Allah İçin Yol Gösterenler
ALLAH İÇİN YOL GÖSTERENLER
ALPEREN GÜRBÜZER
Allah için yol gösterenler, enbiya, evliya ve ulemadır. Ebubekir-i Verrak (K.S.), şöyle buyurur:
''İnsanlar üç kısımdır: 1- Alimler (İlmi ile amil olan alimler)
2- Dervişler (İrşada talip olanlar)
3- Emirler (İdareciler)''. Malum, alimler ve emirler bozulunca milletin taatı bozulur. Sofiler (dervişler) bozulursa, milletin ahlakı bozulur.
Yol göstericilerden enbiyanın hayatına baktığımızda karşımıza irşad çıkıyor: ''Biz muhakkak Nuh isminde bir peygamberi kendi kavmine irşad için gönderdik.'' hükmü bunun ispatıdır. Hangi peygamberin kıssasını açarsak açalım, ''irşad'' olayına şahit oluyoruz. Enbiyalar, insanlara mürşitlik yapmışlar, peygamberlerin esas vasfı, irşad yapmaktır. Günümüzde sanılıyor ki, yalnız tebligat; şeriat-ı Muhammediye'dir. Oysa, ''alimler peygamberlerin varisleridir'' hükmüne göre, alim irşad sahibi olmakla görevlidir. Hud (A.S.) gibi daire çizilmiyorsa tebligat yapılıyor, irşad söz konusu değil. Asıl tebliğ irşad etmektir.
Enbiyaya varis olmak ancak hem zahiri ilme, hem de batıni ilme sahip olmakla mümkün. Bir insanda ilim-i zahiri olup, ilim-i batıni yoksa varis olamaz. Veyahut ilim-i batıni olup da, ilim-i zahiri yoksa, yine varis olamaz. Mutlaka ikisi bir arada olması lazım ki varis olsun.
Mürşid-i Kamiller, hem zahiri ilmi, hem de batıni ilmi bitirmiş zatlardır. Sarf, nahiv, fıkıh, kelam, hadis v.s. gibi şeriatin 12 ilmini bitirip, icazet almak zahiri ilmi bitirmek demektir. Bir Mürşid-i Kamil'in kontrolu altında, manen terbiye almak ve tasavvufdaki bütün manevi mertebelerden aşarak seyri süluku bitirmede batıni ilme haiz olmak demektir. Allah dostları, ilme çok önem vermişlerdir. Her zaman, ilim olan yerde bereket olduğunu vurgulamışlardır. Seyda (K.S.); ''Bir ilim talebesini binlerce sofiye değişmem'' demekle meselenin ehemmiyetine işaret etmiştir. Malımızı, mülkümüzü, herşeyimizi ilme toz etmeliyiz. fıkıhsız bir yere varılmaz. Önce şeriat (İslami kaideler ve kurallar), sonra tarikat (İslam'ın tatbiki ve uygulama yolu) ve daha sonra hakikat olmalıdır. İbn-i Abidin şöyle buyurur: ''İlimden maksat Allah'a ulaşmaktır.''
Hakk'a götüren, irşad ilmidir. İmam-ı Gazali bile tasavvufa meylettikten sonra ''Ömrümü boşa zayetmişim'' diye kendi kendine eseflenmiştir.
