OKSİJEN MUCİZESİ

OKSİJEN MUCİZESİ

ALPEREN GÜRBÜZER

Plastitler bitkilere has dizayn edilmiş moleküllerdir. Bilindiği üzere kromoplastlar kloroplastlarda bulunup turuncu renk içerirler. Lökoplastlar (beyaz kloroplastlar) ise yeşil renkte ışığı emen düğmeler olup şeker imal ederler. Zira fotosentez olayında kloroplast içerisinde yer alan klorofil maddesinin ışığı absorbe etmesiyle (tutma eylemi) birlikte tutulan ışık kimyasal enerjiye dönüşüp ayrıca ATP taşıyıcı enerji elde edilir. Aynı zamanda bitkiler fotosentez sayesinde oksijen üretmiş olurlar. Yani bitkiler atmosferde on binde üç oranında (% 0,03) bulunan gazdan yaprakları marifetiyle aldıkları 6 molekül karbondioksit ve kökleriyle aldıkları 6 molekül suyu güneş ışığı yardımıyla bünyelerinde var olan klorofille özümleyerek glikoz (besin) ve 6 molekül oksijen üretirler. Böylece su ve karbondioksitin birlikteliğiyle şekere kavuşmuş oluruz. Baksanıza artık tek hücreli yeşil bitki olarak kabul edilen fitoplanktonlar bile güneş ışığını kullanıp CO2, H2O, besi elementlerini (azot, fosfor, kükürt vs.) oksijene ve organik maddelere dönüştürüp denizlere hayat veriyorlar. Bu arada fotosentez sonucu üretilen oksijeni soluyan insan ve diğer canlılar beslendiği gıdaları yavaş yanmayla yakıp dışarıya karbondioksit verirler. Karbondioksit vücut içerisinde devamlı üretilmesi hasebiyle elbette ki dışarı atılması gayet tabiidir. Aksi takdirde az bir karbondioksit birikiminin vücuda vereceği zarar ciddi sonuçlar doğuracaktır. Kuşkusuz karbondioksiti vücutta yeteri kadar dengede tutan akciğerden başkası değildir. Demek ki canlı cansız âlemde her şey ayarlanmış bir denge hesabıyla karşılıklı “al gülüm ver gülüm” misali biri karbondioksit ikram ederken diğeri de oksijen sunuyor. İyi ki de karşılıklı ikramda bulunuyorlar. Zira onlarsız yaşamak anlamsız. Mesela beyin oksijensizliğe ancak 4 dakika dayanabiliyor. Sonrası malum beyin ölümü, akabinde gerçek ölüm vuku bulmakta. Kaldı ki gıdalarla elde edilen enerji, oksijen molekülleriyle sentezlenmeden asla kullanılamıyor. Dolayısıyla oksijen molekülleri olmaksızın istediğiniz kadar yeyip içiniz aldığınız besinler işlenilemeyeceği için hiçbir işe yarayamayacaktır. Her şey sanki oksijenle sentezlenmeye muhtaç durumda. Zaten oksijen sentezleme konusunda mahir bir element. Öyle bir element ki herhangi bir maddeyle reaksiyona girdiğinde hızlıca bileşik oluşturabiliyor. Nitekim kesilen elmanın kahverengimsi renk hal alması, demirin pas tutması bunun tipik bir misali. Bundan da öte oksijenin vücutta sergilediği faaliyet sayesinde karbondioksit molekül haline gelebiliyor. Gerçekten biz kullar Allah’a iman etmiş olmanın verdiği güçle bu muazzam işleyen sistem karşısında şaşkınlığımızı gizleyemeyip, “Bu ne güzel karşılıklı döngü ve yardımlaşmadır” diye haykıransımız geliyor.
Yanma olayı tabiatta da gerçekleşir, nasıl mı? Tabiî ki havada ki oksijen vücudumuza besin kaynağı bir madde ile reaksiyona girip yanma olayının vuku bulmasıyla. Bu yüzden Allah-ü Teala; “Rızkınız semadadır” (Zariyat, 22), “ Size gökten ve yerden rızk veren” (Neml, 64), “O Allahtır ki, arzın içinde ne varsa hepsini sizin için yarattı” (Bakara, 29) beyanıyla bu gerçeğe işaret etmiştir. Yani güneş, yağmur, hava ve orman hepsi rızkımız.
