FAZIL ŞEHİRLER VE VÜCUT SARAYI
FAZIL ŞEHİRLER VE VÜCUT SARAYI
ALPEREN GÜRBÜZER
Eskiden şehir denince halktan kopuk insanların, yani kelli felli adamların, kısaca elitlerin mesken edindikleri yerler olarak algılanırdı. Varoşlar dedikleri şey ise, kentin arka mahalleleri olup Müslüman kimliğini benimsemiş toplulukların oturdukları alanlar addedilirdi.
Şimdilerde şehir profili değişmişe benziyor, tek tip insanlar yerine çok tip insanlar var günümüz şehirlerinde. Şehirlerimiz tek boyutlu resim değil artık. Böyle olunca kentlerin çehresi değişmiş, üstelik şehirlerde tek tip akademisyen, tek tip siyasi görüşte yok. Varoşlardan merkeze gelen insanlar kentin göbeklerine yerleşince çoğulculuğun hâkim olduğu çok renkli bir şehir profili ortaya çıkıverdi. Kentin yeni sahipleri yerel kimliklerini de buralara kadar taşımışlar. Bir yabancı gibi davranmıyorlar da. Sadece kültürlerini taşımakla kalmamışlar, yeni kariyerlerde elde etmişler. Bu durum ister istemez yeni bir şehirli protipi meydana getirdi.
Her şeyin hızla değiştiği günümüzde İslami dünya görüşüne sahip insanların kentin görünümünü değiştirdiği bir sır değil, değişim şehrin toprağına, taşına yeni bir ruh işliyor adeta. Yani karşılıklı değişimin yaşandığı bir süreci yaşıyoruz. Gelenek ve modernleşme çatışmaya dönüşmeden fazıl şehirler oluşturulabilirse ne ala. Yaşadığımız şehirler ruhumuzu çalmadıkça, yaşamak beynimizde zincir olamaz asla, canan olur o şehir. Fazıl şehirlerin teşekkülü ile hem hayırlı kitleler, hem de bu yapıdan medeniyet doğabilirde, ümit varız.
Bir zamanlar kentin varoşlarındaki Fatma ninenin eşarbı ya da Ayşe bacımızın çarşafı mesele olmuyordu. Ne zamanki yerel değerler üniversite alanlarında görülmeye başlandı, o zaman kızılca kıyamet koptu sanki. Bir kısım zinde güçler bir amansız takiple peşinde gölgeler ağı ile pamuktan uzanan elleri ateşe verircesine yaşadığımız şehirleri zindana çeviriyorlar. Oysa bir yabancı gibi yaşamak istemiyoruz bu şehirlerde, kendi öz yurdunda kovulmuşluk hissine kapılmak ağır geliyor hepimize. Bunca yığınlarda ihanete uğramak ölümden beter olsa gerektir ki; önyargıların tutsağından kurtulmak adına mücadeleye devam etmekteyiz hala.
İnsan haklarından sıkça bahsedildiği dünyamızda başörtü şehrin merkezlerinde problem addedilmektedir maalesef. Bir zamanlar Anadolu kadınlarının tarlada toprakla haşır neşir olmuş o mücadele azmi, günümüz şehirlerinde kimi çevrelerin diz boyu ihanetleri karşısında şimdiler de başörtüsü mücadelesine dönüşmüş durumda.. Direnmek yüreklerinde taşıdıkları imanda gizli, direniyorlar da. Nasıl direnmesin ki başörtü hürriyeti olmuş adeta. Hürriyet boyunlarında halka misali sivil inisiyatif çerçevesinde yılmadan, usanmadan ve pes etmeden yaptıkları bu mücadele sonucu vicdanlarda ’yeni yerliler’ olmaya çoktan hak kazandılar bile.
