek zorundadırlar. Hiç kuşkusuz tüm bu hiyerarşik itaat zinciri hücre içi toplumsal enformasyon mekanizmaları sayesinde işlerlik kazanır da. Teşbihte hata olmasın hücre içerisinde kısmen de olsa kusur babından, hatta unutkanlık türünden diyebileceğimiz itaatsizlik halleri de görülebiliyor. Ki, bu tamamen vücudun protein sentezleme kabiliyetinin yitirmesi ya da işlerliğinin durağanlaşmasıyla alakalı bir durumdur. Nitekim protein sentezi durağanlaşmaya başladıkça yeni devreye girmesi gereken işlemler eskilerden daha çabuk unutulur hale gelebiliyor. Nasıl ki hatasız kul olmazsa, hatasız ve kusursuz hücre de olmaz elbet. Hem kaldı ki düşüp kalkmama durumu sadece Allah’a mahsus bir sıfattır, bu yüzden başlangıçta mükemmel olarak yaratılan hemen her şeyin zaman içerisinde orijinalliğinden bir şeyler kaybetmesi son derece gayet tabii bir durumdur. Nitekim başlangıçta her yaratılan canlı varlık Kur’an’da belirtilen “Kun-Feyekûn” anlamında “Ol der, derhal olur” ilahi emrin gereği olarak kendi vücut donanımını denge üzerine koruyabilecek kabiliyete haiz canlı varlıklar olarak yaratılmışlardır. Ki, bu söz konusu denge ayarı fen bilimlerinde ‘homeostasis’ kavramıyla ifade edilir. Dahası en küçük bir canlı varlıktan tutunda cansız maddenin en küçük birimi atomun yapısına kadar Yüce Allah’ın ilim ve kudret tecellilerini dış etkenlerden bağımsız olarak kendi iç donanımlarını dengede tutabilme kabiliyetine ve donanıma sahiplerdir. Hakeza beşer olarak kendi iç donanımıza baktığımızda ise vücut sıcaklığı, kan basıncı, nabız atımı, kan şekeri gibi bir dizi denge ayar istasyonlarımızın olumsuzluklar karşısında kendi iç dinamiklerini kullanaraktan koruma çabası içerisine girdiklerini görmekteyiz. Hele başlangıcımızda orijinal olarak yaratılmış denge ayarlarımız alarm vermeye bir görsün, bu durumda orijinal hayat biyokimyamızın biranda alabora olması an meselesidir. Nasıl mı? Mesela vücut hararetinin 36,5 santigrat derecede olması gerekirken 40 santigrat derecelere çıkması, ya da kan şeker düzeyinin % 90 ila 110 mili gram seviyelerde olması gerekirken 250 miligram seviyelere yükselmesi gibi sinyaller tam da vücut biyokimyamızın alabora olacağının işaret taşı alarmlarıdır bu. İşaret taşı alarmlar doku ve organlar boyutunda lokal olabileceği gibi tüm vücudu saracak küresel boyutta alarm da olabiliyor. Hakeza alarm meselesine birde hücre boyutunda baktığımızda herhangi bir hücre düşünün ki, diğer hücrelerden ayrı hareket edip toplumsal enformasyonunu yitirdiğinde, o hücrenin kendi sonunun hazırlaması yönünde alarm verip kontrolsüz bir şekilde hızla metastaz yapıp kanserleşme yönünde alarm vermesi kaçınılmazdır. Bir başka ifadeyle sessizliğin habercisi diyebileceğimiz hastalık belirtilerin ta kendisi vücut biyokimyamız hızla kontrolden çıkaraktan düzensiz çoğalmalar baş gösterecektir. Bunun sonucu olarak da ister istemez vücut içerisinde içerisine hücre anarşizmi (sarkom) vuku bulup önce dokular, sonra organlar ve ardından da tüm vücut kanser hücrelerinin istilasına uğrayaraktan bir noktada kendi ölümünü seyretmiş olacaktır. Tabii bu seyretme hadisesi sadece kontrolden çıkmış kanser hücrelerine özgü bir durum değil, gerek kişi bazında, gerek aile bazında, gerekse toplum bazında sorumluluklar dejenere olduğunda tıpkı kanser hücrelerinde olduğu gibi devletleri de içten içe kemiren vahim durumlar içinde geçerlilik arz eden çöküş örnekleriyle karşı karşıya kalacağız demektir bu. Hem nasıl ki insanlar doğar, büyür, gelişir ve sonrasında ihtiyarlayıp toprak olur ya, aynen öylede devletlerde baki değildir, doğarlar, gelişirler ve en nihayetinde tarih sahnesinden çekilmiş olur. Nitekim bu sosyolojik gerçek Kur’an’da “Hîn” kavramıyla geçici sınırlı zaman dilimleri şeklinde vurgulanırken, “ed-dehr” kavramıyla da mutlak ve sınırsız zaman dilimlerinin işleyişine dikkat çekilerekten vurgu yapılır. Dolayısıyla her ne kadar Osmanlı “Devlet Ebed Müddet” idealiyle üç kıtada hüküm sürse de, nihayetinde “Hîn” durum, yani hükmünün ancak 600 senelik bir zaman dilimiyle vaktin tayininin sınırlı olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir. İşte, Yüce kitabımızda “Hakikat şu ki, insan; daha henüz kendisi hiç anılmayan ve tanınmayan bir şeyken (yaratılmışken; üzerinden binlerce asırlık çok) uzun zamanlardan (“dehr”den) bir süre (hin) gelip geçmedi mi? ” (İnsan Suresi, 1) diye zikredilen ayetin mana ve ruhundan da anlaşıldığı üzere:
-Dehr kavramıyla sonsuzluğu vurgu yapılaraktan insanın daha henüz yaratılmadan çok uzun zamanlarda tüm kâinatın işleyişinin var olup ebed müddet özellik kazandığı manasına gelebilecek “insanın yaratılış tarihi itibariyle henüz anılmaya değer bir şey olmadığı” kelamıyla karşılık bulurken,
-Hîn kavramıyla da gelip geçiciliğe vurgu yapılaraktan insanın bir dönemin yaratılış sıfatıyla özellik kazandığı manasına gelebilecek “bir dönem (süre) gelip geçmedi mi” diye sual edilen kelamla karşılık bulur. Ki, bir süre gelip geçmedi mi sualinin cevabı da sualin sonunda ki soru ekini kaldırdığımız da “bir dönem gelip geçmiştir” ifadesiyle cevabı verilmiş olur zaten.