Işığın kaynağı elbette ki güneştir. Her şeyde ölçü tayin edildiği gibi güneşinde kendine has belli bir ölçüye göre ayarlanmış kütlesi, hacmi ve enerjisi var. Zira güneşin merkez katmanlarında 564 milyon ton hidrojen 560 milyon ton helyuma dönüşüp ısı ve ışık oluşturuyor. Düşünebiliyor musunuz atmosferin üst katmanlarında % 21 oranında bulunan oksijen tıpkı azot gibi güneşten gelen kısa dalga boya sahip zarar verici mor ötesi ışın ve X ışınlarını yutarak yeryüzüne filtre edilmiş halde iniveriyor. İşte bu inen ışık bir anda bitki maharetiyle kimyasal enerjiye çevrilip zerreden kürreye; “Senin verdiğin nimetlere sonsuz şükürler olsun” dedittirecek türden her şeye hayat kaynağı olabiliyor. Bu nimetin bilimsel anlamı karbonhidrat sentezi ve oksijenin canlıların istifadesine sunulmak üzere serbest salınması demektir. Yani hidrojen alınıp oksijen hizmetimize sunuluyor. Karbondioksit ise sudan ayrılan oksijen için alıcı rol konumunda olup karbonhidrat bileşiği üretiyor. Oluşan bu bileşik hem bitkinin beslenmesine hem de bizim için gerekli protein, yağ ve nişastaya ayrıştırılır. Şöyle ki; maddenin molekül ağırlığı kendisini oluşturan atomların ağırlıklarının total miktarı kadardır. Buradan hareketle glikoz maddesini (C6H12O6) meydana getiren karbon atom ağırlığı 12, oksijenin 16, hidrojenin ise 12 olduğuna göre; total glikoz atom ağırlığı (6 x 12) + (12 x 1) + (6 x 6) = 180 gram olduğu görülecektir. Demek oluyor ki karbondioksit suyla izdivacında glikoz ve oksijen üretiyor. Üstelik üretilen besinin % 40 pasta dilimine denk düşen kısmın büyük bir bölümünü karbon oluşturmakta. Nihayetinde bu pasta bize gerektiğinde gıda, gerektiğinde meyve oluyor, her şeyden öte yeşil bir manzaramız olmakta. Dahası kloroplastlar hava ve suyun özünde bulunan en temel üç elementimiz olan karbon, hidrojen ve oksijeni sentezleyerek hayat buluruz. Aynı zamanda serbest salınan oksijenle atmosferimiz temiz havaya bürünüp teneffüsümüz sağlanır. Bugün teknolojik imkânlarla havadan oksijen ayırt edebilmek için bin bir türlü ayırımsal damıtma işlemlerine zahmetle katlanan insanoğlu bitkilerin 6CO2 + 6H2O → (C6H12O6) + 6O2 formülüyle bu işi gayet rahat bir şekilde yaptıklarını gördükçe şaşa kalıyorlar.
Atmosferin en önemli gazlarından olan oksijenin doğuşu bundan 2000 milyon sene öncesine dayandığı tahmin ediliyor. Genel olarak yeryüzünde oksijen değişik şekillerde sahne almaktadır. Hatta bulunduğu alana göre de unvan almaktadır. Şöyle ki litosferde oksitlendiği için maden oksidi, hidrosferde su, atmosferde ise moleküler oksijen diye isimlendirilir. Kur’anda oksijen var mı derseniz şu ayeti kerimeyi okumak sanırım hepimize fikir verir. Bakın Allah-ü Teala: “Yaş ağaçtan size ateş çıkarandır. Ondan ateş yakarsın” (Yasin ayet–80), “Şimdi bana (yeşil bir ağaçtan) çatmakta olduğunuz ateşi söyleyiniz onun ağacını siz mi yarattınız. Yoksa onu yaratan biz miyiz?” (Vakıa,71–72) ayetiyle oksijeni bitkilerin ürettiğine işaret etmenin yanı sıra oksijensiz yanma olayının gerçekleşemeyeceğini bildirmektedir. Yani oksijen olmalı ki karbondioksit elde edilebilsin. Dolayısıyla ateş yeşil ağaçtan çıkan oksijen demektir. Ateş (oksijen) olmadan karbon içerikli kömür karbondiokside dönüşemez zaten. Keza ateş olmadan yemek pişmez, savaş aleti ve zirai aletler de yapılmaz. Karbondioksit olacak ki bitkiler yetişebilsin, bitkiler olacak ki hayvanlar beslenebilsin, hayvanlar olacak ki biz insanlar etinden sütünden hatta derisinden yararlanabilelim. Görüyorsunuz bir karbon kelimesinden nerelere kadar geldik. Belli ki yaşadığımız hayatta birbirine bağlı muazzam bir trofik diye tabir edilen beslenme zinciri mevcut. M. Hamdi Yazır ayette geçen ifadelerin sadece odun ve kömürle sınırlı kalmayıp sürtünme ve dokunma sonucu oluşan elektrik manasına da gelebileceğine dikkat çekmiştir. Ayrıca nasıl ki fotosentezle besin maddeleri üretilebiliyorsa, aynı zamanda gece fotosentezin tam tersi aerobik (oksijenli) solunum sonucu besin maddeleri oksijenle yakılıp açığa karbondioksit, su ve bir miktar enerji çıkabiliyor. Anlaşılan bitkiler her sabah güneşin doğuşuyla birlikte fotosentezi aracı kılarak ilahi mektubun gereği hummalı bir faaliyete geçip ürettikleri meyveleri bizlere takdim ediyorlar. Yine hakeza gece karbondioksit, gündüz ise oksijen üretip, böylece ormanlar oksijen deposu haline geliyorlar. İşte oksijen ve su dengesi denen mucizevî olay bu olsa gerektir. Dolayısıyla Fatih Sultan Mehmet; Kim ki ormanlardan bir ağaç keserse boynunu kopartırım demiştir. Yani yaş kesen baş kesendir demek istemiştir. Bundan da öte Yüce Peygamberimiz(s.a.v); “Yarın kıyamet kopacağını bilseniz bile ağaç dikiniz” emri her şeyi anlatmaya yetiyor.