Tasavvuf Yolu Yolların En İyisidir
Ve İmam-ı Gazali bu yolu şöyle övmüştür: ''Şüphe götürmeyecek surette anladım ki, mutasavvıflar, Allah yolunu tutan kimselerdir. Onların gidişi, gidişlerin en iyisidir. Yolları, yolların en doğrusudur. Ahlakları, ahlakların en temizidir. Onların dışlarındaki ve içlerindeki bütün hareketleri ve durgunlukları, hep nübuvvet kandilinin ışığından alınmıştır'' buyurur. Süfyan b. Üveyne, ''İlimsiz amel hıristiyanların, amelsiz ilim de Yahudilerin yoludur'' diyor. Ve ilave ediyor: ''Kim ilmiyle amel etmezse Yahudilere, kim şeriatsiz amel ederse kendisi hiristiyanlara benzemiştir.'' Evet, ilim amelle renklenince, kuvvet bulur. Amel olmadan yapılan ilim boşa kürek sallamak gibidir. Aliyyül Havvas şöyle der: ''İlim talibi, bir mürşide bağlanmadıkça kemala ermez. Çünkü ilim ona, hakikatlere perde olacaktır. İlimsiz amel davasında bulunan sofiler de hüsrandadır. Çünkü yanlış ameli doğru yapıyorum diyecek...'' Alimin aldanması ilminin neticesidir. Oysa, faydalı ilim bildiği ile amel etmektir. İlmi gözardı edip, sırf amel davasında bulunmak da yanlış. Hz. İsa (A.S.)'nın, ''Ben ahmağı, kele, köre, topala, kötürüme ismi azam okurdum, onlar dirilirdi. Ama cahile bir ismi azam okusam fayda vermez, dirilmez'' buyurarak bu gerçeğe işaret etmiştir. Hem ilim, hem de amel birarada bulunması lazımdır. Resulullah (S.A.V.), ''Ya Rab! Faydasız ilimden sana sığınırım'' (Müslim, Zikir, 73) tarzında dua etmiştir. Yine Habibi Ekrem (S.A.V.)'in ''Nefsini bilen Rabbini bilir'' (Keşful Hafa, El Acluni 2/262) hadisi şerifiyle de amele işaret etmiştir.
Allah'tan gayri herşey, masivadır. Müminler, Peygamberleri, Evliyayı ve Kabe'yi, Allah'ın (C.C.) sevgisine kapı ve vesile kıldığı gibi mürşidi de feyze oluk kılar. S. Abdulhakim el Hüseyni (K.S.)'i ''Yol tamamlanıncaya kadar bir kamilin işareti ile gitmek en kolay ve en tehlikesiz yoldur'' buyuruyor. Ashab, Peygamberimizi (S.A.V.) görüp, O'nu Allah'a ulaştıran bir vesile olarak addedip, faydalandı. Ebu Talib'in üzerine de Peygamber gölgesi düştü ama, kendi iradesiyle teslim olmadığı için yararlanamadı. Allah Resulü'ne (S.A.V.) teslimiyetle Ebubekir Sıddık (R.A.), rikkat ve merhametin doruğuna ulaştı. Hz. Ömer (R.A.) teslimiyetle, heybet ve adalet timsali oldu. Hz. Osman Zinnuranhy, haya ve edeb mümessili sahibi ve örneği idi. Hz. Ali (K.V.) ise teslimiyeti ile hikmet ve akıl karakteri kazandı. Peygamber gölgesi her birinde ayrı ağırlıkta karakterler ortaya çıkardı. Kur'an da, insanlar arasında, ilim farkı, güç farkı, zeka ve akıl farkı olduğunu beyan buyurur. Farkların üstünlük olmadığını, üstünlüğün ancak ve ancak takvada olduğunu da belirtir.
Veliler Peygamber Varisleridir
Geçmiş asırlarda herbirinde ne kadar peygamber bulunduysa, şimdi de her asırda onlar kadar veli vardır. Son velinin gelişi evrensel dirilişin işaret olacaktır. Mehdi (A.R.)'nin vefatına kadar her asırda Resulullah'ın (S.A.V.) varisi: 1- Kutuplar kutbu (Kutbul aktab)
2- Gavs-ül Azam,
3- Sırrı Hilafet
4- Üçler
5- Yediler
6- Kırklar v.s. vardır.
Zira kamil mürşidler her asırda en az beş on tane bulunur. Ahmet bin Hanbel'den aktarılan hadisi şerifde: ''Her asırda beni temsilen bir, Hz. İsa'yı temsilen üç, Hz. Musa'yı temsilen yedi, Hz. İbrahim'i temsilen kırk, dostlarım vardır. Onlar insanların efendileridir'' buyuruyor. Allah Resulü (S.A.V.) darülbekaya intikal olunca, hayattayken kendisinden toplanan üç vazife taksim edildi. Birinci vazife ilim adamlarına, ikincisi evliyaya, üçüncüsü hakimlere ve devlet adamlarına intikal etmiştir. Malum, Peygamberimiz (S.A.V.) üç görevi şahsında toplamıştı:
1- Devlet yetkisi,
2- Din ve ilim yetkisi,
3- Ruh önderliği yetkisi.
Allah (C.C.) Davud (A.S.)'a Kur'an da hem nübuvveti hem de hilafet beraberce verdiğini işaret etmiştir.