Derken birincisinde (Dehr’te) insanın yaratılış öncesinde planlanmış kodlanmış ve programlanmış ebed müddet âlem vardır, ikincisinde (Hîn’de) ise insanın yaratılış sonrasında planlanmış kodlanmış, programlanmış ve her şeyin eyleme geçtiği, ancak vakti tayin müddeti bittiğinde yerini kıyamet gününe bırakacağı fani evren ve fani dünya vardır.
Velhasıl-ı kelam; tüm bunlardan da öte DNA ile birlikte Hayy’den gelip Hû’ya gideceğimiz ebedi vuslat hayat vardır.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/protein-sentezi-ve-evrim-senaryolari-6028-kose-yazisi
dedekorkut1
26 Ağustos, 2022 - 20:46
Kalıcı bağlantı
PROTEİN SENTEZİ VE EVRİM SENARYOLARI
PROTEİN SENTEZİ VE EVRİM SENARYOLARI
SELİM GÜRBÜZER
Protein denilince daha çok vücut metabolizmamıza güç katan yumurta, süt, et gibi protein içeren besinler akla gelir hep. Tabii aklımıza bu şekilde gelmesi iyi hoşta, ancak proteini sadece gıda bazında değil bünyesinde bulunan hidrojen, oksijen, azot, karbon ve kükürt ve temel taşı amino asit içerikli yapısıyla da aklımıza düşmesi gerekir. Hem nasıl ki canlı organizmaların temel taşlarını hücreler oluşturuyorsa, hücrelerin temel taşlarını da proteinler oluşturduğu malum. Peki ya proteinlerin temel taşlarını neler oluşturmakta diye sual edildiğinde ise, elbette ki cevaben aminoasitlerden başkası değildir deriz.
Öyle ya, amino asitler uzun zincirler halinde proteinleri oluşturduğuna göre bu demektir ki proteinler de hücrelerin oluşumu için organize olup varlıklarını ortaya koyacaklardır. Nitekim bu noktada insan genomunda yer alan 20 çeşit amino asidin protein sentezine yönelik hücre organizasyonunun temellerini oluşturmasında son derece hayati öneme haiz temel taşları olarak karşımıza çıkmaları bunun en bariz göstergesidir. İyi ki de amino asitler hücre içerisinde temel taşı konumdalar. Aksi halde hücre içi faaliyetler durma noktasına gelecekti. Ancak şu da var ki; temel taş konumundaki amino asitlerin protein sentezinde aktif rol oynayabilmesi için hücre içerisinde minimum 3 ila 5 arası enzimin takviye katalizör güç olarak devreye girmesi de lazım gelir. Aksi halde hücre içerisinde protein sentezine yönelik ne tepkimeler hız kazanır ne de protein oluşumu gerçekleşebilir. Ki, enzim dediğimiz molekülde sonuçta o da protein molekül yapıda bir organik bileşik türüdür. Dolayısıyla hücre içerisinde enzimlerden her hangi bir bileşik türünün işlevsiz hale gelmesi demek vücut biyokimyasının bir anlamda iflası demek olacaktır. Zira hücre içerisinde cereyan edecek her bir aktivite için mutlaka o aktiviteye uygun bir enzim türünün devreye girmesi gerekir ki hücre içi biyokimyasal reaksiyonlar işlerlik kazanabilmiş olsun. Öyle ya, madem her bir hücre vücut içerisinde bulunduğu konumunu ve üstlendiği işlevselliğini kendisiyle uyumlu enzim koduna borçlu, o halde enzimi bu denli asıl karizmatik kılan etken unsurun bizatihi kendi öz mayasını oluşturan ham protein molekülünün ta kendisi olduğu gerçeğini de göz ardı etmemiz gerekir. Hem nasıl protein-enzim ilişkisini görmezden gelebiliriz ki, baksanıza A’dan Z’ye tüm hücre faaliyetleri enzim-protein dayanışmasına dayalı kurulu bir sistem üzere seyredip, hatta bu noktada enzim ve protein arasındaki bağlılık etle tırnak misali birbirinden ayrılmayacak derecede güçlüdür dersek yeridir. Öyle ki her ikisinin de birlikteliğinden hücre hayatının nasıl işlerlik kazandığı biyokimyacıların dikkatinden kaçmaz da. Tabii ki kaçmaz, bikere her ikisinin varlığı demek biyokimyamızın iri ve diri olması demektir. Sadece insan biyokimyası mı, hiç kuşkusuz her bir canlı türünün biyokimyası içinde geçerli irilik ve diriliktir bu.
