GÜL’E HASRETİZ
GÜL’E HASRETİZ
ALPEREN GÜRBÜZER
Allah Rasulünün bitkilerden en çok değer ver¬diği ve kokladığı “gül”, önce Mekke’de doğmuş, daha sonra o gül’ün kokusu bütün cihanı sarmıştır. Sevgiyle, fethedilemeye¬cek kale yoktur çünkü. Kılıcın yapamadığını çoğu kere gül tek başına yapabilmiştir. Gül, sevgilinin bakışlarındaki nur ve pırıltıdır. O pırıltıya, insanlar akın akın O’na koşar. O’nun sevgi dolu kolların¬da yeni bir hayata başlamanın sevincini yaşar.
Gül’e sevgi dedik. Yani sevginin sembolü...
Turi Sîna’da Musa (A.S)’a Allah (c.c.):
“- Ya Musa benim için ne yaptın?”
Musa (a.s.), bu hitap karşısında;
“- Yarabbi, sizin için oruç tuttum, namaz kıldım, zekât ver¬dim...” der.
Allah’ü Teâlâ (c.c), Musa (a.s.)’a:
“- Namaz, oruç, zekât vs. senin için.” Musa (a.s.) bir an şaşırır.
“- Allah’ım, o halde sizin nezdinizde en makbul ibadet ne¬dir?”
Bunun üzerine Allah (c.c.):
“- Ya Musa benim indimde en makbul amel, benim için bir kulu sevmektir..”
Evet, bir kulu sevmek, Allah için en güzel amel. Öyle bir sevgidir ki: “Ya Habibim sen olmasaydın... Sen olmasaydın... Sen olmasaydın, Kâinatı yaratmazdım”(Bkz. Acluni; II:164; Hakim el Müstedrek, II:615) buyruğunda yer alan sır bir “gül”ün ifadesidir. Gül, aynı zaman da aşktır ve sevileni sevene, seveni sevilene bağlayan bir miski amber. Sevmenin alâmeti de seve¬nin sevdığine itaat etmesidir. Rasûlüllah (s.a.v.)’de, en yüce mertebede olduğu halde, “Emr olduğun gibi dosdoğru ol” uyarınca hep hareket etti. Böylece hilâl’in ışık kaynağı “gül” sayesinde mü’minler, vahye ve sünnete itaatkâr kaldılar..
Peygamberimiz(s.a.v) ümmetine; ‘amellerin en faziletlisi Al¬lah için sevmek ve Allah için buğz etmektir” ferman buyurarak, ne yapmamız gerektiğine dikkat çekmektedir. Bizleri şu hadisi şerifleriyle uyarmıştır. “Şüphesiz yumuşak davranmak her şeyde olsa, onu süslendirir. Bir şey (söz, hal ve aşağıya hakeret) den alınırsa muhakkak onu lekelendirir.” Yine bir hadisi şeriflerinde; “Öğretiniz, kolaylaştırınız, bir de öfkelendiğiniz zaman sus” diye ikaz etmişlerdir. Sevmek, yumuşaklık ve sükût hali gül’ü tanımlar zaten.
Allah (c.c.) ‘ın rızası iki şeyden ibaret:
1. Allah’ın yaptığını beğenmek.
2. Kalb kırmamak ve gönül yapmaktır.
Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de; “İnsanlara iyiliği emrediyor, kendinizi unutuyor musunuz? Hâlbuki kitabı da okumaktasınız. Hiç mi aklınız ermiyor?” (Bakara Suresi: 44) buyurmaktadır. Ayeti celileden de anlaşıldığı gibi Rabbül âlemin başkalarına eziyet vermeyi men ediyor. Zaten insanlara eziyet vermek, haklarına tecavüz etmek nefsin “subuiye kuvvetinden”dir. Nefsin subuiye kuvvetinin fiiline: “münker” denir. Subuiye kuvvetinin terbiyesi için:
—Yumuşak ol¬mak,
—Kendimizi kusurlu görmek,
—Sükût etmek,
—Abdest ve gusül almak,
—Allah’ım şeytanın şerrinden sana sığınırım, yani“Euzübillahimineşşeytanirracim” demek
— Kalbi zikirle meş¬gul etmek,
—Gazaplanmada ölçüyü aşmamak, bir hiddete kapılıp da yüze vurmamak ve sükûtla meclisi terk etmek lazımdır.
Resûlüllah (s.a.v.): “Biriniz gazaplandımı hüküm etmesin” buyuruyor. Hadisi şerif’ten de anlaşıldığı üzere, insan her an nef¬sin subuiye kuvvetine kapılıp gazaba gelebilir, bu durumda sükût etmenin etkili bir çözüm olduğu ortaya çıkıyor.
Gönül, kalbin köşelerinden bir köşedir. Gönül konusunda Muhammed Şemseddin (k.s.) “Miftah’ül kulub” adlı eserinde uzun uzun bahseder. Gönüller açan bu kitabında özetle şu ifade¬ler yazılıdır: “Kalbe ilahi tecelli geldiği zaman, o gönül titremeye başlar. Titrerken de Allah’dan özel bir hediye ihsan edilir. Gelen hediye yumurta şeklinde bir cevher şişe olup, içi nur doludur. Rastgele bir kimse o gönüle dokunsa da o gönül kırılsa nurlar dökülür. Sıçrayan parçalar dokunan adamın, kalbine saplanır. İşte batını hastalıklar dokunan adamın kalbine bundan hâsıl olur.’’
Bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere gönül kırmak Allah korusun öldürücü zehir gibidir. O halde Allah cümlemizi kalp kır¬mayıp gönül yapanlardan eylesin. Gönlün dili “gül” dür zira. Karanlığı aydınlatan ışık ise Nübüvvet kokusudur. İslâm’da bir gönül kırmanın beşbin defa Kâbe’yi yıkmaktan daha ağır olduğu vurgulanmıştır. Yunus Emre Rabıtayı şöyle tarif eder: “Bin defa hacca gidip geleceğine bir gönle girmeye bak.” Yani Yunusumuz Yunusçasına “Bu yol bir gönlün içine girmektir” diyerek gönlün ehemmiyetini belirtmiştir. Nasıl belirtmesin ki. Bakın Hz. Ebubekir sıddık (r.a.) mağarada Peygamber (s.a.v.)’le baş başa bulunduğunda, Resûlüllah (s.a.v.):
“- Ya Ebubekir, gönlünü gönlüme bağla” demiş, böylece “Rabıta”nın ilk dersi mağarada verilmeye başlıyor. Gönlü gönle bağla¬mak rabıtaymış meğer.. Hakeza Necip Fazıl’ın, “O ve Ben” eseri ile “rabıtayı şerife” kitabı da bu anlamda gönlü gönle bağlamak için okunmaya değer iki müthiş eser. Arifler bu konuda tam anlamıyla: “Kamil insanın gönlünü, Hakkın aynasıdır” tarzında ifade ediyorlar çünkü. Kudsi hadis’de: “Ben kulumu sevdiğim zaman onun işiten kulağı, gören gözü, yürüyen ayağı ve tutan eli olurum”(Bkz.Buhari,Rikak,38;İbnu Mace, Fiten,16; İbnu Ebi-d Dünya, Kitabu’l-Evliya,No.1;Beğavi,Şerhu’s-SünneI,142.) beyanları “Rabıta” olayını, teyid eder zaten. Tabiî ki hadisi kutside geçen el, dil, göz mecazidir elbet.
Evet, bu konuda gül’e hasret bir nesil olarak bizde diyoruz ki: Gönlü muhabbet ateşiyle yanmayan ya cehennem ateşiyle, ya da kabir ateşiyle yanacaktır. Başka ateş yok zaten. Ya gönlü Hz. İbrahim’in aşk ateşin de “gül”e çeviririz, ya da dünyanın (Nemrutun) hevası ateşinde (Allah ko¬rusun) cehenneme... Hakeza Sina Çölü’nü aştıran ruh da, “gül”dü. Demek ki insan iki ateş arasında... Aşk ateşini tercih edenler gül deryasına dalıp, Allah aşkıyla sonsuzluğa kanatlanacak. Dünyanın hevası ateşine talib olanlar ise, zulmet bataklığına dalarak gayya çukuruna saplanacak, başka seçenekte gözükmüyor gibi. O halde gül zulmü bertaraf eden tek gönül silahı. Nübüvvet nuru ise ışık¬ kaynağımız, bu böyle biline.