Hakikat şu ki yeşil bitkiler güneş ışığını en iyi işleyebilecek düzeyde olan biyomotorlardır. Güneş ışığı eşliğinde yaşadığımız hayat ise bir noktada yeşilden mora kadar yedi tayf üzerine kurulu renkler manzumesidir. Bu yüzden tüm canlılar güneş ışığına mest olurlar. Malum olduğu üzere beyaz ışık esas itibariyle kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi lacivert ve mor ışıkların karışımından meydana gelmektedir. Peki, bu ışıklar hangi mekanizmayla seçilip bize sunulur derseniz, belli ki ışık yapraklarda bir mercek misali süzülüp uzun dalga boyunda turuncu-kırmızı ışınlar ve daha kısa dalga boylu mavi-mor ötesi ışınları filtre ederek seçim gerçekleşir. Nitekim beyaz ışık cam prizmadan geçirildiğinde bunu gözlemlemek mümkün. Hatta gök kuşağı da bunu doğrulayan bir hadisedir. Dolayısıyla orta boy dalga ışınlar yaprak tarafından yansıtıldığında klorofil bitkinin bulunduğu kısımda bizim tarafımızdan yeşil renkte algılanır. Anlaşılan klorofil bu işi kırmızı ve mavi ışığı kuvvetle absorbe edip kendisinde bulunan yeşil rengin çok az bir bölümünü yansıtarak gerçekleştirir. Hakeza bilim adamları okyanuslarda var olan bir nevi bitki sayılan alglerin (diatomlar) kara bitkilerinden daha büyük misli derecede fotosentezde aktif rol oynadıklarını belirlemişlerdir. Ayrıca yerden 80 kilometre uzaklıkta yer alan strosfer tabakasının bünyesinde taşıdığı azot gazı sayesinde güneşten gelen mor ötesi zararlı ışınlar filtre edilip korunmaya alındığımız tespit edilmiştir. Şayet bu filtre işlemi olmasaydı hayat felç olacaktı.
Atmosferde mevcut gaz oranların belirli oranlarda bulunması mucizevî rabbaniyedir. Mesela azotun % 78, oksijenin % 21 oranında atmosferde sabit değerde bulunması belli bir ilahi planın işleyişine yönelik amaç içindir. Kesinlikle bu oranlar tesadüfen tayin edilmiş rakamlar değil. Nasıl olsun ki, baksanıza bu sabit değerler sayesinde dünyamızı bir baştanbaşa kadar kaplayan gerek bitki, gerek hayvan ve gerekse insan toplulukları hayat bulmaktadır. Allah korusun mevcut denge ayarının hedefinden şaşması her şeyin allak bullak olması demektir. Düşünsenize oksijenin atmosferde iki katı oranda fazla olduğunu bir anda varsaysak arzımızda hafif ateş kıvılcımı yakmakla hem solduğumuz havayı hem de yeryüzünü cehenneme çevirmemiz an meselesidir diyebiliriz. Ya da tam tersi oksijen % 21 değilde yarısı kadar düşük değerde olsaydı nefessizlikten acaba halimiz nice olurdu, isterseniz bunu da siz düşünün. Bir kere nefes almak için oksijen almamız şart. Fakat bu ön şart sadece azot ve oksijen dengesi için mi, elbette hayır. Ayrıca karbon gerçeği var. Bu yüzden karbondioksit gazının varlık nedenini görmezden gelemeyiz. Zira bu gazın doğuşu da incelemeye değer bir bambaşka bir âlem. Nitekim karbon dengesi öyle ayarlanmış ki atmosferin dış tabakalarına gelen kozmik ışınlar burada birtakım kimyasal reaksiyonlarla yüksüz parçacıklara (nötron) dönüşüp derhal azotla birleşerek radyoaktif karbona (C14 izotopuna), bu izotop da oksijenle birleşerek radyoaktif karbondioksit gazına dönüşüyor, derken hava akımları yardımıyla bu gaz atmosferin en alt katmanlarına hızla diffuze oluyorlar. Böylece birçok canlı ve cansız varlıkların kimyasal bileşenlerini birbirine bağlayan karbon dengesi sağlanmış oluyor. Dahası şeker 6 karbon atomuna, gliserin 3 karbon atomuna, keza protein yapımında önemli rol oynayan amino asitlerde karbon atomuna bağlı faaliyet gösteriyorlar. Tabir caizse canlının en temel maddesi karbon atomudur.
Bu arada gökyüzünde çakan şimşeklerde rızkımız. Çünkü şimşekle birlikte havanın nemi kimyasal reaksiyona girip bitkiler için vazgeçilmez azot bileşikleri (tabi gübre) meydana gelmektedir. Rabbül âlemin; “Göğü ve yeri, rızkınıza iki hazine gibi hazırlayan, oradan yağmuru, buradan bitkileri çıkaran kimdir? Allah’tan başka koca sema ve zemini iki itaatkâr haznedar hükmüne kim getirebilir? Öyle ise, şükür Ona mahsustur” (Yunus, 31), “Yere girenleri ve ondan çıkanları, gökten inenlerle oraya yükselenleri Allah bilir”(Hadid, 4) buyurmakta.
Karbondioksit sadece atmosferde yüksüz parçacıklardan oluşmuyor. Yeryüzünü kaplayan her cins bitki özellikle sonbaharda yaprak dökümüyle birlikte tüm elemanları toprağa karışıp çürümesi sonucu karbondioksit gazı imal ediyorlar. Yani bitkinin ölüsü bile bir anlamda canlılık demek. Nasıl ki toprak ananın bağrına tohum serpilip zamanla toprakta neşvünema bulup dirilişe geçiyorsa, bu dünyadan bir kuş misali göç eden insan elbet haşirde dirilecektir. Malumunuz peygamberimize inanmak istemeyen müşrikler;‘Şu çürümüş un ufak olmuş kemikler mi dirilecek’ diye itiraz etmişlerdi hep birlikte. Bugün müşrikler yaşasaydı o ufalmış dedikleri kemikleri yandığında veya karbon haline geldiğini gördüklerinde bitkilerin gaz haline gelmiş karbondioksiti fotosentez kanunu ile özümseyip glikoz ve oksijen ürettiğine şahit olduklarında acaba ne diyeceklerdi, doğrusu merak konusu. Galiba glikozun, yani şekerin canlı varlığa geçerek hayat verdiğini görüp ‘Allah’ demekten başka çareleri kalmayacaktı. Vesselam.