Öyle ya, mademki ‘bio” demek canlılık demek, o halde canlı oluşumun olduğu yerde enzim-protein işbirliğine dayalı protein sentezi faaliyetinin aktif hale gelip canlı biyokimyasının dirlik kazanması son derece gayet tabii bir durumdur. Zira canlılık cansızlık üzerine kurulu bir düzen değil, tam aksine enzim-protein işbirliğine dayalı kurulu bir düzendir. Ve bu kurulu düzenin yaratıcısı Yüce Allah’tır. Dolayısıyla Allah’tan başka hiç kimse cansız maddeden canlı yaratmaya asla güç yetiremez. Nitekim yaratıcılık yönünde tüm teşebbüsler tüm suni denemeler her defasında fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Şurası muhakkak canlılık denen hadise tamamen bir yaratılış olayıdır. Ama gel gör ki, yaratılış mucizesine akıl sır erdiremeyenler protein sentezini günlük rutin sıradan olaymış gibi algılamaktalar. Hatta onlara kalsa, proteinlerin temel yapı taşı amino asitlerin üçlü kodonlar halde dizilişini bile tesadüfen oluştuğu şeklinde algılamamız gerekecek. Oysa ne protein sentezi tesadüfen meydana gelmiş bir hadisedir, ne de amino asitler rastgele dizilmiş üçlü kodonlardır. Bilakis beşer idrakinin kat be kat fevkinde tamamen yaratılış mucizesinin tezahürü amino asit dizilimi ve protein sentezi hadisesidir bu. Düşünsenize en basitinden laboratuvar ortamında cansız tabiattan temin edilen kimyasal maddelerle yapılan deneylerde taş patlasın iptidai türden ya da sentetik türden birkaç bileşik ancak elde edilebiliyor, ona da protein demek için bin şahit lazım dersek yeğdir. Kaldı ki protein sentezini hafife alıp basit sıradan bir işmiş gibi göstermeye çalışmakta abesle iştigal bir durumdur. Zira en basit bir protein sentezi için bile hücre içerisinde bir dizi aşamalardan geçmesi gerektiği artık bilinen bir gerçekliktir. Nitekim bir bakıyorsun değil kırmızı kan hücrelerin tamamı, bu hücrelerin içerisinde ki tek bir hemoglobin molekülünün yapımında bile bir dizi aşamaların kayd edilmesi gerekir. İşte bu nedenledir ki, basit sanılan canlının vücut yapısını oluşturmaya yönelik protein sentezinin yapay denemesine kalkışıldığında, bunun için değil bir insan ömrü, bir dünya ömrü de yetmeyecektir. Canlı âlemde olan biten her ne varsa anlaşılan o ki, hemen her oluşum biyolojik bir nizam çerçevesinde işlerlik kazanmaktadır. Şayet Biyolojik Nizam-ı âlem de neymiş hafife alınıyorsa, şu iyi bilinsin ki tabiatın kendi kendine ne protein üretme iradesi var ne de böyle bir kabiliyeti. Hiç şüphe yoktur ki, tabiatın doğurganlığı, Yüce Allah’ın yarattıklarının üzerinde yaratma iradesinin tecellisinin ve tezahürü bir doğurganlıktır. Bundan dolayıdır ki, inananlar olarak Allah’ın iradesi dışında yaprağın bile kıpırdayamayacağına inancımız tamdır.
Evet, yaratılan her şey O’nun iradesiyle hayat bulmakta, ‘Ol’ derse ancak mahlûkat oluverir. Zira hüküm O’nunur, her bir yaratılan perdelerden ibarettir. Ki, perdeler gaye değil vesiledir. Şayet vesileler kendini yaratıcı görüp güç denemesine kalkışırsa akıbetlerinin ne olacağı malum. Nitekim Miller tarzı deneyler bariz tel tel döküldüklerinin bize en yakın görünen senaryo örneklerini teşkil etmekte. Madem öyle, bakalım bu uğurda üretilen bir dizi senaryolar neymiş bir kaçını izleyip bir görelim:
Miller-Urey Deneyi Senaryosu
Amerikalı araştırmacı Stanley Lloyd Miller tarafından yapılan deneyler bir takım çevrelerde heyecan uyandırmış olsa gerek ki “Biyolojik hayat tesadüfen meydana geldi” düşüncesini savunanlar için adeta yere göğe sığdırılamaz bir şekilde ismiyle müsemma Miller-Urey deneyi olarak yankı bulmuştur. Malum, S. Miller’de başlangıçta amino asitlerin tesadüfen meydana gelebileceği kanaatini taşıyan bir araştırmacıydı. Hatta bu kanaatini doğrulamak amacıyla ilk dünya atmosferinde var olabileceğini düşündüğü metan, hidrojen ve su buharı eşliğinde hazırladığı vasat ortama dışardan suni enerji diyebileceğimiz elektrik şoklama yapıp, 100 santigrat derecelik ortamda bir hafta beklettikten sonra elde edeceği sonuçla canlı oluşumunu ispatlayacağını düşünüyordu. Ne var ki yaptığı bir takım deneysel denemeler neticesinde beklediği 20 çeşit amino asitten sadece üçünün ancak sentezlenebilmekte olduğunu görünce kazın ayağı hiçte öyle değilmiş kanaati oluşur kendisinde. Diğer taraftan tüm ümitlerini bu deneysel denemelere bağlayanlar ise daha neyin nesi neyin fesi olduğunu anlamadan Miller sanki canlılığın oluşumuyla yeni bir şeyler bulmuş gibisinden hemen bilim dünyasının gündemine oturturmuşlardır. Oysa ki ortada canlı oluşumu denen bir hadise yoktu, ortada topu topuna toplasan birkaç cansız