Güneşin dışı aydınlık, içi karanlıktır. İç aydınlık yalnız in¬sanda... İnsan onun için cümle aleme “eşrefi mahlûkat” ilan edilmiş.. Yani yaratılmışların en üstünü. Sevginin çilesi yalnız insanda. Bu günkü insanlık düştüğü girdabtan çıkabilmek adına sevgiye hasret kalmış. İnsanlık kaybettiklerini tekrar yakalamak çabasında... Batı teknolojik se¬viyenin en üst doruğuna ulaştı, ama vücud tekniklerini keşfede¬medi. Batının bu konuda rehberi bizim kültürel kaynaklarımız oysaki. Bu yüzden Pir-i Tür¬kistan Ahmet Yesevi, Mevlâna ve Yunus Emre, bizden daha çok batıda yankı buluyor. Çünkü batı ruhunun boşluğunu, bu Gönül sultanlarıyla telafi edebileceğini idrak eder gibi. Biz ise kendi kıymet¬lerimizin kıymetini bilemedik hala. Müslümanların bu günkü perişanlığı, sevginin tükenmesi dolayısıyladır. Sevginin tükenmemesi için Allahın güllerine yönelmemiz gerekiyor. “Gül”ü inkâr, in¬sanı inkâr demek. Siz siz olun sakın ola Allahın güllerini inkâr etmeyin. O güller solmasın, inşallah solmayacakta. Bizim güllerimiz böyle. Başka var mı? Elbette var, fakat bir eksiği var; ilahi soluk yok içinde. Zira ay füzesini yapan da, aya ilk ayak basan da sevgi ile dolu idi. Demek oluyor ki; sevgi fikrin, ilmin ve hemen hemen her şeyin ilham kaynağı. İnsanlık ancak bu kaynakla hamle yapabilmektedir. Bakın ateistler manevi sübjektif değer¬leri inkâr etseler de farkına varmadan bir tür romantik Nazım Hikmet’in meyvelerini topluyorlar. Bizim ülkemizle taban tabana zıt olsa da, İsrail’in kendi dünya görüşleri açısından “Arzı Mevudu”da, bir tür romantizmdir. Anlaşılan romantizm menfi fikirleri bile harekete geçirebi¬liyor. Aziz Nesin ateistti. Hatta ateizme gönül bağladı ve davası uğruna vakıflar yaptırdı, konferanslar tertip ettirdi, yüzlerce kitap yazdı bu uğurda. Bu arada Hekimoğlu İsmail, haklı olarak; “Aziz Nesin bunları yaparken be¬nim müslümanım ne yapıyor?” sorusun sormak zorunda kalıyor, uyanalım diye. Bu gün inanan insanın en büyük eksikliği sevgiyi, aşkı, romantizmini kısaca “gül”ünü yitirmesidir. İnsanların gönlünü fethedemeyen toplumlar, insanın bedenine hâkim olmaya çalışmaktadırlar. Batıda görülen “Neron” adlı vahşi insan tipleri, boğa güreşleri, Kazıklı Voyvoda ve insanların arslana yem verilmesi hep “gül” den (sevgisizlik) yoksunluğun göstergesidir. Batının orta çağda engizisyon mahkemeleri “gül”ü adeta giyotine vermiştir. Bizim tarihimizde ne kazıklı Voyvodo, ne Neron, ne giyotin, ne şu ne bu... Bu tür insanlık dışı unsurlar görülmez. Bizde düşmana bile bir ölçü tayin edilmiştir. Denilir ki, dostla düşman iki ayak gibidir. Düşman gidince tek ayakla kalınır. Tek ayakla da bir yere varılmaz. Her şey zıddıyla bilinir. Gül, zıdlıkları bile hoş görü ile karşılar oysaki..
Gül’e hasret bir nesil yetiştirmek şarttır, şarttan da öte bir vazife. Başta da zikrettiğimiz gibi Hadis’i Kutsi diye rivayet edilen levlake… hadisinde: “Habibim eğer sen olmasaydın bunca felekleri yaratmazdım” buyuruyor. Allah (C.C.), en evvel O’nun cevherini (gül) yaratmıştı. Onun nuru Kâinatın aslıdır. Nitekim Annesi Âmine Hatun, dedesi Abtulmuttalib’e:
“- Doğan çocuğumu secdede olduğu halde gördüm. Sonra ellerini semalara kaldırarak bir şeyler söyledi” der. Bunun üzerine Abtulmuttalib:
“- O’nun çok yüce bir makam sahibi evlat olacağına in¬anıyorum” diyerek, “Adı güzel, kendisi güzel Muhammed (s.a.v.)”in ta doğarken nübüvvetini seziyor. Öyle bir gül kokusu ki, kısa zamanda etrafın dikkatini celbediyor.
Bir gün, Allah Resulü(s.a.v.) sordular:
“- Beni severmisin ya Ali?
“- Severim ya Resûlüllah.”
“- Hasan’la Hüseyin’i severmisin?”
“- Severim.”
“- Kızım Fatıma’yı sever misin?”
“-Severim ya Resûlüllah.” Bu karşılıklı soru cevap ikileminde, en son olarak Fahri Kâinat (s.a.v.) Hz. Ali (k.v.)’e tekrar sorar:
“- Peki ya Ali üç sevgi kalpte nasıl birleşir?” Bu suale Hz. Ali (k.v.) şaşırıp cevap veremez. Eve gelen Hz. Ali (k.v.) düşünceli durmakta. Duruma bir anlam veremeyen Hz. Fatıma anamız:
“- Ne düşünüyorsun? Bir şey mi oldu?”
Hz. Ali (k.v.) durumu anlatınca, anamız Hz. Fatıma tebessüm ederek,
“-Buna cevap veremedin mi?” Ve ilave ediyor:
“- İnsanın Allah (c.c.) ve Resulüne (s.av.) sevgisi kalbi, zevcine (eşine) olan sevgisi nefsi, çocuklarına olan sevgisi ise ta¬bii ve fıtridir.” der.
Ertesi gün Hz. Fatıma anamız’dan, akıl dolusu sözleri sayesinde bir gün önce veremediği Allah Resulüne iletince, Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdular ki:
“- Bu cevapdan nübüvvet kokusu geliyor. Ya Ali!” Evet, gül kokusu ve nübüvvet kokusu gelen bu eve Ehl-i Beyte sonsuz bir sevgi duymak kadar tabi ne olabilr ki? Gül ko¬kusu, daha Kâinat yaratılmadan önce vardı. Peygamber (s.a.v.) Hatemül Enbiya ama aslında ilk Hilâl. Yani sonun başlangıcı. Gül, kokusu kıyamete dek sürecek. Nübüvvet nuruda ışık vermeye devam edip böylece ötelere uzanacak.