Resulullah (S.A.V.) ruh önderliği yetkisini, terbiye yoluyla Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'ye göstermiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi peygamber sevgisi Allah'ın sevgisine kapıdır. Evliya sevgisi de peygamber sevgisine kapıdır. Sahabe-i Kiram, peygambere olan sevgileri sayesinde her birinde ayrı meziyetler meydana gelmiş ve gökteki yıldızlar gibi olmuşlardır. Peygamberimiz (S.A.V.): ''Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız felah bulursunuz'' demiştir. Yine Allah Resulu (S.A.V.), ''Benim ümmetimin alimleri, Ben-i İsrail peygamberleri gibidir'' buyurarak, kendisinin açmış olduğu çığırı Ashab'la devam ettirmiş, Ashab'dan sonra bayrağı Tabiin, Tabiinden sonra da Alimlerin yürüteceğinin işaretini vermiştir. Dini bakımdan hilafet Peygamber (S.A.V.)'den sonra ''Ehlullah'' tır. Tasavvuf zevkini ve ahlakını yaşayan halife olabilir. Dünyevi liderlik (halifelik) liyakat ve kabiliyet esasına göre ister cumhuri yoldan veya isterse başka yollardan tayin edilsin, fakat manevi yoldan atanması sözkonusu olamaz. Peygamberden sonra:
1- Hilafeti manevi,
2- Hilafeti zahiri görülmüştür. Hilafeti manevi, manevi kanaldan devam edegelmiş, hilafeti zahiri ise zaman zaman insanlar tarafından seçilmiş ve bazen kesintiye uğramış saltanat şeklini almış halde vuku bulmuştur.
dedekorkut1
24 Nisan, 2019 - 15:04
Kalıcı bağlantı
Allah için Yol Gösterenler
Allah için Yol Gösterenler
SELİM GÜRBÜZER
Allah yolunda Rıza-i Bari için yol gösterenler; hiç şüphesiz enbiya, evliya ve ulemadır. Bu yüzden Ebubekir Verrak (k.s) insan taifesini:
- Âlimler (İlmi ile amil olan âlimler),
- Dervişler (İrşada talip olanlar),
- Emirler (İdareciler)'' diye tasnif etmiştir.
İşte bu tasnifelme güzel olmasına güzel ama oldu ya bu arada âlimler ve emirler bozulunca halkın hali nice olur sorusu da akla gelmez değil. Olacak olan besbelli; milletin âlimlere ve idarecilere karşı olan itaati zafiyete uğrayacağı muhakkak. Peki ya sofiler (dervişler) bozulursa ahval durum ne olur acaba dersek, bu kez olacak olan malum, milletin ahlakı bozulacağı kaçınılmazdır. Yani her iki durumda da o ülkenin hali virane olur dersek yeridir.
Hele bilhassa yol göstericilerden enbiyanın hayatına bakıldığında karşımıza irşad gerçeği çıkmakta. Nitekim Allah Teâlâ kullarına ''Biz muhakkak Nuh isminde bir Peygamberi kendi kavmine irşad için gönderdik'' beyanı şeriflerindeki ilahi hikmet bunu teyit ediyor. Zaten hangi Peygamberin kıssasını açarsak açalım, bila istisnasız ''irşad'' gerçeği ile yüzleşmekteyiz. Zira Enbiyalar ilahi emri yüklenir yüklenmez insanlara rehber olup irşat görevi üstlenmişlerdir. Anlaşılan o ki, Peygamberlerin esas vasfı irşat yapmaktır. Ama gel gör ki günümüzde hala sadece tebliğ yapmak irşat sanılıyor. Oysa ''Âlimler Peygamberlerin varisleri'' hükmünce hakiki âlim irşad yapmakla mükelleftir. Şayet bir yerde Hud (a.s.) gibi irşat dairesi oluşturulamıyorsa biliniz ki orada tebligat (laf) var demektir, yani orada asla irşad söz konusu değildir. Zaten şu bir gerçek asıl tebliğ irşad etmektir. Nasıl ki musiki aletlerinden ney’i üflemeyince musiki çıkmıyorsa, aynen öyle de bir din yaşanmayıp sadece dille telaffuz etmekle geçiştiriliyorsa, o din müzelik olmaktan öte bir anlam ifade etmez. O halde dinin emir ve gereklerini hayatımızda bizatihi tatbik etmeli ki; dinin toplum üzerinde etkisi de beraberinde gelsin. İşte irşat halkası oluşturmaktan amaçta budur.