molekül türünden partikül kırıntılar vardı. Ne diyelim, birileri bir bakıyorsun birkaç cansız oluşum partiküllerinden bile kendine vazife çıkarıp “Gerekirse hücreyi de sil baştan yeniden yaratırız” dercesine işi bilim kurgu şovuna da dönüştürebiliyorlar. Onlar işi bilim kurgu şova dönüştüre dursunlar, bikere tüm ümitlerini bağladıkları Miller-Urey deneylerinin yapıldığı ortam şartlarının dünyanın yaratılışındaki ortam şartlarıyla birebir örtüşmeyeceği çok açık. Hakeza deney düzeneği açısından da meseleye baktığımızda dünyayı da ilk yaratılışında bir laboratuvar olarak düşünürsek Millerin oluşturduğu yapay laboratuvarla da taban tabana zıt bir durum söz konusudur. Ki, bu iki laboratuvardan dünya laboratuvarı yaratılış düzeneğini içerirken, diğer oluşturulan suni laboratuvar ise kul yapımı düzenek içermekte. Madem öyle, bakalım bu kul yapımı düzeneğinin bilim kurgu filmlerini aratmayacak derecede belli başlı açmazları nelermiş maddeler halinde şöyle sıralayaraktan bir görelim:
-Miller birinci açmazı; adına soğuk tuzak (cold trap) dediği bir düzenekle amino asitleri izole etmeye girişmesidir. Böylece ilk girişiminde dünya izolasyon ortam şartlarıyla kendisinin oluşturduğu izolasyon ortam şartları arasında derin bir uyuşmazlıkla kendini ele vermektedir. Kaldı ki kimyasal yollarla protein sentezi oluşturulabileceğini varsaysak bile dünyanın ilk oluşumunda ki tabii yollarla oluşan protein senteziyle birebir aynısının olabileceğini imkânsız kılmaktadır.
-Miller’in ikinci açmazı öne sürdüğü ilkel atmosfer ortamında metan, amonyak gazı yerine düşündüğü metan, hidrojen ve su buharı karışımı bir vasat ortamının olabileceği düşüncesinin tam aksine birçok bilim adamı azot ve karbondioksit karışımı bir vasat ortamının olabileceği yönünde hem fikir görüş serdetmişlerdir. Böylece Miller-Urey deneyleri bu noktada yaratılışın ilk doğal atmosfer bileşenleriyle taban tabana zıt suni denek türünden bileşenler olarak karşımıza çıkmaktadır. Kaldı ki Miller, kendi deneyinde kullandığı atmosferik ortamın yapay bileşenlerden oluşmuş denek bir ortam olduğunu itiraf etmişte. Öyle ya, şayet ilk yaratılış hadiselerinde kimi bilim adamlarının ileri sürdükleri Bing-bang (büyük patlama) hadisesini doğru kabul edilebilir tez olarak varsaydığımız da ortaya çıkan tabloda dünyamızın adeta kaynar kazan bir halden git gide soğuyaraktan ergimiş halde nikel ve demir karışımı ağırlıklı bir vasat ortamın doğuvereceği muhakkak. Dahası o ilk patlayışın ardından daha yeni şekillenmeye başlayan atmosferin azot, karbondioksit ve su buharı karışımı bir vasat ortamın olmasını kaçınılmaz kılacaktır. Baksanıza J.P.Ferris ve C:T Chen, zaten yukarı da bahsettiğimiz Miller’in kendi deneyinde kullandığı yapay atmosferik ortama benzer düzeneklerle yaptıkları deneyleri tekrarladıklarında canlı oluşumuna temel teşkil edecek herhangi bir işe yarar amino asit oluşumu ortaya koyamamışlardır. Hatta ilk oluşumda yer alan kimyasal gaz bileşenlerinin organik moleküllerin meydana gelmesinde bir amonyak veya metan gazı kadar da etkili olup olmayacağı noktasında da ortaya net bir şey konulamamıştır
-Miller’in üçüncü açmazı; deneyini ilk atmosferin oluşumunda yoğun oksijen bombardımanının dikkate almadan yürütmüş olmasıdır. Dolayısıyla ilk atmosferin oluşumunda oksijeni dikkate almadan kendi oluşturduğu suni atmosferik düzeneği geçersiz kılmakta. Hem nasıl geçersiz kılmasın ki, bikere oksijenden kaynaklanan ultraviyolenin bulunacağı ortamda tek bir amino asidin yaşamasını bile imkânsız kılmaktadır, bu yüzden oksijeni devre dışı bırakmıştır. Zaten bilim adamlarının pek çoğu dünyanın oluşumunda ilk bing-bang patlaması denen hadiseyle daha normal atmosfer şartlarının oluşmadığı bir hengâmede ultraviyole ışınlarının filtrelenmeden doğrudan yeryüzüne inmesiyle birlikte ortada amino asit oluşumu varsa da yoğun bombardıman altında hepsinin parçalanmasını kaçınılmaz kılacağında hem fikirdirler. Bu demektir ki Miller oluşturduğu deney düzeneğinde şayet oksijeni de işin içine kataraktan oluştursaydı bu durumda metan gazı karbondioksit ve suya çevrilip, amonyak ise ister istemez azot ve suya dönüşecekti. Kaldı ki ilkel atmosferde oksijenin olmadığını varsaysak bile bu seferde ozon tabakası oluşamayacağından yine amino asitler doğrudan ultraviyole ışınlarının bombardımana uğrayıp böylece paramparça olmuş olacaklardı. Anlaşılan, ilkel atmosfer şartlarında oksijenin yokluğu bir dert, varsa da o da ayrı bir dert olabiliyor. Sonuçta her iki durumda aminoasitler için yok edici bir ortamdır.
