NOELLE GİRDİLER DÜNYAMIZA
NOELLE GİRDİLER DÜNYAMIZA
--------------------------------------------------------------------------------
KUTSAL TUZAK
Alperen GÜRBÜZER
Noelle girdiler dünyamıza, sonrada anneler günü, babalar günü ve sevgililer günü gibi bir dizi günler sıralandı. Batı birkere inanmış Tanrının evreni altı günde yarattığına, haşa diğer bir günde ise istirahata çekildiğine.. Onun için batıda haftanın altı günü dünyevi hayat, Pazar günü ise devletçe mecbur edilen kilisede günah çıkarma ayinine zaman ayrılan şölendir. Bizde ise Pazar günü tatil olarak biçim değiştirerek dinlenmeye dönüşmüştür. Yani batıda hafta sonu tatil değil devletçe zorunlu kılınan birtür ibadet günüdür. Oysa İslamiyette her an, her zaman dilimi, her ay ya da her yıl veya bir ömür Allahı anmaktır. İbadet bir güne, bir zaman dilimine hapsedilemez.
Kutsal günlerimiz çoğaldıktan sonra Hiristiyanlığı dünyevileştiren batı, şimdi bizim dinimizide dünyevileştirerek ibadetimizi belli günlere hapsederek Hiristiyanlaştırmaya dönüştüreceklerini sanıyorlarsa yanılıyorlar. Çünkü Allahın vaadi var; bu dini ben indirdim kıyamete kadarda koruyacakda benim buyuruyor.
Cumartesi günüde yahudilerce kutsaldır. Yolunuz yahudi yerleşim alanlarına düşerse sıcak çorba içemezsiniz. Neden mi? Çünkü inançları gereği cumartesi günü ateş yakmak yasaktır da ondan. Biz hem Hiristiyanların hemde Yahudilerin gönlünü yapmak adına cumartesiyi de hatta pazarı da tatil yapmışız. Bizim dinimizde Cuma bile tatil değildir. Sadece Cuma vakti girdiğinde alışveriş yasak edilmiştir. Cuma namazının ardından yine herkes işinin başındadır. Günlerin kutsallığı ayların kutsallığ ya da senelerin kutsallığı diye bir şey yok. Bazı mübarek günler ve aylarımız olsa da bunlar sadece olsa olsa yeniden kendimize dönmek adına fırsat olarak algılanıp, daha çok Allah’tan istiğfar olarak algılanır. Bunun ötesinde anlam çıkarılmaz. Herdem, her an, her nefeste Allah’ı unutmamaktır esas olan.
Önceleri kutlu doğum diyanetin basit duyurmasıyla geçiştirilen ve birkaç müslümanın idrakiyle geçen kutlu doğum haftaların ve kandiller, artık İslamiyetle ilgisi olan olmayanda haftalar öncesinde büyük reklâmlarla haberdar edilerek büyük bir kampanya yarışına dönüşülmesi ve kutlanması ister istemez akıllara kuşku bırakıyor, acaba dinimizi sekülerleştirme planının devreye girdiğini düşündürüyor insanımıza.
Bu uygulamaların her geçen gün artması İslamiyet’i hergün yaşanan din olmaktan çıkarıp belli günlerde yaşanır dine dönüştürme endişesi doğuruyor. Ayrıca kandillerde çekilen mesajların telefon şirketleriune bıraktığı gelirin biryılda bıraktığı gelire eş durumda olmasıda işin cabası.. Bundan anlaşılan dinimizin ticari hesaplara alet edilmesi ise ortada korkunç bir duygu sömürüsününde olduğu netlik kazanıyor sanki...
Anneler ve babalar günü bizim değerlerimize göre her beş vakit namazın ardından dualarımıza ortak kıldığımız ve unutamadığımız her vakit, bizim için anneler ve babalar günüdür.. Kaçırmadığımız her sabah namazı ise sevgililer günüdür. Çünkü asıl sevgili Allahtır..