Enbiyaya varis olmak ancak ve ancak hem zahiri ilim, hem de batini ilme vakıf olmakla mümkün. Şayet bir insan zahiri ilme haiz olupda batini ilim yoksa Peygambere varis olamaz, ya da batıni ilme vakıf, zahiri ilim yoksa yine varis olamaz, mutlaka her ikisi bir arada olması gerekir ki Peygambere varis olunabilsin.
Bakınız Mürşid-i kâmiller hem zahiri ilmi, hem de batın ilmini tamamlamış zatlardır. Şöyle ki; İslam’ın bütününe şamil ana başlıklarda zikredilen 12 ilmin (Sarf, nahiv, fıkıh, kelam, hadis vs.) eğitimini görüp bu ilimlerden icazet almak zahiri ilmi hak ediş demektir. Keza bir Mürşidi kâmil’in manevi terbiyesi altında tasavvufi mertebeleri aşıp seyr-u süluk eğitimini tamamlamak ise batın ilme hak ediş kapsamında değerlendirilir.
Şu bir gerçek, Allah dostları ilme çok önem vermişlerdir. Hatta ilim olan yerde bereket olduğunu vurgulamışlar bile. Nitekim bu konuda Seyda (k.s.)’ın ''Bir ilim talebesini binlerce sofiye değişmem'' sözü bu gayeye yöneliktir. Hakeza bazı âlimlerin fıkıhsız bir yere varılamaz sözleri de öyledir. O halde müminler olarak malımızı, mülkümüzü, her şeyimizi ilme adamakta fayda var.
Allah’a ulaşmada sırasıyla şu basamaklardan geçmek gerekir; şeriat (İslam’ın zahiri kaide ve kuralları), tarikat (İslam'ın tatbiki ve uygulama yolu) marifet ve hakikat basamaklarıdır. Zira İbn-i Abidin: ''İlimden maksat Allah'a ulaşmaktır'' diye beyan buyurmakta. Bu demektir ki; insanı Hakk'a götüren vasıta irşad ilmidir. Hatta İmam-ı Gazali bile tasavvufa meylettikten sonra bu hususta “Şu ana kadar boşa ömrümü zay etmişim'' itirafında bulunmaktan kendini alamamıştır.
Tasavvuf Yolu Yolların En İyisidir
Bakınız İmam-ı Gazali kendi kendine eseflenmekle kalmamış bu yolu şöyle övmüşte: ''Şüphe götürmeyecek surette anladım ki, mutasavvıflar, Allah yolunu tutan kimselerdir. Onların gidişi, gidişlerin en iyisidir. Yolları, yolların en doğrusu. Ahlakları, ahlakların en temizidir. Onların dışlarındaki ve içlerindeki bütün hareketleri ve durgunlukları, hep nübüvvet kandilinin ışığından alınmıştır.''
Süfyan b. Üveyne ise aynı meyanda ''İlimsiz amel Hıristiyanların, amelsiz ilim de Yahudilerin yoludur'' diyor. Ve sözlerine şöyle açıklık getirir: ''Kim ilmi olduğu halde amel etmezse Yahudilere, kim şeriatsız amel ederse o kişi Hıristiyanlara benzemiştir.''
Evet, ilim ancak amelle taçlanınca kuvvet bulmakta. Zaten amel olmadan yapılan ilim, tıpkı yayık yaymadan sütten yağ çıkarmaya çalışmak gibi boş beklenti içerisinde bulunmaktan başka bir şey değildir. Aliyyül Havas bu nedenle: ''İlim talibi, bir mürşide bağlanmadıkça kemale erişilemez. Çünkü ilim ona, hakikate giden yolda perde olacaktır. İlimsiz amel davasında bulunan sofiler de hüsrandadır. Çünkü işlediği yanlış ameli doğru yapıyorum sanacaktır...'' diye fikir serdetmiştir.