-Miller-Urey deneyinin dördüncü açmazı; sağ-elli amino asit türünden bir takım partiküllerin nüksetmesi yaptığı suni deneylerin daha da bir anlamsız kılmakta. Zira canlılık sol-elli amino asitlerin varlığıyla işler hale gelip anlam kazanmakta.
İşte yukarda maddeler halinde sıraladığımız açmazları bir bütün olarak değerlendirdiğimizde, Miller-Urey deneyi ve türevlerinin canlılığın yaradılışın ilk dünya şartları ortamında tesadüfen sahne aldığını ispatlamaktan aciz olduğunu göstermektedir. O halde şimdi sormak gerekir:
-Miller-Urey deneyi ve türevlerinin ilk dünya oluşumunun hangi laboratuvar ortamıyla örtüşecek şartlara haizdir?
-Miller-Urey deneyi ve türevlerinin düzenek uygunluğu ilk dünya oluşumunun hangi düzenek ölçüleriyle uyumluluk arz etmekte?
-Miller-Urey deneyi ve türevlerinin yapay ölçümlemeleri ilk dünya oluşumunun hangi terazi ölçümlemesiyle örtüşmekte?
-Miller-Urey deneyi ve türevlerinin oluşturduğu yapay ortama şokladığınız enerji ilk dünya oluşumunun hangi enerji şoklamasıyla uyumluluk arz etmekte?
-Miller-Urey deneyleri adı altında oluşturulan o yapay düzeneklerinin malzemeleri ilk dünya oluşumunun şartlarının hangi düzeneğin malzemeleriyle örtüşmekte?
Hiç kuşkusuz bu soruların cevabı havada kalacaktır, olsun biz yine de sormuş olalım ki, zihinler de bilgi kirliliği oluşturmaya kalkışmasınlar. Aksi halde ne de olsa bizi sorgulayanlar yok düşüncesiyle meydanı boş bulup bildiklerini okuyacaklardır. Baksanıza adamlar yaratılış mucizesini gözlerden uzak tutmak adına ilk dünya oluşumunda var olan birçok elementleri kendi oluşturdukları yapay analiz çalışmalarına çözelti karışımı olarak almamışlar bile. Dedik ya, onlar meydanı boş bulduklarında bildiklerini okuyup kafalarında planladıkları her ne senaryo varsa, planlarının bozulmaması adına işine gelen elementler ya da işine gelen bileşiklerden hazırladıkları çözeltilerle çalışmaktalar. İşte böyle işine gelen yapay laboratuvar ortam şartları oluşturarak yapılan çalışmalarla güya Darwin teorisini çürümüşlükten kurtaracaklarını sanmaktalar. Oysaki yaratılış mucizesini gözlerden uzak tutmaya hiçbir yapay laboratuvar ortam şartları ve hiçbir yapay düzenek ve malzemeleri hiçbir güç yetiremeyecektir. Hatta bu iş (yapay denemeler) öyle de sarpa sarmış durumda ki, tamda Nasrettin Hoca hikâyesini tersinden okuyacak hale dönmüştür. Yani ortada un var, şeker var, yağ var, ama helva yoktur esprisini tersinden okuduğumuzda ne var ne yok her türlü yapay laboratuvar alet ve adavetleri var, yapay çözeltiler var, yapay düzenekler var, ama ortada fol yok yumurta da yoktur diyebileceğimiz trajikomik senaryonun girdabına düşmüşlerdir.
Sdney Fox Senaryosu
Hakeza Nasrettin Hoca hikâyesinde olduğu gibi trajikomik duruma düştüklerinin bir diğer örneği ise Sydney Fox’un; “İlk amino asitler ilkel okyanus şartlarında oluşup, akabinde bir volkanın yanındaki kayalıklara sürüklenerek yüksek ısının etkisi altında bünyesindeki suyun buharlaşmasıyla birlikte kuruyan amino asitler şeklinde proteini oluşturmuşlardır” diye ileri sürdüğü senaryoya bel bağlamalarıdır. Nitekim Fox, Miller’i takliden yaptığı bir takım deneyler neticesinde yüksek ısıda amino asitlerin bozulduğunu gözlemlemiştir. Fox, bu kez bir başka yöntemle suni laboratuvar ortamı şartları altında damıtılmış aminoasitleri kurumaya bırakıp böylece amino asitleri ısıtaraktan birleştirme yoluna gitmiştir. Tüm bu yapboz işlemler iyi hoşta, elde ne var denildiğinde yine birbirlerine rasgele bağlanmış sıradan birkaç amino asitlerden inorganik olarak oluşan protein türevi oluşumlarından başka bir şeyin ortaya çıkmadığı gözlemlenmiştir. Üstüne üstük yapılan bu yapboz denemeler Millerin suni denekler üzerinden değil, canlı organizmaların amino asit molekülleri üzerinden yapılmıştır. Düşünsenize hem Miller’in izinden gittiklerinden dem vurulacak, hem de izinden gittiği adamın ürettiği yapay amino asit benzeri parçacıkları denek olarak kullanılmayacak. Peki, bu durumda birileri çıkıp sormaz mı “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” diye.