Neyse ki artık bildik o malum eski yerliler onları öcü görmüyor, eskisi gibi garipsemiyorlar. İnşallah yakın zamanda Türkiye’nin gündeminde başörtü meselesinin gündemden düşeceğini umuyoruz, bu konuda ümit varız. Başörtülü kadının bu çağdaki, bu mücadele azmi kültürel alanda yapılan en büyük modern hareketidir. Anadolu kadını eşarbına yeni renkler de katmasının yanısıra yeni bir modern kimlikle şehrin bir takım kariyerlerini de edinerek, bazı çevrelerin hoşuna gitmese de çağın en büyük değişimini gerçekleştirdiler. Anadolu insanı profili ile şehrin yeni profili birleşerek aksiyon meydana getirdi. Hakeza Milli mücadelede lojistik destek yaparak yedi düvele ders veren kadınlarımız, günümüzde de en modern şehir merkezlerinde yeni değişimin katalizörleri olarak yerini alıyorlar. Sosyal değişime müspet yönde tesir etmek en büyük devrim hareketi olsa gerektir. İçtimai dönüşümde en önemli dinamik rolü ifa eden ‘bu şehrin yeni yerlileri’ daha çok uzun süre konuşulacak ve tarihe ak sayfa olarak geçeceklerdir elbet.
Kentin merkezlerinde daha önce görülmeyen sosyal dayanışma ‘Yeni yerliler’ sayesinde selam verme-alma meselesinde bile fark edilmeye başlandı. Kentin o alışılagelmiş donukluğu yerini sıcak ilişkilere terk ediyor sanki.. Bu sıcakkanlılık devam ederse şehir insanın ruhunda yeni bir reform doğacağa benziyor ve o özlediğimiz Farabi’nin çok önceden seslendirdiği ‘Fazıl şehirler’ artık bir rüya değil hakikat olacaktır elbet. Köyünden, yurdundan şehre göç eden insanların kent merkezlerinde kendilerini yalnız hissetmemeleri demek, müspet manada değişim demektir.
Çatışma şehrin en belirgin vasfıdır. Kültürel alanlarda ikili çatışmaların diyaloga dönüşmesi için gösterilen çabalar meyve vermeye başlasa da, statükocu zihniyet yine de her köşe başında kolluk görevi yapmakta habire. Farklı kimliğe sahip insanların bir araya gelerek demokratik planda tartışma yapmaları ve birbirlerini tanımaya yönelik girişimleri, çeşitli entrikalarla bozmaya çalışan devriye muhafızlarını temsilen işbaşında bulunan statükoculuk, yarınlarımızı karartmaktadır. Farklı fikirlerin konuşulmasından, farklılıkların bir arada yaşamasından hoşnut olmayan statükocu çevreler, çağın büyük tanışmasını sabote etmektedirler. Zihinlerinde oluşturdukları ikili kutbun, çoğulculuğa dönüşmesini istemiyorlar. Oysa eski yollar çıkmaz sokak, en büyük tehlike çoğulculuğa sırt çevirmekte.
Kültürel çoğulculuktan korkmamalı, her beşerin ayrı ayrı meşrebi ve tarzı var. Çoğulculuğu narsisizme dönüştürmeden diyalog kapısını açık tutmalı. Yürüdüğümüz caddeleri ve sokakları esir kampına dönüştürmeden yaşamak varken bu kin nefret niye. Farklılıkların buluşmasında insanlığın elde edeceği sayısız faydalar olacaktır. Tanışmaya engel güçler bu durumdan endişe duysalar da dünyanın çoğunluk yönünde gidişatının tersine kürek sallamak boşa çabadır. Değişimin ne kadar engelle karşılaşsa da sonunda kendine bir oluk ya da kanal bulabiliyor. Çünkü değişim hayatın dinamiğidir.