http://www.facebook.com/pages/Alpere...41391522610124

BİR NEFES SIHHAT OKSİJEN MUCİZESİ
SELİM GÜRBÜZER
Plastitler, alg ve bitki hücrelerinde bulunan aynı zamanda hücrenin görevine uygun renk ve şekil kazanan çift zarlı temel organellerdir. Nitekim bu temel organellerden mesela kromoplastlar bitkilere farklı renkler kazandırması yönüyle en dikkat çekici örneğini teşkil eden plastitler türüdür. Hem nasıl dikkat çekmesin ki, bikere lökoplastlar gibi renksiz değillerdir, elbette ki dikkat çekeceklerdir. Hem ayrıca kromoplastların bir diğer plastit gruplarından lökoplastlar (beyaz kloroplastlar) ve kloroplastlar gibi fotosentez yapan ökaryot türleri de mevcut olup bunlar turuncu, sarı, kırmızı renkte kromoplastlar olarak kategorize edilirler.
Peki ya, kloroplastlar? Malumunuz kloroplastlar ise bitki hücreleri içerisinde değim yerindeyse yeşil renkte ışığı emen düğmeler şeklinde glikoz imal etmek için konumlanmış plastitlerdir. Zira fotosentez olayında kloroplast içerisinde yer alan klorofil maddesinin ışığı absorbe etmesiyle (tutma eylemi) tutulan ışık bir bakıyorsun kimyasal enerjiye dönüştüğü gibi ayrıca ATP taşıyıcı enerji olarak açığa çıkar da. Yetmedi enerjinin haricinde bu arada bitkiler fotosentez sayesinde oksijen üretmişte olurlar. Nasıl mı? Bitkiler malumunuz yaprakları marifetiyle atmosferden aldıkları on binde üç oranında (% 0,03) 6 molekül karbondioksit gazını ve kökleriyle aldıkları 6 molekül suyu güneş ışığı yardımıyla bünyelerinde var olan klorofille özümleyerek glikoz (besin) ve 6 molekül oksijen üreterek bu işi gerçekleştirmiş olurlar. Böylece su ve karbondioksitin birlikte sentezlenmesi sayesinde karbonhidrata grubundan glikoz nimetine mazhar oluruz. Sadece bu nimete insanlar mı mazhar olur? Hiç kuşkusuz bizim dışımızda mesela tek hücreli yeşil bitki olarak bilinen fitoplanktonlar da kendi payına düşen güneş ışığından istifade ederekten CO2, H2O, besi elementlerini (azot, fosfor, kükürt vs.) oksijene ve organik maddelere dönüştürüp hem kendisi için nimet edinmiş olur hem de bulunduğu okyanus, deniz ile tatlı su ekosistemindeki tüm canlılara oksijen üreten can nimet olur.
Kelimenin tam anlamıyla anlaşılan o ki, fotosentez sayesinde üretilen oksijen gerek karada gerekse denizde yaşayan tüm canlılar için hayat kaynağı olmakta. Nitekim karada yaşayan canlılar olarak başta insan olmak üzere diğer pek çok canlılar soludukları temiz hava sayesinde (oksijen) yedikleri gıdaları vücutlarında gıdaları yavaş yanma mekanizmalarıyla yakıp dışarıya karbondioksit vermek suretiyle hayat bulmaktalar. Tıpkı bu sobada yanan yakıtın yanması sonucu bacadan tütsü halde dışarıya dumanın atılması gibi bir durumdur bu. İyi ki de yediğimiz gıdalar vücut iklimimiz de yakılıp karbondioksit olarak dışarı atmaktayız. Aksi halde karbondioksit birikiminin vücuda vereceği zarar ciddi sonuçlar doğuracaktır. Şu bir gerçek karbondioksiti vücutta yeteri kadar dengede tutan akciğerden başkası değildir. Bu demektir ki, canlı cansız âlemde her varlık yaratılış gayesi doğrultusunda bir kendi aralarında karşılıklı “al gülüm ver gülüm” misali tıpkı fotosentez olayında olduğu gibi biri diğerine karbondioksit ikram ederken diğeri de oksijen sağlayarak ikramda bulunmakta. İyi ki de yaratılan varlıklara arasında karşılıklı ikramlar söz konusu, bu sayede birbirlerine karşılıklı can simidi olunmakta. Düşünsenize bir an oksijensiz kaldığımızı düşünelim, bu durumda beyin oksijensizliğe ancak 4 dakika dayanabilmekte. Sonrası malum beyin ölümü, akabinde ölüm kaçınılmaz alın yazımız olarak karşımıza çıkar. Hakeza rızıklandığımız gıdalar için de oksijen çok önemli maddedir. Oksijen molekülleri olmaksızın istediğiniz kadar yiyip içelim asla dışardan vücudumuza aldığınız besinlerin hiçbir bir kıymet değeri olmayacaktır. İlla ki aldığımız besinler oksijenle yakılması gerekir ki vücut içerisinde metabolizma faaliyetleri start alabilsin. Hem oksijen öyle mucizevi bir elementtir ki, herhangi bir maddeyle reaksiyona girdiğinde hızlıca bileşik oluşturabiliyor da. Nitekim herhangi bir elmayı kestiğimizde bir süre sonra kahverengimsi renk hal alması ya da demirin oksitlenerek pas tutması bunun tipik misallerini teşkil eder. Bu tipik misallerin ötesinde oksijenin vücutta sergilediği yakım ve yıkım faaliyetleri sayesinde karbondioksit oluşumu gerçekleşmekte. Gerçekten de bizler Allah’a iman etmiş kullar olarak bizim irademizin dışında vücut şehrimizde cereyan eden bu muazzam işleyen sistem karşısında “Bu ne güzel karşılıklı döngü ve yardımlaşmadır” demekten kendimizi alamayız da.