Şu bir gerçek, gerek Fox ve gerekse diğer bilim adamlarının elde ettiği hiçbir kıymeti harbiyesi olmayan suni birkaç amino asitlerden inorganik olarak elde edilen protein benzeri (proteinoidler) oluşumlarından medet umarak normal tabii şartlarda gerçek anlamda protein oluşumunun meydana gelmesini beklemek boşa kürek sallamaktan öte bir anlam ifade etmez. Tabii bizim burada karşıt çıkışımız dünyanın ilk oluşumunda olmayan pek alışık olmadığımız şartlar altında özel laboratuvar teknik yöntemlerle amino asitleri bir şekilde birbirine bağlama denemelerine değil elbet, tam aksine karşı çıktığımız husus, yapılan suni denemelerle ortaya çıkan bir takım düzensiz protein benzeri partikül oluşumlardan hareketle “işte canlı böyle oluşturulur” dercesine ‘yaratıcılık’ havasına girmelerinedir. Bikere her şeyden önce öne sürdükleri protenoidlerin gerçek proteinlerle yakından uzaktan hiçbir alakası olmayan işe yaramaz cinsten diyebileceğimiz birtakım inorganik termal lekelerden ibaret yapılardan başkası değildir. Hem kaldı ki, cansız maddelerden canlılık oluşturma adına devasa boyutlarda yapay bio-havuzlara ne kadar kimyasal madde atarsalar atsınlar, ne kadar dışardan her türden gaz pompalarsa pompalasınlar, hatta ne kadar envaı türden radyasyon takviye ederseler etsinler, sonrasında da havuza attıkları maddeleri devasa mikserlerle (karıştırıcılarla) karıştırıp istedikleri termal sıcaklıkta ısı ayarlamalarını yapmış olsalar da sonuçta hayat için gerekli olan en iyimser tahminle 2000 enzimden ancak belki birkaç amino asitlerden inorganik türden oluşan protein benzeri (protenoidler) moleküller ya da birkaç suni kimyasal madde üretmek olur ki bundan bir adım ötesine geçemeyecekleri muhakkak. Zira hayat biyokimyasının her basamağının arka planında yaratılış mucizesi ve yaratılış gerçeği vardır. Ancak gel gör ki, içi boş senaryolar peşinden koşanlara ne amino asitlerin arka planında işleyen mucizevi oluşum aşamalarını anlatabilirsiniz, ne de proteinlerin arka planında ki mucizevi oluşum aşamalarını. Üstüne üstük hayat biyokimyası sadece protein sentezi oluşumuyla da sınırlı değildir, hayat biyokimyası bütünüyle öyle mükemmel donatılmış bir yapıdır ki, hücresinden dokusuna, dokusundan organına, organından vücut yapısına kadar uzanan bir dizi çok karmaşık bir yapıdır. Dahası “Şimdi gel de çık çıkabilirsen işin içinden” türünden çok karmaşık bir yapıdır bu. Hatta tamda bu noktada evrimcilere sormak gerek; şimdiye kadar amino asit ve protein oluşumuna yönelik yapılan denemelerle ortaya net bir veri koyamadığınıza göre elde ettiğiniz bu yarım yamalak oluşumların daha da üstünde karmaşık yapıda olan doku, organ ve vücut oluşumlarının altından nasıl kalkarsınız doğrusu merakımıza mucip bir konudur. Onlar bu işlerin altından nasıl kalkacakların düşüne dursunlar, her şeyden önce bikere şu bir gerçek; hayat biyokimyası sırf basit bir protein yığınından ibaret olmayıp, bünyesinde birçok sistemin barındığı biyolojik canlı bir âlem olarak karşımıza çıkmaktadır. Hakeza James Watson ve Francis Crick’in gün yüzüne çıkardığı kompleks yapıdaki nükleik asitler (DNA ve RNA) gerçeği de öyledir.
RNA Senaryosu
İlk dünya atmosferinin oluşumunda bağrında taşıdığı atmosferik gazların amino asit sentezini imkân vermediği anlaşılması üzerine, bu kez RNA molekülü üzerinde protein sentezine yönelik bilgi kodu taşıma özelliğinden olsa gerek, RNA senaryosu sahne almaya başlar. Walter Gilbert tarafından ileri sürülen bu senaryoya göre nasıl olmuşsa milyarlarca yıl önce RNA kendi kendine ortaya çıkmış, akabinde çevre şartlarının tesiriyle proteinler imal etmeye başlamış, derken en nihayetinde DNA molekülü doğmuş güya. Ne diyelim, sizde görüyorsunuz ya, zırva tevil götürmez misali ileri sürülen bu tip tezlere gülesin mi ağlayasan mı, doğrusu şaşmamak elde değil. İnsan ister istemez bu tip zırva söylemler karşısında; nasıl oluyor da hayal mahsulü nükleotidler nizami bir dizilimle bir araya gelip RNA’yı oluşturmuş doğrusu sormadan edemiyoruz. Kaldı ki RNA senaryosunun geçerlilik arz etmesi için ortada mutlaka, ya kalıp görevi ifa edecek DNA molekülünün varlığına ihtiyaç vardır, ya da başka bir RNA molekülünün varlığına ihtiyaç vardır. Bunlar olmadan işi tersinden okuyup kendi kendine RNA’nın sahne aldığını söylemek abesle iştigal bir tutumdur. Nitekim bu tutum ve davranış reflekslerini ‘hem nasıl’ cümlesiyle başlayan sorularla birileri de çıkıp bizim gibi şöyle de sorgulayabilir pekâlâ:
- Ey senaristler! Hem nasıl oluyor da RNA en mükemmel laboratuvar şartlarında bile kopyalanması zor bir molekül iken birden bire ilk dünyanın yaratılış şartlarında kendi kendine nasıl meydana gelmiş iddiasında bulunabiliyorsunuz diye adama sormazlar mı?