Saadatlar kendilerinden önceki büyüklerin doğum ve ölüm günlerini kutlamak için özel çaba sarf etmiyorlar, acaba niye, hiç düşündünüz mü? Cevabı basit; her Hatme-i Hacegan duasında, her virdin başlangıcında ya da rabıtada yanımızlarda da ondan. Günlük Hatme-i Hacegan’ı kaçırmayan, aynı zamanda başta Rasulullah olmak üzere Al-u ashabı ve Sadat-ı Kiramı anıyor ve onların manevi tasarruf şemsiyesi altına girmiş oluyor demektir.
Velhasıl; her gördüğünü hızır bil her geceyi kadir bil diyorlar büyüklerimiz.. Vesselam.
dedekorkut1
1 Ocak, 2021 - 08:03
Kalıcı bağlantı
KUTSAL TUZAK
KUTSAL TUZAK
SELİM GÜRBÜZER
Noel’le girdiler dünyamıza, yetmedi ardından anneler günü, babalar günü ve sevgililer günü gibi bir dizi günler ilave edildi. Tabii elden bir şey gelmez. Batı bikere inanmıştı, güya Tanrının evreni altı günde yarattığına, hâşâ geri kalan 1 (bir) gününde ise istirahata çekildiğine. Bu nasıl bir inançsa haftanın altı günü dünyevi işlere ayrılırken haftanın diğer tek kalan Pazar günü ise inanca yönelik işler için ayrılmıştır. İnanç noktasında malum yaptıkları kilisede ya vaftiz yapıp günah çıkarmak ya da ayin yapmak vs. şeklinde gerçekleşmektedir. En son kâmil mükemmel İslam dinin de her şey bir güne sıkıştırılmaz, bilakis insanın bir ömür boyunca her ayını, her yılını her haftasını, her gününü, her anını ve her saliseni Allah'ı anmak esastır. Zaten bizi Batıdan farklı kılan yanımızda budur, yani ibadeti belli bir gün ve bir zaman dilimine hapsetmemektir.
Her neyse Batı dünyası inancını tek pazar gününe indirgeye dursun, biz bu arada şu altı gün meselesi neymiş onu bir irdelemeye çalışalım. Bakınız Yüce Rabbimiz Kur’an’da “Rabbiniz o Allah’tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı” (Yunus, 3) beyan buyurmakta. Aslında ayette geçen ‘altı gün’ rakamı bizim anladığımız manada dünya takvimi cinsinden bir rakam değildir. Dahası altı gün rakamı izaha muhtaç bir konudur. Bikere insanoğlunun bir takvim gün olarak hesapladığı 24 saatlik zaman dilimi dünyanın kendi ekseni etrafında bir turlayışına denk düşen bir zaman dilimidir. Hakeza diğer gezegenlerinde kendi ekseni etrafında kat ettiği bir turlayışına göre zaman dilimi belirlenmekte. Öyle anlaşılıyor ki, her bir gezegenin yörüngede güneşle arasındaki bulunduğu uzaklık konumu ve yörüngede ki kendi ekseni etrafındaki kat ettiği bir turlayış zaman dilimi ne ise takvim günüde o olmaktadır. Nitekim Dünyanın kendi ekseninde kat ettiği bir günlük mesafe 24 saat iken Venüs gezegeninin kat ettiği bir günlük takvim yaprağı da 5400 saate karşılık gelen bir mesafesidir. İşte bu örnekten hareketle ayette geçen göklerin ve yerlerin 6 günde yaratılışının dünya döngüsü hesabına göre mi, yoksa bir başka gezegenin döngü hesabına göre mi altı gün olduğu, ya da idrak edemediğimiz bir