Sevmek gül’e hasret kalmaktır, taassubculuk değildir asla. Başkasını küçümsemek hor görmek taassubculuktur. Tanışmak, sevgi dolu olmak toplumda dayanışmayı ve ünsiyeti sağlar. Hz. Fatih’in İstanbul’u fethetmedeki kumandanlık meziyeti olduğu gibi, Fatih’in gül koklarken kendini resimlenmesi de bir o kadar manidar olsa gerektir. Her nedense günümüzde Moğol serdarlarına benzeyen gülden mahrum kuru kahramanlara imreniyoruz habire. Oysa önemli olan savaş yerine ilim, üre¬tim, aşk, sanattır. Kuru kahramanlık o devrede vazifesini tamamlamış tekrar o misyonu zamanımızda canlandırmanın ne an¬lamı var ki. Deli Dumrul mu? Mimar Sinan mı? Cengiz Han mı? Elinde gül koklayan Fatih mi? Ve hangisi zamanımıza ışık tu¬tuyorsa tercihimizi o yönde kullanmalıyız. Göçebe dinamizmi ye¬rine, bigi ve teknikte maharetli ideal insan tipi oluşturalabilir pekâlâ. Alp’lik tarihte “kılıç”tı, şimdi ise Alplik misyonumuz bilgisayar ol¬muş, stratejik silahlar olmuş, kalem olmuş, meslekler ve meş¬rebler olmuştur. Erenlik ise tarihte de, bugün de değişmeyen tek olgu. Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’nin temellerini attığı Horasan kültürünün en büyük yönü; değişmeyeni kavrayabilmesidir. Erenlik dün de “gül”, bugün de “gül”dür. Gül nübüvvet ko¬kusu, gül zikir, gül hadimiyet, gül maneviyat ve kısaca gül vücud’un iç dinamikleridir. Gül, iç dünyaya akıp değişmeyen tek hakikat-ı gevher. Ki Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş ve gözlerine bir perde inmiştir ve bunların hakkı azim bir azaptır (Bakara suresi ayet:17) ayetini Dr Haluk Nurbaki Allah’ü Teala; “Sanat şaheserim olan bu kalbe imza attım. Onu imanla ve sevgiyle doldurmazsanız mühürlerim” şeklinde yorumlamıştır. Gönül mühürlenince gerçekte her şey biter. Gönül gözü ile görmeyen bir şey görmüş sayılmaz. Ha¬dis’i Kudsi’de: “Kulum bana bir karış yakın olursa ben ona bir zira olurum, o bana yavaş gelirse ben ona süratle rahmetimi ona yağdırırım. Eğer o süratle gelirse bende onun kulağına, gözüne, eline, ayağına kuvvet veririm. O da kuvvetimi işitir, görür, tutar, yürür” buyurmaktadır. Zaten kalbe ait olan en önemli gerçek olgu; beynin bilgisayarın hard diskine yazılmış olanlarını hissetme sanatı denilen “önsezi” dir. Nitekim iç sıkıntı sevinme buna misaldir. Cenab-ı Allah’ın (c.c.) akıl ile kavranması mümkün değildir. Akıl beş duyunun çerçevesinden hareket eder, kalp ise sezer. Bu yüzden Kur’an-ı Muciz’ül beyan doğrudan kalbe hitab eder: ‘’Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş ve gözlerini perdelemiş ve gözlerine perde inmiştir ve bunların hakkı azim bir azaptır (Bakara Suresi ayet 7).” Onun için Evliyaullah, metod olarak akıldan çok, kalb¬den hareket ederek insanları irşâd ederler. Bu metodları sayesinde beşeriyet Ehlullah’a, gönül sultanları demişlerdir. Allah dostları, ümmetin “gül” koklayıcılarıdır. Evliyaullah, aynı za¬manda kalp uzmanları olup, manevi tasarruf sahipleridir. Gerçek irşâd kutuplarıdır onlar. Evliyaullah’ın elinde ki gül ne kadar anlamlı, düşünebiliyor musunuz? Kalp: gül, irşâd ise Nübüvvet nuru demek, anlayana tabiî ki.
Topluma fuhşu ve kinle düşmanlığı hâkim kılan nefsin “vehmi kuvveti”dir. Vehmi kuvvet, kalb’in yetmiş küsur şubelerini bozar. Resûlüllah (s.a.v), “Kanın dolaştığı yerde muhakkak şey¬tanda dolaşır. Onun dolaşmaması için en kuvvetli silah “Lailahe illalahul-fealu’dur” buyurmakta ve hadisi kudsi’de ise; “Kim gazap¬landığı zaman beni anarsa ben de gazap ettiğim zaman onu hatırlar mahv etiğim kimseler içerisinde (zikir) edeni mahv etmem” beyan ediliyor. İşte şifa budur. Fikrimizde zikrimizde O’dur. İnsan Allah’ı zikrederek fikrinin gülüne ulaşabiliyor ancak. Fikrinin gülünü elde edebilen insan vehmi kuvvetini de yenmiş olur böylece. Zira gül her derde devadır. Allah adı anılınca kalpte güller açmaya başlar nitekim. O halde karanlık dünyamızı gül zikriyle Nübüvvet nuruna (ışığa aydılığa) çevirmek mümkün.
Fıtraten insanda üç sevgi var¬dır:
1. Allah sevgisi
2. Nefis sevgisi
3. Mahlûk sevgisi.
Allah Resulü “Kişi sevdiği ile beraber haşrolunacak”(Bkz.Buhari, Edep,96;Müslim, Birr,165;Tırmizi,Zühd,50;Hakim,Müstedrek,IV,171.)buyurmakla kendimizi Allah sevgisine ulaştıracak sepeblere yapış¬mamızı beyan etmektedir. Yine Peygamberimiz (s.a.v): “Kişi kendine dost edindiği kimsenin dini üzerinedir. Dikkat edin ki, siz kiminle dostluk yapıyorsunuz” beyan buyurmakta. Gül ağacının gül¬leri dostlara, dikenleri ise düşmanlar içindir. Fakat insan, ba¬zen aşırı derecede sevdiği kimseye her türlü zayıf tarafını da aça¬bilir. İlerde bir düşmanlık meydana gelirse onlara silah vermiş olabilir. Bunun içindir ki; “Düşmandan bir defa, dostan bin defa sakının” sözü hükema tarafından tavsiye edilmiştir. Resûlüllah (s.a.v) “Bir şeyi aşırı sevmen seni kör eder ve sağır eder (hatalar görünmez) buyurarak bu konuda ölçüyü ortaya koymuştur. Hatta aşırı sevgi insan iradesinide bozar. Her şey de olduğu gibi sevgide de ölçülü olmak gerek. Yine Peygamberimiz dostluk ko¬nusunda: “Kiminle arkadaşlık yaparsan güzel arkadaşlık yap” buyurmuşlardır. Arkadaş edindiğimiz arkadaşlara karşı güler yüzlü, tatlı dilli olmak zaruridir. Çünkü Hz. Ali (k.v.)’e isnat edilen bir şiirde “okların açtığı yaralar iyileşip kaynaşır, ama dilin açtığı yara ne iyileşir ne de kaynaşır” bir uyarı niteliğinde sözler olup insanlarla ilişkilerde nasıl davranılacağı hususunda bizlere işaret vermekte adeta.
Aynı zamanda gül ölçüdür. Nübüvvet nuru ise o ölçünün kandilidir. Gül’e hasret bir nesil yetiştirmek bugün değilse ne zaman? Oysaki bütün meseleler “gül”den uzak kalmamızdan kaynaklanmakta. Beşeriyetin bir an ev¬vel özlediği “gül”e ulaşmasında ne var ne yok bütün imkânlar seferber edilmelidir. Gül’e ulaşan insanlık ister istemez Allah Resulünün de şu sözlerine muhatap kalacaktır: “Allah bir insanı sevdimi Cibril’e şu emri verir, “Ben filan adamı severim.” Cibril de semada olanlara filan oğlu, filanı Allah sever siz de onu sevin der. Yerdekiler de artık onu sever.”(Bkz.Buhari, Edep,41;Müslim; Birr,48;Beğavi, Şerhu’s-Sünne, XIII,55–56;Malik, Şear,15;İbnu Hıbban; Sahih, I,291) İşte hakiki sevgi bu. Allahın kulu sevmesiyle birlikte halkında onu sevmesi ne güzel bir duygu seli.
Peygamberimiz (s.a.v) âlemlere rahmet olarak gönderildi. Daha önce de Peygamberler geldi. Hepsi çeşitli çilelere maruz kaldı. Nuh (a.s) kavminin helak ol¬ması için dua etti, helak oldular. İbrahim (a.s.) da mülk âlemine baktı, asilerin isyanını görünce onların aleyhinde dua etti, onlarda helak oldular. Resûlüllah (s.a.v) çok cefa çekti, ama beddua etmedi, aksine O: ümmeti... Ümmeti... Ümmeti... Dedi. Yani helak olunuz demedi, af edilmeleri için niyazda bulundu. Hadis’i Kudsi’de: “Rahmetim gazabımı geçti” düsturunca hareket etti. Ve Resûlüllah (s.a.v) kendisine yapılan her türlü eza karşısında; “Allah’ım ümmetime hidayet eyle, onlar bilemiyorlar” dedi. İşte gül Peygamber’in (s.a.v) kitapla, kalemle, akılla izah edilemeyecek tavırları bu. O deryayı ummandır. Hz. Ebubekir gül Peygam¬beri için şu sözleri söylüyor: “Hz. Peygamber’e salâvat getirmek, günahları yok etmek bakımından sudan daha fazla temizleyicidir.” Gerçekden de Gül, gönülleri temizleyen tek ilaç. Aynı zamanda O’nun tenindeki gül kokusu en büyük nuru maneviyedir.
“Gül”ü tarif etmek zor olsa gerektir. Karınca kararınca biraz aralayabildiysek, şükürler olsun. Sözün özü; “Nebi” “gül”e âşık, gül de Nebi’yi Ekrem’e âşık, Allah Rasulü’nün kalbi gül’dü, nitekim çocuk yaşta sütannesi Halime’nin evindeyken melekler tarafından göğsü yarılıp gül suyu ile yıkanmıştı, bu yüzden o kalp gül’e hasret, gülde Ona müştak. Bizlerde Gül’e kavuştuğumuzda gönüller durulacak elbet. Hâsılı kelam İnşallah demekten başka sığınacak gül dalımız yok.