- Ey senaristler! Hem nasıl oluyor da, şayet RNA kendi kendine tesadüfen meydana gelmişse o zaman birileri çıkıp “Madem öyle, RNA hangi tesadüfî bilgiyle kendi kendini kopyalamayı akıl edebilmiş” diye adama sormazlar mı?
- Ey senaristler! Hem nasıl oluyor da, şayet RNA kendi kendini tesadüfen kopyalamışsa, o zaman birileri çıkıp adama” Madem öyle, kopyalanmak için kullanacağı nükleotid elemanlarını nereden temin etmiştir” diye adama sormazlar mı?
- Ey senaristler! Hem nasıl oluyor da RNA, daha canlının ilk oluşumunda bilgi kodu aracılığının dışına çıkıp da üstüne vazife olmayan bir işe girişerekten bilginin başkomutanı olarak protein üretecek duruma gelmişte bizim bundan haberimiz olmamış? Hem kaldı ki adı üzerinde bilgi kodu. Bu yüzden evrimci senarist görüşlerin tam aksine bilgi koduna hammadde gözüyle bakmayız. Hammadde olarak bakmamız gereken varsa, o da malum amino asitlerdir. Nitekim amino asitler proteinlerin oluşumunda temel taşı olmaları hasebiyle, her daim hammadde yönünde hep misyon yüklenmişlerdir. Dolayısıyla, şayet bizlerde evrimciler gibi bir an kendimizi RNA senaryosuna kaptırmış olsak, maazallah Nasreddin Hocanın hikâyesini tersinden alıp ortada un yok, şeker yok, yağ yok ama helva var demek durumunda kalırdık. Böylece olaylara hep ters yönden bakmış olurduk. Oysaki protein sentezi denen hadise hücre içerisinde birtakım karmaşık işlemler sonucunda yoğrulup birçok enzimin katalizörlüğünde ribozomlar üzerinden gerçekleşen mucizevi bir hadisesidir. Hakeza ribozomun bizatihi kendisi de karmaşık yapıda bir donanım olup adeta bir üretim fabrikası olarak işlev görmektedir. O halde, siz siz olun sakın ola ki birçok karmaşık yapının aynı anda bir araya gelerek büyük organizasyonlara mühürlerini vurma gibi harikulade mucizevi oluşumları tesadüfen oluşmuş yapılar olarak yorumlamaya kalkışmayın, aksi halde kendi kendinizi komik duruma düşürmüş olursunuz.
İşte yukarıda maddeler halinde e sıraladığımız sorulardan da anlaşıldığı üzere şayet evrimci senarist tezleri ciddiye almış olsak karman çorman bir karışımdan ansızın hayali bir RNA molekülü doğuverdiğine kanıvermiş olacaktık. Dahası canlı oluşumunda ilk temel harcın gen dünyasının babası konumunda Başbuğ Başkan DNA molekülü değil de, Vezir-i azam ve elçi konumunda RNA molekülünü ilk temel harç olarak addedip, böylece bu uydurulmuş senaryodan hareketle tıpkı evrimciler gibi bizlerde evladın babadan önce doğuverdiğine kanmış olacaktık. Oysaki kazın ayağı hiçte öyle değil, bilakis insanın ilk yaratılış kodlarında toprak DNA vardır, toprak DNA olmadan RNA’nın kopyalanması asla mümkün değildir, dolayısıyla RNA’nın insanın ilk toprak mayası kodunda olmayıp tam aksine DNA’ca kopyalanan protein senteziyle vazifeli elçi konumunda bir bilgi kodu taşıyıcısı olduğu anlaşılmakta.
İyi ki de evrimci tezleri bu tür sorularla sorgulamış olduk. Nitekim sorguladıkça da birbirinden ilginç, bir o kadarda trajikomik hayal mahsulü senaryolarla kuşatıldığımızın farkına varmış olduk. Belli ki etrafımızı saran bu tür senaryo oyunlarından kurtulmanın tek yolu yaratılış mucizesine şevksiz şüphesiz iman etmekten geçer.
Proteinler nerede yapılır?
Protein sentezi hadisesi hemen her hücrede cereyan edip dışardan bir takım deneme yanılma metotlarıyla kendiliğinden oluşmaz, malum bir dizi aşamalar eşliğinde gerçekleşir. Tabii bu söz konusu bir dizi aşamalar protein sentezinin oluşumuna da kâfi gelmeyebilir, bu arada 20 aminoasidin sol-elli amino asitli olması gerekir ki protein sentezinden maksat hâsıl olsun. Hiç kuşkusuz bir dizi kural ve kaideler sadece protein sentezine has bir durum değil, buna DNA ve RNA’da dâhil elbet. Nitekim hücre içi karar kuralları gereği DNA ve RNA’yı oluşturan nükleotidlerin de sağ-elli olmaları icap eder.