Evet, yanma olayı tabiat ile canlılar arasında karşılıklı bir döngü planı içerisinde gerçekleşen bir yardımlaşma hadisesidir. Nasıl mı? Hiç kuşkusuz havadan aldığımız oksijenin vücudumuzda besin kaynağı herhangi bir maddeyle reaksiyona girmesiyle vuku bulan bir nefes sıhhat hadisenin adı bir mucizedir bu. Bakınız, Yüce Allah Kur’an’da:
-“Gökte rızkınız ve size vaad olunan şeyler vardır” (Zâriyât, 22),
-“Ya da (bütün mahlûkatı) önce hiç yoktan yaratan, sonra onu iade edecek(öldükten sonra yeniden dirilecek) olan (mı İlahlığa daha layıktır? Düşünün ve anlayıp görün ki, yaratılışı ilkten başlatan, sonra onu sürekli yenileyip duran?) Ve sizi gökten ve yerden rızıklandıran mı (gerçek Rabbinizdir, yoksa put ve tağut cinsinden aciz şeyler mi?) Allah ile beraber başka bir ilah mı? De ki: “Eğer doğru söylüyor iseniz, kesin burhanınızı getirin” (Neml, 64),
-“Yeryüzünde ne varsa tamamını sizin için yaratan, sonra göğe yönelerek onları, yedi gök olarak tamamlayıp düzene koyan O’dur ve O, her şeyi hakkıyla bilmektedir” (Bakara, 29) diye beyan buyurduğu ayet-i celileriyle bu gerçeğe işaret etmiş bile.
İşte yukarıda zikredilen ayet-i celilelerin mana ve ruhuna baktığımızda gerek aydınlık güneşimiz, gerek rahmet yağmurumuz, gerek her nefes alış verişimizde soluduğumuz hava atmosferimiz gerekse oksijen depomuz bitkiler karşımıza hayat kaynağı nimetler olarak çıktığını görürüz. Hiç kuşkusuz bu nimetlerin en başında, yani fotosentezin fitilini ateşleyecek nimet olarak en başta aydınlık kaynağımız güneş gelir elbet. Ancak her şeyde olduğu gibi hiç kuşkusuz güneşte kendi başına buyruk değildir, yani her şeyde ölçü tayin edildiği gibi güneş sistemi içinde bir ölçü tayin edilerekten kendine has ayarlanmış kütlesi, kendine has ayarlanmış hacmi ve enerjisi söz konusudur. Zira güneşin merkez katmanlarında 564 milyon ton hidrojen hammaddesi 560 milyon ton helyuma dönüşüp ısı ve ışık oluşturmakta. Düşünebiliyor musunuz atmosferin üst katmanlarında % 21 oranında bulunan oksijen tıpkı azot gibi güneşten gelen kısa dalga boylu zarar verici mor ötesi ışın ve X ışınlarını emerekten yeryüzüne filtre edilmiş halde inivermekte. İşte gök kubbeden dalga dalga halinde inen güneş ışınları bir bakıyorsun bitki hücreleri içerisinde konumlanmış klorofil maddelerinin gösterdikleri üstün performanslarıyla kimyasal enerjiye çevrildiğinde ister istemez bu olay karşısında Yaradanımızın huzurunda “Senin verdiğin nimetlere sonsuz şükürler olsun” dedirttirecek türden hayat kaynağı olabiliyor. Hem nasıl hayat kaynağı olmasın ki, baksanıza ışık ve klorofilin karşılıklı olarak el yordamıyla karbonhidrat sentezini gerçekleştirmeleriyle birlikte serbest olarak açığa çıkardıkları oksijenin canlıların soluklanmasına sunulmak manasına “…olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” olunmakta. Öyle ki bir nefes sıhhat hayat kaynağı oluşumunda fotosentez zincirinin halkalarında bir yandan su molekülü oluşumu için elzem olan hidrojen alınımı gerçekleşirken diğer yandan da solunum için elzem olan oksijen salınımı gerçekleşmekte. Tabii bu arada karbondioksit molekülleri de boş durmayıp suyla olan bağını kestikten sonra bilhassa besinleri yakmakla vazifeli oksijen için alıcı rol konumu görevi üstlenerekten karbonhidrat bileşiği üretimini gerçekleştirmektedir. Derken karbonhidrat bileşiği hem bitkilerin beslenmesine yönelik hayat kaynağı olur hem de diğer canlılar için gerekli olan protein, yağ ve nişastaya ayrışaraktan hayat kaynağı olur. Fotosentezde rol oynayan tüm hayati öneme haiz unsurların hayat kaynağı oldukları molekül ağırlıklarından belli ediyor zaten. Nitekim bir maddenin