altı gün hesabımı olduğu bizi aşan bir durumdur bu. Fakat yine de bu demek değildir ki, bizim idrak algımızın fevkinde diye altı gün ibaresinin sırrı ve hikmeti üzerinde durulmasın. Bilakis Kur’an’da zikredilen pek çok ayet insanoğlunun araştırmasına açık kapı bırakılacak şekilde nüzul olmuştur. Müberra dinimizde armut piş ağzıma düş anlayışı asla kabul görmez. Hatta Müslümanlar olarak yaratılış kanunlarının ezelde tayin edilmiş olduğunu bilmemize rağmen bu bilinçlenmemiz bizim yan gelip yatmamızı ve hazıra konmamızı gerektirmez. Bilakis yaratılış gayemizin gereği olarak ezelde belirlenmiş her ne kanun varsa üzerinde beyin fırtınası yapıp ortaya çıkarmak yaraşır bize. Kaldı ki yaratılış kanunlarının açığa çıkarmakla hâşâ kanunu biz yaratmış olmuyoruz, sadece kâinatta var olan kanunları keşfetmiş oluyoruz. İsmi üzerinde keşif, yani yaratılış gerçeğini idrak edip öğrenme faaliyetidir bu. Derken bu keşfetme ve öğrenme faaliyetiyle birlikte Kur’an ayetlerinin her asrın insanının idrakine göre anlam kazanması gayet tabii bir durumdur. Düşünsenize Kur’an ayetleri ilk nüzul olduğu çağın idrakiyle açıklık kazanmış olsaydı o çağın insanları nerden bilecekti saat diliminin nasıl işlediğini, gezegenlerin yörüngelerinde nasıl seyr-i âlem eylediklerini, yeryüzünü oluşturan jeolojik katmanların nasıl oluştuğunu, canlılarda biyogenez ve abiyogenez evrelerinin nasıl gerçekleştiğini… Hadi diyelim ki o asrın insanları nüzul olan ayetleri bugünün idrakiyle anladıklarını varsayalım, ister istemez böyle bir durumda “bu açıklık ve izahat bize yeter” deyip hiçbir şeyi araştırmaya koyulmayacaklardı.
Evet, geçmiş asır insanlarının teleskop, mikroskop ve daha nice teknolojik donanımlardan bihaber oluşlarını göz önünde bulundurduğumuzda Kur’an ayetlerinin neden her asrın idrak seviyesine göre tefsir edildiğini şimdi daha iyi anlıyoruz. Nitekim modern Arapçada kullanılan ‘zerre’ ibaresinin günümüz Kuantum Fiziğinde ‘atom’ karşılığında kullanıldığı artık bir sır değil, herkesin malumu bir bilgidir bu zaten. Dolayısıyla Kur’an’da Fen bilimleriyle alakalı ayetler o günün şartlarında ‘zerre’ ibaresiyle değil de ‘atom’ ibaresi olarak nüzul olsaydı şaşkın ördek misali bu da ne denilip ayetlere kuşku gözüyle bakılacaktı. Hoş, insanoğlu bu gün gelinen noktada zerrenin atom olabileceğin farkına vardı da ne oldu, vahye teslim olacak yerde bu kez bilim kılıfı altında makinenin ve teknolojinin kölesi oluverdi. Oysa vahyin soluğuyla soluklanmayan bilim kutsallaştırılmış kuru gürültüden başka bir şey değildir. İnsan hangi çağın gelişmişlik dönemlerinde bulunursa bulunsun vahiyle taçlanmayan hiçbir gelişim evresi hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Buna ister avcılık ve toprağa bağlı dönemler olsun, ister sanayi ve bilgi teknolojileri çağı