Vesselam.
dedekorkut1
13 Ağustos, 2020 - 10:13
Kalıcı bağlantı
GÜL’E HASRETİZ
GÜL’E HASRETİZ
SELİM GÜRBÜZER
Bakmayın siz öyle Gül’ün bir demet çiçek halde durgun görünüşüne. Oysa o durgun görünüşün içinde bin bir türlü sevgi kıpırtıları gizlidir. Kaldı ki Gül’e değer veren vermiş zaten. Ki; Gül’ün kıymet değeri Efendisinin şanından bellidir. Derken bu sayede Efendisi Allah Resulünün elinde sevgi meşalesi mana kazanır da. Mana kazanan Gül, şavkını (ışığını) ve rayihasnıı (kokusunu) önce Mekke, sonra Medine ve en nihayetinde tüm cihana dalga dalga yayaraktan tüm ışığa hasret yanık gönüllere derman olur bile. Anlaşılan Gül’ün Şavkıyla fethedilemeyecek hiçbir kale yoktur. Gerçekten de öyle değil mi, kılıcın fethedemediği pek çok kaleyi Gül’ün Şavkı icabında tek başına fethedebiliyor. Nasıl mı? Tüm Gül’e hasret gönülleri kendine bend etmekle elbet. Hele ki Gül-i Muhammedin rayiha-i tayyibesi sevgilinin tutku gözlerinde parlayan nur olunca bak o zaman Gül’e hasret gönüllerin değme keyfine, bir anda kendinden geçip yeni bir hayata başlamanın heyecanını ruhlarında hissedeceklerdir.
Dikkat edin Gül için sevgi dedik. Niye derseniz, Hz. Peygamber (s.a.v)’in elinde sevgi anlamı kazandığı için elbet.
Bakınız Allah (c.c.) Tur-i Sina’da Musa (a.s)’a şöyle sual eyler:
“-Ya Musa! Benim için ne amel işledin?
Musa (a.s.) cevaben;
- Ya Rabbel âlemin! Senin için oruç tuttum, namaz kıldım, zekât verdim vs. der.
Allah-u Teâlâ (c.c) şöyle beyan buyurur:
- Ey Musa! Namaz, oruç, zekât vs. senin içindir.
Musa (a.s.) bunun üzerine şöyle sual eyler;
- Allah’ım, o halde Senin katında en makbul amel nedir?
Yüce Allah (c.c.) en nihayetinde:
-Ya Musa! Benim indimde en makbul amel, benim rızam için bir kulu sevmek ve buğz (bir insanın şahsına değil işlediği kötü fiiline) etmektir” diye beyan buyurur.
Evet, Müberra Dinimizde Allah için bir kulu sevmek, Allah katında en makbul amel olarak addedilir. Bu öyle bir sevgidir ki, Yüce Allah’ın “Ya Habibim! Sen olmasaydın, Sen olmasaydın, Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım” (Bkz. Acluni; II:164; Hâkim el Müstedrek, II:615) kutsi hadisiyle manalaşan gül-i gülzâr-i sevgi selidir bu. İşte böylesi Nübüvvet kokusuyla manalaşan Gül, sevenlerini vuslata erdirir de. Hem nasıl vuslata erdirmesin ki, bikere bu sevginin mayası ezelde yoğrulmuştur. Ve bu sevginin alâmetifarikası sevenin sevdiğine, aşıkın maşukuna itaat etmesiyle kendini belli eder. Nitekim Rasûlullah (s.a.v) “Emr olduğun gibi dosdoğru ol” ayet-i celilenin gereğini yerine getirmekle Allah’ın Habib’i kulu olarak layık görülürken, kendisine tabii olanlarda ümmeti olarak layık görüldü. Hiç kuşkusuz sadece tabii olmak yetmez, itaat etmemizde gerekir. Biliniz ki Allah’ın Gül Habib’ine ümmet-i olarak şeksiz şüphesiz itaat ettiğimiz müddetçe ruz-i mahşerde bu itaat edişin semeresini görüp şefaatine nail olacağız demektir. Ancak şu da var ki itaat kendiliğinden oluşmaz, ilk başta illa sevgi olacak ki itaatte beraberinde oluşuversin. Zira Peygamberimiz (s.a.v) “Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir” diye beyan buyurmakla sevginin motive edici gücüne dikkat çektiği gibi bir hadis-i şeriflerinde “Şüphesiz yumuşak davranmak her şeyde olsa, onu süslendirir. Bir şeyden (söz, hal ve aşağıya hakaret) alınırsa muhakkak onu lekelendirir” diye beyan buyurmakla da itaatkâr olmanın önemine, itaatsizliğinde lekeliğine dikkat çekmişlerdir. Hatta Peygamberimiz (s.a.v) sırf dikkat çekmekle kalmaz ümmetine yönelik “Öğretiniz, kolaylaştırınız, bir de öfkelendiğiniz zaman sus” şeklinde öğüt vermeyi de ihmal etmez. Madem öyle, Gül Peygamberimiz (s.a.v)’in öğütlerine kulak verip sevmek, yumuşaklık ve sükût hali gibi daha nice güzel hasletler eşliğinde taat ve itaat üzere olmamız icab eder. Sadece taat ve itaat üzere mi, ayrıca kararlılığımızı göstermek açısından Yunusça can-ı gönülden:
- “Kahrında hoş lutfunda hoş, ya gonca gül yahut diken” deyüp Allah’tan gelen her şeye razı olacak bir hayat yaşamakta gerekir,
- “Bir kez gönül yıktın ise kıldığın namaz değil” deyüp kimlerin gönlünü kırdıysak derhal telafi etmek gerekir. Ki, Müberra Dinimiz gönül kırmayı değil gönül fethetmeyi öğütler.
Bakınız Yüce Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de “İnsanlara iyiliği emrediyor, kendinizi unutuyor musunuz? Hâlbuki kitabı da okumaktasınız. Hiç mi aklınız ermiyor?” (Bakara Suresi: 44) diye beyan buyurduğu ayet-i celile gayet net açık bir şekilde başkalarına karşı iyiliğin zıddı olan kötülük etmeyi şiddetle men ediyor. Zira insanlara kötülük yapıp haklarını ihlal etmekle:
-Islah edilmiş nefsin ‘hikmet kuvveti fazileti’ diye tabir edilen müdrike kuvvetinin aksine kötü fiili bir durum zuhur eder,
-Keza ıslah edilmiş nefsin ‘hilim ve cesaret kuvveti fazileti’ denen subuiyye kuvvetinin aksine kötü bir fiili durum zuhur eder,
-Hakeza yine ıslah edilmiş nefsin ‘iffet ve şecaat kuvveti fazileti’ denen behime kuvvetinin aksine kötü fiili bir durum zuhur eder.
İşte Yüce Allah’ın Kur’an’da insanlara doğrudan iyiliği emretmesinden dolayı tasavvufi hayatta bu yönde bilhassa nefsi ıslah etme çalışmaları üzerinde çok yoğun çaba sarf edilir. Ki, tasavvufta iyiliğin zıddı olarak karşılık bulan hoş karşılanmayan tüm kötü fiiller ‘münker’ olarak tanımlanır. İşte bu nedenledir ki ıslah edilmiş nefsin ürettiği hikmet, hilim, cesaret, iffet ve şecaat arz eden tüm fazilet kuvvetlerin tam aksine bir yol izlemeye kalkışanlara asla geçit verilmez. Madem Horasani Erenlerimiz istenmeyen nahoş davranışların tümünü münker olarak addetmekteler, o halde bizlere de gerek nefsin müdrike kuvvetini, gerek nefsin subuiyye kuvvetini, gerekse nefsin behime kuvvetlerini güçten takatten düşürmeyecek hamleler içerisine girmek düşer. Peki, bu nasıl olacak derseniz ilk evvela şu uygulamaları yapmakla:
-Mümin kardeşlerimize karşı mütevazı, düşmana karşı çetin ceviz olmakla.
- Seyyid Sıbğatullah Arvasi (k.s)’ın üzerinde ısrarla durup “Zina, içki ve sair büyük günahların terk edilmesinde en büyük çare gazab kuvvetini tahrik etmektir” dediği öğüdü uygulamakla.