molekül ağırlığı kendisini oluşturan atomların ağırlıklarının total miktarı kadarıyla değer kazanmakta. İşte Yüce Allah’ın halk ettiği bu fotosentez kanununun ilk halkasında karbon atom ağırlığının 12, oksijenin 16, hidrojen atom ağırlığının 12 olduğuna göre; neticesinde meydana gelecek olan total glikoz atom ağırlığının (6 x 12) + (12 x 1) + (6 x 6) = 180 gram olarak değer kazandığı görülecektir. Ezcümle anlaşılan o ki; karbondioksitin bir şekilde suyla olan izdivacı neticesinde glikoz ve oksijen üretimi vuku bulmakta. Ve bu üretilen besinin % 40 pasta dilimine denk düşen kısmın büyük bir bölümünü ise karbon oluşturmaktadır. Derken bu oluşan pastadan pay edilmek üzere tüm canlılara gıda, meyve ve sebze ikram edilmesinin yanı sıra bu arada tabiat severlere de bakmasına doyamayacakları yeşil bir manzara temaşası sunulmakta. Hele ki bu harikulade manzaranın oluşumunda aktif olarak rol oynayan bir madde var ki, o mikroskobun başında bulunan botanikçilerin yakından bildiği bitkilere yeşil renk katkısı sunan kloroplastlardan başkası değildir elbet. Öyle ki bu madde sayesinde hava ve suyun özünde bulunan en temel üç elementimiz olan karbon, hidrojen ve oksijeni sentezlemesiyle hayat buluruz da. Yetmedi hayata dair son derece etki gücü olarak serbest olarak saldıkları oksijenle hem doğa hem de atmosfer temiz havaya bürünüp bu sayede teneffüsümüz sağlanır da. Şimdi gel de buram buram soluduğumuz bir nefes sıhhat manzara karşısında hayretler içerisinde kalma. Hatta bugün gelinen noktada insanoğlu sadece solumakla kalmayıp soluduğu havadan oksijen ayırt edebilmek için giriştiği bin bir türlü zahmete katlanaraktan ayırımsal damıtma işlemlerini gerçekleştirip sonrada bu koşuşturma içerisinde yüzünü birde dönüp bitkilerin 6CO2 + 6H2O → (C6H12O6) + 6O2 kanunuyla bu işi kendi keşfettiklerinin kat be kat üstünde gayet çok rahat bir şekilde ustalıkla yaptıklarını müşahede ettiklerinde de hayretlerini gizleyemediklerini gözlemekteyiz.
Atmosferin en önemli gazlarından olan oksijenin doğuşu bundan 2000 milyon sene öncesine dayandığı tahmin ediliyor. Genel olarak yeryüzünde oksijen değişik şekillerde sahne almaktadır. Hatta bulunduğu alana göre de isim almaktadır. Nitekim oksijen litosferde oksit halde bulunması hasebiyle maden oksidi olarak addedilir, hidrosferde su olarak addedilir, atmosferde ise moleküler oksijen olarak addedilir. Kur’an’da oksijen isimlendirmesi var mı derseniz, malumunuz Allah-ü Teâlâ’nın bu hususta nüzul eylediği: “Ki O, size yeşil ağaçtan bir ateş kılıp çıkarandır. Ondan ateş yakarsın” (Yasin, 80) ve “Şimdi bana (yeşil bir ağaçtan) yakmakta olduğunuz ateşi söyleyiniz onun ağacını siz mi yarattınız. Yoksa onu yaratan biz miyiz?” (Vâkıa,71–72) ayet-i celileri hepimize ziyadesiyle fikir verecektir elbet. Nitekim fikir edindiğimiz ayet-i celilerin mana ve ruhuna baktığımızda oksijeni bilhassa bitkilerin ürettiğine işaret edilmenin yanı sıra oksijensiz yanma olayının gerçekleşemeyeceği de bildirilmekte. Her ne kadar oksijen ayet-i celilerde isim olarak geçmese de sonuçta oksijen deposu bitki dokusu olmalı ki yanma olayı gerçekleşip karbondioksit elde edilebilsin. Kaldı ki ayette geçen ‘ateş’ ibaresi yeşil ağaçtan çıkan oksijen manasına bir ibaredir. Öyle ya, ateş (oksijen) olmaksızın karbon içerikli kömür nasıl karbondioksite dönüşebilsin ki. Hem ateş olmadan ne yemek pişirilebilir ne de savunma sanayi aletleri veya zirai aletler yapılabilir. İlla ki, karbondioksit olmalı ki;
-Bitkiler yeşerebilsin,
-Bitkiler yeşermeli ki hayvanlar beslenebilsin,
-Hayvanlar beslenmeli ki insanlar etinden, sütünden ve derisinden yararlanmış olabilsin.
