ATA YURDUN KANDİLLERİ
ATA YURDUN KANDİLLERİ
ALPEREN GÜRBÜZER
Semerkand hem gözümüzün nuru, hem de Türkistan’ın ışık kaynağı.
Timur kapısını geçenler anlatıyorlar; karşılarında hemen tüm heybetiyle önce Taşkent daha sonra medeniyetlere beşiklik etmiş Semerkand’ın büyüsüne kapıldıklarını.
Anlatılanlardan ve yazılanlardan öyle anlaşılıyor ki; Semerkand hislerimizin tercümanı, sanki onu görmek bir ilim adeta, böylece tarih boyunca başlı başına bir üniversite olduğu kanaatine varıyoruz. Bu yüzden Timur Semerkand’a değer vermekle kalmamış başkentte yapmıştır. O duruşuyla tüm dünyaya meydan okuyor hala. Hele meşhur Registan Meydanına renk katan şu adından söz ettiren üç medrese (bugünkü manada üniversite) var ya, Semerkand’a eşsiz güzellik kazandıran üç tuğ sanki. Üç tuğların birine Uluğ Bey adı verilmiş, niye verilmesin ki, Uluğ Bey ki kurduğu rasathane ile insanlığa soluk aldırmış keremimiz. Bu üç medrese kurulmakla kalmamış, Selçuklu Nizamiye Medresesine ilham olmuş, oradan da bugün adından söz ettiren Paris, Qxford, Montpelier ve Cambridge ve diğer üniversitelerin oluşumuna dayanak teşkil etmiş. Nice şairlerimiz, nice ulemalarımız ve daha nice gönül erenleri bu medreselerde hem eğitilmişler hem de eğitmişler, buralarda yetişen binlerce düşünce insanı dünyayı aydınlatan ışık kandilleri olmuşlar.
Buhara da öyledir. İmam Buharı’nın ismi bile onu anlatmaya yetiyor, o kadar hoş bir isim ki her adını duyduğumuzda ruhumuza esintiler oluşur her nedense, tatlı bir yanı var Buhara’nın. Belki de Buhara’ya hayat veren Tabiin mezarları, Sadat-ı Kiramın ervahları, ya da İmam Buharı’dan kaynaklanan bir durum olsa gerek ki bizi ötelere taşımış bu ruh hep. Yavuz Bahadıroğlu bir romanına Elveda Buhara demiş, hüzünle Buhara yanıyor diye çığlık atar romanında, yine de ona elveda içimizden gelmiyor, diyemeyiz de. Tarihi süreç içerisinde Moğol kasırgasının tahribatı sonucu, o beldeler defalarca harabelere dönmüş olsa da dimdik ayaktalar hala, gönüllerde hala taptaze, bu yüzden Buhara’yı anladık onu gül’e yazdık bile. Onu her Menzile yazdık, dem bu dem.
Nasıl ki Semerkand da Uluğ Bey medresesi insanda bir anlam ifade ediyorsa Buharada da Mir-i Arab medresesi de o ölçüde anlamlıdır. Mir-i Arab Allah Resulünün on birinci göbekten torunu, rivayete göre gördüğü rüya üzerine buralara gelmiş ve Buhara da tasavvufla tanışmış, derken onun isteği doğrultusunda birde medrese inşa edilerek adı verilmiş. Dolayısıyla nice hükümdarlar külliye içerisinde metfun olan Mir-i Arab’ın ayakucunda yatmak için can atıyorlar, tıpkı Timur’un Semerkand’da ki hocasının merkatının ayakucunda yattığı duyguya benzeyen bir haleti ruhiye. Hâsılı Mir-i Arab bugün Özbeklerin rehber kabul ettikleri Arap kökenli olmasına rağmen en büyük imamı sayılır. Buhara bize taze bir nefes, bu yüzden batılılar Buhara’ya Müslümanların Roması demişler. Bundan da öte Gavs-i Saniye gelen şecerede Abdühalik Gücdüvani, Mahmut İnciri Fağnevi, Hoca Ali Ramiteni, Muhammed Babasammesi, Hace Muhammed Parse, Seyyid Emir Külal, Şah-ı Nakşibendî gibi saadetler Buhara da metfunlar. Ziyarete gelenler onların merkatlarına yönelerek gönüllerini suluyorlar, bir çiçek cümbüşüne dönmüş tüm merkatın etrafı etten duvar örülmüş sanki. Sevgi seli sevenlerin bu yönelişine yetişemiyor, madde manalaşmış çünkü.
Ya Taşkent, o da İpek yolunun süsü, can damarı. Zerdüştler döneminde Çaçkent, Araplarda Şaşkent, Türkler tarafından ise Bilkent denilmiş olsa da şehrin taştan yapılması göz önüne alınarak Taşkent olarak günümüze kadar bu isimle anılmış. Buralara kimler gelmemiş ki, Kuteybe İbn Müslimin Zerdüştlerin saltanatına son veren fütuhatında tutunda Cengizin bir savaş esnasında buralarda attan düşüp yaralanmasına kadar bir dizi hadiseye, hakeza Timur’un Taşkent’e altı kez gelip de sonradan torunu Uluğ Bey’e emanet ettiği bu şehir birçok hatıralara tanıklık etti. Uluğ Beyin elinde artık Taşkent yeni bir veçheye kavuşacak, böylece bu emanet birçok el değişse de tüm cazibesiyle günümüze kadar bir şekilde kendi mecrasında yoluna devam ede gelmiştir. Bugün dört buçuk milyon nüfusuyla Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte sörf yapıyor adeta. Böylece 1917 yılında gerçekleşen Bolşevik devrimiyle Lenin heykellerin izleri kazınıp yerini Emir Timur heykellerine bırakarak yeniden tarihle yüzleşebilmiştir. Kendi hal lisanıyla çıkıp ta geldim işte, döndüm yeniden eğilmeden bükülmeden aynı yolda yürürüm dedi. Artık o Semerkand’tan sonra Özbekistan’a olarak layık görülmüş ikinci başkenttir bu şehir. Öyle ki bugün Taşkent artan nüfusuyla Ankara ile yarışır halde. Taşkent denilince Ali Şir Nevai hep akla gelir, bu yüzden Özbekler hemen hemen her alana onun ismini vermişler, onlar bahçeye bağ derler, bununla da yetinmemişler Nevai bağı demişler. Türkçenin mümtaz savunucusu Ali Şir Nevai bu kadarına da layık görülmemiş onun adına Taşkent’in göbeğinde büyük bir anıtta dikilmiş. O abide bir şahsiyet çünkü. Dilde fikirde işte birlik ülküsünü gönüllerimize işleyen bülbül, onun içinde birçok yerde Navoy Kütüphane, Navoy Opera, vs. gibi isimler gözden kaçmıyor, belli ki unutulmamış, unutulmazda.
Gelelim Hiva’ya. Allah dostlarının şehri, sevgi ocaklarının yeşerdiği bereket toprağıdır. İbni Batuta, Yakubi, İbni Faldanlar buralardan geçmişler. Hiva’nın ilk temel taşı Nuh’un üç oğlundan biri olan Sam’dır, bilmem daha ötesini anlatmaya gerek var mı? Âdemden sonra ikinci ata bilinen Nuh’un oğlu Sam temel harç buralarda. Ondan da öte Allah Resulünün akrabası bu temelin binası hükmünde Şahı Zinde’de burada metfun.
Velhasıl bu altın şehirleri anlatmaya ne dil, ne kitap, ne de bir kelamın gücü yetiyor, ancak dil bu kadar şadan.
Vesselam.