-Kusuru başkalarında değil bizatihi kendimizde aramakla. Ki; ateş gururlanmaya, toprak alçak gönüllüğe işarettir.
-Söz gümüşse, sükût altındır atasözünü kulağımıza küpe yapmakla.
- Fiziken gusl ve abdest alarak, ruhen ve kalben de Allah’ı zikredip nefsimizi tezkiye etmekle. Ki; temizlik imanın yarısıdır.
-Şeytanın şerrinden Allah’a sığınıp ‘Euzubillahimineşşeytanirracim’ kelamını lisanımızdan düşürmemekle,
-Gafletle zikir çekmemekle. Ki, gaflet şeytandan, rahmet Allah’tandır.
-Had hudud bilerek yola koyulmakla. Ki; Resûlüllah (s.a.v) “Biriniz gazaplandı mı hüküm etmesin” diye beyan buyurmakta.
İşte yukarıda bahsedilen bir dizi tedbirleri uyguladığımızda görülecektir ki; nefsin hem müdrike kuvveti, hem subuiyye kuvveti, hem de behimiye kuvvetlerinin gönül dünyamızda etkisi ‘hikmet, iffet ve şecaat’ olarak meyve verecektir. Derken bu sayede mazluma umut zalime korku salan gönül fedaileri müminlerden oluruz da. Sakın ola ki, gönül fethi de nerden çıktı deyip gönlü hafife almayalım. Şu iyi bilinsin ki; gönül denilen cevher üzerinde en hassas bir şekilde ihtimam gösterilmesi gereken kalbin başköşelerinden başköşe bir cevherdir. Bakınız bu hususta Muhammed Şemseddin (k.s) “Miftah’ül kulub” adlı eserinde şöyle der: “Kalbe ilahi tecelli geldiği zaman, o gönül titremeye başlar. Titrerken de Yüce Allah tarafından özel bir hediye ihsan edilir. Gelen hediye yumurta şeklinde bir cevher şişe olup içi nur doludur. Rastgele bir kimse o gönle dokunduğunda ister istemez o gönül nurları dökülecektir. Hatta parçalanıp dökülen nur tanecikleri sıçrayaraktan dokunan adamın, kalbine saplanır. Dahası batini (iç) hastalıklar bu tip dokunmalardan hâsıl olur.”
İşte görüyorsunuz bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere bir gönül yıkmak Allah korusun insanın helakine yol açabiliyor. O halde bu durumlara düşmemek için Allah’tan (c.c) Habib-i Gül'ün yüzü suyu hürmetine gönül köprüsü yıkanlardan değil gönül köprüsü kuranlardan olalım diye niyazda bulunmamız gerekir. Şüphesiz dualarımızda Peygamber (s.a.v) yüzü suyu hürmetine niyazında bulunduğumuz esnada bile gönül yanması söz konusudur. Nasıl gönül yanmasın ki, derde derman olacak biricik köprü bağımız Gül-i nübüvvet nurudur. Nitekim bir hadis-i şerifte bir gönül kırmanın bedeli olarak Kâbe’yi yetmiş defa yıkmaktan daha kötü olduğu vurgulanmıştır. Bu yüzden Bizim Yunusumuzda bu hadis-i şerifin ışığında: “Yunus Emre der hoca/Gerekse bin var hacca/ Hepisinden iyice/ Bir gönüle girmektir” diyerekten bir gönül köprüsü kurmaya çağrı yapmıştır.
Evet, Bizim Yunus’un dediği üzere “Bu yol bir gönlün içine girmektir.” Malumunuz Resûlüllah (s.a.v) yol arkadaşı Hz. Ebubekir Sıddık (r.a.) ile hicret esnasında mağarada baş başa kaldığında:
“-Ya Eba Bekir! Gönlünü gönlüme bağla” diyerek çağrı yapmıştır. Böylece Sıddık-ı Ekber Hz. Ebu Bekir (r.a) bu çağrıya icabet edip gönlünü rabt etmiştir. Derken bu rabt sayesinde ‘Rabıta-i Şerife’nin ilk dersi mağarada verilmiş oldu. Anlaşılan o ki rabıta-i şerife bir gönlü gönle bağlamak denen gönül fethinin ta kendisi bir köprü bağdır. İşte bu anlamda Necip Fazıl’ın “O ve Ben” ile “Rabıta-i Şerife” adlı eserleri gönlü gönle bağlamanın ne demek olduğunu idrak etmek bakımdan iki müthiş gönül abidesi eserlerdir dersek yeridir. Ki, Gönül Sultanları Necip Fazıl’ın kalemle izah etmeye çalıştığı gönlü gönle bağlama denen rabıta hayatını bizatihi kendi iç dünyalarında yaşayarak ve yaşatarak tatbik etmekteler zaten. Nitekim Rabıta-i şerife tatbik edildiğinde Ariflerinde deyişiyle “Kâmil insanın gönlü Hakkın aynası” olduğu görülecektir. Öyle ki, bir Kutsi hadis’te geçen: “Kulumu sevdiğim zaman gören gözü, işiten kulağı, tutan eli olurum. Artık o benimle duyar, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür” (Bkz. Buhari, Rikak, 38; İbnu Mace, Fiten,16; İbnu Ebi-d Dünya, Kitabu’l-Evliya, No.1; Beğavi, Şerhu’s-SünneI, 142.) ifadelerinde yerini bulan mana ve ruh idrak edilirde. Tabiî ki hadis-i kutside geçen el, dil, göz ifadeleri mecazîdir, asla beşeri sıfatlar manasında ifadeler değildir elbet.
Evet, Gül’e hasret tüm yanık gönüller olarak deriz ki: Allah için gönlü muhabbet ateşiyle yanmayan ya kabir ateşiyle ya da cehennem ateşiyle yanacaktır. Bir başka ifadeyle ya gönlü Hz. İbrahim’in aşk ateşiyle tutuşturaraktan ‘Gül’ oluveririz ya da Allah korusun ilahlık davasıyla yanıp tutuşan Nemrud’un kibir cehennem ateşinde ‘Kül’ oluveririz. Hiç kuşkusuz Musa (a.s)’a Sina Çölü’nü aştıran ruhta Gül-i Gülzâr-ı Nübüvvet aşk ateşidir. Aşk olmayınca engin deryalar, engin kayalar nasıl aşılır ki. O halde Şirin uğruna Ferhat misali dağları delmek gerektir.
Düşünsenize güneşin dışı aydınlık, içi karanlıktır. İç aydınlık sadece insanda kodlanmıştır. Bu yüzden insan cümle âlem içinde “eşref-i mahlûkat” ilan edilmiştir. Dolayısıyla sevginin çilesi insanda tecelli eder hep. Ne var ki insanlık bugün gelinen noktada sevgiye ve Gül’e hasret durumda. Hele Batı insanı ki teknolojik seviyenin en üst doruğuna erişti erişmesine ama ruhi bunalım had safhada. Öyle ki sevgisizlikten soluk soluğa nefes nefese ruhunun susuzluğunu giderecek ve elinden tutacak birilerinin yolunu gözler haldeler. Oysa Batıya bu konuda rehber olabilecek kaynak bizim Horasani Erenlerimizin gönül dünyasında ve nefesinde gizli. Neyse ki, geçte olsa Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi, Mevlâna ve Yunus Emre gibi Gönül sultanlarımız artık Batı’da da yankı bulmakta. Bizim olan topraklarda ise bırakın yankı bulmayı coğrafyamızın hemen her karış toprağında meftun olmuş Gönül Sultanlarının merkatlarını (türbelerini) ziyaret etmediğimiz gibi isimlerini cisimlerini unutmuşuz da. Her neyse, olan olmuş bikere, unutmuşluğumuza, umursamazlığımıza bir an evvel son vermemiz için neydik edip mutlaka Gül-i Gülzâr-ı Nübüvvet (Nübüvvet-i Has Bahçede) ocağında yetişip filizlenen Gül’lere yönelmemizde fayda var. Aksi halde şu fani dünyada bir kez olsun Gül-i Nübüvvet kokusunu koklamak nasibi müyesser olmadan pisi pisine göç etmiş olacağız. O halde siz siz olun Has Bahçenin Güllerine münkirlik etmeyesiniz. Ki; Has Bahçenin Güllerine münkir olunduğunda biliniz ki tıpkı Batı insanı gibi biz de sevgisizlikten nefes nefese, soluk soluğa kalıp hayatımızı kendi kendimize zindan ederiz.