Tabii protein yapımı konusunda hücre içi karar kuralı ve kaideleri burada bitmiyor, dahası var; amino asitlerin bir araya gelip dizilmeleri gerektiği kuralının yanı sıra bunların uygun bir şekilde nasıl bağlanmaları gerektiği kuralı da yaratılış kanunları kapsamında karar kuralı zorunluluktur. Öyle ki külli iradeyle tecelli eden bu söz konusu bir dizi karar kural ve kaidelerin hücre içerisinde yerine getirilebilmesi için de ayrıca amino asitlerin peptid bağlarıyla bağlanıp doğrusal olarak dizinim göstermeleri gerekir. Hiç kuşkusuz amino asitler sadece peptid bağlarıyla kimyasal bağ oluşturmaz, daha birçok değişik türden moleküllerle de kimyasal bağ oluşturmakta. Hele ki birde işin içinde protein sentezine yönelik faaliyet olursa bu durumda akan sular durur misali protein yapımına yönelik peptid bağlarıyla kimyasal bağların oluşturulma işlemleri bekletilmeksizin hızla karar kuralları ve kaideleri olarak yürürlüğe girer bile. Belli ki protein oluşumunda:
-Gerek sol-ellilik karar kural ve kaideleri,
-Gerek amino asitlerin linear dizinler şeklinde peptid bağlarıyla birbirine bağlanmalarıyla oluşacak olan protein sentezine yönelik karar kural ve kaideleri,
-Gerekse bir amino asidin amino grubuyla diğerinin karboksil grubunun bir su çekilme tepkimesiyle birbirine bağlanmaları şeklinde tecelli edecek olan bir dizi karar kural ve kaideleri, hiç kuşkusuz Yüce Allah’ın yarattığı biyolojik programın işleyişinde en temel öğeler olarak ‘dirlik’ göstermeleri için vardır. İyi ki de yaratılış kodlarımız en mükemmelinden bir dizi karar kural ve kaidelere bağlanmışta bu sayede hidrofobi denen bir hadiseyle yaratılış moleküllerimiz sudan kaçıp ıslanmaksızın kuru molekül olarak dirliğimiz mayalanmış olmakta. Zaten iri ve diri olarak da mayalanmak durumundayız. Zira emir büyük yerden gelmekte. Kaldı ki, ilahi emre amade DNA’nın metil gurubu içerikli donanımlı yapıda olması hasebiyle bizatihi başlı başına kendisi kuru bir moleküldür. Hatta Yüce Allah (c.c) bu hususta “Andolsun, Biz insanı karmış, kokuşmuş, kuru, şekillenmiş bir çamurdan yarattık” (Hicr, 26) diye zikrettiği ayet-i kerimeyle DNA’nın kuru oluşuna işaret buyurmakta. Böylece Yüce Allah’ın bu ayet mealinde işaret buyurduğu çamurla özdeş DNA’nın kurutulmuş olarak kalın ve kısa çubuklar şeklinde kromozom hale dönüştürüldüğü anlamını çıkarabiliriz pekâlâ. Hatta Yüce Allah’ın (c.c) “Şüphesiz Biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık” (Saffat, 11) diye beyan buyurduğu ayet mealinden de anlaşılan o ki, çamurun oda sıcaklığında yüksek derecede viskozitede ki metilasyon içerikli yapışkan özelliği sayesinde kalın ve kısa çubuklu kromozomların ete kemiğe bürünecek şekilde vücut bulmasına vesile olduğu anlaşılmakta. Öyle ya, hem madem çamurdan maksat DNA molekülünün kalın ve kısa çubuklar şeklinde kromozomlu hale bürünmesidir, o halde bu aşamadan sonra yukarıda zikredilen ayet-i kerimelerin mana ve ruhundan hareketle çamurun sadece kısa ve kalın çubuklu hale getirilme şekline değil, yapışkanlığını da pür dikkat kesilmemiz icab eder. Nitekim ayette geçen ‘yapışkanlık’ vurgusu belli ki bir molekülün yüksek derecede viskozite içerikli (yüksek derecede yapışkan içerikli) olmasına istinaden bir vurgulamadır. Ki, yüksek derecede yapışkanlığın da olması gerekir ki şekillenme hadisesi ya da vücut bulma hadisesi vuku bulsun. Nasıl mı? Elbette ki DNA zincir halkasının belirli noktasında bir fermuar şeklinde açılmasıyla birlikte dışardan herhangi bir enzim marifetiyle teşekkül ettirilecek yeni bir DNA uçlarının, açılan fermuarın bir diğer yakasında birleştirileceği diğer DNA halkasının yapışkan parça uçlarına yapışmak suretiyle olacak iştir bu. Gerçekten de zikredilen ayet-i kerimenin içerdiği mana ve ruhuna dalındığında doğrudan insanın yaratılış çamur mayasının yapışkan uçlarla mayalanıp vücut bulduğuna olan inancımız, kalp göğüs kafesimizin hemen altındaki iman tahtamızda ipeğe sarılmış çelik zırh misali daha da kavileşip, böylece “Allah” demekten kendimizi alamayız da.
Her neyse sonuçta geldiğimiz noktada, evrimcilerin yukarıda yazılan çizilen senaryolardan ilham alaraktan suni metotlarla inorganik olarak elde edilen protein benzeri (protenoidler) moleküller üretme çabalarına pek sıcak bakmıyoruz. Zira tüm bu laboratuvar çalışmalarının hiçbiri ilk yaratılışta ki tabiat şartlarında gerçekleşmiş olaylar değildirler.
Velhasıl-i kelam; ilk yaratılışın tekrarlanması ve tecrübe edilmesi imkânsız bir mucizevî bir hadisedir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/protein-sentezi-ve-evrim-senaryolari-6028-kose-yazisi