İşte görüyorsunuz mevzubahis ettiğimiz atomlardan sadece tek başına karbon atomunu mercek altına aldığımızda bile bu karbon molekülünün nelere mührünü vurduğunu ve trofik zincir içerisinde fonksiyonunun ne olduğunu az çok hepimiz fen derslerinde görmüşüzdür elbet. Besbelli ki yaşadığımız hayatımıza soluk olabilecek nitelikte bir dizi birbirine bağlı muazzam bir trofik olarak tabir edilen beslenme ağı zinciri söz konusudur. Nitekim M. Hamdi Yazır yukarıda ayet mealinde geçen ateş ibaresinin sadece yanmakta olan odun veya kömür manasına gelebilecek anlamıyla sınırlı tutmayıp buna ilaveten sürtünme ve dokunmayla oluşan elektrik manasına gelebilecek bir ibare olduğuna da vurgu yapmıştır. Birde meseleye biyolojik açıdan baktığımızda ise hem nasıl ki fotosentezle besin maddeleri üretilebiliyorsa, icabında fotosentezin tam tersi bir yöntem diyebileceğimiz aerobik (oksijenli) solunum yoluyla da besin maddeleri oksijenle yakılıp açığa karbondioksit, su ve bir miktarda enerji ortaya çıkabiliyor pekâlâ. Anlaşılan o ki, bitkiler her sabah güneşin doğuşuyla birlikte fotosentezi aracı kılarak ilahi mektubun gereği hummalı bir faaliyete geçip ürettikleri meyveleri bizlere takdim etmekle mahirdirler. Kelimenin tam anlamıyla bitkiler gece karbondioksit, gündüz de oksijen üretmekle mahirdirler. Böylece gece gündüz demeden bilfiil üretim yapmaları sayesinde zaman zaman kendimizi tabiatın kollarına attığımızda ormanların oksijen deposu haline geldiklerini müşahede etmiş oluruz. Hatta müşahede etmenin ötesinde bu arada konuk olduğumuz dünyamızın oksijen ve su dengesinin bitip tükenmeksizin bir nefes sıhhat mucizevî hadise olduğunu idrak etmiş oluruz da. İşte bu nedenledir ki Fatih Sultan Mehmet; “Ormanlarımdan bir yaş dal kesenin, Başını keserim” demekten kendini alamamıştır. Bir başka ifadeyle yaş kesen baş kesendir demek istemiştir. Bundan daha da öte Adı Güzel Kendisi Güzel Yüce Peygamberimiz (s.a.v); “Yarın kıyamet kopacağını bilseniz bile ağaç dikiniz” emri her şeyi anlatmaya yetiyor zaten.
Hakikat şudur ki; yeşil bitkiler güneş ışığını en iyi bir şekilde işleyebilecek düzeyde biyomotorlardır. Güneş ışığı eşliğinde yaşadığımız hayat ise bir noktada yeşilden mora kadar yedi tayf üzerine kurulu renkler manzumesidir. Bu yüzden tüm canlıların güneş ışığına mest olduklarını görürüz. Malum olduğu üzere beyaz ışık esas itibariyle kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi lacivert ve mor ışınlarının karışımından müteşekkil bir ışık tayfıdır. Peki, bu ışıklar hangi mekanizmayla seçilip bize sunulur derseniz, besbelli ki güneşten gelen ışınlar bitkiler tarafından absorbe edilerekten bir mercek misali süzülüp uzun dalga boyunda turuncu-kırmızı ışınlar ve daha kısa dalga boylu mavi-mor ötesi ışınları olarak seçim gerçekleşir. Nitekim böylesi bir seçimin deneyimsi uygulamasını beyaz ışığın cam prizmadan geçirildiğinde de bu durumu gözlemleyebiliyoruz pekâlâ. Keza yağmur sonrasında gökyüzünde beliren gök kuşağı da bir başka gözlemimize ışık tutacak tipik ışık tayfı seçiciliğini doğrulayan örneğimizdir. İşte bu örneklerden hareketle mesela bir yaprak tarafından orta boy dalga ışınlar yansıtıldığında klorofil maddesi bitkinin bulunduğu kısımda bizim ışık penceremizden yeşil renk olarak algılanacaktır. Zira bitkiye yeşil renk veren klorofil maddesi bu işe soyunurken ilk önce kendisine gelen kırmızı ve mavi ışığı kuvvetle absorbe edip kendisinde bulunan yeşil rengin çok az bir bölümünü yansıtmak suretiyle gerçekleştirmektedir. Nitekim bilim adamları bu doğrultuda yaptığı çalışmalar neticesinde mesela okyanuslarda var olan bir nevi bitki türü olarak addedilen alglerin (diatomlar) kara bitkilerinden daha büyük misli derecede fotosentezde aktif rol oynadıklarını belirlemişlerdir. Ayrıca yerden 80 kilometre uzaklıkta yer alan strosfer tabakasının bünyesinde taşıdığı azot gazı sayesinde güneşten gelen mor ötesi zararlı ışınlar filtre edilip korunmaya alındığımız da tespit edilmiştir. Bu demektir ki tabiatta kanun halinde var olan bu söz konusu filtreleme işlemleri olmasaydı yaşadığımız hayatımız bize zindan olacaktı.