Elbette ki beşer olmamız hasebiyle her an şaşabiliriz. Ama bilge insanın şaşması avamınki gibi değil, çoğu kez amelsiz ilminin neticesinden doğan bir şaşmadır bu. Unutmamak gerekir ki; ilmi göz ardı edip, sırf amel davasında bulunmakta yanlış. Çünkü kendi kendine yapılan amel yanlış kapıları aralamaya yol açacaktır. Bakın, Hz. İsa (a.s.) “Ben ahmağa, kele, köre, topala, kötürüme ismi azam okurdum onlar dirilirdi, ama cahile bir ismi azam okusam fayda vermez, dirilmezdi” buyurmakla bu gerçeğe işaret etmiştir. Anlaşılan o ki; hem ilim, hem de amel bir arada bulunmalı ki hakikate ulaşılabile. Resulullah (s.a.v.) “Ya Rab! Faydasız ilimden sana sığınırım” (Müslim, Zikir, 73) dua ve niyazında bulunduğu gibi, “Nefsini bilen Rabbini bilir” (Keşful Hafa, El Acluni 2/262) beyan buyurmakla da Salih amele işaret etmiştir.
O halde Allah'tan gayri her şey masivadır sözü kulağımıza küpe olmalı. Bilindiği üzere masiva, Allah’tan gayri her şey demektir. Yani masiva araçtır, asla gaye değildir. Bu yüzden sıratı müstakim üzere olan müminler kendilerine Peygamberleri, Evliyaları ve Kâbe’yi vs. Allah'ın (c.c.) sevgisine kapı veya vesile bilmişlerdir. İşte bu gerçeklerden hareketle sofilerin bağlı oldukları mürşitlerine feyz kaynağı gözüyle bakmalarını yadırgamamak gerekir. Zira Seyyid Abdülhakim el Hüseyni (k.s.); ''Yol tamamlanıncaya kadar kâmil bir mürşidin işareti ile gitmek en kolay ve en tehlikesiz yoldur'' beyan buyurmakla kâmil rehberin önemine işaret etmiştir.
Ashab-ı Kiram, Peygamberimiz (s.a.v.)’in meclisinde soluklamanın ötesinde bizatihi dünya gözüyle o’nu görme şerefine nail olup böylece bu şeref sayesinde her biri ışık kutbu olmuşlardır. Ebu Talip ise sevgili yeğenini dünya gözüyle gördü görmesine ama iman etmediği için kurtuluşa eremedi. Şu da bir gerçek Sahabeyi Güzin sadece Peygamber meclisini soluklamakla kalmayıp, Peygambere olan bağlılıkta haddi hududu da aşmadı. Şöyle ki; O’nu Allah'a ulaşma yolunda bir vesile bildiler. Şayet onlar da Hıristiyanlar gibi Hz. İsa’yı gayeleştirip ulûhiyet isnat etseydiler asla gökteki yıldızlar gibi olamazlardı. Zira Hz. Ebu Bekir-i Sıddık (r.a) İslami çerçeve içerisinde ölçüyü aşmadan Allah Resulü'ne (s.a.v.) teslim olmakla sıddıkiyet makamına erişti. Hz. Ömer (r.a.) kızının evinde Kur’an tilavetini dinlediğinde ruhunda fırtınalar kopup soluğu Allah Resulünün yanında almakla adalet timsali olmuştur. Hz. Osman (r.a) hayâ ve edebiyle çift nur sahibi olup rikkat ve merhametin doruğuna ulaşmıştır. Keza Hz. Ali (k.v.) ise Peygamberimizi müşriklerin şerrinden korumak gayesiyle ölümüne yatağında yatacak kadar cesaret örneği sergilemekle hikmet kazanıp ilmin kapısı olmuştur. Anlaşılan; Peygamber gölgesi sahabenin her birinde ayrı bir tecelli daireleri ve değişik meşrepler ortaya çıkarmıştır. Bu yüzden Allah-ü Teâlâ Kur'an’da insanlar arasında ilim, güç, zekâ ve akıl farklılıklarının olabileceğini beyan buyurup Habib’inin dilinden de fiziki gücün üstünlük olmadığını, asıl üstünlüğün takvada olduğunu ilan etmiştir.
Veliler Peygamber Varisleridir
Birçok Âlim; geçmiş asırlarda ne kadar Peygamber bulunduysa, bir o kadar da velinin var olduğundan bahsediyorlar. Bu yüzden ehlisünnet kaynaklarında kâmil mürşitlerin her asırda en az beş on tanesinin mevcut bulunduğu zikredilir. Hatta Ahmet bin Hanbelî’den aktarılan bir hadisi şeriften hareketle: ''Her asırda beni temsilen bir, Hz. İsa'yı temsilen üç, Hz. Musa'yı temsilen yedi, Hz. İbrahim'i temsilen kırk dostlarım vardır. Onlar insanların efendileridir'' diye zikredilmektedir. Kim bilir belki de son velinin gelişi evrensel dirilişin işaret taşı teşkil edecektir. Yine ehlisünnet âlimlerin beyanlarından hareketle Mehdi (r.a.)’ın vefatına kadar her asırda Resulullah'ın (s.a.v.) varisi hükmünde;
- Kutuplar kutbu (Kutbul aktab),
- Gavs-ül Azam,
- Sırrı Hilafet,
- Üçler,
-Yediler,
-Kırklar gibi her daim aydınlatıcı gönül sultanları olacaktır.