Peki, iyi hoşta bu dünyada ilahi sevginin dışında daha başka sevgi kaynakları yok mu dur ki hep Gül bahçeden yetişen Güllerden söz ederiz? Var olmasına var ama onlar bizim düşündüğümüz türden sevgi gülleri değillerdir elbet. Bunlar daha çok suni balon türü cinsinden sevgi türevlerdir. Yine de suni balon türünden sevgilerde olsa şu bir gerçek icabında fıtri sevgi türevlerin bile işe yarar yönleri olabiliyor. Örnek mi? Mesela insanın teknolojiye olan merakı ya da teknoloji tutkusu pek çok gelişim hamlelerini beraberinde getirebiliyor. Kim bilir, belki de Ay’a fırlatılacak füzeyi yapan teknik ekipmanın da Ay’a ayak basacak olan astronotların da kendilerine göre teknolojik heyecanları ve sevgi tutkuları vardı ki böylesi önemli bir gelişmenin ön ayak öncüleri olabildiler. Başka ne diyelim, işte görüyorsunuz insanın fıtratında var olan hakiki sevgiden yoksun kuru meşe odunu türünden bir takım sevgi kırıntısı tutkular bile hayatın pek çok alanında ilham kaynağı olabiliyor. Hatta ateistler de ruh gerçeğini inkâr etmelerine rağmen bir bakıyorsun kendilerini bir tür Nazım Hikmet romantizmine kaptıraraktan devrim fedaisi kesilebiliyorlar. Keza İsrail’in Arz-ı Mev’ud tutkusu da bir tür suni romantizm algısıdır. Bu demektir ki, azıcık sevgi kırıntısı suni romantizmler bile ruhsuz fikriyata sinerjik etki yapıp harekete geçirebiliyor. Türkiye’de de bir zamanlar bir Aziz Nesin vardı, malum kendileri ateizme gönül bağlayıp davası uğruna vakıf kuran, konferans veren, birçok kitap yazan bir yazardı. Düşünsenize böylesi ateist bir yazar ilahi kaynaktan beslenmediği halde davası uğruna onca iş çıkarabilmiştir. Bu yüzden Hekimoğlu İsmail haklı olarak bir yazısında durumumuz hakkında “Aziz Nesin bunları yaparken acaba benim Müslüman’ım ne yapıyor” feryat etmekten kendini alamaz da. Gerçekten de feryat edilecek içler acısı durumumuz söz konusudur. Maalesef, bugün inanan insanların geldiği noktada en büyük sıkıntısı sevgiyi, aşkı ve Nübüvvet Gül’e olan sevdasının yitirilmişliğinin sancısını yaşıyor olmasıdır. Her şeye rağmen şu da var ki, ruh köklerimizle olan bağımızı topyekûn de ne unutturmaya ne de ortadan kaldırmaya hiç kimsenin gücü yetmeyecektir. Zaten bir takım karanlık mihraklar ve derin güçler bu gerçeği bildikleri içindir; madem insanların gönül dünyalarını kökünden kazıyamıyoruz bari bedenlerine hâkim olalım çabası içerisinde kendi kendilerine gelin güvey olmaktalar. Baksanıza bütün dünyayı kasıp kavuran Coronavirus Pandemisi sürecinde şimdiden insanlara çip takalımda aklını, bedenlerini ve paralarını kontrol edelim planlarını aşama aşama devreye soktular bile. Dikkat ettiyseniz yukarıdaki satırlarda insanların aklını, bedeni ve parasını kontrol edenler hakkında karanlık mihrak ve derin güç ifadeleri kullandık, yani insanların ruhlarını da kontrol eden derin güç ifadesi kullanmadık. Çünkü ruhu kontrol altına almak her baba yiğidin harcı değil ki insanların ruhlarına da hâkim olabilsinler. Besbelli ki karanlık güçler için şimdilik bedenleri kontrol etmek daha kolay iş gibi gözüküyor. Hem bu alanda tarihten tecrübeliler de. Nitekim Hristiyanları aslana yediren Neron tiplemeleri, Boğa güreşleri, Kazıklı Voyvoda gibi insanlık dışı vahşi manzaralar batının tarih sicilinde ziyadesiyle mevcut zaten. Aslında dönüp tarihten bugüne bunun muhasebesini bir yapabilseler bu denli vahşiyatta sicili kabarık olmalarının sebebinin Nübüvvet-i Gül kokusunun koklamamanın ve ilahi sevgiden yoksunluğun neticesi bir tablo olduğunu göreceklerdir. Hele bilhassa orta çağın engizisyon mahkemelerini masaya yatırdığımızda yüreklerinde en ufak ilahi sevgi kırıntısı taşımadıklarından skolastik düzene aykırı hareket eden her kim olursa olsun ister bilim adamı olsun, ister sıradan birileri olsun hiç fark etmez kellelerini acımasızca giyotine vermekten yüksünmemişlerdir. Allah’a çok şükürler olsun ki bizim tarihimizde böylesi ne kazıklı Voyvoda, ne Neron, ne giyotin, ne şu, ne bu türünden barbarca örneklerin izine rast gelinir. Bizim tarihimizde asla insanlık dışı yer verilmediği gibi bu tür manzaraların izi görülmez de. Kaldı ki bizim tarihi medeniyet kodlarımızda düşmana bile bir ölçü tayin edilmiştir. Bu yüzden denilir ki; dost düşman iki ayak gibidir, yürümek için her iki ayakta birbirine muhtaçtır. Çünkü adetullah gereği her şey zıddıyla kaimdir. Öyle ya, zıtlık olmayınca ortada ne düşman kalır ne de dost. Ki, tek ayak üzere menzile varılmaz, varılsa da bu monoton varış olur. İşte bu noktada Gül, zıtlıkları ahenkleştirerekten bizi monotonluktan kurtaran iksir olarak ta karşımıza çıkmakta. Belli ki bu gerçeklerden hareketle Gül bir nesil yetiştirmek şart gözüküyor, şarttan da öte bir vazife. Dahası bu hususta ne demek istediğimizi levlake levlak diye başlayan; “Habibim eğer sen olmasaydın bunca felekleri yaratmazdım” kudsi hadisi meramımızı izah ediyor zaten. O'nun nuru kâinat daha yaratılmadan önce vardı, işte nübüvvet gülünün kâinatın özü olması bu yüzdendir. Bakın Allah Resulü dünyaya teşrif ettiklerinde Âmine Hatun dedesi Abdulmuttalib’i şöyle müjdeler:
-Doğan çocuğumu önce secde halde sonra da ellerini semaya açıp bir şeyler söylediğini gördüm.
Abdulmuttalib hiç tereddütsüz torunu için:
- O’nun çok yüce bir makam sahibi evlat olacağına inanıyorum der.
Böylece adı güzel, kendi güzel Muhammed (s.a.v.)'in dünyaya teşrifiyle birlikte dağ, taş ve cümle âlem bu nübüvveti nura gark olurda. Elbette ki bu doğan nurdan ve yaprak yaprak açan bu gül-i rayihadan (gül kokusu) ilk olarak ehlibeyt koklayıp istifade edecektir. Nitekim bir gün Allah Resulü (s.a.v.) ehli beyt neslin reisine:
- Ya Ali! Beni sever misin?
- Ya Resûlallah! Seni canımdan aziz bilir ve severim.
- Peki, Hasan’la Hüseyin’i sever misin?
- Severim.”
- Kızım Fatıma’yı sever misin?
- Ya Resûlallah! Severim elbet.
İşte bu karşılıklı soru cevap ikileminin akabinde en can alıcı soru gelir ki, işte o soru:
- Peki, Ya Ali! Bu üç sevgi kalpte nasıl toplanıp bir olur ki?
İşte bu sual karşısında Hz. Ali (k.v.) adeta dona kalır da. Ve soluğu evde alır.
Hz. Ali (k.v.) eve döndüğünde düşünceli olduğu her halinden gözden kaçmaz. Bu durumda Fatıma anamız:
- Ya Ali! Seni düşünceli görüyorum, bir şey mi oldu?”
Hz. Ali (k.v.) tüm olanları anlattığında, annemiz Hz. Fatıma tebessüm edip şöyle der:
-Ya Ali! Allah iyiliğini versin, hâlbuki buna verilecek cevab çok kolaydı. Bakın bir insanın Allah (c.c.) ve Resulüne (s.av.) sevgisi kalbidir, zevcesine (eşine) olan sevgisi nefsidir, çocuklarına olan sevgisi ise fıtridir.