Atmosferde mevcut gaz oranların belirli oranlarda bulunması mucize-î rabbaniyedir. Mesela azotun % 78 ve oksijenin % 21 oranında atmosferde sabit değerde bulunması belli bir ilahi planın işleyişine yönelik amaç içindir. Kesinlikle bu oranlar tesadüfen tayin edilmiş rakamlar değil. Nasıl olsun ki, baksanıza bu sabit değerler sayesinde dünyamızı bir baştanbaşa kadar kaplayan gerek bitkiler, gerekse hayvan ve insan toplulukları hayat bulmaktalardır. Maazallah bir anda mevcut denge ayarının hedefinden şaşması her şeyin allak bullak olması demektir. Düşünsenize oksijenin atmosferde iki katı oranda fazla olduğunu bir anda varsayalım, işte o zaman yeryüzünde hafif ateş kıvılcımı yakmakla hem solduğumuz havayı hem de yeryüzünü cehenneme çevirmemiz an meselesidir diyebiliriz. Ya da tam aksine oksijen % 21 değil de yarısı kadar düşük değerde olsaydı nefessizlikten acaba halimiz nice olurdu, Bikere nefes almak için denge ayarında oksijenin varlığına ihtiyaç olduğu şart gözüküyor. Tabii bu ön şart sadece azot ve oksijen dengesine has bir durum değil, buna karbonda dâhil elbet. Bu yüzden karbondioksit gazının varlık nedenini görmezden gelemeyiz. Zira bu gazın varlık sebebi de incelemeye değer bir husustur. Nitekim dünyamızda karbon döngüsü öyle muazzam öyle ayarlanmış ki; atmosferin dış tabakalarına gelen kozmik ışınlar burada birtakım kimyasal reaksiyonlarla yüksüz parçacıklara (nötron) dönüşerekten azotla birleşip radyoaktif karbon (C14 izotopuna) hale gelebiliyor. Ki, bu karbon izotopu da oksijenle birleşerekten radyoaktif karbondioksit gazına dönüşmekte, derken hava akımları yardımıyla bu söz konusu gaz molekülleri atmosferin en alt katmanlarına hızla difüze olurlar da. Böylece birçok canlı ve cansız varlıkların kimyasal bileşenlerini birbirine bağlayan karbon dengesi sağlanmış olur. Öyle ki, şeker 6 karbon atomuna, gliserin 3 karbon atomuna, keza protein yapımında önemli rol oynayan amino asitlerde karbon atomuna bağlı faaliyet gösterirler. Tüm bu var oluşumlardan anlaşılan o ki, canlının en temel maddesi karbon atomu olduğu anlaşılmaktadır.
Bu arada sakın ola ki şimşek çakması da neyin nesidir deyip es geçmeyelim, çünkü bir şimşek çakmasında canlılar için nice nimetler gizlidir. Bu demektir ki yeryüzünde rızıklandığımız gibi gökyüzünden de rızıklanmaktayız. Nitekim gökyüzünde çakan şimşeklerle birlikte bir bakıyorsun havanın nemi kimyasal reaksiyona girip bitkiler için olmazsa olmaz vazgeçilmez diyebileceğimiz azot bileşiklerinin (doğal gübre) oluşumu vuku bulmakta. Zira Rabbü’l âlemin bu hususta Kur’an’da nüzul eyledi ayetlerde şöyle beyan buyurmakta:
-“Göğü ve yeri, rızkınıza iki hazine gibi hazırlayan, oradan yağmuru, buradan bitkileri çıkaran kimdir? Allah’tan başka koca sema ve zemini iki itaatkâr haznedar hükmüne kim getirebilir? Öyle ise, şükür Ona mahsustur” (Yunus, 31),
-“Yere girenleri ve ondan çıkanları, gökten inenlerle oraya yükselenleri Allah bilir.” (Hadid, 4)
Evet, sizlerde fen derslerinde görmüşsünüzdür karbondioksit sadece atmosferde yüksüz parçacıklardan ibaret olarak konumlanmış değil elbet. Yeryüzünü kaplayan bir kısım bitkiler sonbaharda yapraklarının tel tel dökülmesiyle toprağa karışaraktan bünyesinde barındırdığı tüm elemanlarının çürüyüp açığa karbondioksit gazı çıkarmak için vardırlar. Düşünsenize bitkinin ölüsü bile dirisi gibi bir anlam ifade etmektedir. Hem nasıl ki toprak ananın bağrına serpilen bitki tohumları zamanla toprakta neşvünema bulup varoluş dirilişine geçiyorsa, aynen öyle de insanoğlu da vakti saati gediğinden bir kuş misali bu konuk olduğu dünyada göç edip haşirde dirilmek üzere var olacak demektir. Nasıl mı? Hani Peygamberimizin karşısına dikilip de; ‘Şu çürümüş un ufak olmuş kemikler mi dirilecek’ diyen iman etmeyen müşrikler vardı ya, aynen öylede gelinen noktada maalesef bu günde müşrikleri aratmayacak şekilde bilim adamı maskesi altında yaratılışı inkâr edenler aynı teraneyi sürdürmektelerdir. İster günümüzde hakikat güneşine karşı kör sağır ateistler olsun, isterse İslam’ın doğuşu yıllarında fenni ilimlerinden yoksun müşrikler olsun, ha o gün gözünü kapatmışlar ha bugün hiç fark etmez, sonuçta gelinen noktada fenni ilimlerin doruk yaptığı dünyamızda bile çürümüş ve ufalmış denileni kemiklerin laboratuvar ortamında yakaraktan analize tabi tutulup karbon haline geldiklerini gördükleri halde yine yaratılışı inkâr ettiklerini görmekteyiz. Hakeza bitkilerde metabolik faaliyetler sonucu gaz haline dönüşmüş karbondioksitin fotosentez hadisesiyle birlikte glikoz ve oksijen üretildiğine şahit oldukları halde yine inadım inat yaratılış inkâr etmektelerdir. Ne diyelim, onlar bildiklerini okuya dursunlar, bizden söylemesi, tüm bilimsel veriler kendi hal lisanıyla ‘Allah’ diye haykırmakta zaten.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/bir-nefes-sihhat-oksijen-mucizesi-5402-kose-yazisi