dönemleri olsun hiç fark etmez her ahval ve durumda imanda sebat etmek şarttır. Bakınız, Batı insanı gelinen noktada bilgi teknolojilerini keşfetti keşfetmesine ama halen bugün olmuş insanın iç dünyasını doyuracak teknikleri keşfedememişlerdir. Keşfedemezler elbet, bir bakıyorsun maneviyatla alakalı her ne kutsi değer varsa hep kendi sığ mantıklarınca hemen her şeyi maddeye indirgemekteler. Baksanıza adamlar kendi semavi dinlerini tahrip ettikleri yetmemiş gibi birde üstüne üstük kendi kafalarına göre hemen her şeyi dünyevileştirmişler de. Nasıl mı? İşte miladi yılın ilk gününü Noel baba mitolojisiyle kutsallaştırıp dünyevileştirmelerinde olduğu gibi ya da güya pazar günü ayin günüymüşçesine kilisede toplanmalarında olduğu gibi elbet. Hadi onların huyudur anladıkta, bu arada bize ne oluyor ki batı dünyasının kutsallarını çağdaşlık kılıfı altında kendi iklimimize taşımakta hiçbir beis görmüyoruz. Aslında bilerek ya da bilmeyerek bu düpedüz önümüze konmuş kutsal tuzaklığından başka bir şey değildir. Gayri Batının kutsal tuzaklarıyla oyalanacağımıza kendi ehlisünnet dairemizde var olan kutsallarımızla hemhal olsaydık hiç şüphesiz böylesi vahim tablolarla yüz göz olmayacaktık. Oysa biz biliyoruz ki İslamiyet ne yılın bir gününe, ne haftanın bir gününe, ne de aylardan her hangi bir ay’a sığacak kadar dar kapsamlı bir din değildir. Bilakis ezelden ebede akan tüm zaman ve mekânları kuşatan Derya-i umman Müberra bir dindir. Mesela Ramazan ayı geldiğinde ibadetimizi sırf oruçla, sırf teravih namazıyla sınırlı tutmayız yine beş vakit namazımız devam ettiği gibi bayram namazıyla da taçlandırırız da. Dahası tüm ibadetlerimizi son nefesimizi verene kadar devam ettirmek durumundayız. Hele bilhassa farz ibadetler yılla, ayla ve günle asla sonlandırılamaz, illa ki son nefese kadar eda etmekle mükellefiz. Hiç boşa heveslenmesinler böylesi sorumluluk yüklendiğimiz bir dini reform safsatalarıyla askıya almak kimin haddine, kul olarak herkes emr olunduğu üzere hareket etmek zorundadır, kaldı ki Allah’a kul olmak mümin kulun şanındadır. Hayvan ruhu hayvani aşkla, insan ruhu ilahi aşkla dirilir. Allah aşkı var oluş sebebidir. İnsan kendi egosunda boğulmak için yaratılmamıştır, Allah’a “abd” olmak için var olmuştur. Ki, gerçek anlamda hür olmak Mevla’ya abd olmaktan geçer. Elbet dinde reform heveslilerinin sinsi bir hesabı varsa, Yüce Allah'ında değişmez hesabı vardır. Zira Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır, bu yüzden beşeri tuzaklar er geç yıkılmaya mahkûmdurlar. Şayet iç ve dış karanlık mihraklar Müberra Dinimizi kendi kıt akıllarınca dünyevileştireceklerini sanıyorlarsa hiç boşa heves etmesinler, bikere bu hususta Yüce Allah'ın ‘Nurumu tamamlayacağım’ diye vaadi var. Ki, Allah vaadinde hulf etmez, bu böyle biline.