Dış dünyamızda cereyan eden değişmelere paralel, iç dünyamızı da değiştirmememiz gerekiyor. Asıl değişiklik içte olmalı. Resulüllah(s.a.v); Nefsini(kendini) bilen Rabbini bilir buyurmakta. İç seyrimizi de nizama tabi tutmalı ki, değişim konusunda samimiyetimizi ispatlamış olalım. Şehirlerde yaşanan kültür çatışmalarına benzer insanın iç dinamiklerinde de mevcut. Nasıl mı? İslam âlimleri iç dünyamızda nefse ait güçlü bir motivenin varlığından bahsediyorlar ve bu itici gücün şuur altını istila edebileceğini belirtmektedirler. Bütün benliğimizi sarabilecek bu istilacı güce; ‘Nefsi emmare’ denilir. Nefsin en alt sıfatlarından olan Nefs-i emmare daima kötülüğü veya şehveti telkin ederek insanı hayvandan da aşağı konuma götürür. Ancak Nefs-i emmareye karşı vicdanımızın telkiniyle karşı koyulabileceği gibi Meleki kuvvetlerin yardımıyla da nefsi ıslah etmek mümkün. Bizleri her an hayvandan da aşağıya düşürecek Nefs-i emarenin telkininden sıyrılıp özgür irademizi sergilemeli. İki çatışma arasında dengeyi sağlamak insanın gayretine kalmış bir durum. Nefse savaş ilan ederken, tabiî ki onu yok etmeyi kastetmiyoruz. Sadece Onu başıboş bırakmadan dizginleri ele almayı kastediyoruz. Nefsin emrine girmek yerine nefsi emrimiz altına almayı başardığımızda vücut şehrimizde gerçek manada sessiz devrimin olacağını söyleyebiliriz. Nefsi idare etmek de nasıl olur derseniz, cevaben deriz ki; Meleki kuvvetlerin sesine kulak vererek itaatın gereğini yapıp Allaha kul olmakla. Vücut şehrimizde Allah’ı çokça zikrederek, iç âlemimizde cereyan eden çatışmalara son verebiliriz. Çünkü İslamiyet, Allah’ı zikrederek kalbin huzura ereceğini bildirmekte, dolayısıyla Allah Resulünün(s.a.v); ‘İnsanda bir et parçası(kalp) vardır ki, o iyi olursa bütün vücut iyi olacaktır’’ hadis-i şerifini hayatımıza yansıtarak vücut şehrinde nizam gerçekleşmiş olacaktır. Yine Ehli tasavvuf Erbabı beyanlarında nefsin yetmiş şubesi olduğunu, bu şubelerin vücudu istila etmemesi için Allah’ı çokça anmakla mümkün olacağını beyan buyurmaktadırlar. Yine bu kıymetli Allah dostları Allah ile insan arasında yetmiş hicap perdesinin varlığından bahsederek, her perdeyi aşmanın yolunu nefsin tepesine basıp, Lafza-i Celal zikrini (Allah adını) kalpte (vücudun başkentinde) zikrederek letaiflere(semtlere) yaymakla ve letaiflerden bütün vücuda(şehre) dağıtmakla mümkün olacağını hadisi şerifin ruhuna uygun açıklamaktadırlar. Böylece adil idarecilerce Fazıl Şehirler inşa edilebileceği gibi, Fazıl insanlarca (Kutb’ul Aktab, Gavs, üçler, yediler, kırklar vs.) Fazıl nesiller yetiştirilebileceği de bir gerçek. Dış dünyanın gerçekleri, insanın iç sarayında aynen yaşanıyor. Yeter ki bunu idrak edebilelim. Vücut sarayımız küçük âlem, hatta bazı âlimlerimiz büyük âlem de demişlerdir. Gerçekten de insan kendi vücut şehrin analizini iyi yapabiliyorsa, dış dünyanın o karmaşık gibi görünen meselelerin üstesinden pekâlâ gelebilirde.
Demek ki, değişim sadece köyde, kasabada kentte yaşanmıyor, dünyanın her tarafında hızla yaşanıyor. Dış dünyada yaşanırda vücut dünyamızda yaşanmaz mı? Elbette ki içimizdeki tufan çok daha mühim hadise. Çünkü içteki değişim hadisesi toplumu, hatta tüm insanlığı ilgilendiriyor.
Tabi bu değişim olgusu kimilerinde yavaş, kiminde hızlı, kimilerinde de hiç olmayabilir. Değişimi gerçekleştirmeyen insanlara statükocu dememizin sebebi kendi hür iradelerini ortaya koyamamaları ve tercihlerini buz aküsü destekli dondurmalarından ötürüdür. Dedik ya, insan kalbini iki emdiren kuvvet var, bunlardan biri meleki kuvvet, diğeri ise şeytani kuvvet.. İnsan eğer bu iki çatışma kuvveti arasında şeytani yöne kayarsa menfi yönde değişime uğrar, ama meleki kuvvet yönüne meyil gösterirse müspet manada değişime uğrar. Demek ki; İç âlemde nizam tesis etmenin sırrı Allaha abd olmaktan geçiyor. Bütün sahte mabutlara rest çekerek hürriyeti Allaha kulluk yapmakta arayacağız ve kurtulacağız. İşte gerçek kurtuluş bu.