Ertesi gün Hz. Ali (k.v.) Allah Resulünün yanına gelip sorunun cevabını ikrar ettiğinde, Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle der:
-Ya Ali! Görüyorum ki bu cevaptan burnuma nübüvvet kokusu (ehli beyt neslin kokusu) geliyor.”
Evet, Fatıma annemizin dilinden sadır olan o müthiş ehlibeyt kokusu sözler Hz. Ali (k.v)’in aile ocağından tüten en can alıcı Gül kokusu sözlerdir. Madem öyle, bize Gül kokulu bu evden çoğalan ehlibeyt neslini Allah için sevmek, Allah için hürmet göstermek düşer. Hem bu dünyada Gül nesil ehlibeyt sevgisi kadar daha güzel sevgi seli ne olabilir ki? Düşünsenize bu öyle bir sevgidir ki, Kerbela hadisesi sevenlerin zihinlerinde hale tap tazedir. Nasıl hafızalarda taptaze canlı kalmasın ki, Hasan ve Hüseynimiz ehlibeyt neslin taze gülleridirler çünkü. Amma velâkin içimizi sızlatan bir hadisede var ki, malumunuz Kerbela’da o Gül neslin evladına bir damla suyu bile çok gördüler. Bir damla suyu çok gördüler de ne oldu susuzluktan, kan revan içerisinde toprağın bağrına düştükleri şehit katında o gün bugündür ehlibeyt sevgimiz daha da güç tazelemiş oldu.
Bu Nübüvvet Gül’ün güç feyzi daha kâinat yaratılmadan önce vardı. Bakmayın siz öyle Peygamber (s.a.v.)’in Hatemül Enbiya halkasında en son Nebi oluşuna, aslında O (s.a.v) âlemlere rahmet olarak gelen ilk parlayan Hilâl Gül'dür. Dahası en son peygamber halkasında O’nun eline düşen en son marifet aslında ilk marifettir. Düşünsenize sonun başlangıcı marifet, birde bunun kıyamete dek sürecek olan marifet basamaklarının dallanıp budaklanarak tüm insanlığı kuşattığını düşündüğümüzde ne büyük enginlere sığmaz Nübüvvet-i marifetle karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Öyle ki, Gül-i Nübüvvetin marifetullah ışığı tüm insanlığı boy boy, soy soy, nesil nesil, ümmet ümmet kuşattıkça Gül’e olan hasretimizle Mevlana’ca ‘hamdım-piştim- yandım’ misali yanıp tutuşuruz da. Nasıl hasretle yanmayalım ki, bikere hakiki sevgi, asla birilerini körü körüne taassup içerisinde sevmek değildir, bilakis bizi ‘Nübüvvet-i Gül’ marifetiyle ‘şeriat, tarikat, marifet ve hakikat’ basamaklarını bir bir aştıracak sevginin ta kendisi sevgi deryasıdır bu. Unutmayalım ki başkalarını küçümseyerekten tepeden bakıp kendini beğenmişlikte taassupçuluktur. Allah için Gelin tanış olmak varken, işi kolay kılmak varken, sevgilinin tutku gözlerinde pırıltı olmak varken kendimizi sevmek ya da beğenmekte niye. Oysa gerçek sevgi aynada kendini değil sevgiliyi görmek gerçek sevgidir. Sevgi aynı zamanda birliğimizi ve dirliğimizi sağlayacak yegâne güçte. Tarih bunun en canlı şahidi zaten. Nitekim Fatih’in pusatıyla İstanbul’u fethedişindeki kumandanlık meziyetinin yanı sıra elinde Gül koklarken kendini resimletmesi bunu en çarpıcı örneğini teşkil eder. Maalesef böyle örnekler önümüzde dururken her nedense günümüzde Gül-i Nübüvvet kokusunu ruhunda solumamış Moğol serdarlarına veya kuru cihangir davası kahramanlarına imreniyoruz habire. Oysa savaş kabiliyetinden daha mühim kabiliyet hiç kuşkusuz ilim, üretim, aşk, sanat icra edebilmek hüneridir. Hem kaldı ki kuru cihangirlik davası göçebe dinamizminin şartlarına özgü bir misyondur. Ve o misyon vazifesini tamamlayıp başka bir misyona geçilmiştir. Dolayısıyla tekrardan göçebe dinamizmini günümüz şartlarında diriltip canlandırmaya çalışmak abesle iştigal olacaktır. Şimdi tam da bu noktada dönüp kendimize şu suali sormakta fayda var: Acaba geldiğimiz noktada bize örnek olacak kahraman Deli Dumrul mu? Cengiz Han mı? Mimar Sinan mı? Elinde Gül koklayan Fatih mi? Elbette ki şayet derdimiz çağlar üzerinden sıçramaksa göçebe dinamizmi yerine, maddi veçhesi yönüyle bilgi ve teknikte maharetli Mimar Sinan misali donanımlı ideal teknik insan tipi, manevi vechesi yönüyle de Nübüvvet sevgisiyle yanıp tutuşan Evlad-ı Fatihan nesli bize ışık tutacak örneklerdir. Malumunuz Alplik tarihte kılıçtı, şimdi ise Alplik misyonumuz bilgisayar olmuş, stratejik silahlar olmuş, kalem olmuş, meslekler ve meşrepler olmuştur. Erenlik ise tarihte de, bugün de tek değişmeyen hakikattir. Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’nin temellerini attığı Horasan kültürünün en büyük yönü değişmeyeni kavramasıdır. Erenlik dün olduğu gibi bugün de Nübüvvet Gül'dür, yani aynıdır değişmez. İşte bu nedenledir ki, ısrarla üzerinde dura dura: Gül zikir, Gül İslam'ın hadimiyet simgesi, Gül maneviyat, Gül Muhammedi ter kokusu, Gül iç âlemimizin tek hakikat sevgi cevheri demekten kendimizi alamayız da. Ki; Dr. Haluk Nurbaki Kur’an’da zikredilen “Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş ve gözlerine bir perde inmiştir ve bunların hakkı azim bir azaptır” (Bakara suresi ayet:17) ayetini mealen; “Sanat şaheserim olan bu kalbe imza attım. Onu imanla ve sevgiyle doldurmazsanız mühürlerim” diye yorumlamıştır. Hele bir insanın gönlü mühürlenmeye görsün o zaman Allah korusun hakikati göremez olur. Zaten gönül gözü kapalı olan bir şey görmüş sayılmaz ki. Bakın Hadis’i Kutsi’de Yüce Allah: “Kulum bana bir karış yakın olursa ben ona bir zira olurum, o bana yavaş gelirse ben ona süratle rahmetimi ona yağdırırım. Eğer o süratle gelirse bende onun kulağına, gözüne, eline, ayağına kuvvet veririm. O da kuvvetimi işitir, görür, tutar, yürür” diye buyurmaktadır. Zaten kalbe ait en önemli hakikat pınarı beyin hard diskine yazılmış olanları hissetme gücü diyebileceğimiz ön feraset melekesine sahip olmasıdır. Nitekim iç sıkıntı, sevinme vs. tüm bunlar kalbe ait en tipik önsezilerdir. Zaten Cenabı Allah’ı (c.c.) sırf akıl melekesiyle kavramak mümkün değildir. Akıl ancak beş duyudan gelen veriler çerçevesinde hüküm yürütebilmekte, ama kalp öyle değil tam aksine güçlü ön sezgisiyle O'na teslim olaraktan sadece amenna saddak der. İşte bu teslimiyetinden ötürüdür ki Kur’an-ı Mu’ciz’ül Beyan doğrudan kalbe hitap eder: “Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş ve gözlerini perdelemiş ve gözlerine perde inmiştir ve bunların hakkı azim bir azaptır (Bakara Suresi ayet 7).” Hatta pek çok evliyaullah akılları fethederek değil kalpleri fethederek insanları irşâd etmişlerdir. İşte Evliyaullah kalpleri fethettikleri içindir insanların gözünde onlar ‘Gönül Sultanları’ olarak anıldılar hep. Böyle anılmaları da gayet tabidir. Zira Gönül Sultanları bu ümmetin Gül'üdürler. Evliyaullah, aynı zamanda kalp uzmanları olup, manevi tasarruf ehlidirler. Onlar gerçek irşâd kutuplarıdır. Belli ki Evliyaullahın elinden hiç düşürmedikleri Gül deste sırf tutmak için değil irşad içindir elbet. O halde daha ne duruyoruz, gün o Gül’ü tutan el’den biat almak günüdür. Ne mutlu o biattan nasiplenenlere.