Peki, tahrif olunan sadece Hıristiyanlık mı, Musevilik de buna dâhil elbet. Öyle ya, Hıristiyanlar pazar gününü kutsallaştırıp dünyevileştirir de Yahudiler hiç bundan geri durur mu, onlar da cumartesini kutsallaştırarak dünyevileştireceklerdir. Hele bir insanın yolu cumartesi günü Yahudi yerleşim alanlarına düşmeye bir görsün, ne mümkün ki bir yudum sıcak çorba içecek bulabilesin. Çünkü Yahudilikte cumartesi günü ateş yakmak yasaktır. Yukarıda da belirttik ya, bu arada bizde onlara hoş görünmek adına cumartesini ve pazar gününü tatil yaparaktan hem Hıristiyan dünyasının gönlünü hoş tutmuşuz hem de Yahudi dünyasını. Oysa dinlenme amaçlıda olsa tatil kavramı bize yabancıdır. Düşünsenize Peygamberimizin uygulamalarında Mübarek cumamız bile tatil yapılmamışken, biz nasıl olurda Hıristiyanların ve Musevilerin kutsallaştırdıkları günleri tatil günü ilan ederiz doğrusu şaşmamak elde değil. Hem tatil kavramının bize yabancı olduğu şundan besbelli ki, Cuma günü namazı vaktinin haricinde herkes işinin gücünün başında veya günlük rutin hayatına devam etmek durumundadır. Malumunuz cuma namazı vaktinde alış veriş yapılmaz, sadece cuma namazı sonrası serbesttir. Kaldı ki, Müberra dinimizde gün kutsallığı, ay kutsallığı, sene kutsallığı diye bir şey yok zaten. Daha doğrusu dinimizin ön gördüğü ehlisünnet dairesi içerisinde mübarek Cuma günümüz, mübarek üç aylarımız: Recep Şaban ve Ramazanımız, mübarek Kâbe-i Mükerrememiz, mübarek Ravza-i Mutahhare ve mübarek Beytül Makdis mabetlerimiz söz konusudur. Ancak ehlisünnet dairesi içerisinde zikredilen bu kutsiyetlikler (mübareklikler) Allaha giden yolda sadece araç manasına kutsiliktir, asla ulûhiyet isnat edilerekten gayeleştirilmiş kutsiyetlik değildir. Keza Hz. Ömer (r.a)’ın Hacerül Esved taşını öperekten: “Allah’a and olsun ki senin zarar veya fayda vermeyen bir taş olduğunu biliyorum, eğer Resulullah (s.a.v)’in seni istilam ediyor görmeseydim ben de seni istilam etmezdim” manasına Hacerülesvedi kutsiyetlik atfederiz. İşte bu ve buna benzer örneklerden hareketle İslam’da mübarek gün ve ay olarak belirtilen her ne varsa biliniz ki bunların her biri yönümüzü Allah’a ve kıbleye dönmeye yönelik birer fırsat vesilesi ışık kandillerimizdir. Dahası evliyaullahın beyan buyurduğu veçhiyle: “Her gördüğünü Hızır bil, her geceyi Kadir bil” sözünün mana ve ruhunun ötesinde hiç bir vesileye kutsi bir anlam yüklemeyiz elbet. Böyle bir lüksümüzde yoktur zaten. Zira Müberra Dinimizde her demde, her nefeste Allah’ı anmak esastır. İşte insan o anı yakaladığında Allah'ı çokça zikredip melekiyet kazanacak demektir. Zaten ''Kalpler ancak zikriyle huzura erer'' buyruğu buna işarettir. Ama gel gör ki, Batının tüketim çılgınlığı ekseninde düştüğü anneler günü, babalar günü, doğum günü gibi bir dizi günlükler, Pazar haftası gibi haftalıklar ve yılbaşı gibi yıllıklara maalesef Müslümanlar olarak bizlerde düşmüş durumdayız. Nasıl mı? Malumunuz ülkemizde ilk önceleri kutlu doğum ve kandil kutlamalarının birçoğu Diyanet İşleri Başkanlığının basit duyurmasıyla yâd edilirdi. Sonradan bize ne haller olduysa bir baktık dini hassasiyeti olanda olmayanda tıpkı Batı dünyasında olduğu gibi büyük reklâm kampanyalar eşliğinde ve haftalar öncesinden kitleler haberdar edilerek kutlamalar hız kazanır oldu. Öyle ya, bayram değil seyran değil bir anda kutlamaların tüketim çılgınlığı çerçevesinde icra ediliyor olması ister istemez acaba Müslümanları seküleştirme amaçlı bir planın parçası mı veya çabası mı şeklinde zihin dünyamızda kuşku doğurmuştur. Kuşkulanmakta haklıyız da, zira bir takım mahfiller dinde reform adı altında İslam’ı yaşanan din olmaktan çıkarma yarışı içerisinde oldukları bilinen bir vaka.