Malumunuz Allah Resulü (s.a.v.) dar-ı ukbaya göç edince, hayattayken kendisinde toplanan üç vazife ister istemez ümmeti içerisinde pay edilmiştir. Peki, neydi o taksim edilen üç vazife? Bunların birincisi ilim adamlarına, ikincisi evliyaya, üçüncüsü hâkim ve devlet adamlarına intikal edilerek taksim olunan vazifelerdir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) söz konusu o üç görevi de kendi şahsında toplamıştı ki, bunlar:
“- Devlet yetkisi önderliği,
- Din ve ilim yetkisi önderliği,
- Ruh önderliği yetkisi önderliği” diye tasnif edilir.
Evet, Allah Teâlâ Kur'an’da Davud (a.s.)'a hem nübüvvet, hem de hilafet verdiğini beyan ediyor. O halde Peygamberler Reisi Hz. Muhammed (s.a.v)’in bu üç görevi birlikte icra etmesi gayet tabiidir.
Resulullah (s.a.v.)’den sonra peygamberlik kapısının kapanmasıyla birlikte ruh önderliği yetkisi manevi terbiye yoluyla Hz. Ebu Bekir (r.a)’a, Hz. Ömer (r.a)’a, Hz. Osman (r.a)’a ve Hz. Ali (k.v)'e geçmiştir. Hatta onlar aynı zamanda zahiri halifelerimiz de olup kendilerinden dört büyük halife olarak söz ettirmişlerdir. Öyle ki Allah Resulü hayatta iken seyr-u süluk idmanını her birinin meşrebine uygun öğreti talim ettirip gönül dünyaları öylece nakşolunmuştur. Tabii, Peygamber sevgisi bu şekilde gönüllere nakş olununca beraberinde marifetullah ilmide hâsıl olmuş oluyor. Derken evliya sevgisi de Peygamber sevgisine kapı olmuş oluyor. Nitekim Sahabeyi Kiram, Peygambere olan sevgisi sayesinde her birinde birbirinden ayrı güzellikler tezahür edip ister istemez geleceğe de ışık tutmuş oluyorlardı. Nasıl ışık olmasınlar ki, baksanıza Peygamberimiz (s.a.v.) ''Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız felah bulursunuz'' diye övmüşte. Yine Allah Resulü (s.a.v.) ''Benim ümmetimin âlimleri, Ben-i İsrail Peygamberleri gibidir'' buyurmakla da kendisinden sonra emaneti öncelikle yol arkadaşları Ashab-ı Kiram'a vermiş, Ashabı kiramdan sonra da bayrağı Tabiin devr almıştır. Tabiun’dan sonra da emaneti Rabbani âlimler üstlenmiştir. Bu demektir ki; en nihayetinde Peygamber (s.a.v.)'den sonra dini bakımdan hilafet hiç şüphesiz Arifibillah Ehlullah'ındır. Ki; onlar İslam’ın ihsan mesabesindeki tasavvuf zevkini ve ahlakını yaşadıklarından dolayı manevi halife olmayıda hak kazanmışlardır. Anlaşılan manevi halifelikte atama söz konusu değildir.
Peki ya zahiri halifelik? Bilindiği üzere dünya işlerini yürütmede liderlik (halifelik) ya liyakat ve kabiliyet esasına göre ya da cumhuru yoldan veya başka yollardan da (saltanat vs.) elde edilebiliyor. Kelimenin tam anlamıyla Peygamberimizden sonra:
- Hilafeti manevi,
-Hilafeti zahiri söz konusudur.
Velhasıl; Hilafeti manevi, manevi silsileyi şerife yoluyla devam ede gelmiş, hilafeti zahiri ise saltanat yoluyla, zaman zaman da seçim veya cumhuru yoldan gelmiş diyebiliriz.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2978/allah-icin-yol-gosterenler.html