Peki, güle tutunmayanları hali nice olur derseniz, hiç kuşkusuz Gül’e tutunmayanlar ya nefse, ya da şeytanın hilelerine tutunaraktan kendilerini mahvı perişan ettikleri gibi toplumu da mahvı perişan edeceklerdir. Malum insanlara ve toplumlara fuhşu, kötülüğü, kini ve düşmanlığa teşvik eden kuvvet nefsin vehim gücüdür. Ki, nefsanî vehimler kalbin yetmiş küsur şubesini bozar da. Bu duruma meydan vermemek için Resûlüllah (s.a.v)’in “Kanın dolaştığı yerde muhakkak şeytanda dolaşır. Onun dolaşmaması için en kuvvetli silah “Lailahe illalahul fealu’dur” diye beyan buyurduğu hadis-i şerifin gereğini yapmak gerekir. Hakeza bir hadisi kutsi’de ise Yüce Allah “Kim gazaplandığı zaman beni anarsa ben de gazap ettiğim zaman onu hatırlar mahv etiğim kimseler içerisinde (zikir) edeni mahv etmem” beyan buyurmakla bu hususa işaret etmiştir. Anlaşılan o ki çokça Allah’ı zikretmekle şeytanın hilelerine ve nefsin köleliğine karşı kendimizi pekâlâ koruma altına alabiliyoruz. Yeter ki Allah’ı zikretmekte çokça safı gayret edilsin gerisi gelir elbet. Zira gayret edenden şeytan kaçar da. Derken Lafza-i Celal ve Nefy-i isbat zikirleri sayesinde zikreden salik nefsin vehim gücü karşısında evhama kapılmamış olur. Dahası zikrin akabinde evhamdan arındırılmış kalpte güller açmaya başlar da. O halde kalbimizi Allah’ı zikrederek her türlü evhamdan arındırmalı ki gönül dünyamız Gül-i Nübüvvet nuruyla aydınlanabilsin. Aslında insanın iç dünyasına üç sevgi kodlanmıştır. Bunlar:
- Allah sevgisi,
- Nefis sevgisi,
- Mahlûk sevgisidir
Yani bu üç unsurdan insan hangisine daha çok yatkın ise fikri ve zikri de o olacaktır. Zira Allah Resulü (s.a.v) “Kişi sevdiği ile beraber haşr olunacak” (Bkz. Buhari, Edep, 96; Müslim, Birr, 165; Tırmizi, Zühd, 50; Hâkim, Müstedrek, IV,171.) beyan buyurmakla mahlûkat içerisinde bu dünyada Allah’a dost olanlarla beraber bulunanlar ahrette de beraber olacaklar mesajını vermiştir. Yine bu mesajdan anlaşılan o ki, Allah’a düşman olanlarla beraber olanlarda kendi aralarında beraberce haşr olacaklardır. Kelimenin tam anlamıyla Peygamberimiz (s.a.v)’in beyan buyurduğu veçhiyle “Kişi kendine dost edindiği kimsenin dini üzerinedir. Dikkat edin ki, siz kiminle dostluk yapıyorsunuz” o hal üzere haşr olunacaktır. Gerçektende öyle değil midir, Gül ağacının gül'ü dost içindir, dikeni ise düşman için vardır. Ancak burada dikkat etmemiz gereken kaide sevginin de bir ölçüsü ve sınırı olduğu gerçeğidir. Çünkü insanoğlu aşırı derecede sevdiği kimseye en mahrem sırlarını açığa vurmaktan imtina etmeyebiliyor. Oysa ihtiyatlı olmakta fayda var, olur ya ilerde aralarında bir husumet oluştuğunda anlattığı o sır kendisine koz olarak dönüş yapabilir. Dolayısıyla her daim ihtiyatı elden bırakmamakta fayda vardır diyoruz. Ki; “Düşmandan bir defa, dosttan bin defa sakının” sözü hükemâmız tarafından kabul görmüş bir sözdür. Kaldı ki Resûlüllah (s.a.v) bu hususta “Bir şeyi aşırı sevmen seni kör eder ve sağır eder (hatalar görünmez) tarzında bir ölçü ortaya koymuşta. Besbelli ki sevgide aşırıya kaçmak insanın bazı hakikatleri görmesine engel teşkil edebiliyor. Madem öyle, her şey de olduğu gibi sevgide de ölçüyü kaçmamak gerekir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v) “Kiminle arkadaşlık yaparsan güzel arkadaşlık yap” diye buyurmuşlardır. İşte görüyorsunuz arkadaş edindiğimiz dostlara karşı ölçü bu hadisi şerifte belirtilen güzel arkadaşlık ölçüsüdür. Ölçülü olmaya mecburuz da. Nitekim Hz. Ali (k.v.)’e isnat edilen bir şiirde güzel arkadaşlığa zeval gelmemesi açısından şu uyarı yapılmıştır: “Okların açtığı yaralar iyileşip kaynaşır, ama dilin açtığı yara ne iyileşir ne de kaynaşır.”
Bakınız Yüce Allah (c.c) bitkiler âleminden halk ettiği sevginin simgesi bir demet Gül’ün yapraklarına da ölçü tayin etmiştir. Zaten Gül-i Nübüvvet nuru da o ölçü tayin edilmiş Gül’ün kandilinden başkası değildir elbet. Öyle anlaşılıyor ki bir gün bir insana Gül’-i Nübüvet kandilinin ışığıyla feyizlenmek nasib olunduğunda, o insan Allah Resulünün şu sözlerine muhatap kalacaktır: “Allah bir insanı sevdi mi Cibril’e şu emri verir; Ben filan adamı severim. Cibril de semada olanlara filan oğlu, filanı Allah sever siz de onu sevin der. Yerdekiler de artık onu sever” (Bkz. Buhari, Edep, 41; Müslim; Birr, 48; Beğavi, Şerhu’s-Sünne, XIII,55–56; Malik, Şear,15; İbnu Hıbban; Sahih, I,291). İşte hakiki sevgi budur. Allah'ın kulu sevmesiyle birlikte ümmetinin de onu büyük bir iştiyakla sevmesi ne güzel bir duygu seli olsa gerektir.
Evet, Peygamberimiz (s.a.v) âlemlere Gül-i Nübüvvet olarak gönderildi. Öyle ki çocuk yaşta sütannesi Halime’nin evindeyken melekler tarafından göğsü yarılıp gül suyu ile yıkanmış bile. İşte o gün bugündür tüm kalpler Gül Nebiye hasret ve müştaktır. Nasıl müştak olmasın ki, o Gül Nebinin kendinden önce gelen peygamberlerden farkı affedici peygamber olmasıdır. Malum Nuh (a.s) kavminin yaptıklarına karşılık helak olması için dua edip tufan kaçınılmaz olmuştu. Hakeza İbrahim (a.s.)'da Halilullah bir peygamber olmasına rağmen mülk âleminde asilerin isyanını gördüğünde o da helak olmaları için dua etmiştir. Âlemlere rahmet olan en son Resûlüllah (s.a.v) ise onca çektiği çilelere rağmen beddua etmeyip bilakis “Ümmetim, Ümmetim, Ümmetim “ diye yalvararak farkını ortaya koymuştur. Allah Resulü Hadis’i Kutsi’de zikrolunan “Rahmetim gazabımı geçti” düsturunca hareket etmiştir hep. Yetmedi her türlü eza karşısında; “Allah’ım ümmetime hidayet eyle, onlar ne yaptıklarını bilemiyorlar” deyip kurtuluşlarını dilemiştir. Gül Peygambere de bu yakışırdı zaten. Ki, en büyük dostu Ebu Bekir Sıddık (r.a)’ın Gül Nebi hakkında söylediği: “O’na salâvat getirmek, günahları yok etmek bakımından sudan daha fazla temizleyicidir” sözü son derece manidardır. Bu yüzden göğsü melekler tarafından arındırılan Gül Nebiye salâvat getirmekle de iç dünyamızın arındırılacağına inancımız tamdır. Keza O’nun teninden tüm cihana yayılan Gül kokusu da öyledir.
Velhasıl-ı kelam, Gül gonca Nebisine âşık, cümle âlemde Gül-i Nebi’nin gül tenine, gül kokusuna hasret. Tâ ki Yüce Allah’ın nurumu tamamlayacağım diye vaad ettiği 'Gül’ vakti saati geldiğinde o hasretlik vuslatla taçlanacaktır elbet.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/kose-yazisi/4238/gule-hasretiz