Düşünsenize tüm bu olan bitenleri gördükten sonra şimdi gel de kuşkulanma. Baksanıza adamlar Müslümanların saf duygularını istismar ederekten bilhassa kandil günlerinde kutlamaya yönelik çekilen mesajlarla telefon şirketlerinin kasasına giren gelirin neredeyse ortada yıllık gelirlerine denk geldiğini bir düşündüğümüzde ortada pekte hayra alamet iç açıcı bir durum gözükmüyor. Kutlamaktan çok işin içinde büyük bir pastadan pay kapma yarışı vardır. Birilerince fena halde her bir kandil ışıklarımız kendi ticari çıkar hesaplarına kurban edildiği bir manzarayla karşı karşıyayız dersek yeridir. Hatta adamlar daha da hızlarını alamayıp kendi kendilerine icad ettikleri anneler günü, babalar günü ve sevgililer günü gibi daha nice gün kutlamalarıyla insanların sırtından müthiş vurgun vuruyorlar. Oysa bizim değerlerimize göre; her beş vakit namazın ardından dualarımıza ortak kıldığımız ve onları unutamadığımız her an, her saniye, her ömür boyu bizim için anneler ve babalar günüdür. Bundan daha da öte her vakitte Ezan-ı Muhammediyenin ardından okunan Selatü selamlar ve “Essalatü hayrün minen nevm” (Namaz uykudan hayırlıdır) ilanıyla kaçırmadığımız her sabah namazı da bizim için sevgililer günüdür. Kaldı ki Yüce Allah Habib’i için “Sen olmasaydın bütün felekleri yaratmazdım” buyurmakta. O halde daha ne duruyoruz tez elden ‘Adı güzel kendi güzel Muhammed’in izini izi sürüp sünnetini ihya etmek düşer bize.
Dikkat edin Nakşibendî Sadatları kendilerinden önceki Sadatların ne doğum günlerini ne de vefat günlerini kutlamak için özel çaba sarf etmezler. Gerekte yoktur zaten. Çünkü hemen her gün ikindi veya yatsı namazının ardından sofileriyle birlikte yaptıkları Hatme-i Haceganın başında ve sonunda başta Peygamberimiz (s.a.v) ve O’nun âline ve ashabına olmak üzere tüm Sadatların ruhlarına hediye edilen Fatihalarla yâd ediyorlar zaten. Hakeza günlük çekilen virdin başlangıcında da her biri Fatihalar hediyeler edilerekten yâd edilirler hep. İşte görüyorsunuz şayet dert dava kutlamaksa, bu iş öyle ayda bir, haftada bir, yılda bir defa anmakla kutlanılmış olmaz, asl olan her nefes alışverişimizde yine başta Peygamberimiz (s.a.v) ve O’nun âline ve ashabını ve izini iz süren sadatları vesile edinerekten Yüce Allah’ı anabilmek çok mühimdir. Her nefes alışverişmizde nefesimizi boş yere tüketmeyelim ki bu altın silsilenin feyzinden ve bereketinden istifade edebilelim.
Velhasıl-ı kelam; bizim için gün beş vakit zaman dilimidir, bizim için hafta Cuma namazı vaktidir, bizim için ay hiç kuşkusuz üç aylardır. Bundan daha da ötesi tüm anlar, tüm günler, tüm aylar, tüm haftalar, tüm yıllar Allah’ı anmak için vardır. Bu yüzden her dem canlar Vahyin soluğunda yeniden tazelenip ebediyete yol alır da.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/kutsal-tuzak-makale,4584.html