Şehirlerde birtakım gezinme yerleri var. Otomobille gezinme söz konusu olduğu gibi trenle de, uçakla, vapurla da mümkün. İnsanın kesesindeki maddi sermayesine göre turlama vasıtaları da değişebiliyor. Kimisi toplu taşım vasıtaları ile kimisi de özel arabaları ile turluyor. Aynı dunum iç dünyamız içinde geçerlidir. Manevi sermayesi güçlü olanlar İmamı Rabbani(k.s)’in beyan buyurduğu şu merhalelerden geçerek Hakk’a vasıl olurlar:
—Seyr-i afakî (objektif seyahat)
—Seyr-i enfüsi (Sübjektif seyahat)
— Seyr-i mutlak (Hakk’a yürümek)
Bir ülkenin nizamı için şeklen cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar ve meclis gibi yapılanmaların olması şart. Aksi takdirde o ülke idaresizlikten kaosa düşmekten kurtulamayacağı gibi, ülke yıkılmaya da mahkûmdur. Zahiri dünyamızın organizatörleri sayesinde problemler sıfıra indirilmeye çalışılır.
Hiç merak ettiniz mi bilmem ama iç dünyamızın nizama girmesi için de Allahın vazifeli manevi organizatörleri var. Dış beşeri münasebetlerdeki hiyerarşik örgütlenmeye benzer, Allahın sevgili kulları arasında da ulaştıkları makam ve derecilerine göre vazife taksimi söz konusu.
Madem Allah Resulünün gelmesiyle Peygamberlik kapısı kapandı, o halde Allah Resulünden sonra beşeriyeti ıslah için irşat edicilerin kıyamete dek devam edeceğini kabul etmemiz gerekiyor.
Manevi dünyanın organizatörlerinin vazifeleri gereği bu örgüt ağının tepesinde Kutb’ul Aktab(Kutuplar kutbu), Gavs-ül Azam, Kutb-ul Ulema(İlk kutup) gibi diğer kutuplar bulunur. Adeta her biri bir manevi teşkilat ağı oluşturur. Halk dilinde üçler, yediler kırklar diye de anılan yapılanmayla insanların ‘manevi antro-sosyal çevreleri’ nizama alınmaya çalışılır. Allah Resulü; Benim ümmetimin âlimleri(ilmi ile amil olmuş âlimler) Ben-i İsrail Peygamberleri gibidir’’ hadisi şerifiyle söz konusu zatların varlığına işaret eder. Âlimler Peygamberlerin varisleri gerçeğinden hareketle demek ki; Rabbül âlemin beşeriyetin manevi dünyalarının nizamını tesis için vazifeliler görevlendirmiştir. Kamil insanların varlığı ile iç dünyamızda cereyan edecek kıpırtıların şeytanı mı yoksa rahmanı mı olduğunu öğrenebiliriz pekâlâ. Her şeyde uzman gerektiği gibi, manevi dünyamızdaki gelişmelerin seyri içinde ehli insanların rehberliğine muhtacız. Rehbere ihtiyaç duymayanlar herhangi bir engelle karşılaştığında ne yapacağını bilemeyeceğinden dolayı, haramilerce avlanarak yaya kalırlar. Adil idarecilerin iyi yönetimiyle Fazıl şehirler gerçekleşebileceği gibi, vücut şehrini de hırsız fenerleri değil de gönül sultanlarının rehberliğinde vücut sarayına dönüşeceği gün gibi aşikâr.
Ya vücut şehrimizi haramilerin rehberliğinde ahıra (havyaların yemlendiği mahal), ya da ilmi ile amil olmuş âlimlerin önderliğinde saraya çevireceğiz. Nasıl ki dış dünyamızın idaresi için iyi ve kötü idareciler seçme noktasında tercih payımız oluyorsa, vücut şehrimizin de idaresi içinde ya hırsız fenerlerini ya da gönül sultanlarını seçeceğiz. Birincisi felaket, ikincisi ise saadettir.
Velhasıl dış dünyamızın meseleleri olduğu gibi, iç dünyamızın da meseleleri diz boyu. Hem zahirimiz hem de batınımızı nizama kavuşturmak derdimiz olmalı. Peygamberimiz(s.a.v); Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu’ beyanından hareketle bilenlerin kılavuzluğu ile şehirlerimizi(iç v e dış şehirleri) aydınlatabiliriz. Vesselam.